17 Aralık 2015 Perşembe

YETER ARTIK! EDİ BESE!

Siz ey savaş ağaları, silah fetişistleri, kan dökücüler, ölü seviciler,
Yetmedi mi 40 yılda 40 bin ölü?
Daha kaç gencin şehit olması, ölü ele geçirilmesi, etkisiz hale getirilmesi gerekiyor?
Daha kaç ana baba evlat, ay yıldızlı veya sarı kırmızı yeşil renkli bayraklara sarılı tabutlara sarılıp ağlasınlar?
Siz ey merhamet yoksulu (bir de zekât hırsızı dolar istifçisi) muktedirler, 
Şehit cenazelerini siyasal gösteriye çevirmekten utanmıyor musunuz? Kendi evladınızdan esirgediğiniz şehitlik payesini yoksul halk çocuklarına armağan etmeye nasıl içiniz elveriyor? “Ne mutlu ki şehit olmuş, rütbesi peygamberden sonradır” diye döktüğünüz timsah gözyaşlarıyla kimi kandırdığınızı sanıyorsunuz?
Yirmi yıl önce 4 bin köyü boşaltmak, 4 milyon insanı göç ettirmek, binlerce kişiyi faili meçhullerde katletmek yetmedi mi ki, şimdi de kentleri bombalıyorsunuz, insanları aç susuz evlerinde hapsetmeye çalışıyorsunuz?
Keskin nişancılarla insan avlamaktan, ölü insan bedenlerini panzerle sürüklemekten, kevgire çevrilmiş çıplak kadın bedeni önünde zafer pozları vermekten, oyun çağı çocuklarını katletmekten nasıl bir haz alıyorsunuz?
Siz insan mısınız nesiniz, nasıl bir yaratıksınız?
Ne oldu, dişinize kan mı değdi? Gencecik bir astsubayın pazaryerinde hamile eşinin gözü önünde katledilmesi bahane olmadı da hendekler mi sizi rahatsız etti?
***

Siz ey AKbabalar, Kandil şahinleri,
Ne oldu da çözüm ve barış sürecini kesintiye uğrattınız?
Yoksa Oslo’da, Dolmabahçe’de birbirinizi mi kandırıyordunuz?
Biliyorsunuz, biz de biliyoruz, birbirinizi yenemiyorsunuz; kırk yıldır birbirinizi yenemediniz. Birbirinize gücünüz yetmiyor. Birbirinize yetmeyen gücünüz halka mı yetiyor?
Yoksa, “Başkanlığa hayır, barış hemen şimdi” diye kanat çırpan 6 milyon barış güvercini mi sizleri rahatsız etti?
Ne oldu da çözüm ve barış sürecini kesintiye uğrattınız?
***

Özellikle sen ey asri firavun,
Memleketi baştan başa terörize ederek, aklını Kürt, Alevi ve solcuyla bozmuş yüzde 60’ın desteğiyle nihayet başkan olmak, kan ve göz yaşı denizinde saltanat kayığı yüzdürmek seni çok mu mutlu edecek?
Ve sen ey yüzde 60 çoğunluk,
Ne yazık ki ırkçısın, ümmetçisin, milliyetçisin, sağcısın ve çoğunluksun. Demokrasi talep etmiyorsun. Alnının secdeye değmesi, hırsız siyasetçiyi bağrına basman, mabadının kılı olman için yetiyor sana. Peygamber bellediğin muktedirin komşu ülkede kafa kesen katilleri beslemesi rahatsız etmiyor seni. Çocuğunu toprağa vermiş anneyi sırf farklı mezhepten diye yuhalatmasından da rahatsız olmadın. Sana reva görülen 800 lira aylıkla açlıktan nefesin kokarken, alnı secdeli diye 800 bin liralık rüşvet saatini koluna takan siyasetçiye bile arka çıkabiliyorsun. Neden böylesin, neden hiç sorgulamıyorsun? Komşu ülke ahalisinin kanına girdikten sonra şimdi kendi halkına kıyan muktediri saltanat kayığına oturtmak seni çok mu mutlu edecek?
***

Yeter artık, edi bese!
Bizlere her gün “şehit” “ölü ele geçirilen” acısı yaşatmaya, sağ kalanları karanlıkta aç susuz ekmeksiz hapsetmeye hakkınız yok.
Hanginizin ilk kurşunu sıktığınızın da artık önemi yok.
Birbirinizi ve bizleri öldürmeyi bırakın artık!
Düşük yoğunluklu savaşınızı, sokağa çıkma yasaklarınızı, iki generalli operasyonlarınızı, uzaktan atışlarıyla insan avlayan keskin nişancılarınızı, duvarlara “kurdun dişine kan değdi” “Türkün gücünü göreceksiniz” “Kanımız aksa da zafer İslamın” yazan timlerinizi, şehit cenazelerinde şov yapan siyasetçilerinizi, “PKK özyönetim ilan etti, devlet buna göz yummaz” edebiyatı yapan ekran baykuşlarınızı, alan hakimiyetinizi, hendeklerinizi alın, çıkın hayatımızdan!
Çıkın hayatımızdan! Hangi dil, din, kültür ve kimlikten olursa olsun, bizler barış içinde kardeşçe yaşamayı biliriz. Yeter ki, çıkın hayatımızdan, akan kan ve gözyaşı dursun!

Silahlarınız değil, insanlar konuşsun!

13 Aralık 2015 Pazar

ÇİLİNGİR SOFRASINA SABOTAJ

Memleketin yüklü gündeminde öne çıkma şansı bulamadı.
İstanbul, Ankara, İzmir ve öteki illerde sahte içki faciasında ölenlerin sayısı 30’u geçmiş.
Tam on yıl önce de aynı facia yaşanmıştı.
O facia üzerine kaleme alınmış yazıdır.

           ÇİLİNGİR SOFRASINA SABOTAJ
Ehli keyfin sofrası çilingir sofrası olarak biliniyor.
Çilingir sofralarında anlatılan bir efsaneye göre, bu deyim Osmanlı döneminden kalmış. Osmanlı sarayında padişaha sunulacak yemeği önceden tadan görevlilere, Farsça bir sözcükle çeşnigir deniyor. Çeşnigirin tadına bakacağı yemekler küçük tabaklarda önüne geliyor. İşte tadımlık yemeklerin bulunduğu bu sofraya çeşnigir sofrası deniyor.
Rakı sofraları da küçük tabaklarda -karın doyurmalık değil- tadımlık mezelerden oluştuğu için, önceleri çeşnigir sofrası olarak adlandırılmış. Sonraları bu deyimin yerini çilingir sofrası almış.
Başka bir efsaneye göre ise, çilingir sofrası deyiminin mezelerin tadımlık olmasıyla pek ilgisi yok. Deyimin kökeni rakının marifetinde gizli. Rakı masasında insanın sır kapıları birer birer açılır, insanlar yüzlerindeki maskeyi atarak kendileri olurlar, yani kendi özlerini gerçek kişiliklerini ortaya sererler. İşte rakı, bir çilingir marifetiyle insanın kişiliğini sergilemesini sağladığı için rakı içilen sofralara da çilingir sofrası denir.
 Şahsen, rakının insanın gizli dünyasının kapılarını çilingir gibi açtığı efsanesini daha gerçekçi ve sevimli buluyorum. Çünkü, ayık sohbetlerde uygulanan sansür, çilingir sofralarındaki sohbetlerde ikinci üçüncü kadehten sonra etkisini yitirir, sohbet samimileşir.
Ayıkken sahip olunan önyargı, sevgisizlik ve öfke kadehler boşaldıkça kaybolur; çilingir sofraları demokratik ve sansürsüz bir foruma, hatta daha ileri bir deyişle toplu terapi seanslarına dönüşür. Bu yüzden şair Metin Eloğlu, rakıya “Şişede durduğu gibi durmaz ki kafir / tutar insana yaşamayı sevdirir” diye kaside yazar.
Rakının bu çilingir marifetinden olsa gerek, sofrada ilk kadehler “İçelim açılalım güzelleşelim” temennisiyle tokuşturulur.
***

            Çilingir sofralarında hüzün var
Çilingir sofrasına “İçelim açılalım güzelleşelim” temennisiyle oturulsa da, sahte rakı faciasından bu yana artık pek öyle değil. Sahte rakıya gerçek yaşamları kaptıranların sayısı bir haftada 25’e ulaşınca, çilingir sofralarının dilek ve temennileri hayli değişti.
Değişen dilek, temenni ve davranış kalıplarını Günaydın gazetesinden Hakan Köksal ve Utku Gürtunca derlemişler. (Günaydın, 4 Mart 2005)
İki kafadarın tespitlerine göre, gerçek rakı dolu  ilk kadehler kaldırılırken, “Haydi beyler hoş geldiniz” denirdi. Sahte rakıdan bu yana artık ilk kadehlerde “Hakkınızı helal edin” deniyor.
Çilingir sofralarındaki değişim sadece bu kadar değil. Gerçek rakı içilirken, hoş geldin faslından sonra, “İçelim güzelleşelim” denirdi. Sahte rakıdan bu yana artık sofra ehli, “İçelim helalleşelim” temennisinde bulunuyor.
Gerçek rakı içilirken “En kötü günümüz böyle olsun” denir. Sahte rakıda ise en son gün olacağı hemen hemen kesindir.
Gerçek rakı, içene keyif verir. Sahte rakının olduğu sofrada  ise içenin hayatı bir film şeridi gibi gözlerinin önünden akıp gider.
Gerçek rakıya su katıldığında beyazlaşır. Sahte rakıda ise beyazlaşan rakı değildir, içenin yüzü bembeyaz olur.
Gerçek rakı adamı en fazla küfelik yapar. Sahte rakı ise adamı tabutluk yapar.
 Kadehteki rakı gerçekse kadeh boşaldığında garson, “Tazeleyim mi abi?” diye sorar. Sahte rakıda ise sorulacak soru, “Hangi yakınınızı arayalım abi?” sorusudur.
Gerçek rakı içilirken, masaların arasında çiğ köfteci ya da buzlu bademci dolaşır. Sahte rakıda ise masaların arasında dolaşan satıcı, “İrmik helvanıza fıstık ister misiniz?” diye sorar.
Özetle, sahte rakıyla ilgili her anlatımın sonunda ölüm var; çilingir sofralarında 25 sofra ehlini sahte rakıya kaptırmanın hüznü var.
Kimi tuttuğu futbol takımının galibiyetini kutlarken sahte rakıya kurban gitmiş.
Kimi sevgilisinden ayrılmanın hüznünü dağıtmak isterken bilmeden sahte rakıya saldırmış.
Bir diğeri işten atılmanın kederini arkadaşlarıyla dostlarıyla paylaşmak isterken patrondan sonra bu kez sahte rakının kurbanı olmuş.
Bir baba, oğlunun bilerek ikram ettiği sahte rakıyla hayata veda etmiş.
Gazetelerin yazdığı doğruysa en ilginci de, müşterilerine sahte rakı satan lokanta sahibi de aynı rakıdan içmiş, sizlere ömür…
***

            Akıl da iptal
Vahşi kapitalizm deyip geçilecek basitlikte değil. İngiliz sendikacı T. J. Dunning diyordu ki:
Sermaye, güvenli yüzde10 kâr ile her yerde çalışmaya razıdır; kesin yüzde 20, iştahını kabartır; yüzde 50, küstahlaştırır; yüzde 100, bütün insani yasaları ayaklar altına aldırır; yüzde 300 kâr uğruna işlemeyeceği cinayet, atılmayacağı tehlike yoktur, sahibini bile astırır.” (Aktaran Karl Marks, Kapital, Cilt: I, s. 779)
Kapitalisti insanlıktan çıkaracak kâr oranı, 19’uncu yüzyılın gariban İngiliz sendikacısının havsalasında en fazla yüzde 300’de kalmış. Türkiye’de hükümetin kaçak sahte rakıdaki kâr marjını yüzde 1000’e yükseltmesini görse kim bilir ne derdi.
Kâr oranı yükseldikçe kapitalistin göze alacağı tehlike de büyür. Bunda anlaşılmayacak bir şey yok. İngiliz sendikacının demesine göre kapitalist, ucunda öldürülmek olsa bile yüzde 300 kâr uğruna her tehlikeyi göze alır.
Fakat, şu da anlaşılır bir şeydir ki, en vahşi kapitalist bile aklını tümüyle yitirmez, “Yarın ne olur, başka nereye yatırım yaparım?” hesabıyla hareket eder.
Bizim lokantacı küçük kapitalistin anlaşılan böyle bir hesabı olmamış. Ya da, İngiliz sendikacının bile tahmin edemediği yüzde 1000 kâr, sadece insani duygularını değil, aklını da başından almış; müşterisine ikram ettiği zehri kendisi de içmiş.
Lokantacı küçük kapitalist bilmeden sahte rakı ikram etmiş ve kendisi de içmiş olamaz. Sahte rakıyı 100 metre uzaktan tanımayacak bir lokantacı herhalde yoktur.
Bu durumda sahte rakıyı niçin lokantasına soktuğu ve kendisi de içtiği sorusunun yanıtını sadece kendisi bilir; ama, küfelik değil tabutluk olduğuna göre öğrenme olanağı yok.
Kim bilir, belki de eski günlerin sahte rakı vukuatlarından bir farkı olmadığını sanmıştır.
Okuldan arkadaşım kıdemli Hâkim Albay Hasan Mutlu’nun gerçek bir mahkeme dosyasından anlattığına göre, Cumhuriyet’in ilk yıllarında yine İstanbul’da yüklü miktarda sahte rakı ele geçirilir. Yakalanan zanlılar apar topar mahkemeye sevk edilirler. Mahkeme, ele geçirilen rakıların sahte olup olmadığını belirlemek için bilirkişi incelemesi ister. Ancak, ele geçirilen rakıyı tahlil edecek ne laboratuvar vardır, ne de kimya mühendisi. Zorunluluk karşısında, bir eczacı ile rakıdan anlayan kişi olarak üç akşamcı bilirkişi diye atanır. Bilirkişi heyetinin incelemesi iki hafta sürer. Ele geçen sahte rakının çoğu tahlil çalışmalarında tüketilir. Nihayet hazırlanan rapor mahkemeye sunulur. Bilirkişi raporu kısa ve özdür: “Yakalanan rakılar kesinlikle sahtedir. TEKEL bu kadar güzel rakı yapamaz.
Sahte içki kurbanlarına rahmet olsun.
Burası Türkiye!
11 Mart 2005

1 Aralık 2015 Salı

AK FAŞİZMİN HAPİSHANELERİNDEKİ GAZETECİLER

Türkiye’nin 185 yıllık basın tarihinde, gazetecilerin kendilerini baskı altında hissetmedikleri sadece 1 yıl bile olmuş mudur? Sanmıyorum. Gazetecilikte 29 yılı geride bıraktım. Özgürlük havasını soluyabildiğimiz 1 gün bile hatırlamıyorum.
Osmanlı dönemi baskı ve kaba sansür dönemiydi. Meşrutiyet ilan edildikten sonraki özgürlük günleri 1 yıl bile sürmedi; sansüre ve baskıya, gazeteci cinayetleri eklendi. İkinci Meşrutiyet’ten bu yana geçen 107 yılda Çağdaş Gazeteciler Derneği’nin listesine göre 76 gazeteci yazar öldürüldü.
Cumhuriyet, Osmanlı’yı aratmadı. Tek parti iktidarının baskı ve sansürünü DP’nin baskı ve sansürü izledi. On yıl süren DP devrinde hapse giren çıkan gazeteci sayısı 800’ü geçti.
DP’yi izleyen dönemlerde gazetecilerin yazarların başı en çok ceza yasasının 141, 142 ve 163’üncü maddeleriyle dertteydi.
Darbe yılları, gazetecilerin sorgusuz sualsiz cezaevine atıldıkları yıllardı. 12 Eylül faşizmi döneminde Halkın Kurtuluşu dergisi yazı işleri müdürü Veli Yılmaz, 748 yıl 6 ay hapis cezası ile kırılmayacak bir rekorun sahibi oldu.
1990’lı yıllarda gazeteci cinayetleri katliama dönüştü. Sadece 1992 ve 1993 yıllarında 22 gazeteci öldürüldü. Evrensel muhabiri Metin Göktepe, 8 Ocak 1996’da gözaltında katledildi.
AKP iktidarında yaşanan 2000’li yıllarda da gazeteciler sansürden baskıdan nefes alamadılar, Hrant Dink’in de aralarında olduğu meslektaşlarını cinayetlere kurban verdiler.
2015 yılı geride kalırken cezaevlerindeki gazeteciler listesi kabardıkça kabarıyor. Gazeteci örgütlerinin ve Bağımsız İletişim Ağı BİA’nın raporlarına göre, cezaevlerindeki gazetecilerin sayısı 27’ye ulaştı. Hapisteki gazetecilerin ve dağıtımcıların çoğunluğu, resmi ideolojinin marjinal saydığı Kürt medyasına mensup. Merkez medyadan ise Taraf  yazarı Mehmet Baransu, Samanyolu TV yöneticisi Hidayet Karaca, Bugün yazarı Gültekin Avcı, aylardır cezaevindeler. 
Nihayet geçen Kasım ayı başında Nokta Dergisinin yayın yönetmeni Cevheri Güven ile yazı işleri müdürü Murat Çapan, ay sonunda ise Cumhuriyet’in genel yayın yönetmeni Can Dündar ile Ankara Temsilcisi Erdem Gül tutuklandılar. 
Tutuklu ve hükümlü gazetecilerin çok büyük çoğunluğu “terör örgütü” suçlamasıyla hapiste bulunuyor. Bir gazetecinin “suçu” ise “polise direnmek”. Can Dündar ve Erdem Gül ayrıca casuslukla suçlanıyorlar. Medya kuruluşlarını hedef alan fiziki saldırıların ve sansürün ise haddi hesabı yok.
***

Peki mahkemeler gazetecileri hapse atmakta niçin tereddüt etmiyorlar?
Sorunun yanıtı ülkedeki rejimin niteliğiyle ilgilidir. Tarihin hangi döneminde, hangi rejimde olursa olsun o rejim için en önemli ölçütlerin başında adalet sistemi ve medyanın konumu gelir.
Hapisteki gazetecileriyle, baskı altında tutulan medyasıyla, gazetecileri ve barışçıl muhalifleri cezaevlerine atmakta tereddüt etmeyen yargısıyla Türkiye, ne yazık ki dünyada en kaba baskı rejimleriyle yönetilen ülkelerle aynı grupta yer almaktadır.
Ülkelerin demokrasi karnesini tutan Washington merkezli Freedom House’un 195 ülkeyi kapsayan “Dünyada Özgürlük 2015” raporunda Türkiye, Mozambik ve Papua Yeni Gine gibi ülkelerle birlikte ‘kısmen özgür’ kategorisinde gösterilmekte; Türkiye’nin her geçen yıl demokratik ilkelerden daha da uzaklaştığı vurgulanmaktadır.
Paris merkezli Sınır Tanımayan Gazeteciler (RSF) örgütünün 2015 yılını irdelediği Dünya Basın Özgürlüğü Raporu’nda da Türkiye, 180 ülke içinde 149’uncu sırada, Irak ile Gambiya arasındadır. RSF’nin raporlarında Türkiye’nin AKP yönetiminde sürekli gerilediği görülmektedir; 2005 raporunda Türkiye 98’inci sıradaydı.
***

Bu noktaya gelinmesinin asıl nedeni, hiç kuşkusuz AKP iktidarının 12 Eylül faşizminden ve mirasçılarından devraldığı faşist siyaset ve baskı kurumlarını günün koşullarına göre tahkim etmesidir.
AKP, Türkiye kapitalizminin küresel sermaye ile bütünleşme sürecindeki en gözü kara partisidir. Beşeri ve entelektüel donanım fukarası lideri, kitabı gazeteyi bombadan daha tehlikeli gördüğünü açıkça söylemekten çekinmedi. Darbe dönemlerinin sıkıyönetim mahkemelerini aratmayan AK mahkemeler de barışçıl muhalifleri ve gazetecileri hapse atmakta tereddüt etmediler.
Bu faşizan zihniyet ve iktidar döneminde Türkiye dünyada en çok “terörist” barındıran ülke haline geldi. Amerikan haber ajansı AP’nin 5 Eylül 2011 tarihli haberine göre, 11 Eylül 2001’den bu yana tüm ülkelerde 119 bin 44 kişi terör suçlamasıyla tutuklandı, 35 bin 117 kişi terörist olarak hüküm giydi. Türkiye 12 bin 897 hükümlü sayısı ile ilk sırayı aldı. Çin bile, 7 bin “terörist” ile ikinci olabildi.
Türkiye’nin bu birinciliği elde etmesinde, özgürlüklere düşman AK siyasetin yanı sıra yasaların en barışçıl eylem ve ifadeleri bile “terör suçu” sayması etkili oldu.
Terörle Mücadele Kanunu “toplumla mücadele kanunu” olarak uygulanırken, Türk Ceza Yasası’nın 220’nci maddesi de, terör örgütü üyesi olmayan insanların bile “terör örgütü üyesi” “terörist” olarak cezalandırılmasını düzenlemektedir.
 Resim yaparak, şarkı besteleyerek, şiir yazarak da terörist olunabilir! Kitap, bombadan daha etkili bir silahtır.” sözleri de AKP iktidarı döneminde telaffuz edilebildi.
Vurgulanmalı ki, bir ülkede tek bir gazeteci bile gazetecilik çalışmasından, haber ve yazısından dolayı hapisteyse, bu durum o ülke için çok büyük utançtır.
Ve elbette meslek namusuna sahip gazeteciler, devrimciler, sosyalistler, özgürlükleri savunmaktan geri durmayacaklardır.

26 Kasım 2015 Perşembe

AYNI KAZURATIN SOYU

İbnü’l Sallama Hükümran Beyefendi’ye VEKÂLETEN
Ya eyyühellezine âmenû,
Cumanız hayırlı olsun!
Hadiseler öyle hızlı gelişiyor ki, izleyebilene aşk olsun!
Haftalık Cuma sohbetinde hangi birine değinmek mümkün olur ki?
Suriye sınırında Rusya uçağının düşürülmesi,
Gazeteciler Can Dündar ve Erdem Gül’ün tutuklanması.
Daha neler neler!...
Birine değinsen öbürünün hatırı kalır.
Bu hafta onca gaile arasında İbnü’l Sallama Hükümran Beyefendi, kazurat yedirmenin işkence olmadığını söyleyen kişiye de çok içerledi.
Hadiseyi biliyorsunuz. İsminin önünde prof. dr. unvanı bulunan bir Ademoğlu, bir mevkuteye verdiği mülakatta, söz 12 Eylül darbesine geldiğinde, kazurat yedirmenin, yani dışkı yedirmenin işkence olmadığını söylemiş.
Neden işkence olmadığını söylerken demiş ki: “Dışkı yedirmek işkence değil. Ben bal gibi yerim. Niye biliyor musun? Ben bunların yendiğini gördüm. Bir gün San Diego Hayvanat Bahçesi’nde goriller birbirlerine dışkılarını ikram ediyorlardı. Onlar da bizim gibi primatlar. Gayet güzel, hiçbir şey de olmaz. Yani dışkı pis bir şey değil ki. Sen sidiğini içmez misin?
***

Ya eyyühel ihvan,
Memleket ahvali açısından son derece vahim ve elim olaylar arasında söz kazurat yemeye yedirmeye, idrar içmeye geldiyse, ne söylense kâr etmez.
Prof. unvanlı zat, kazurat yiyen hayvan olarak bir tek gorilleri biliyor. Oysa, domuz, tavuk, tavşan, köpek ve bazı serçe türleri de kazurat yiyor. Hatta bok böceklerini de hepiniz biliyorsunuzdur. Malum Prof. bilmiyor, sadece San Diego hayvanat bahçesini gezerken gördüğü için gorilleri misal vermiş. Tesadüfen San Diego’ya yolu düşmese onu da bilmeyecek ki, Prof. unvanlı bir zat için kâfi ayıptır. Tabii ayıp diye bir ahlaki normu varsa...
Bu noktada domuz etini necis sayıp sofrasına koymayan Müslüman ahalinin iştahla tavuk ve tavşan yemekten neden geri durmadığı ayrı bir mevzudur! 
Dediğimiz gibi, söz kazurat yemeye yedirmeye, idrar içmeye geldiyse, ne söylense azdır. En fazla, Prof. unvanlı bu Ademoğlunun kazurat yemede idrar içmede yalnız olmadığı söylenebilir.
***

Mesela, Cüppeli namıyla maruf bir zat da, Hz. Peygamber’in kazuratının misk-ü amber koktuğunu, keza idrarının necis olmadığını anlatıp duruyor. Kendisi bir şekilde yemiş içmiş de mi böyle söylüyor, belli değil; bir cariyenin Peygamber idrarını içtiğini rivayet ediyor.
Cüppeli nam zatın delil gösterdiği rivayetlere göre, Hz. Peygamber’in hurmadan yapılmış bir çiş kabı vardı ve geceleyin ihtiyaç duyarsa, seriri (karyola, divan) altına koyduğu bu kabına bevleder ve onu tekrar karyola altına koyardı. Bir gece yine aynı şekilde ona ihtiyacını giderdi ve kabı karyolası altına koydu. Daha sonra baktığında kapta idrar olmadığını gördü. Kaptaki idrarın nerede olduğunu sorunca, onu Hanımı Ümmü Habibe'nin Habeşistan'dan getirdiği hizmetçisi Bereke'nin içtiğini söylediler. Bunun üzerine Resul-i Ekrem: “Büyük ölçüde kendisini ateşten korudu” buyurdu.
Burada sözü edilen ateş, cehennem ateşidir. Yani cariye, Peygamber idrarını içmekle, kendisini cehennem ateşinden korumuş!
Tabii bu noktada Cüppeli’nin işkembeden sallamadığını söylemek icap eder. Mesela İslam şeriatı dendiğinde ilk akla gelen Gazzâlî de, Peygamber’in idrarının “temizleyici ve şifalı” olduğunu nakletmektedir. (Gazzâlî, Ravda et Tâlîbin ve Umde es-Sâlikîn, Mecmu’a er-Resa’il el-İmâm el- Gazzâlî içinde, cilt: IV, Beyrût 1986, s. 74-78)
***

Dediğimiz gibi söz kazurat yemeye yedirmeye, idrar içmeye gelmişse, ne söylense kâr etmez.
Belirtmeli ki, Kur’an-ı Kerim’de Hz. Peygamber’e “De ki: “Ben de ancak sizin gibi bir insanım.” diye buyurulmuştur. (Mağara/Kehf, 110)
Yani, Peygamber de neticede bir insandır. Bütün diğer faniler gibi yemiş içmiş, uyumuş uyanmış, üzülmüş sevinmiş, karılarıyla sevişmiş, bevletmiş dışkılamış ve günü geldiğinde ölmüş...
Hal böyleyken, İslam ulularının Peygamber kazuratında idrarında şifa keşfetmeleri hakikaten acayiptir. Ehli İslam’ın bu gibi rivayetlere rağbet etmesi daha da bir acayiptir ki, İslam âleminin bugün neden zillet içinde olduğunun delilidir.
Hülasa, eğitimlisiyle eğitimsiziyle, cüppelisiyle cüppesiziyle bir kısım ümmet ehlinin kazurat yemeye idrar içmeye bu denli hevesli olmasına,
Prof. unvanlı ırkçı milliyetçi faşistin kazurat yedirmeyi işkence saymamasına,
Ve dahi bir muktedirin evladını toprağa vermiş anneyi meydanlarda yuhalatmasına şaşılmamalıdır. Hepsi de aynı kazuratın soyudur!
***

Sohbetin hitamında akla geldi ki,
Cenab-ı Allah şöyle buyuruyor: “Biz, insanı en güzel bir biçimde yarattık.” (İncir/Tin, 4)
İbnü’l Sallama infial içinde sormaktadır:
Ya Kadir-i Zülcelâl,
Madem insanı en güzel biçimde yaratmışsın,
On beş yaşındaki evladını toprağa vermiş anneyi meydanlarda yuhalatan,
Yediği haltları gizlemek için gazetecileri tutuklatan,
Kazurat yedirmenin işkence olmadığını, kazuratın bal gibi yenebileceğini, idrar içilebileceğini söyleyen bu yaratıkları da sen mi yarattın?...
Sürçü lisan ettikse affola!
Cumanız hayırlı ola!
Selam ve dua ile!

19 Kasım 2015 Perşembe

TEKBİR KATLİAM SLOGANI MIDIR?

İbnü’l Sallama Hükümran Beyefendi’ye VEKÂLETEN
Ya eyyühellezine âmenû,
Cumanız mübarek olsun, hayırlı olsun!
Olan bitenden haberiniz vardır.
Irak Şam İslam Devleti, yani IŞİD adlı örgüt, Ankara’da 102 kişiyi katlettikten sonra Paris’i de kana buladı; 129 kişiyi daha katletti.
Hatırlarsanız, Ankara katliamının ardından Konya’da yapılan Türkiye/İzlanda maçı sırasında katliam kurbanları için yapılan saygı duruşu, tekbir ve ıslık sesleriyle protesto edilmişti.
Dünya Komşuluk Günü’nde İstanbul’da oynanan Türkiye/Yunanistan futbol maçı öncesinde saygı duruşu da aynı şekilde tekbir getirilerek protesto edildi. Seyirci kılıklı kalabalık, bir de “Şehitler ölmez vatan bölünmez” diye slogan attı, Yunan ulusal marşını da aynı şekilde ıslıkladı...
***

Ey iman edenler,
Kur’an’da buyuruluyor ki, “Kur’an, kovulmuş şeytanın sözü değildir. O, dürüst olmak isteyenler için, ancak bir öğüttür.” (Dürmek/Tekvîr, 25, 26,27,28)
Madem Allah dürüst olmayı tavsiye ediyor, o halde dürüstçe konuşalım. Ankara’da 102, Paris’te 129 insan evladı, Allah adına katledildi. Katliam kurbanlarının anısına yapılan saygı duruşları, tekbir getirilerek, ıslıklanarak protesto edildi. Bu olay hakkında ne düşünüyorsunuz?
İslam coğrafyasında her gün ortalama 900 dolayında Müslüman dindaşlarınca katlediliyor. Ölen de öldüren de tekbir getiriyor. Tekbir katliam sloganı mıdır? Allah adının böyle rezil, alçak bir hadiseye alet edilmesinden memnun musunuz? “Oh olsun, yer yüzünden birkaç yüz kâfir daha eksildi” mi diyorsunuz?
Yoksa, “Hakiki İslam bu değil, İslam öldürmeyi reddeder” mi diyorsunuz?
 ***

Ya eyyühellezine âmenû,
Doğrusu, ne düşündüğünüz çok da sır değil.
Hakiki İslam bu değil, İslam öldürmeyi reddeder” diyebilirsiniz ama inancınız pek de öyle demiyor. İnancınız özünde, insanları “mü’min, kâfir” diye ayırıyor; dünyevi hayatı değil, ahiret hayatını önceliyor. Ahirette cenneti hak edebilmek için dünyevi hayatta cihadı emrediyor. Cihat olarak da, müşriklerin ve kâfirlerin nerede bulunurlarsa orada öldürülmelerini emrediyor. (Bakınız: İnek/Bakara, 191, 193)
Diyebilirsiniz ki, “Kim, bir insanı, bir can karşılığı veya yeryüzünde bir bozgunculuk çıkarmak karşılığı olmaksızın öldürürse, o sanki bütün insanları öldürmüştür. Her kim birini yaşatırsa, sanki bütün insanları yaşatmıştır.” (Sofra/Maide, 32)
Doğru ama öldürmeyi emreden ayetlerin yanı sıra takiyye ayetleri de var ve siz, ayetlerin birbirleriyle çelişmelerine aklınızı yormazsınız.
Her neyse. İbnü’l Sallama’nın dediği odur ki, katliam kurbanlarına saygı duruşlarının tekbir getirilerek protesto edilmesi, protestocu kalabalığa İslami camiada ciddi bir itirazın yükselmemesi, toplumsal barış adına çok ama çok vahim bir duruma işaret etmektedir. Her dil ve inançtan demokrat barışçı kamuoyunun pek de sempati duymadığı Fatih Terim bile “Ölmüş insanlar için saygı duruşu, bir dakika sabredemiyor muyuz?” diye isyan etti ki, İslam diye yobazlık yoluna sapanların tıynetini yeterince açıklayıcıdır.
Ve elbette bu vahim ayıp bugüne mahsus değildir, tarihsel arka planı da vardır.
Öyle çok uzaklara gitmeden söylemek gerekirse,
1969 yılında Kanlı Pazar, camiden çıkan kalabalık tarafından gerçekleştirildi.
Ardından 1978’de Maraş katliamı, 1980’de Çorum katliamı,
1993’te Sivas Madımak katliamı, Başbağlar köyü katliamı,
2000’li yıllarda Roboski, Reyhanlı, Suruç ve Ankara katliamları...
Hiç birinde acı duymadınız, katliamcıları ciddi biçimde lanetlemediniz, katledilenlerden bir fatihayı esirgediniz, yarım ağızla “İslam terör dini değildir” demekle yetindiniz. Acı duymak bir yana, katilleri din kardeşi saydınız. Çocuğunu toprağa vermiş anneyi, biat ettiğiniz Reis istiyor diye yuhladınız. Daha ne olsun!
Ne yazık ki, Fatih Terim’in bile isyan ettiği olay, “buzdağının görünen kısmıdır”.
Yaşananlar, tribünlere doluşmuş bir avuç lümpenin marifeti değildir. Tribünde bu tepkiyi gösteren kişilere günün her anında her sokakta, her mahallede, iş yerinde, okulda, camide, hükümette rastlamak mümkündür. Bu da bize, “İyi günde kötü günde birlikteyiz, kardeşiz. Huzur İslam’da. İslam barış dinidir.” diye ifade edilen resmi söylemin ne kadar sahte olduğunu gösteriyor.
Cumanız hayırlı olsun!
Hakkımızda hayırlısı olsun!
Ekteki* layiha Cuma armağanımız olsun!
Selam ve dua ile

* TÜRKİYE’NİN IŞİDLEŞMESİ