21 Mayıs 2018 Pazartesi

SEÇİMLER SOSYALİSTLER ve HDP


24 Haziran seçimleri, İslamcı faşist diktatörlüğü tökezletmek geriletmek yolunda yeni bir fırsat olduğu kadar sosyalistler için de en geniş kitle içinde çalışabilme, sosyalist hareketin zafiyetlerini gözlemleme zeminidir.
Belirtmeye gerek yok, seçimlerde sermayedar sınıfın hegemonyası sona ermeyecek. En iyimser olasılıkla İslamcı parti ve ortağı (güncel koalisyon olarak Cumhur İttifakı) iktidardan düşse bile yerini sol sosyalist bir iktidar almayacak; yerini başka bir sermaye hizbi (güncel koalisyon olarak CHP, İYİ Parti, SP ve DP’den oluşan Millet İttifakı) alacak. (Elbette bu iyimser varsayım, İslamcı Reis’in seçim sonucuna razı olması koşuluyla geçerlidir.)
Seçimlerde sermayedar sınıfın hegemonyası sona ermeyecek diye sosyalistler seçimlere ilgisiz kalma lüksüne sahip değildir. Ergen komünizmi tartışmasına gerek olmadan vurgulamak gerekirse, sermaye düzeninde yapılan seçimlerde, bir dönem için ülkeyi hangi sermaye hizbinin yöneteceğine karar verilir. Sosyalistlerin stratejik hedefi böyle bir sermaye demokrasisi (veya faşizmi) yerine emek demokrasisini kurmaktır. Sosyalistlere göre sermaye düzeninde seçimler ve parlamento “siyasi ömrünü doldurmuştur” ama, emekçi sınıflara göre de ömrünü tamamlamış mıdır? Son anayasa değişikliğiyle parlamento daha da etkisizleşmiş olsa da, emekçilerin gözünde ömrünü tamamladığı söylenemez; daha vahimi, on milyonlarca emekçi “karşı-devrimci” sermaye partilerinin ve gerici sendikaların kitle tabanını oluşturmaktadır. Buna karşılık sosyalist hareket burjuva devlet aygıtını ve öteki gerici kurumları dağıtacak örgütlülük ve güce sahip değildir. Dolayısıyla, henüz düzenden umudunu tümüyle kesmemiş, sosyalist devrimin hayalinden bile yoksun emekçi sınıflara düzeni teşhir etmek, en geniş kitleyle bağ kurmak için seçimlerde çalışmanın önemi şüphe götürmez. Koşulların devrim için uygun olmadığı bu evrede seçime ve parlamentoya katılmak, sosyalist harekete zarar getirmek şöyle dursun, faşistleşen devlet aygıtını niçin dağıtmak gerektiğini daha kolay anlatma olanağını sağlar...
***

Güncel siyasi durumu değerlendirmek gerekirse; artık çıplak gözle de görülüyor ki, emek düşmanı politikalarıyla on altı yıldır iktidarda olan İslamcı parti ideolojik politik inisiyatifini yitirdi. Geçen yılki anayasa değişikliği referandumunda milliyetçi faşist partiyi de yanına almasına karşın, sandık hilesiyle ancak başarılı olabildi. Nihayet, derinleşen ekonomik siyasi ve dış politik krize karşı  erken seçim istemek zorunda kaldı. Ne var ki, giriştiği manevralar dinci faşist iktidarın siyasal ömrünü uzatmaya yetmiyor. On altı yıldır iktidarda değilmişçesine açıkladığı Daha fazla demokrasi, daha geniş özgürlük, daha saygın parlamento, daha bağımsız yargı programı inandırıcı bulunmuyor. İslamcı Reis ilk kez “millet tamam derse kenara çekileceğini” söyledi. Dinci faşist partinin yenilebileceği duygusu yaygınlaşıyor; muhalif düzen partilerinin de bu duyguyla ilk kez daha canlı bir dinamizm geliştirdikleri gözleniyor.
Bu koşullar altında sosyalistler, ümmetçi milliyetçi faşist iktidarın seçim yoluyla meşruiyet kazanma girişimine seyirci kalamazlar. Sosyalistlerin, egemen sınıfın iç çatışmalarına, sermaye egemenliğinin hangi biçimleri alacağına, hangi sermaye hizbinin iktidarında devrimci çalışma için daha elverişli koşullar bulunacağına kafa yormamaları da düşünülemez.
Peki sınıflar mücadelesinin bu evresinde sosyalistler ne yapmalıdırlar?
Onlarca parti, dergi çevresi ve topluluktan oluşan sosyalist sol ne yazık ki ittifak benzeri bir platform oluşturamadı, oluşturması da beklenmiyor. Nitekim seçime katılma yeterliliğine sahip bir sol parti yok. Sosyalist solun bu haliyle kitlede karşılık bulması elbette beklenemez. Yine de bunca dağınıklığına karşın sosyalist sol seçime kayıtsız kalmamalıdır. Seçimleri ve genel siyaseti etkileyecek gücü olmasa da, sol kimlikli adaylara, en yakın müttefik siyasi örgüt olarak da HDP’ye omuz vermek, demokrasi mücadelesinin sosyalist sola yüklediği kaçınılmaz bir görevdir. Ve dahi bilinir ki, demokrasi için tutarlı bir devrimci savaşım yürütülmeden devrim yapılamaz!!!
***

Sosyalistler HDP’ye destek vermelidir? Çünkü HDP, sermayenin iki blokundan farklı, demokratik bir programa sahip tek parti olarak seçimlere giriyor.
İktidardaki faşist blokun HDP’yi şeytanlaştırmasına karşılık, muhalif düzen partilerinin “Millet İttifakı” platformu da Kürt sorununda milliyetçi şoven kaygıları aşamadı, ülkenin en dinamik muhalif partisi HDP’yi dışarda bıraktı. Ne var ki, dışarıda bırakılması, ümmetçi milliyetçi faşizmi geriletme mücadelesinde HDP’nin önemini azaltmak yerine daha da arttırdı.
Örneğin, ittifak dışında bırakılan HDP’nin yüzde 10’luk hırsızlık barajını aşması, güncel siyasi konjonktürde yaşamsal öneme sahiptir. Çünkü, HDP barajı aşamazsa, iktidardaki koalisyon fazladan 60 dolayında sandalye kazanarak, Meclis’te çoğunluğu sağlayacaktır. Meclis çoğunluğunu sağlayan faşist ittifak başkanlık seçimini de kazanırsa, meşruiyetini tazelemiş olmakla kalmayıp, tümüyle dizginsiz kalacaktır. Faşist koalisyonu hem Meclis’te hem de başkanlıkta frenlemek için HDP’nin seçim barajını aşması şarttır. CHP’nin solu neredeyse tümüyle dışlaması da göz önüne alındığında, HDP’nin desteklenmesi daha da kritik önem kazanmıştır.
Bu vesileyle anımsatmalı ki, HDP’nin Cumhurbaşkanı adayı Selahattin Demirtaş ve onca milletvekili bugün hâlâ hapistelerse, “Seni başkan yaptırmayacağız” sloganıyla Erdoğan despotizmine direndikleri için tutukludurlar. Sözün özü, parlamento seçiminde HDP’nin desteklenmesi sadece sosyalistler için değil, ülkenin gidişatından endişe duyan CHP ve diğer parti seçmenleri için de ihmal edilemez demokratik bir görevdir. Hangi gerekçeyle olursa olsun, bu demokratik dayanışma gereğini ve matematiksel gerçeği görmezden gelmenin pratik sonucu, HDP’nin barajın altına itilmesine katkı olur ki, İslamcı faşist diktaya soldan omuz vermek dışında bir anlamı yoktur.
***

HDP elbette pratiği ve örgütsel yapısı itibariyle sosyalist bir parti değil. Silahlı Kürt muhalefeti PKK ile sıhrî ilişkisi de malum. Kurucu bileşen olarak PKK’nin ağırlığına karşın HDP yüzde yüz PKK güdümünde bir parti veya kimilerinin öne sürdüğü gibi “Kürt MHP’si” de değil. HDP içinde kurucu bileşen olarak çeşitli sol partiler, dergi çevreleri, demokratik kitle örgütleri de bulunuyor.
1990 yılında Halkın Emek Partisi ile başlayan zincirin son halkasını oluşturan HDP, kurucu bileşenleri ve programı itibariyle sosyalist parti izlenimi verse de pratiği ve örgütsel yapısıyla radikal demokrat bir örgüt. Programında sınıfsal kurtuluşu da vurgulamasına karşın pratiğinde sınıfsal kurtuluştan önce kimlik kurtuluşunu öncelediği biliniyor.
Emek, eşitlik, özgürlük, barış ve adalet için...” başlıklı parti programında “Partimiz, insanlığın sınıfsız, sınırsız ve sömürüsüz bir dünyaya ulaşacağına inanır” diyor. Programında kendisini “Partimiz, her ulustan, her dilden, kültürden ve inançtan Türkiye işçi sınıfının, emekçilerin, üretici köylülerin, küçük esnafın, emeklilerin, kadınların, gençlerin, aydınların, sanatçıların, LGBT bireylerin, engellilerin, ezilen ve sömürülen tüm halk güçlerinin arzuladığı amaca varmak üzere güçlerini birleştirdikleri ve demokratik halk iktidarına/yönetimine yürüyenlerin partisidir” diye tanımlıyor.
Bir örgüt kendisini daha nasıl tanımlasın da dostluğuna sosyalistleri ikna edebilsin?
Bu vesileyle belirtmeli ki, HDP’nin yukarıda belirtilen programıyla örtüşen, kendisine oy vermeyi düşünen demokratların tereddütlerini giderecek bir söylem tutturmak için daha özenli çaba göstermesi tarihsel bir sorumluluktur.
Uzun söze gerek yok. Onca zorbalık, emek düşmanlığı, nefret ve ayrımcılıktan sonra Türkiye’nin diktatörü tökezletmeye, nefes almaya çok ihtiyacı var. Irkçılığa, faşizme, emperyalizme, sermayenin sömürü ve zulmüne karşı nice bedeller ödemiş sosyalistlerin demokratların seçimde ne yapmaları gerektiği konusunda arife tarif gerekmez. İslamcı partinin iktidarı gönül rızasıyla bırakmayacağı, sandık hilelerine başvuracağı, bu olasılığa karşı 24 Haziran akşamına ve 25 Haziran sabahına şimdiden hazırlanmak gerektiği de aşikârdır.

Aşağıdaki adreslerde kayıtlı yazılarla birlikte okunması dileğiyle



10 Mayıs 2018 Perşembe

VİCDAN YOKSULU SİYASET VE YARGI


Siyaseten girmedik delik bırakmayan Doğu Perinçek, Türkiye’de yargının hiçbir zaman AKP dönemindeki kadar iyi işlemediğini söylemişti.
Öyle çok uzak bir geçmişte değil, CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’nun Adalet Yürüyüşü’nü eleştirirken, Türk yargısı son 50 yılın altın devrini yaşıyor” demişti Perinçek. (Her zaman övündüğü “hukukçu” kimliğiyle bütün dosyaları ne zaman incelediyse), hapiste olanların tamamının PKK’lı ya da FETÖ’cü olduklarını öne sürmüş; “Şu an yargı tarafsız, ‘Ak Parti’nin yargısı’ tartışmaları yersiz. Bundan daha iyi yargıyı nereden bulacaksınız?” diye eklemişti.
Bu ülkede yaşayıp da Doğu Perinçek’in söylediklerine inanan çıkmış mıdır acaba? Hatta Perinçek bile kendi söylediklerine inanmış mıydı? Sahi, bir insan inanmadığı şeyleri hangi süfli çıkarlar uğruna söyleyebilir? Perinçek’in övgüsünü AKP Genel Başkanı Erdoğan duyduğunda ne düşündü kim bilir?

Erdoğan’ın o tarihte ne düşündüğü bilinmese de, kendi yargısı hakkında bugün ne düşündüğü ortada. Malum, 24 Haziran’da başkanlık seçimi yapılacak; Erdoğan da her vesileyle vaatlerini sallıyor: “Yeni dönem daha fazla demokrasi, daha geniş özgürlük, daha güçlü hukuk devleti dönemi olacak; yürütmenin daha etkin, yasamanın daha itibarlı, yargının daha bağımsız hale geldiği bir dönem olacak.” (24 Nisan 2018 tarihli AKP Grup Toplantısı)
Ülkeyi 16 yıldır tek başına yöneten siyasetçinin bu vaatleri üzerine ne söylense yetmez. İlk olarak, bu vaatlerin itiraf olduğu düşünülebilir ki, gerçekten de itiraftır. Yanıt olarak “Daha fazla demokrasi, daha geniş özgürlük, daha saygın parlamento, daha bağımsız yargı için elini tutan mı vardı? On altı yılda yapamadın da şimdi mi yapacaksın?” diye sorulabilir. Yine yanıt olarak, Osmanlı sadrazamlarından Koca Ragıp Paşa’nın şecaat arzı kastıyla itiraf edilen kabahatlere dair dizesi de anımsatılabilir ki, ben anımsatmayayım. Ne olur ne olmaz! Zira Doğu Perinçek’in övgüsünün tersine, AKP döneminin yargısı ne bağımsız ve tarafsız ne de altın devrini yaşıyor.
***

EN TARAFLI VE KEYFİ YARGI
Sadede gelecek olursak; bir ülkenin nasıl yönetildiğini anlamak için bakmanın yeterli olduğu kurumlardan biri de yargıdır. Yargı nasılsa, ülke ve iktidar da öyledir; tersi de doğrudur.
Ülkemizde yargı hiçbir zaman bağımsız değildi; mahkemeler hiçbir devirde ciddi anlamda hak arama kapısı olmadı. Hele temel hak ve özgürlükler söz konusu olduğunda yargı, diğer devlet erkleriyle ittifak içinde özgürlüklerin celladı rolünü oynamaktan geri durmadı. Yine de insaf ile söylemek gerekirse, yargı AKP dönemindeki kadar taraflı ve bağımlı olmadı, keyfi davranmadı.
Kişisel tarihimden örnek vereyim; 12 Eylül faşizminin sıkıyönetim mahkemesinde, sanıklarının çok büyük çoğunluğu askerlerden oluşan THKP/C davasında yargılandım. Anayasal düzeni zorla değiştirmeye teşebbüs suçundan, yani ünlü 146’ncı maddeden cezalandırılmamız isteniyordu. Cunta şefi (ismi lazım değil) kaç kere “onlara hain demeyi bile az bulurum” diyerek bizi hedef gösterdi. Cezaevlerindeki zulmün işkencenin simgesi olarak bize zorla giydirilen tektip elbiseyi mahkeme salonunda yırtıp attık. Buna karşın, sıkıyönetim mahkemesi beraat kararı verdi. Aynı iddianameyle AKP döneminde yargılansak, müebbet hapse hüküm giyerdik.
***

FETÖ YARGISINDAN AK YARGIYA
Dediğim gibi, yargı AKP dönemindeki kadar taraflı ve bağımlı olmadı, keyfi davranmadı. AKP sözcüleri ve Perinçek, kabahati FETÖ’ye yıksalar da mal meydanda. FETÖ yargıdan temizlendi ama durum değişmedi. Bu dönem yargısı (nasıl adlandırılacağı tartışılır; RETÖ yargısı demeyelim de AK yargı diyelim), FETÖ yargısından kaptığı marifetle insanları süründürmekten, hayatını karartmaktan geri durmuyor. FETÖ yargısı döneminde insanlar “bilmeden terör örgütü üyesi” olmakla suçlanabiliyorlardı; AK yargı döneminde özde değişiklik olmadı.
Bilmeden örgüt üyesi olunur mu? FETÖ yargısı devrinde olunuyordu. Birbirleriyle en ilgisiz kişiler Ergenekon davalarında sanık sandalyelerinde buluşturuluyordu. Genelkurmay Başkanı ile PKK hükümlüsü, Cumhuriyet Gazetesi sahibi ile gazeteyi bombalayan saldırgan... Liberaller Ergenekon operasyonlarını “Türkiye bağırsaklarını temizliyor” diye alkışlıyorlar, devrin Başbakanı Erdoğan “Ergenekon’un savcısı” olmakla övünüyordu. Erdoğan’ın ortağı Fetullah’ın gazete ve dergileri, “Ergenekon’a vurdukça ses PKK’dan geliyor” gibi başlıklar altında, Ergenekon ile PKK arasındaki derin ilişkiyi deşifre ediyorlardı! Ne ki, birbirleriyle ilgisiz kişilerin Ergenekon torbasına doldurulmasına tutarlı bir açıklama getirilemiyordu. Tutarlı olmasına ihtiyaç duyulmayan açıklama, dönemin Taraf gazetesi yazarı Yıldıray Oğur’dan gelmişti: Ergenekon öyle bir örgüt ki, ona üye olduğunu bilmeyenler var.
Mezkur yazar böyle bir cümle kurmakta haklıydı. Çünkü, iddianamelerin ve mahkeme kararlarının mantığı en veciz bu cümleyle ifade edilebilirdi. Yargılama suçluyu suçsuzdan ayırma niyetiyle yürütülmüyordu. Sahte deliller, pervasızca çiğnenen usul hükümleri mahkemelerin umurunda değildi. Türkiye’nin bağırsaklarının temizlendiğini propaganda eden gazeteciler ve yazarlar da yargılamanın dürüst gözlemcisi değil tarafıydılar. Yargılamada amacın Türkiye’nin provokatif kanlı geçmişiyle yüzleşme ve hesaplaşma değil, siyasal İslam’ın bir kısım rakiplerini tasfiye amaçlı olduğu çok sonraları itiraf edildi. İtiraf, İslamcı faşistlerin birbirlerinin gırtlağına sarıldıkları günlere rastladı. İtirafçı, siyasal İslam’ın neferlerinden biriydi. Başbakan yardımcılığına kadar yükselen itirafçı siyasetçi, “milli orduya kumpas kurulduğunu” bildirdi. Kumpas davalarının ateşli savunucusu Yıldıray da (sözüm ona özeleştiri yapıp) kendisini “az kullanılmış aptal” olarak nitelendirdi. Yıldıray’ın dilediği özür, aptallığın itirafı değil, operasyonel gazeteciliğin ne denli alçalabileceğinin itirafıydı aslında.
***

TERÖR ÖRGÜTÜ ÜYESİ OLMAMAKLA BİRLİKTE...
Dediğim gibi, FETÖ yargısı döneminde insanlar “bilmeden terör örgütü üyesi olmak” suçlamasına maruz kalabiliyorlardı; AK yargı döneminde durumda değişiklik olmadı. Bir farkla ki, bu dönemde insanlar, “bilmeden terör örgütü üyesi olmak” varsayımıyla yargılanmıyor; TCK, 220/6’ya göre “terör örgütü üyesi olmamakla birlikte” mantığıyla yargılanıp mahkum ediliyorlar. Cumhuriyet Gazetesi davasında aynen bu gerekçeyle mahkumiyet kararı verildi. En tuhafı, iddianameyi yazan da FETÖ şüphelisidir!!!
Cumhuriyet davasında mahkum edilenlerden biri de ulaştırma görevlisi Emre İper. ByLock ihbarıyla gözaltına alındığında ısrarla ByLock kullanmadığını söyledi ama nafile, tutuklandı Emre. İddianamede “şüphelinin bu özel kriptografik mesajlaşma programını telefonuna yükleyerek sisteme dahil olduğu kesin bir şekilde anlaşılmıştır” denilerek suçlandı. Mahkemenin atadığı bilirkişiler, Emre’nin telefonuna ByLock yazılımının hiçbir zaman indirilmediğini yazdılar ama yargıçların tutumu değişmedi. Emre İper, 3 yıl hapis cezasına çarptırıldı.
Bu dönem yargısının mantığı “terör örgütü üyesi olmamakla birlikte” diye ifade edilse de arada (FETÖ yargısına telmihen) “bilmeden terör örgütü üyesi olmak” suçlamasına da rastlandı. Örneğin 2002-2007 dönemi AKP Yalova Milletvekili Şükrü Önder, ByLock suçlamasıyla 22 Haziran 2017’de tutuklandı. Bilgi Teknolojileri Kurumu’nun raporunda Önder’in 11 kez ByLock hattına girdiği belirtiliyordu. Önder, telefonuna böyle bir program indirmediğini söylese de, mahkeme 6 yıl 3 ay hapis cezası verdi. Şükrü Önder’in telefonuna ByLock programı indirmediği, 1 yıl hapis yattıktan sonra anlaşıldı. Meğer bir yolculuk sırasında namaz saatini öğrenmek için namaz saati programına girmiş; giriş o giriş, çıkabilirsen çık. Namaz saatini sorduğu site, ziyaretçisine ByLock ikram etmektedir! Şükrü Önder de “bilmeden” FETÖ üyesi olmuştur!..
***

“YARGI VİCDANINI KAYBETMİŞ”
Yargının ne hallere düştüğünü anlatmak için çok örnek vermek gerekmiyor. Amerikan haber ajansı AP, 5 Eylül 2011 tarihli bülteninde, 11 Eylül 2001’den sonraki 10 yıllık dönemde tüm ülkelerde 35 bin 117 kişinin terörist olarak hüküm giydiğini, Türkiye’nin 12 bin 897 hükümlü sayısı ile ilk sırayı aldığını bildirmişti. Çin bile, 7 bin terörist ile ikinci olabilmişti.
Türkiye’nin bu birinciliği elde etmesinde, özgürlüklere düşman AK siyasetin yanı sıra yasaların ve yargının en barışçıl eylem ve ifadeleri bile “terör suçu” sayması etkili oldu. Resim yaparak, şarkı besteleyerek, şiir yazarak da terörist olunabilir! Kitap, bombadan daha etkili bir silahtır.” sözleri AKP iktidarı döneminde telaffuz edilebildi.
Halen cezaevlerinde kaç milletvekili, kaç gazeteci yazar var; gazeteci olarak ben bile ipin ucunu kaçırdım, tam rakamı bilemiyorum. Tutuklu öğrenci sayısı galiba 70 bin.
Tutuklu öğrenciler dedik de, Ayşe öğretmen de telefonla bağlandığı televizyon programında “Çocuklar ölmesin” dediği için 1 yıl 3 ay hapis cezasına çarptırıldı, bebeğiyle birlikte hapse atıldı. Programın tamamında hiçbir örgüt adı geçmediği halde, “Çocuklar ölmesin” çığlığı hangi vicdan ve mantıkla “terör örgütü propagandası” suçu sayıldı, şahsen bir yanıt bulamadım?
Sorunun yanıtı yargıdaki FETÖ yapılanmasına karşı mücadelesiyle bilinen Ankara Cumhuriyet Savcısı Bülent Yücetürk’ün istifa açıklamasında mevcut olsa gerek:
Türkiye Cumhuriyeti, tarihinin hiçbir döneminde olmadığı kadar hukuk krizine girmiştir. (...) Yargı vicdanını kaybetmiş, tüm iradesini bir güce teslim etmiş durumdadır. (...) Hitler, Alman yargıçlarına, ‘Karar verirken benim yerime Führer olsaydı hangi kararı verirdi diye düşüneceksiniz’ diyordu. Türkiye'de yargıçlar bu mantıkla hareket ediyor.”
Yargının en alttan en üste tüm kademelerinde görev yapmış bir savcının bu feryadına ne eklenebilir ki?
Yargının altın devrini yaşadığını söyleyen Doğu Perinçek’in kulakları çınlasın.
Sahi, bir insan inanmadığı şeyleri hangi süfli çıkarlar uğruna söyleyebilir?