30 Mayıs 2016 Pazartesi

TÜRKİYE’NİN MEMURU İŞİNİ BİLİR DE KÜBA’NIN İŞÇİSİ BİLMEZ Mİ?

HAVANA’daki ikinci günün programında puro fabrikasını ziyaret ile Küba Halklarla Dostluk Enstitüsü ICAP’ta söyleşi var. Ayrıca bir sağlık kuruluşu yöneticisiyle biyoteknoloji araştırmaları konusunda Küba’nın sağladığı ilerlemeyi konuşacağız.
Söylemeye gerek yok, Küba denince akla ilk gelen şeylerden biri de purodur. İspanyollar Küba’yı ele geçirdiklerinde yerlilerin bir bitkinin yapraklarından sardıkları, için için yanan, kokulu dumanlı bir nesneyi tüttürdüklerini görüyorlar. Tütünün nasıl bir hazine olduğunu fark ettiklerinde metalaştırıyorlar, 1700’lerden itibaren tütün çiftlikleri kuruluyor. Puronun tarihinde isyanlara da rastlanıyor. Nihayet Devrim’den sonra tütün çiftlikleri ve puro fabrikaları devletleştiriliyor. Günümüzde puro üretimi ve satışı, Habanos SA adlı devlet şirketi tarafından gerçekleştiriliyor.
 Puro fabrikasını ziyaret öncesinde rehberlerimiz, fabrika çevresinde bize puro satmaya çalışacak korsan satıcılara yüz vermememizi öğütlüyorlar, kazıklanabileceğimizi, üstelik muz yapraklarından sarılmış sahte puro almış olabileceğimizi söylüyorlar. Biz de rehberlerimize uyarak, korsan satıcılardan uzak duruyoruz. Fabrikayı gezmeden önce satış mağazasına uğruyoruz. Puro fiyatları kalitesine markasına göre son derece çeşitli. 1961 yılından kalma 2 nolu tek 1 adet montecristo’nun fiyatı 425 dolar. Ben 5 No.4 seri nolu bir kutu alıyorum. İçinde 5 adet puro var.  Yanı sıra yeteri kadar rom alıyorum. Faturaya bakıyorum, tek paket puro için 28,45 CUC ödemişim. Yani tek puro için 5.5 CUC’tan fazla ödemişim. Mağaza çıkışında korsan satıcılar, yarı yarıya fiyat önerip ısrar ediyorlar. Alsak mı diye tereddüt ediyoruz, rehberlerimizin öğütlerini anımsıyoruz.

Fabrikanın giriş kapısında Fidel Castro’nun posteri karşılıyor bizi. Devrim başlıklı poster önünde fotoğraf çektirmeden edemiyoruz. 



Atölye giriş kapısı önünde Fidel ve Chavez’in birlikte oldukları başka bir poster daha. Bir fotoğraf da burada çektiriyoruz.

Che’nin bir posteri de var fabrikanın duvarlarında. Hayli uzun bir puroyu tüttürüyor. Efsaneye göre, astım hastası olduğundan doktoru Che’ye puroyu yasaklamış. Che, yasağa uymak istememiş, inatçı bir pazarlıkla doktorundan günde sadece 1 puro izni koparmış. Sonra da kendisi için özel bir puro sardırmış, gün boyu içtiğinde ancak bitirebileceği uzunlukta bir puro.

Fabrikada 600’ün üzerinde kişi çalışıyor. Efsaneye göre puronun en makbulü, bakire Latin güzellerinin bacaklarında sarılmış, içine bakire teri karışmış olanıymış! Alt yapı sorunlarına fazlasıyla ilgili erkek müşterileri tavlamak için uydurulmuş olmalı. Maço erkekler kusura bakmasınlar, atölyede bu yöntemle puro sarılmıyor. Kadın erkek sarıcı işçiler, birbirine bitişik, dikiş makinası büyüklüğünde tezgâhlarda tütün yapraklarını kesip biçip puro sarıyorlar. Sardıkları puroyu presliyorlar, sonra zar gibi ince damarsız son bir yaprakla sarıp ambalajlıyorlar. Atölyede son derece ağır bir hava var. Tepede vızır vızır dönen vantilatörler, açık pencereler ağır havayı dağıtmaya yetmiyor. Yasak olduğundan fotoğraf çekemedik. Puronun hangi şartlarda üretildiğini merak eden, https://www.youtube.com/watch?v=dWoPFOucp8U  adresindeki videoya bakabilir.
Sosyalist hümanizmamızla bu ağır çalışma koşullarına içimizden isyan ediyoruz. Biz isyan duygusuyla dolarken, kimi işçiler sardıkları puroyu gösterip baş ve işaret parmaklarıyla para işareti yapıyorlar, 2 CUC diye teklif ediyorlar. Öyle bir iki işçi değil, basbayağı çok sayıda uyanık, alenen kamu malını satmaya çalışıyorlar. Şaşırıyoruz, Turgut Özal’ın “Benim memurum işini bilir” vecizesi geliyor aklımıza. İşçilerin puro satış tekliflerini reddediyoruz. Bizim şaşırdığımızı, isteksiz davrandığımızı gören ustabaşılar korsan satış yapmaya çalışan işçileri yarım ağızla uyarıyorlar. Uyarılara karşın işçiler, korsan satış çabasından vazgeçmiyorlar. Uysal alışkanlıkla puro sarmayı sürdüren diğer işçilerin, korsan satışa ilgisiz kalmaları dikkat çekici. Öğreniyoruz ki, puro işçilerinin kişi başı günde 2 puro hakları var ancak satmak için değil.
Bu arada, kimi kadın işçilerin ADAM-DER kurucu başkanına çapkın bakışları kafiledeki amazonların dikkatlerine yakalanıyor. O dakikadan itibaren kurucu başkan, kendisini sıkı markaj altında hissediyor!
***

SON KALE’NİN SOSYALİST PROLETERLERİ!
Puro fabrikasından şaşkınlık ve aklımızda “Sosyalizmin son kalesinin proleterleri bunlar mı?” sorusuyla ayrılıyoruz. 
Gezi programında sırada Küba Halklarla Dostluk Enstitüsü (Instituto Cubano de Amistad con los Pueblos) ICAP ziyareti var. Bizim Ada Tur’un planlamasına göre Küba/ABD ilişkileri konulu bir söyleşiye kulak vereceğiz. Biz ise, Küba devriminin sorunlarını konuşmak niyetindeyiz.
Enstitü’de bizi parti üyesi ve ICAP Avrupa Sorumlusu Raymundo Pino karşılıyor. Sıcak duygularla tanıştıktan sonra konferans salonuna geçiyoruz. ADAM-DER kafilesinin her biri diğerinin solunda üyeleri eleştiri bombardımanına başlıyor. “Aşırı solcu” bir ADAM, Türkiyeli devrimci askerler olarak Küba devrimine sempatiyle dolu olduklarını vurgulayarak başlıyor bombardımana, havaalanından itibaren karşılaştıkları manzaradan üzüntü duyduklarını anlatıyor:
- Yoldaş, Devrim Müzesi’ndeki özensizlik bağışlanabilir gibi değil. Gece veya gündüz sokak aralarında vücudunu pazarlamaya çalışan kadınlarla karşılaşmak nasıl açıklanabilir? Puro fabrikasında işçilerin kaçak olarak bizlere puro satmaya çalışmalarına tanık olduk. Devrimci coşku eksikliği, devrimin ilk yıllarındaki “sosyalist ahlak ve yeni insan” çalışmasında başarıya ulaşılamadığını mı gösteriyor?
Başka bir ADAM, Kürt sorunundan haberdar olup olmadıklarını soruyor.
ADAM-DER Kurucu Başkanı’nın soru ve eleştirileri de “aşırı solcu” ADAM’ın eleştirilerinden geri kalmıyor:
- İki günlük izlenimlerimiz sonunda coşkuyla “İşte sosyalist Küba” diyemiyoruz. İki ayrı para kullanılıyor. İki ayrı para iki ayrı ekonomi demektir. Bu durumda CUC kapitalist Küba’nın, CUP yoksul sosyalist Küba’nın parası mı? Anlaşılıyor ki devrim, sınıflarararası eşitsizliği ortadan kaldırma veya azaltma yolunda çok başarılı olamamış. CUC’un tedavülden kaldırılması için partinin 20 yıl önce aldığı karar hayata geçmiyor. Endişemiz odur ki, böyle giderse ikinci bir Granma yolculuğu ihtiyaç haline gelebilir. Bu durumda biz Türkiyeli devrimci askerler, Kübalı yoldaşlarımızın yanında yer almaktan sevinç duyarız. İkinci olarak, görebildiğimiz her yer, cadde ve sokaklar, parklar, genel olarak çevre adeta çöplük. Ambargo tamam da çöplük manzarası da herhalde ambargoyla açıklanamaz. Çöpsüz bir hayat için illa devrim gerekmiyor. Neden her yer çöplük?
Raymundo Pino, sükûnetle eleştirilerimizi ve sorularımızı not ediyor. Sonra sırasıyla yanıtlamaya çalışıyor:
- Devrim müzesindeki özensizlik ve bakımsızlık, müze yöneticileri ve çalışanlarının kusurudur.
- Sosyalist ahlak ve yeni insan, devrimin en önemli hedeflerinden biridir. Sosyalist ahlakın yerleşmesi, yeni insanın yetişmesi birden bire olacak bir şey değildir.
- Puro fabrikasında işçilerin kaçak puro satmaya çalışmaları kabul edilemez; fabrikada denetim eksikliğini göstermektedir.
- Küba sosyalist bir ülkedir. Üretim araçları devletin mülkiyetindedir. CUC, Bolşevik devriminden sonra Lenin’nin NEP politikasına benzetilebilir. Küba asla kapitalist olmayacaktır. İkili para çok ciddi bir sorun haline gelmiştir. Sosyalizm için tehlike haline geldiğinde keser atarız.
- Çöplük manzarası şehir yöneticilerinin ve temizlik işçilerinin görevlerini ihmal ettiklerini gösteriyor. Havana’da her gün 400 ton çöp çıkıyor. Bu kadar çöpü tümüyle ortadan kaldıracak teknik olanaklarımız yok. Her şeye karşın temizlik işçilerimiz şehri temizlemek için canla başla çalışıyorlar.
- Kürt meselesinden haberdarız. Ortadoğu’nun en kritik meselesidir. Sadece Türkiye için değil, Irak, Suriye, İran, hatta eski Sovyetler Birliği’nden artan Kafkasya gibi ülkelerde de yaşanıyor. Halkların kendi kaderlerini tayin hakkı çerçevesinde çözülmesini temenni ediyoruz.
- Küba, cinsler arası eşitliğin geçerli olduğu bir ülkedir. Yetişkin cinslerin birbirleriyle olan ilişkileri üçüncü tarafları ilgilendirmez. Ama bu ilişki para transferine yol açıyorsa elbette hoş görülemez, bağışlanamaz. Her şeye karşın paralı ilişkiyi tümüyle önlemek olası değildir.

Raymundo Pino’nun sesi içtenlik yüklü. Küba devrimi için tasalanan Türkiyeli devrimcilerle karşılaşmaktan dolayı biraz da mutlu. Sözü ABD Başkanı Barack Obama’nın geçen Mart ayındaki Küba ziyaretine getiriyor; Obama’nın “Geçmişi unutalım” sözlerine öfkeyle “Devrim için can vermiş yoldaşlarımızı nasıl unuturuz, ambargo ile bizi boğmak istemelerini nasıl unuturuz, Guantanamo’yu elinde tutmasını nasıl unuturuz!” diye karşılık veriyor.

Bu arada, Raymundo Pino ile söyleşimiz sürerken, Türkiye’nin Havana Büyükelçisi Hasan Servet Öktem, konferans salonuna geliyor. Türkçe konuşulduğunu işitince tanışmak istediğini, Havana’ya gelen CHP milletvekillerine mihmandarlık yaptığını söylüyor. Teşekkür ediyoruz, CHP milletvekillerini görmek istediğimizi söylüyoruz. CHP Genel Başkan Yardımcısı Malatya Milletvekili Veli Ağbaba ve beraberindeki vekillerle selamlaşıyoruz.
Raymundo Pino’ya içten karşılaması ve açıklamalarından dolayı teşekkür edip, öğle yemeği için soluğu eski Havana’daki El Templete lokantasında alıyoruz. Deniz ürünleri, tavuk, kırmızı et veya domuz etinden oluşan bir menü. Yanı sıra tek kadeh mojito, ekstra içki cepten...
***

“ERDOĞAN BATİSTA İLE BİR TUTULAMAZ!”
Öğle yemeğinin ardından La Industria Biofarmaceutica Cubana Pasado, Presente y Futuro temsilcisi Mac Danev Ricardo Perez Vallerine ile buluşuyoruz. Hayli teknik terim yüklü bir söyleşi. Devrimden sonra Küba’nın biyoteknolojide nasıl ilerleme sağladığını anlatıyor. 
Anlattığına göre, devrimden sonra Sovyetler Birliği’ne öğrenci göndermişler. Sovyetler’de tıp eğitimi alan ilk doktorlar, yurda dönüşlerinde tıp fakülteleri kurmuşlar ve doktor yetiştirmeye başlamışlar. Yani tıpta devrim yapılmış. Tıp devrimiyle birlikte, Küba’da sağlık hizmetleri herkes için parasız hale gelmiş, ortalama ömür 15 yıl uzamış, bebek ve çocuk ölümlerinin önlenmesinde Küba tüm Amerika kıtasında, yani güney ve kuzey Amerika’da en yüksek başarıya sahip. Kanseri önlemede ve iyileştirmede ise dünyanın en ileri ülkesi Küba. Kanserin önlenmesinde ve iyileştirilmesindeki başarıda, ambargo nedeniyle zararlı kimyasalların Küba’ya girememesini de göz önünde bulundurmak gerek. Küba’da ilaçlar kimyasal yolla değil, doğal yolla üretiliyor...
Ambargo koşullarına karşın Küba’nın tıp devrimi alkışlanmaya değer. Fakruzaruret şartlarında nasıl olup da böyle bir başarıya ulaştıkları konusunda çok net bir fikir edinemiyoruz. Anlayabildiğimiz kadarıyla Küba, yokluktan dolayı bu tıbbi devrime mecbur kalmış!
Soru yanıt bölümünde kafilenin amazonlarının önceliği Alicia kremleri olsa da söyleşi ister istemez politik bir bağlama kayıyor. Ricardo Perez, yabancılara da sağlık hizmeti verdiklerini, dünyanın her yanından kanser hastalarının tedavi için geldiklerini söyleyince, bir ADAM, Recep Tayyip Erdoğan’ın Küba’da kanser tedavisi görüp görmediğini soruyor. Ricardo Perez, soruya net yanıt vermek yerine ortaya konuşuyor:
- Ateş olmayan yerden duman çıkmaz!
Yanıt yeterli sayılıyor. ADAM-DER Kurucu Başkanı, Küba tarihinde Batista nasıl bir yere sahipse Erdoğan’ın da Türkiye tarihinde öyle bir yere sahip olduğunu söylüyor ve Erdoğan’ın Küba’da nasıl algılandığını soruyor. Ricardo Perez’in yanıtı çok kısa ve özlü:
- Küba’dan bakıldığında Erdoğan, Batista ile bir tutulacak siyasi figür olarak görülmüyor.
Ricardo Perez aslında sağlıkçı değil, diplomat olduğunu, yanıtlarında diplomat kimliğinin göz önünde bulundurulması gerektiğini ekliyor. 
Havana’daki ikinci gün de böylece sona eriyor.
Üçüncü günün programında 1 Mayıs var. Erken kalkmak gerekiyor.

26 Mayıs 2016 Perşembe

HAVANA’NIN KEŞFİ

KÜBA gezimize ilişkin notlarımızı paylaşmayı sürdürüyoruz. Söylediğimiz gibi, genel bir değerlendirmeyi yazı dizisinin sonunda yapacağız.
Kaldığımız otel eski Havana’da. Rehberlerimiz, gezip görmeye değer yerlerin çok yakın olduğunu, yaya yolculuk yapacağımızı söylüyorlar.


Kahvaltının hemen ardından otelden çıkıyoruz. Otelin çıkışında trafiğin hayli yoğun olduğu bir kavşak var. Ne ki kavşakta ışık denetimi yok. Trafiği gencecik bir trafik polisi yönlendiriyor. İşine ciddiyetle sarılmış. Ne yayalar itiraz edebiliyor ne de sürücüler. Sempati duymamak elde değil. 




Yüz metre kadar ilerde Güzel Sanatlar Müzesi var. Ancak restorasyon nedeniyle kapalı. Biraz daha ilerde Granma Memorial. Yani Granma Anıtparkı. Fidel ve arkadaşlarının 1956 yılında Küba’ya çıkarma yaparken kullandıkları Granma adlı tekne, anıtparkın ortasına yerleştirilmiş. Teknenin sağında solunda da  devrimci gerillaların kullandıkları araç gereçler...
Anıtpark’ın bitişiğinde 1959’da devrimin başarıya ulaşması üzerine kaçan diktatör Batista’nın bıraktığı, sonradan Devrim Müzesi’ne dönüştürülen eski başkanlık sarayı. Rehberlerimiz Devrim Müzesi’ni akşamüzeri gezeceğimizi söylüyorlar. Müze’nin önündeki parka ilerliyoruz. Parkta yakındaki bir okuldan gelen öğrenciler öğretmenlerinin nezaretinde beden eğitimi yapıyorlar, çeşitli oyunlar oynuyorlar. Öğretmenler, aralarına karışmamıza ses çıkarmıyorlar. Öğrencilerin masum çocuk yüzlerindeki yaşam sevinciyle biz de mutlu oluyoruz.
Çocukların oynadığı parkın denize doğru bitiminde (yanlış not tutmadıysam) Plaza de Armas, yani Silahlar Meydanı bulunuyor. İspanya kentlerindeki Palaza Mayor’un Küba’daki karşılığı. Yani kentin ana meydanı. Ülkenin sömürgeleştirilmesi döneminin izlerini taşıyor. Hemen bitişiğinde yine sömürge döneminde yapılmış La Real Fuerza kalesi bulunuyor. Meydanın tam karşısındaki adacıkta da El Morro kalesi. Kale, Batista döneminde hapishane olarak kullanılmış. Kalenin dışında hayli yüksek bir İsa heykeli dikkati çekiyor. Heykel, devrimcilere karşı kısmi bir zaferin ardından Batista tarafından dikilmiş. Ancak İsa, heykelini yaptıran diktatör Batista’yı kurtarmamış; sadece bir hafta sonra Batista Küba’dan kaçmış!

Plaza de Armas’tan sağa sapıp Malecon caddesini adımlamaya başlıyoruz. Sahil boyunca uzanan Malecon, adeta heykel galerisi. Rehberlerimiz sırasıyla her bir heykeli tanıtıyorlar. Derken rehberlerimizin tanıtımına gerek olmayan bir heykele rastlıyoruz. Çok tanıdık bir büst. Yani Mustafa Kemal Atatürk’ün büstü. Küba’nın devrimci hükümeti, Mustafa Kemal Atatürk’e saygısını, 2008 yılında Havana’nın en ünlü caddesine büstünü dikerek göstermiş. Büstün altında Mustafa Kemal’in ünlü “Yurtta sulh, cihanda sulh” özdeyişini okuyoruz.
Malecon yürüyüşünün ardından öğle yemeği için Ambos Mundos otelindeyiz. Ambos Mundos, ünlü yazar Ernest Hemingway’in kaldığı otel. Hemingway’in beşinci kattaki odası müze olarak düzenlenmiş. Giriş ücreti 5 CUC. Ambos Mundos terasıyla da ünlü. Hemingway burada mojito’sunu yudumlayarak Havana’yı, denizi, limana giren çıkan gemileri, tam karşıdaki adayı seyredermiş. Biz de öğle yemeğimizi terasta yedik. Bizim Ada Tur’un ikramında bir kadeh mojito var; ekstra içki cepten. Mojito ile yetinmeyip Küba’nın ünlü Bucanero birasını yudumlamadan edemiyoruz.
Öğle yemeğinin ardından vakit yitirmeden Rom Müzesi’ne gidiyoruz. Mütevazı bir müze. Küba’nın milli içkisi rom’un nasıl üretildiğine ilişkin maddi ve görsel materyaller yeterince fikir veriyor. Müzenin bitişiğinde rom satış mağazası da var. Turistik mekân olmasına karşın fiyatlar Türkiye’ye göre sudan ucuz. Küba’da rom karıştırılarak yapılan içkiler mojito, pina colada, cuba libre ve daiquiri diye sıralanıyor. Yolu Küba’ya düşen mutlaka içmeli!
Nihayet Devrim Müzesi. Dediğimiz gibi, diktatör Batista’nın başkanlık sarayı, devrimden sonra müzeye dönüştürülmüş. Küba gezileri biraz resmi geziler. Yani vitrin seyri gibi. Devrim Müzesi, vitrinin de vitrini. Ama pek de müze havası taşımıyor. Küba Devrimi adına sergilenen eşya yok denecek kadar az. Devrim adına sergilenen materyal, gazete kupürlerinden ibaret. Badanasız duvarlardaki örümcek ağları görülmeyecek gibi değil. UMAG kursiyeri Elif Baba’nın yazdığı gibi, “Müzeleri gezdikçe anlaşılıyor ki, Küba’da müze anlayışı Avrupa veya Türkiye’ye göre biraz farklı. Mesela Ulusal Sanat Müzesi dendiğinde bir Louvre ya da Uffizio’yu beklememek lazım. Hatta Anadolu Medeniyetleri veya Zeugma’yı da beklememeli. Müzeler genelde, küçük ve genellikle beş- on eşyadan oluşuyor. Kimi zaman eski bir konak veya tarihi bir evin bile müze olarak sınıflandırıldığı görülüyor. Küba’da müzeler Türkiye’deki gibi heykeller ve sanat eserleriyle dolu değil. Küba’da müzeye giderken beklentileri fazla yüksek tutmamakta fayda var.”
Rom müzesinin ardından gün, El Floridita lokantasında akşam yemeğiyle sona eriyor. El Floridita da Ernest Hemingway’in müdavimi olduğu barlardan biri. İçinde barda oturan Hemingway heykeli, duvarda da Hemingway ve Fidel’in birlikte fotoğrafları...

Gelecek yazıyı beklemeden belirtelim. Küba mutfağı öyle çok zengin değil. Sonuçta bir ada ada ülkesi. Fransız, Çin veya Türk gibi zengin bir mutfak beklenmemeli. Küba mutfağı, Karayip ve İspanyol karışımı. Tavuk, domuz, kırmızı et, karides ve istakoz gibi deniz mahsulleri, siyah fasulye, pirinç, mısır en fazla tüketilen yiyecekler. Pirinç ve kara fasülye, Küba mutfağının vazgeçilmezi. Ancak pirinç pilavı pişirmekte çok zayıflar. Pirinci sadece haşlıyorlar. Oysa İspanya mutfağındaki gibi sebzelerle karıştırıp seviştirip pişirseler güzel bir pilav olur! Bu arada lokantalarda porsiyonlar hayli cömert. Fiyatlar CUC üzerinden olsa da Türkiye’ye göre yine de çok ucuz. Türkiye’de bir lokantada ödenen ücretle Küba’da üç kez yemek yenebilir.

Havana’da ilk gün böylece sona erdi. İkinci günün programında puro fabrikası ve Küba Dünya Halklarıyla Dostluk Enstitüsü (ICAP) ziyaretleri var. Puro fabrikası ziyareti çok şaşırtıcı geçti. Dolayısıyla ICAP’taki söyleşi de Küba devrimi konusunda tartışmaya dönüştü.

19 Mayıs 2016 Perşembe

HAVANA'DA GÜNE UYANMAK

“Sosyalizmin son kalesi” Küba’da gördüklerimizi, izlenimlerimizi dizi yazı olarak paylaşacağımızı söylemiştik. Genel bir değerlendirmeyi dizinin son yazısında yapacağız.
Türkiye’den Küba’ya doğrudan uçuş yok. İspanya, Fransa, Hollanda, Almanya, İtalya, Kanada, Rusya, Güney Amerika ülkeleri üzerinden aktarmalı olarak gidilebiliyor. ADAM-DER topluluğu olarak, Air Canada ile Toronto üzerinden gitmeyi tercih ettik.
Kanada devleti transit vize için bile olağanüstü sıkı davranıyor. Gelir durumu, banka hesabı, tapu ve araç ruhsatı, genel bildirim formu şart. Her şey tamam olsa bile ret yanıtı verebiliyor. Aynı evraklarla tekrar başvuruda ise, hiçbir değişiklik olmadığı halde kabul diyebiliyor.
Atatürk hava limanında yolculuğun başlangıç saati sabah 11.15. Kanada’ya uçuş için hava limanının genel güvenlik ve pasaport denetimi yeterli olmuyor. Ayrıca Air Canada’nın anlaştığı güvenlik şirketinin sıkı aramasından geçmek şart. Toronto’ya yolculuk 10 saati aşıyor. Air Canada’nın mutfağı THY’nin mutfağıyla yarışacak derecede cömert ve lezzetli bir menüye sahip.
Toronto ile İstanbul arasında 7 saatlik zaman farkı var. Toronto’da dört saat bekledikten sonra yerel saatle 18.00’de Havana’nın yolunu tutuyoruz. Havana yolculuğu sırasında şaşırtıcı sıklıkta hava boşluklarına rastlıyoruz. Pilotlar sık sık anons yapıp endişe edecek bir durum olmadığını söylüyorlar. İniş saati yaklaştığında hostesler Küba için vize başvuru formu ile genel bildirim formu dağıtıyorlar. Küba vizesi hava limanında alınabiliyor. Yeşil pasaporta vize gerekmiyor.
Üç buçuk saat süren yolculuğun ardından yerel saatle 21.30 gibi Havana hava limanındayız. Ambargo nedeniyle derme çatma bir hava limanı tahayyül etmişken, modern bir hava limanıyla karşılaşıyoruz. Pasaport kontrolünden geçtikten sonra çıkışa yöneliyoruz. Küba’nın nemli havasını soluyoruz ve rehberimiz Sara ile buluşuyoruz.
***

İKİ AYRI KÜBA
Küba’da harcama yapabilmek için döviz bozdurmak gerekiyor. Cadeca denilen döviz bürosu önünde kuyruğa giriyoruz, pasaportu ve dövizi teslim ediyoruz; daha ilk adımda iki ayrı Küba gerçeğiye karşılaşıyoruz. Bozduracağımız Euro karşılığında Küba’nın ulusal parası CUP (peso) değil, CUC (Kuk) adlı farklı bir para veriliyor. CUP’un döviz olarak değeri yok, sadece Küba’da geçerli. CUC ise konvertibl, yani uluslararası piyasada geçerli, aşağı yukarı 1 dolara eşit ve CUP’un 24 katı.
Türkiyeli rehberimiz Yiğit Günay’ın dediğine göre, ikili para sistemi Sosyalist Blok’un dağılması ve Küba’ya desteğinin kesilmesi üzerine Küba ekonomisini krize sokan ve karaborsa yaratan dolarizasyona karşı zorunluluktan kaynaklanmış; 1994 yılında yürürlüğe girmiş, turisti kazıklama amacı taşımıyor. Hatta, Küba Komünist Partisi'nin 1997’deki kongresinde "ikili para sisteminin ilk fırsatta ortadan kaldırılması" kararlaştırılmış.
Anlaşılan o ki, ekonomi Küba Komünist Partisi’ni dinlemiyor. Aradan 20 yıl geçmiş ikili para sistemi daha da kökleşmiş. Dolara endeksli paralel ekonomi CUC üzerinden yasallaşmış. Zaten realitede CUP’u Kübalılar, CUC’u ise turistler kullanıyor; bu da turistlerin Küba’da 24 kat daha pahalı yaşamak zorunda oldukları anlamına geliyor. Elbette turistin alnında turist olduğu yazmıyor ama pasaportta yazıyor. Döviz bozdururken, otelde veya casa particular denilen pansiyon evlerde kayıt yaptırırken pasaport ibrazı şart. Ücreti CUC ile belirlenmiş mavi renkli pansiyonlar turistler için. Ücreti CUP ile belirlenmiş kırmızı renkli pansiyonlar Küba yurttaşları için. Arada 24 kat fark var.
Dövizimizi bozdurduktan sonra Küba devletinin turizm şirketi transgovita’nın otobüsüne biniyoruz. Otobüs son derece modern. Klimasıyla biraz rahatlıyoruz. Sürücü Eduardo işinin ehli gözüküyor. Yarım saat sonra Havana’dayız. Akşam karanlığında Devrim Meydanı’ndan geçerken Küba devriminin önderleri Camilo ve Che’nin kamu binalarındaki ışıklı silüetlerini selamlıyoruz.
Hotel Plaza’ya yerleşiyoruz. Dışardan bakıldığında klasik mimariyle inşa edilmiş, tarihi eser sayılabilecek bir görünümü var. Devlete ait bir otel. Personeli devlet işçisi yani. Giriş kapısının üstünde dört yıldız işareti göze çarpıyor. Konaklama ücreti 70 dolardan başlıyor. Odalara çıktığımızda anlıyoruz ki, tek yıldız bile çok; aslında otel denilebilecek bir konfora sahip değil. Rehberlerimize durumu iletiyoruz. 1 Mayıs dolayısıyla şehir merkezindeki otellerde yer bulunamadığından Hotel Plaza’ya mecbur kalındığını söylüyorlar... Yolum bir daha Küba’ya düşer de benzer bir otele yerleştirilirsem kesinlikle hadise çıkartırım!
***

HAVANA’NIN KEŞFİ
Her şeye karşın rahat bir uyku. Alışkanlık değişmiyor. Sabah yürüyüşü için saat 06.30 gibi otelden çıkıyorum. Güneşin doğmasına yarım saat var. Her yolculukta yaptığım gibi, anarşizan bir tavırla, yani başıboş şekilde şehrin cadde ve sokaklarını arşınlıyorum. Capitol’ün bulunduğu meydandan geçip içerilere uzanıyorum. Güneşin doğuşuyla birlikte cadde ve sokaklar hareketleniyor. Büfe tipi küçük dükkânlarda pizza ve hamur işi diğer yiyeceklerle ayaküstü kahvaltı edenler görülüyor. Duraklarda işe gitmek için bekleşen Kübalılar kalabalıklaşıyor. Toplu taşım araçları salkım saçak değil. Beş yıl önceye kadar hakikaten salkım saçak gidermiş otobüsler.
Otobüslerin yanı sıra taksiler var. Üç tekerlekli bisikletten bozma bicitaksi (İki kişilik ve sürücünün ayak gücüyle gidiyor), motosikletten bozma cocotaksi ve otomobil taksiler. Otomobil taksilerin çoğunluğu devrim öncesinden kalma Amerikan arabaları. Hepsi de gıcır gıcır. Fotoğraftaki otomobilin sağ gönderinde Küba sol gönderinde Amerikan bayrağı dikkati çekiyor. Gerek Amerikan arabalarının bolluğu gerekse binaların mimarisi, Havana’nın İspanyol şehirleriyle ABD şehirlerinin (özellikle Washington’un) karışımı bir kent olduğu izlenimi uyandırıyor. Eski Havana’da modern bina çok az. Zaman durmuş sanki. Havana adeta devrim öncesinden, hatta 19’uncu yüzyıldan kalma bir kent.
Konutların açık kapıları, içerde eşya azlığını ele veriyor. Resmi binaların ve konutların çok ciddi bakım ve onarıma muhtaç durumu, havanın aydınlanmasıyla birlikte daha çarpıcı şekilde fark ediliyor. Altmış yıl önceden kalma Amerikan arabalarını ambargoya rağmen canlı tutan bir ekonomi, konutların ve binaların onarımını nasıl gerçekleştiremiyor? Şaşırmamak elde değil.
 Çevre temizliği bakımından Havana’nın Türkiye kentlerinden hiçbir farkı yok. Parklar, kaldırımlar çöplük gibi. Sabah’ın ilk ışıklarıyla birlikte temizlik işçileri geceden kalma atıkları toplamaya çalışıyorlar.
Güneş iyice yükseldi. Kahvaltı saati geldi. Otel konforuna sahip olmayan Hotel Plaza’nın kahvaltısı fena değil. Kahvaltının ardından bu kez rehberlerimizle birlikte Havana’yı keşfe çıkacağız. İlk durak elbette Devrim Müzesi ve Granma Memorial. Ardından Gandhi, Mustafa Kemal Atatürk ve Küba devletinin önem verdiği diğer tarihi kişilerin anıtlarını göreceğiz.

12 Mayıs 2016 Perşembe

YOKLAR ÜLKESİ KÜBA!

Küba, farklı bir rotadan Hindistan’a gitmeye çalışırken bilmeden Amerika’yı keşfeden Kristof Kolomb’un bu yolculukta karaya ilk ayak bastığı ada. Tropik iklim kuşağındaki adanın yüzölçümü 110 bin kilometrekare.
Kolomb, 1492 yılında ayak bastığı adanın İspanya krallığına ait olduğunu ilan etti. Adaya 1511 yılında yerleşmeye başlayan İspanyollar yerli halkı soykırıma uğrattı. Katliam öylesine vahşiydi ki, silahsız yerli halk içinde intihar salgını başladı. İspanyollar çiftliklerde çalıştıracak yerli köle kalmayınca Afrika’nın siyah derili insanlarını köleleştirip Küba’ya taşıdılar. Köle ithali adanın nüfus yapısını da etkiledi. Bugün 11 milyon 500 bin dolayındaki Küba nüfusunun yüzde 51’i melezlerden, yüzde 37’si beyazlardan, yüzde 11’i siyahlardan oluşuyor. Yerli halktan geriye kalan nüfusun ise adanın doğusundaki birkaç aileden ibaret olduğu söyleniyor.
İspanyol sömürgesi Küba’da kölelik 1886’da kaldırıldı. Bağımsızlık savaşı 1895’te şair José Marti önderliğinde başladı. Marti, savaşın hemen başında İspanyol askerlerince öldürüldü ancak isyan durmadı. Küba halkının bağımsızlık isyanı, 1898’de ABD’nin katılımıyla İspanya / ABD sömürge paylaşım savaşına dönüştü. Savaşı yitiren İspanya, Küba’yı ABD’ye bıraktı. ABD, Guantanamo’da üs kurduktan sonra 1902 yılında Küba’nın bağımsızlığını tanıdı.
“Bağımsız” Küba Cumhuriyeti’nin tarihi ABD işbirlikçisi diktatörlükler olarak yaşandı. ABD’nin yardımıyla 1933’te yönetimi ele geçiren Fulgencio Batista, Küba tarihinin en uzun süre iktidarda kalan diktatörü oldu. Nihayet Fidel Castro liderliğinde başlayan isyan1959 yılında başarıya ulaştı, Che ve arkadaşlarının Santa Clara’yı ele geçirmelerinin ertesi günü Batista ülkeden kaçtı.
Devrimci hükümetin ilk icraatı yabancı şirketleri ve toprağı kamulaştırmak oldu. ABD emperyalizmi sadece 100 mil uzaktaki Küba devrimini boğmak için ambargoyla karşılık verdi; 1961 yılında karşı devrimcileri Domuzlar Körfezi’ne çıkardı. Karşı devrim girişimi püskürtüldükten hemen sonra Küba’da sosyalizm ilan edildi.
***

Berlin Duvarı’nın yıkılması ve Sosyalist Blok’un çökmesinin ardından Küba Dünya’da sosyalizmin son kalesi olarak kaldı. Devrimin üzerinden 57 yıl geçtikten sonra Küba’da sosyalizmin sürüp sürmeyeceği, Küba’nın da Rusya, Çin, Polonya, Macaristan ve diğer eski sosyalist ülkeler gibi kapitalizme dönüp dönmeyeceği tartışılıyor.
Küba’da geri dönüş tartışması, 2014 yılı Aralık ayında ABD Başkanı Barack Obama ile Küba Devlet Başkanı Raul Castro Ruz’un telefonda konuşmaları, ardından Eylül 2015’te Katolik dünyasının ruhani lideri Papa Francis’in Havana Devrim Meydanı’nda ayin yönetmesi, nihayet Obama’nın Mart 2016’da Küba’yı ziyaret etmesinin ardından daha da tırmandı.
Bu ortamda dostlar meclisinde söz Küba’ya gelince, imanı en sağlam komünistler bile Castro sonrası için pek iyimser konuşamıyorlar; “Castro ölmeden Küba’yı görmeli” temennisini dile getiriyorlar.
Biz de öyle yaptık, bir grup Askeri Darbelerin Asker Muhalifleri Derneği ADAM-DER üyeleri olarak Küba’ya gittik. Bizim Ada Tur ve José Marti Küba Dostluk Derneği’nin hazırladığı -yol hariç- dokuz günlük program çerçevesinde Küba’yı görmeye çalıştık.
Gezi programı hakikaten çok doluydu. Başkent Havana’nın UNESCO Dünya Kültür Mirası listesindeki tarihi merkezini gezdik, Devrim Meydanı’nda 1 Mayıs’ı kutladık, flamenko dansı izledik, caz konserine gittik. Havana’daki ziyaret listemizde Rom Müzesi, Puro fabrikası, Devrim Müzesi, Granma Memorial, Küba Dünya Halklarıyla Dostluk Enstitüsü ICAP,  La İndustria Biofarmaceutica Cubana da vardı.
Havana dışında Varadero, Cienfuegos, Trinidad ve Santa Clara kentlerini gezdik. UNESCO Biosfer Koruma Alanı listesindeki Las Terrazas örnek köyünü gördük. Yerel sanatçı atölyelerini ziyaret ettik, Devrimi Savunma Komiteleri’nin yönetici ve üyeleriyle görüştük. Trinidat’ta yoksul bir mahallenin sakinleriyle buluşup akşam eğlencesinde kaynaştık
Küba gezimizin en coşkulu anı 1 Mayıs kutlaması, en duygulu anı ise Santa Clara’da Ernesto Che Guevara’nın anıtkabrini ziyaretimizdi. Saklamaya gerek yok, düş kırıklığına uğradığımız da oldu. İzlenimlerimizi yazı dizimizde dürüstçe paylaşacağız.
***

Belirtmeli ki, turist olarak dolaşmak Küba gerçeğini derinliğine anlamaya, hele Küba’nın da diğer eski sosyalist ülkeler gibi kapitalizme dönüp dönmeyeceği sorusunu yanıtlamaya yetmez. Küba gerçeğini derinliğine kavrayabilmek ve o meş’um soruya gerçekçi bir yanıt vermek, Küba’da sosyal hayatı ve halkın yaşam koşullarını uzun süreli paylaşmayı gerektirir.
Her şeye karşın, turist olarak da bir takım izlenimler ve kanaatler edinmek mümkün. İzlenimleri paylaşmadan önce Küba’nın yoklar ülkesi olduğunu vurgulamakta yarar var.
Örneğin, Küba’da patronlar yok, tek patron devletin kendisi. Toprak ve akla gelebilecek her türden işyeri devlete ait. Fabrika işçisi, döviz bürosundaki kasiyer, öğretmen, lokanta garsonu, otel hizmetlisi, turist rehberi, hemen herkes devletin çalışanı memuru.
 Herkes devletin işçisi olduğu için Küba’da işsizlik yok. Aylık ücret 100 dolar bile değil. Hatta 100 dolara yakın aylığı olan yoktur herhalde ama Küba’da geçim korkusu ve açlık yok. Aylık ücret belki 50 dolar ama aylık su faturası da 3 veya 4 kuruş.
Konutlar lüks olmasa ve pek çoğu bakıma onarıma muhtaç olsa da Küba’da konut sorunu da yok. Kübalı rehberimiz Sara, 2±1 konutunu 400 dolara almış. Küba’da parkta veya sokakta yatan evsize rastlanamaz. 
 İşsizlik, açlık, barınma sorunu olmayınca “çocuğumun istikbali ne olacak” korkusu da yok. Çünkü her türlü eğitim ve sağlık hizmeti devletçe ücretsiz veriliyor. Küba, tıp alanında dünyada en üst sıralarda. Devrimden bu yana ortalama ömür 15 yıl uzamış.
Kadına şiddet yok. Söylendiğine göre evlenme olmadığından boşanma da yok. Böyle olunca bekâret, evlilik yaşı filan gibi tartışmalar da yok. 
Devrimden bu yana Küba’da ırkçılık yok.
Tuhaftır ama Küba’da öyle çokça komünist de yok. Komünist Parti üye sayısı nüfusun yüzde 20’si dolayında.
Bu yoklar listesine sosyalizm cenneti de eklenebilir mi? Bence eklenebilir. Bunca yoklar listesine karşın Küba bir sosyalist cennet değil.
Kübalılar da sosyalist cennette yaşamadıklarının farkındalar. Daha doğrusu -dışardan görebildiğimiz kadarıyla- emperyalizme direnmenin haklı gururu içinde mutlu görünüyorlar.
Yoksul ama mutlu Küba’da neler gördük, nelere tanık olduk?
Gelecek yazıda devam edeceğiz.
Bu vesileyle Küba gezimizde bize yardımcı olan José Marti Küba Dostluk Derneği ve Bizim Ada Tur çalışanlarına, rehberlerimiz Yiğit Günay ve Sara ile bizi Küba yollarında sağ salim dolaştıran Transgovita otobüs sürücüsü Eduardo’ya, Küba’ya götürdüğümüz pankartı hazırlayan ANKYRA Reklam’dan Şahin Acar ve Semiha Nişancı’ya teşekkür ediyoruz.