29 Ocak 2016 Cuma

MAĞRUR OLMA PADİŞAHIM!

Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın ana muhalefet liderine yönelik “O’nun seviyesine inmeyi kendime yakıştıramıyorum. Bulunduğum makam da ona zaten pek müsaade etmiyor. Bir defa O benim rakibim olamaz.” sözlerini işitince endişelendim doğrusu. Bu sözleri söylerken sergilediği öfke ve hiddet, endişemi büsbütün artırdı. O şedit ruh hali içinde başına bir hal gelecek diye korktum açıkçası. O korku ve üzüntüyle tırnaklarımı kemirmişim, farkında olmamışım!
Neden böyle hiddetli, bar bar bağırıyor acaba? Oysa karıncayı bile incitmeyecek kadar yumuşak yaradılışlı, beyefendi tabiatlı, ilim irfan sahibi, kibar, mütevazı bir insan kendileri! Acaba diyorum, Cumhurbaşkanı kibir sahibi mi oldu, büyüklenme hastalığına mı tutuldu?
Malum, kibir, kendini beğenme, başkalarından üstün tutma, büyüklenme, başkalarını aşağılama ve küçük görme, benlik, gurur anlamlarına geliyor. Psikiyatri biliminde narsisistik kişilik bozukluğu olarak adlandırılıyor. Temel belirtileri, kendisinin çok önemli, eşsiz ve benzersiz biri olduğuna inanmak, sınırsız başarıya açlık ve doyumsuzluk, amacına ulaşmak için başkalarının zayıf yanlarını istismar etmek, empati yoksunluğu ve küstahlık olarak sıralanıyor. Cumhurbaşkanımız kibardır, dolayısıyla kibir geliştirmiş olamaz. İnanmıyorum büyüklenme hastalığına tutulduğuna.
***

Sesini alçalt, en çirkin ses eşek sesidir!
Cumhurbaşkanımız büyüklenme hastalığına tutulmuş olamaz. Zira her şeyden önce mü’min Müslüman adamdır, kâmil zattır! Allah’a ve O’nun kelâmına inanır. Bilir ve iman eder ki, büyüklük ululuk Allah’a mahsustur, kibir Allah’a şirk koşmaktır. Gerçi kendileri "Rahmetimiz gazabımızı aşacaktır" diyorlar ve kimi sevenleri de (mesela Düzce Vekili Fevai Aslan) “Allah’ın bütün vasıflarını üzerinde toplayan lider” diye yüceltiyorlarsa da Recep Tayyip Beyefendi Allah’a şirk koşmaz, kibre bulaşmaz! Bu husus böyle biline!
Yine Recep Tayyip Beyefendi de bilir ki, kibir, Allah’ın yeryüzüne halife olmak üzere yarattığı Adem’e saygı göstermesi istendiğinde, “Beni ateşten yarattın, çamurdan yarattığın kimseye saygı ile eğilmem” diyerek büyüklenen İblis’in amelidir, Şeytan’ın sıfatıdır. Recep Tayyip Beyefendi, İblis’in amelinden sıfatından münezzehtir! Bu husus da böyle biline!
Yine Sayın Cumhurbaşkanı bilirler ki, Kur’ân-ı Kerîm’de kibirlenmenin ne denli büyük günah olduğuna dair onlarca ayet vardır.
Mesela Yürütmek (İsra) 37’de “Yeryüzünde kibir ve azametle yürüme! Çünkü sen asla yeri yaramazsın ve boyca da dağlara erişemezsin.” diye buyurulmaktadır.
Lokman 19’da ise “Yürüyüşünde tabii ol, sesini alçalt, çünkü seslerin en çirkini elbette eşeklerin sesidir.” diye ikaz edilmektedir.
Evet evet! Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Beyefendi kibir geliştirmiş olamaz. Zira kibre kapılmanın, kibir ve azametle yürümenin, yüksek sesle bağırmanın Allah’a şirk koşmak olacağını bilir. O yüzden kibirden uzak durmak için azami gayret gösterir, azametle yürümez, boyun damarları çatlayacakmış gözleri yuvalarından fırlayacakmış gibi bağırmaz!
***

Mağrur olma!
Esasen, Başbakan olarak iktidarının ilk yıllarında cep telefonu açıldığında ekranda “Mağrur olma!” diye bir yazının akmaya başladığı yolunda haberler çıkmıştı matbuatta. Rivayete göre oğlu Burak’ın işiymiş ekrana bu yazıyı yazmak. Yani baba nasihati değil, evlat nasihati gibi.
Burak Efendi bu ilhamı nereden aldı da babasının ekranına yazma ihtiyacı duydu, bilen anlatan çıkmadı. Böyle bir nasihat, bildiğim kadarıyla padişahlar için geçerliydi. Padişahlara “Mağrur olma padişahım, senden büyük Allah var!” diye nasihat edilirmiş. Burak Efendi de 12 yıl öncesinden babasının padişahlığa yürüdüğü endişesine mi kapıldı da uyarma ihtiyacı duydu, anlayamadım doğrusu.
Ne sebeple  olursa olsun, Burak Efendi’nin babasına verdiği nasihat yüzde yüz isabetli. Recep Tayyip Beyefendi’nin oğlunun nasihatini tutması da aynı ölçüde isabetli. Çünkü Burası Türkiye. İnsanın başına ne zaman ne geleceği önceden pek kestirilemez. Dahası milletimiz öyle çok da kadir kıymet bilen bir millet değil. Tarih, milletimizin sağken baş tacı ettiği nice şahlara padişahlara vefasızlığının örnekleriyle doludur.
***

Kemiklerini köpeklerin yediği padişahlar
Örneğin, Anadolu Selçuklu Devleti’nin sultanları. Kim bilebilirdi, ölümlerinden 800 yıl sonra kemikleri kapan itin ağzında kalacak diye.
Ben de bilmiyordum, Hürriyet gazetesinde köşe sahibiyken Murat Bardakçı yazınca öğrenmiştim. Bardakçı’nın “Selçuklu sultanlarının kemiklerini köpekler yedi” başlığı altında yazdığına göre, Türkiye'de bugüne kadar birçok tarihi eser yerle bir edildi, tahribe uğradı, taşınabilenleri yurtdışına kaçırıldı, ama Konya'da yaşanan rezaletin eşi-benzeri görülmedi.
Eşsiz rezaletin hikâyesi şöyle: Vakıflar Bölge Müdürlüğü, Alaeddin Camii'nin türbe kısmında onarım başlattı. Türbe kısmında Kılıçarslan, Alaeddin Keykubat gibi, Bizans’ı İstanbul’a süren, Haçlı ordularına kök söktüren ünlü hükümdarların láhidleri de bulunuyor. Onarım sırasında sekiz hükümdarın láhidleri bakım maksadıyla açıldı. Ama láhidlerden çıkartılan iskeletler  açıkta unutulunca, gece türbeye üşüşen köpekler, Selçuklu sultanlarının kemiklerini kapıp gittiler. Kemiklerden artakalanlar ertesi sabah Alaeddin Tepesi'nin dört bir yanından toplandı ve láhidlere  gözkararı yerleştirildi (Hürriyet, 20 Mart 2004).
***

Kemikleri aganigi ilacı yapılan Sultan
Milletimizin şahlara padişahlara vefasızlığı bu kadarla kalsa iyi. Daha nice vefasızlıklar var. Aynı dönemin güçlü ve namlı beylerinden Melikgazi’nin başına da az iş gelmedi doğrusu. Melikgazi, savaş meydanında karşılaştığı Urfa kontu hastalanınca, çekilmesine izin verecek kadar yiğit bir gazi. Ölünce, cesedi mumyalanarak, Kayseri’nin  Melikgazi köyünde türbesine kondu. Ancak, ölümünden 850 yıl sonra Melikgazi’nin başına gelmeyen kalmadı.
Melikgazi’nin mumyası parça parça eksildi. Mumyanın şifa kaynağı olduğunu sanan vatandaşlar hastalıklara iyi geldiği düşüncesiyle parça parça koparıp götürdüler. 1935 yılında bir eli gitti; deri ve kemiklerinden alınan küçük parçaların her biri bir hastalığa çare olarak görüldü. 1978 yılında, mumyayı tırtıklamak için türbeye girenler, ellerindeki mumu düşürünce mumya yanmaya başladı. Yangın söndürülürken mumya biraz daha eksildi. Sonraları, çocuk doğurma derdindeki kısır kadınlar, dişlerini öğüterek çorbasını yapıp içtiler. Yetkililer baktılar ki Melikgazi’den eser kalmayacak, 1996 yılında toprağa gömdüler. Ama, Melikgazi’nin başına gelenler bitmedi. Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kurulu, “kurul kararı olmadan gömüldüğü ve tescilli tarihi eser olduğu”  gerekçesiyle, mumyanın topraktan çıkartılmasına karar verdi. Melikgazi’nin başına bundan sonra kim bilir daha neler gelecek? Hürriyet gazetesinin yazdığına göre, “Melikgazi’nin mumyasını aganigi ilacı bile yaptılar.” (8 Haziran 2000). Bilmeyenler için belirtelim, Agaginigi, kuş dilinde seksüel eylem anlamına geliyor.
Vatandaşlar, Melikgazi’nin mumyasından yararlanmanın başka hangi özgün yöntemlerini bulurlar, bilemem. Aklıma çok muzır bir Temel fıkrası geldi. Lakin anlatmaktan ar ederim.
Milletimizin şahlara padişahlara vefasızlıklarının saygısızlıklarının nice örneği vardır. Tarihe aşina olanlar bilir; Padişah Genç Osman da, tahttan indirildikten sonra Yedikule zindanına kapatılır. Cellatların, genç padişahı, ırzına geçtikten sonra öldürdükleri, “Padişahını seven millet” deyiminin buradan geldiği söylenir...
Ya işte böyle. Tarihte neler olmuş neler.
Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Beyefendi de şüphesiz bunları biliyor. Cep telefonunda hâlâ “Mağrur olma!” yazısı akıyor mu, torunu Ahmet Akif’in resmi var mı, bilemiyorum.
Allah Recep Tayyip Beyefendi’yi kibirden sakınsın, “padişah olmak istiyor” diye vehme kapılanları da bildiği gibi yapsın!

Bizim rahmetimiz gazabımızı aşacaktır inşallah” diye konuşabilen Recep Tayyip Erdoğan’ın padişahlığa tenezzül edeceğini, onunla yetineceğini sanmak nasıl bir gaflettir, takdir okuyucunun.

18 Ocak 2016 Pazartesi

OY TRABZON TRABZON!

Bu ülkenin yüzakı insanlarından Hrant Dink katledileli dokuz yıl olmuş.
Bunca yılın ardından Hrant’ın göz göre göre değil, yani ihmalkârlıkla seyredilen değil, devlet eliyle ilmek ilmek işlenen bir cinayete kurban gittiği anlaşılıyor. Öyle ki, artık resmi belgelere de yansıdığına göre, tetikçi çocuk cinayetin hiçbir aşamasında yalnız bırakılmamış, yarım düzine resmi “güvenlik” görevlileri cinayet mahallinde de tetikçiye nezaret etmişler.
AKP ile Cemaat kapışmasa, Hrant Dink cinayeti üzerindeki perde bu kadar aralanmayacaktı kuşkusuz. Yine de cinayetin üzerindeki sis bulutu tümüyle dağılmış değil. AKP iktidarı cinayeti Cemaate’e yükleyerek kendisini temize çıkarmaya çalışıyor. Cinayetin üzerindeki örtünün tümüyle kaldırılması için ısrarcı olmak, demokratların sosyalistlerin boynuna borçtur!
***

Hrant Dink deyince akla ilk olarak, çocuk yaştaki katili ve katilin memleketi Trabzon geliyor. Rahip cinayetleri söz konusu olduğunda da öyle. Trabzon’da Santa Maria Katolik Kilisesi Rahibi Andrea Santoro da 2006’da öldürülmüş, cinayeti 16 yaşında bir çocuğun işlediği açıklanmıştı.
Evet, Trabzon deyince de artık akla ilk olarak ırkçı ümmetçi milliyetçi güdülerle işletilen cinayetlerin tetikçileri, ülkücü mafya şefleri, iğrenç maço söylem sahibi kulüp başkanları, holigan futbol tutsakları geliyor ne yazık ki. Trabzon sevdalısı gazeteci yazar Attila Aşut da acı acı aynı şeyden yakınıyor Günlerin Kıyısından adlı kitabında.
Attila Aşut sürekli basın kartı sahibi bir basın emekçisi. Sol mücadeleyle örülü ömrünün gazetecilikte geçen bölümü altmış yıla yaklaştı. Trabzon’da Gazeteciler Sendikası’nın, Devrim Ocağı’nın ve Türkiye İşçi Partisi'nin kurucuları arasında yer aldı. 12 Mart darbesinden sonra yurtdışına çıktı, 12 Eylül döneminde Mamak Askeri Cezaevi’nde 37 ay tutuklu kaldı. Halen BirGün gazetesinde yazıyor. Günlerin Kıyısından adlı kitabında “artık anılarımızda düşlerimizde kaldı” dediği çocukluk ve gençlik dönemi Trabzon’unu, kentin yerel ve evrensel değerlerini anlatırken, bir bebekten katil yaratan karanlığın” nasıl olup da doğup büyüdüğü kenti teslim aldığı sorusuna da yanıt arıyor.
Ksenophon’dan Evliya Çelebi’ye ünlü gezginlerin seyahatnamelerinde Trabzon’u “Doğu’nun masal kenti” ya da “Şair ruhlu insanların yaşadığı kent” olarak betimlediklerini vurguluyor Attila Aşut ve sözü bugünlere getiriyor: Trabzon’un yok edilmekte olan kültürel kimliğinin yerini, şimdi ne yazık ki başka figürler doldurmak üzere. Yasin Hayal’ler, Ogün Samast’lar, işte bu boşluğun ürünleri...
Şair ruhlu insanların yaşadığı masal kenti” Trabzon’un “kültür başkenti” olmaktan çıkıp tutuculuğun başkentlerinden birine dönüşmesine ağıt yakarken Aşut, küresel kapitalizmin doymak bilmeyen kâr hırsının kentin tarihsel-kültürel dokusunu bozduğunu vurguluyor ve şunları kaydediyor: Vahşi bir kent yağması, tarihsel kenti yıkarak “dönüştürme” barbarlığı, anıların üzerinden geçen buldozerler, kenti ta ortasından delip geçen beton yığını viyadükler, Trabzon’u tanınmaz duruma getiren “tanjant yol” rezaleti, doğal çevreyi bozan düzensiz yerleşimler, insanlara denizi yasak eden “sahil yolu” cinayeti... Sonuçta artık anılarda düşlerde kalan, yalnız tarihsel dokusunu ve belleklerdeki görünümünü değil, ruhunu da yitiren bir Trabzon!
Trabzon’dan büyük kentlere ve yurt dışına önemli boyutlarda “beyin göçü” yaşandığına,  kentin düşünsel-sanatsal yoksullaşmasına bu göçün de etki ettiğine dikkati çekiyor Attila Aşut.
***

Attila Aşut’un anlattığına göre, Karadeniz insanı görünüşte sert, gerçekte yufka yürekli, sevecen ve hoşgörülüdür. Karadenizlinin asabi mizacı biraz da yaşadıkları coğrafyanın çetin koşullarından kaynaklanır. Ne var ki onların öfkesi saman alevi gibidir; tez sinirlenirler ama kızgınlıkları çabuk geçer. Karadenizliler genellikle yaşamı “ti”ye alan engin bir mizah duygusuna sahiptirler. Öyle olmasa dillere destan “Temel fıkraları” nasıl üretilirdi? Karadenizli kendisiyle bile dalga geçmekten çekinmez. Karadeniz insanı, tarihten devraldığı kimi korkuları içinde barındırsa da, hiçbir zaman ayrımcı ve şoven duygulara kapılmamış, etnik kökeninden dolayı insanları yabancı görme ve ötekileştirme yaklaşımı içinde olmamıştır...
Hemşehrilerine yönelik bu iltifatların ardından “Son yıllarda Trabzon’da yaşanan üzücü olaylar, ucu çok derinlere giden ‘karanlık odaklar’ca tezgâhlanmıştır; Trabzon halkının bu provokatif cinayetlerle uzaktan yakından ilgisi yoktur” hükmüne varıyor Attila Aşut.
***

Peki üzerine yapışan “bir bebekten katil yaratan karanlığa teslim olmuş, tutuculuğun başkenti” algısını silebilmek için Trabzonlu ne yapmalı?
Attila Aşut, okuyucunun kafasındaki bu soruya, Trabzon’un tarihsel kültürel köklerine dönmesi gerektiğini vurgulayarak yanıt veriyor: “Trabzon bu karabasandan hızla kurtulmak, zengin kültürel geçmişine ve tarihsel köklerine dönmek zorunda. İnanıyorum ki, Trabzonlunun her daim içinde taşıdığı sağduyu ve gizilgüç, bu darboğazı aşmasında yardımcı olacaktır. Tarihsel ve toplumsal koşulların yöre halkına armağan ettiği bu zenginliği birlikte özümsemek, içselleştirmek ve kardeşçe paylaşmak en gerçekçi yoldur.
Eklemek gerekirse, tarihsel dokusunu, belleklerdeki görünümünü ve ruhunu yitiren Trabzon değil sadece. Anadolu coğrafyası tümüyle küresel kapitalizmin doymak bilmeyen kâr hırsına yenik düştü, tarihsel dokusunu, aklını, ahlakını ve ruhunu yitirdi. Bugün Trabzon’a mal edilen kıyıcı tetikçi damar memleketin her yerinde var. Maraş'ta, Çorum'da, Sivas'ta katliam yapanlar, 6/7 Eylül'de İstanbul'u gayrimüslimlere dar edenler, gazeteci katilleri Malatyalı gençler ve daha niceleri Trabzon'da doğup büyümediler. Memleketin tamamı aklını, ahlakını, ruhunu yitirdi.  Ülkenin yüzakı Hrant Dink(ler), bu akıl, ahlak ve ruh yitimine kurban gitti(ler). Kültürel mirasını ve tarihsel köklerini kapitalizmin yağmasından kurtarması gereken sadece Trabzon değil, tümüyle Anadolu’dur.
Hrant Dink(ler)’in anısına, Attila Aşut’un emeğine saygıyla!

15 Ocak 2016 Cuma

FETVA VE AYET MÜHENDİSLİĞİ


Türkiye, son otuz kırk yılda, tarihinde hiç olmadığı kadar İslamileşti; 13 yıldır da İslamcı parti tarafından yönetiliyor. Mesai saatleri artık namaza göre düzenleniyor. Eğitim öğretim İslamileşti, okullarda Cuma namazına göre ders yapılmasına ilişkin genelge de yayımlandı.
Türkiye tarihinde hiç olmadığı kadar İslamileşti ama ahlakını ve aklını bugünkü kadar yitirdiği bir dönem geçirdi mi acaba? Sadece son bir iki haftanın haberleri bile kuşaklar boyu utandırmaya yetecek rezalet ve kepazeliklere battığımızı gösteriyor.
Çocuk pornocusu ilahiyatçı rektör yardımcısı,
Dört çocuğa cinsel taciz ve tecavüzden mahkum olan İslami dernek başkanı,
Emanetindeki iki erkek çocuğa cinsel tacizde bulunan Çocuk Esirgeme Kurumu il müdürü,
Erkek çocuklara tacizden tutuklanan Kızılay şube başkanı,
Rüyada Peygamberi gösteren terlik satıcısı “cüppeli” inanç önderi,
Nihayet, bazı mezheplere göre, babanın kızını şehvetle öpmesinin ya da şehvetle ona sarılmasının nikâha etkisi olmayacağı, öpülen kızın 9 yaşından büyük olması gerektiği fetvasını veren DİYANET...
Bunlar medyaya yansıyanlar, ya bir de yansımayanlar, yen içinde kalan kırık kollar?
***

Halk, tarihinde hiç olmadığı kadar Müslümanlaştı ama bu kadar kepazeliği bir arada görmemişti herhalde. Ülke, hırsızlığı yolsuzluğu ahlaksızlık saymayan bir zihniyetin esiri zaten. Başimam yellendikçe yelleniyor, imamın mabat kılı olmayı onur sayan cemaat ise hepten sapıtmış görünüyor. Anasının çıplak dizinden bile tahrik olan mahluklar, din-iman edebiyatıyla çocukların üzerinde tepiniyor, ensestin livatanın iğrenç dehlizlerinde dolanıyor. “Güzel ahlak dini” İslam’ın bekçisi Diyanet ise akıl almaz fetvalarıyla ahlaksızlığa çanak tutuyor.
Diyanet İşleri Başkanı Mehmet Görmez, söz konusu ensest fetvası haberlerine tepkili; “Bu haber değildir, İslamofobik nefret içeren gayri ahlaki haber mühendisliğidir, iftiradır” diyerek üste çıkmaya çalışıyor. Diyanet’e karşı itibarsızlaştırma kampanyası açılmış da, söz konusu fetvada Arapça’dan tercüme yapılırken hata yapılmış da, haram kelimesi teknik bir tabirmiş de, verilen cevaptan o anlam çıkmazmış da, zaten ilgili kişileri açığa almış da...
İlgili kişileri açığa almış ama kendisi istifayı aklına bile getirmiyor.
Mehmet Görmez adlı din taciri, söylediklerine kendisi de inanmıyordur herhalde ama toplumu kandırdığını sandığı muhakkaktır.
***

Cariyelerle serbest zina
Elbette din tacir(ler)inin söylediklerine inanan, din iman deyince aklını iptal eden, öldükten sonra cennet hayaliyle yanıp tutuşan çok kalabalık mütedeyyin bir kitle var ne yazık ki. Yüzde 60’a 70’e varan bu kitle din tacir(ler)inin söylediklerine iman etse de gerçek değişmiyor.
Gerçek o ki, söz konusu fetva iftira veya  haber mühendisliği değil, fetva mühendisliğinin ta kendisidir. Alevilerle evlenmenin, greve katılmanın, nişanlılıkta flört etmenin dinen caiz olmadığına ilişkin fetvalar kadar gerçektir. Hatta, Diyanet İşleri Başkanı’na verilen milyon dolarlık makam otosu kadar gerçektir, fetva mühendisliğinin sınırlarının nerelere kadar uzanabileceği sorusunun da yanıtıdır.
Utançtan yerin dibine geçirmesi gereken fetva mühendisliğinin yanı sıra Diyanet’in bir de ayet mühendisliği vardır ki, üzerinde ne denli kafa patlatılsa azdır.
Örneğin, Diyanet’in internet sitesindeki Kur’an-ı Kerim Meali’nden bir ayet:
“(Savaş esiri olarak) sahip olduklarınız hariç, evli kadınlar (da size) haram kılındı.” (Nisa / Kadınlar, 24)
Hiç tevil götürmeyecek kadar açık. İslam ordusu savaşı kazanıyor, sağ kalan erkekler, kadınlar, çocuklar esir alınıyor. Savaş esiri evli kadın cariyedir artık, pazarda satılmayacaksa İslam mücahidine helaldir! Nitekim IŞİD aynen böyle yapıyor.
(Kafası karışanlar için açıklamaya yapmak gerekirse, Türk Dil Kurumu Sözlüğü’nde “cariye” kelimesinin karşılığında şunlar yazılıdır: “Yabancı ülkelerden kaçırılıp özgürlükten yoksun bırakılan, alınıp satılabilen, her konuda efendisinin isteklerine bağlı bulunan genç kadın, halayık.”)
***

Henüz âdet görmemiş kızlarla evlilik
 Kadınlarınızdan âdetten kesilmiş olanlarla, henüz âdet görmeyenler hususunda tereddüt ederseniz, onların bekleme süresi üç aydır. Hamile olanların bekleme süresi ise, doğum yapmalarıyla sona erer.” (Talak / Boşamak, 4)
Bu ayet de tevil götürmeyecek derecede açık. “Henüz âdet görmeyenler” ifadesiyle kimlerin kastedildiği bellidir. Diyanet’in resmi sitesindeki tefsirinde bu ifadenin açılımı geçiştirilmiş olsa da Diyanet’in eski başkanlarından Süleyman Ateş’in tefsirinde şöyle açıklanmaktadır: “Gerek âdet çağının altında olan gerekse âdet çağına geldiği halde âdet görmeyen kadınları kapsamaktadır.” (Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Cilt 6, s:2742)
Öyle anlaşılıyor ki, söz konusu fetvada geçen, İslami literatürde de üzerinde önemle durulan 9 yaş eşiği Talak 4’e dayandırılmaktadır.

Benzer nice ayet vardır ki, üzerinde ne kadar kafa patlatılsa azdır.

8 Ocak 2016 Cuma

ALLAH İLE DOLANDIRANLAR

Olay gerçeklikten yana havsalanın dışında olduğundan gazetelerin yalancısıyım.
Gazetelerin “Dini istismar ederek 2,5 milyon YTL dolandırdılar”, “Allah akıl versin” gibi başlıklarla aktardıkları habere göre, kendilerini peygamber olarak tanıtan 11 kişi piyasayı 2.5 trilyon lira dolandırdı (Zaman ve Hürriyet, 7 Şubat 2006).
Aslında peygamber diye tanıtmakla kalmamışlar, başka bir şey de yapmışlar.
Başka ne mi yapmışlar? Henüz haberdar olmayanlar lütfen yazının devamını okusunlar.
Tarihe geçecek dolandırıcılık, Ankara Siteler’de  bir esnafın emniyete başvurusu üzerine ortaya çıkmış. Soruşturma sonunda anlaşılmış ki, meğer uyanıklar on yıldır bu işi yaparlarmış.
Dolandırıcı çetenin hedefi dini bütün esnaflar. Önce, gözlerine kestirdikleri dindar esnaf hakkında istihbarat topluyorlar. Soyu sopu nedir, kaç çocuğu vardır, adları nedir, evinde ne gibi eşyalar vardır, dükkânı kapattıktan sonra kimlerle oturur kalkar, başından ne gibi hadiseler geçmiştir, ne kadar kazanmaktadır gibi.
Bu bilgileri hedefteki esnafın yakınlarından, hatta karısından alıyorlar. Örneğin, kadın çocuk istiyor, ama olmuyor. Bir şekilde kadınla yakınlık kuruyorlar, “Yatağının altına cevşen koy, filanca duayı oku!” gibi nasihatler veriyorlar. Samimiyeti ilerletip, kocasının yatak odası sırlarını bile öğreniyorlar.
İstihbarat toplandıktan sonra bir şebeke elemanı, istihbaratın azlığına çokluğuna ve esnafın kişilik özelliklerine göre, dilenci, meczup ya da evliya kılığında dükkânı ziyaret ediyor. İstihbarat azsa ilk ziyaretçi, elde tespih, torbasında Kur’an ile bir dilenci. İstihbarat çoğaldıkça ziyaretçinin rütbesi artıyor, evliyalığa peygamberliğe kadar çıkıyor. Evliyanın ziyaretinden gururlanan, gelmişini geçmişini, yedi sülalesini sıralamasından aklı karışan dini bütün esnaf ikramda kusur etmiyor. Ermiş kılığındaki şebeke elemanı, “fakir fukaraya, yolda kalmışlara, muhtaç durumdaki dindaşlara” diyerek para istiyor, kalbi temiz vatandaş da veriyor...
Şebekenin en yağlı kurbanı Siteler’de mobilyacılık yapan Ramazan A. olmuş. Şebeke elemanı Bülent Ö. ilk ziyaretini dilenci kılığında yapmış. Ama, sokakta her gün rastlanan bir dilenci değil; üstü başı dökülse de temiz yüzlü, gözlerinden nur fışkırıyor. Namazında niyazındaki Ramazan, “gözümün başımın” diyerek sadakasını bolca vermiş.
Bir böyle iki böyle derken, Bülent bir dahaki ziyaretinde Hz. İsa olduğunu söylüyor; Ramazan’ın gelmişini geçmişini, başından neler geçtiğini, evinde ne gibi eşyalar bulunduğunu, hatta doğacak çocuğunun cinsiyetini bir bir anlatıyor. Ramazan heyecanla titriyor, eli ayağı tutuluyor, dili dişi kilitleniyor, Bülent’in ellerine sarılıyor. Hz. İsa sandığı Bülent, Ramazan’ı sakinleştiriyor, dualar ediyor. Sonra yoksullara dağıtılmak üzere 500 mark istiyor. Hz. İsa’nın yoluna 500 markın lafı mı olur, Ramazan daha fazlasını uzatıyor, Bülent sadece 500’ünü alıyor.
Bir sonraki ziyarette Hz. Bülent’in, pardon İsa’nın yanında başka ziyaretçiler var. Hepsi de İsa suretindeki Bülent gibi nur yüzlü, Allah’ın selamını getirmişler. İsa Bülent, ziyaretçilerden üçünü Hz. İbrahim, Hz. Muhammed, Veysel Karani diye tanıştırıyor, kalan 6 kişi de peygamberlerin müritleri. Mobilyacı Ramazan heyecandan ölecek gibi oluyor; kendisi de ermişlere mi karışacaktı yoksa? Peygamberler Ramazan’ın heyecanını “fakir fukaraya, muhtaç dindaşlara” deyip bir miktar parasını alarak yatıştırıyorlar!
***

Nihayet on birinci ziyaretçi de gelir; kendi halinde bir müminken üç peygamber ile tanışmanın cezbesindeki Ramazan’da akıl makıl kalmaz. Zira daha önceden tanıştığı peygamberler Muhammed, İbrahim ve İsa, on birinci ziyaretçi karşısında el pençe divan duruyorlar. On birinci ziyaretçi, haşa huzurdan, ‘Ben Allah’ım’ diyen Hakan’dan başkası değil.
Yanlış okumadınız. Şebekenin reisi Hakan, kendisini ‘Allah’ diye tanıtmış; nesi var nesi yoksa kendi yoluna harcamaya hazır olduğunu ispatlayan kulunu şereflendirmek istemiş.
Hakan, kuluyla sürekli irtibat kurabilmek, hep şereflendirmek için Ramazan’a cep telefonu aldırıyor, daha sonra da sık sık ziyaret ediyor. Telefon edip geleceğini haber verdiğinde, Ramazan’ın telefonundaki ekranda Mekke’nin alan kodu görünüyor. Mekke’den telefon etmiş görünen Hakan 45 dakika sonra Ramazan’ın mağazasında. Tabii basit bir teknoloji numarası ama Ramazan farkında değil.
Ramazan’ın fani dünya ile irtibatı kopar. Dünya malı nesine gerek? İşyerini satıp parasını “fakir fukaraya” niyetine Hakan’a ve peygamberlerine verir, BMW 5.20 marka otomobilini de Hakan’ın altına çeker. Fakat, bunca ganimete karşın Hakan’ın gözü doyacak gibi değil; Ramazan’a bir de taksi aldırır, bankalardan milyarlarca lira kredi çektirir.
Hakan yoluna feda ettiği dünya malının değeri 2.5 trilyon lirayı bulup da feda edecek dünya malı kalmayınca mı, yoksa Allah’ın taksiyle ne işi olabileceğini düşünmeye başlayınca mı nedir, Ramazan’ın aklı başına gelir. İntihar etmeye kalkan Ramazan’ı komşusu kurtarır. Komşunun zorlamasıyla Ramazan olan biteni savcıya anlatır, öykünün sonu gelir. Şebekenin 11 elemanından 6’sı şimdi cezaevini boylar...
***

Gülelim mi ağlayalım mı?
Gazetelerin yalancısıyım dedim, ama öykünün tam da gazetelerin yazdığı gibi yaşandığını sanıyorum. Ne de olsa burası Türkiye. Bu öykü gerçek midir değil midir, yaşımız müsait, gördüğümüz geçirdiğimiz tecrübe hüküm vermeye yeterli.
Bu öyküye ne şaşırdım, ne güldüm; sadece üzüldüm.
Bazı olaylara gülmek mi lazım gelir ağlamak mı, karar veremez insan. Gülsen bir türlü ağlasan öbür türlü. Belki de bu yüzden “güleriz ağlanacak halimize” demiş atalarımız. Yabancılar ise ‘trajikomik’ demişler.
Gülen-güldüren düşüncenin ustası Aziz Nesin, yüzünün hiç gülmemesiyle ünlü. Sormuşlar üstada: “Neden hep asık suratlısınız, yazılarınızı yazarken de mi gülmüyorsunuz?
Aziz Nesin’den yanıt: “Ben insanlar ağlasın diye yazıyorum, nedense gülüyorlar.”
Kendisini peygamber ve Allah diye tanıtarak dolandırmak, zannımca Aziz Nesin’in yazdıklarını geride bıraktı. Bugüne kadar oluşmuş kara mizah standartlarını çöpe attığı gibi, tarihe geçmiş hırsızların dolandırıcıların itibarını iki paralık etti. Ne modern dolandırıcı Sülün Osman’ın itibarı kaldı ne de post-modern dolandırıcı Selçuk Parsadan’ın.
Sülün Osman, köyden kente göç döneminde “taşı toprağı altın” zannıyla İstanbul’a doluşan saf köylülere Galata köprüsünü, Galata kulesini satmakla yolunu buluyordu. Ama köylüler de hepten saf değillerdi. Yalçın Pekşen’in ‘The Türkler’ adlı kitabında rivayet ettiğine göre, Sülün Osman son işinde bir köylüye Galata köprüsünü 250 liradan pazarlamak istedi. Köylü, “250 bozuğum yok, 750 var. Üstünü verirsen el sıkışalım” dedi. Yağlı bir keklik bulmanın sevinciyle henüz 750’lik para basılmadığını unutan Sülün Osman, 750 niyetine aldığı kâğıt parçasına karşılık üste 500 saydı; dolandırmak isterken dolandırıldığını fark edince, kahrından beş parasız öldü.
Selçuk Parsadan ise, Başbakan Tansu Çiller’e telefon edip, kendisini, damardan “Atatürkçü” Orgeneral Necdet Öztorun diye tanıtmış; ekonomi profesörü Çiller, örtülü ödenekten Parsadan’ın banka hesabına 5 milyar lira göndermişti.
Siteler ve Hacıbayram esnafını Allah ile dolandıran çete hepsinin papucunu dama attı. Yine de bir dereceye kadar masum dolandırıcılar! Çünkü, kamu parasını değil, tek tek bireyleri topu topu 2.5 trilyon lira dolandırmışlar...
Allah, peygamber, Kur’an, imam hatip, türban, milliyetçilik, vatanseverlik, Atatürk, laiklik, sosyal demokrasi diyerek iktidar koltuklarına kurulup, cümle milleti dolandıranların yanında Siteler ve Hacıbayram çetesinin lafı mı olur?
Burası Türkiye!
Rahmi Yıldırım
            17 Şubat 2006