Ergenekon diye kodlanan operasyon ve soruşturma,
topluma derin acılar çektirmiş derin devlet örgütlenmesinin ve darbecilerin tasfiyesi
olarak akıllarda yer ettiyse de aslında sermaye sınıfının iç savaş
muharebelerinden biriydi. Sermayenin iç savaşı sürecinde derin devlet
örgütlenmesi tasfiye edilmedi, devletin diğer birimleriyle birlikte yeniden
yapılandırıldı.
Türkiye sermaye sınıfı durup dururken kendi içinde
hesaplaşmaya tutuşmadı. Neo liberalizmin miladı sayılan 1980’e değin “İstanbul aslanı laik Atatürkçü” sermaye
grupları silahlı-silahsız bürokrasiyle kol kola tek başına iktidarın keyfini
yaşar ve hep iktidarda kalacakmışçasına rehavet içindeyken, Türkiye
küreselleşmesinin en gözü kara aktörü “Anadolu
kaplanı mütedeyyin İslamcı” sermaye grupları daha yoğun bir sömürü ve
birikim gerçekleştirdi. Daha yoğun sömürü ve birikimin sonucu olarak önce 1990’larda
yerel yönetimlerde iktidara geldi, 2002’de de merkezi hükümeti ele geçirdi.
Birikim kanallarının İstanbul sırtlanlarından Anadolu çakallarına çevrilmesi,
ikisi arasında iç savaşın tohumlarını yeşertti. Sermaye sınıfındaki yarılma ve
iç savaş, devlete, siyasete, uluslararası ilişkilere ve kültürel düzleme de
yansıdı.
***
Medya: Dördüncü
kuvvet değil yardımcı kuvvet
Sermaye sınıfının “laik” ve “mütedeyyin” hizipleri
arasındaki iç savaşın en önemli
psikolojik harp mecralarından biri de medya oldu.
Malum, medya veya daha somut bir adlandırmayla kitle iletişim
araçları, en genel anlamıyla temsil sistemidir. Medyadaki temsil, daha somut
ifadeyle medyada dolaşıma sokulan mesajlar, yani haber ve bilgi metinleri, mülk
sahibi sınıfın hegemonyasını yeniden üreten mesajlardır. Marks ve Engels’in
deyişiyle, “Egemen sınıfın fikirleri her
dönemde egemen fikirlerdir. Maddi gücü yöneten sınıf, aynı zamanda entelektüel
gücü de yönetir. Zihinsel üretim araçlarından mahrum kalanların fikirleri,
egemen sınıfın fikirlerinin etkisi altında kalırlar.”
Çağdaş iletişim kuramcılarından Noam
Chomsky de, medyanın işlevini “propaganda
modeli” ile açıklar. Chomsky’ye göre, “Totaliter
bir devlet için sopa neyse, demokrasi için de propaganda odur.” Medya ve
üniversiteler bağımsız olmayıp, şirketler dünyasına ve hükümete bağımlıdırlar.
Medya içerikleri sahiplik yapısının, reklam verenlerin, siyasî ve askerî elitin
süzgecinden geçerek kitleye ulaşır. Bu yüzden demokrasi seyirliktir.
Şirketler, akademi, siyaset ve medya dünyasının aktörleri, halkı “kamusal alanın dışında tutulması gereken,
katılımcı değil izleyici olmakla yetinmesi gereken, olan biteni kavrayamayacak
derecede aptal, cahil ve işgüzar takımı” olarak görürler. Bu şaşkın sürüyü
evcilleştirmek için rıza üretirler ve rıza üretimini “demokrasi sanatında devrim” olarak nitelendirirler.
Marksizm’in ve Chomsky’nin
önermeleri, Ergenekon ve Balyoz operasyonlarının medyadaki temsiliyle de
doğrulandı. Türkiye’de matbuat
basın medya ontolojik olarak iktidarın ve egemen sınıfın eklentisiydi, kamunun
değil devletin dördüncü gücüydü zaten. Fıtrata ilişkin bu hakikat, 1939 yılında
toplanan Türk Basın Birliği kurultayında, dönemin İçişleri Bakanı tarafından “Dördüncü kuvvet değil yardımcı kuvvet”
diye ifade edilmişti. Yardımcı kuvvet rolü, egemen medya tarafından hiçbir
zaman reddedilmedi. Ontolojik hakikate uygun olarak, 2007 yılında
başlayan operasyonlar ve yargılamaların medyadaki temsili de, Türkiye’nin
ekonomisinde ve siyasetindeki saflaşmayla doğrudan ilişkili olarak gerçekleşti.
Sermaye grupları ve siyasi temsilcileriyle simbiyotik ilişki, yani ortak yaşam
ilişkisi içindeki egemen medya bu operasyon ve yargılamaların gözlemcisi değil
tarafı oldu.
***
Ergenekon: Siyasal İslam’ın orduyu ele geçirme operasyonu
Kısaca anımsatmak gerekirse, “laik”
ve “mütedeyyin” sermaye hiziplerinin iktidar kavgası, 2002’de merkezi hükümetin
el değiştirmesinden sonra 2007 yılında Cumhurbaşkanı seçimiyle zirveye çıktı.
Ergenekon operasyonunun başlamasından sadece bir buçuk ay önce “laik”
sermayenin has müttefiki TSK’nin Genelkurmay Başkanı, 27 Nisan’da bir muhtıra
yayımladı, “sözde” değil “özde” Atatürkçü bir cumhurbaşkanı seçilmesi isteğini
ifade etti. Hemen ardından 3 Mayıs’ta İstanbul Dolmabahçe’deki Başbakanlık
ofisinde Genelkurmay Başkanı ile Başbakan baş başa görüştüler, “mezara kadar saklanacak” sırlar, daha
doğrusu dosyalar paylaştılar. 11 Haziran genel seçiminde “mütedeyyin”
sermayenin siyasi temsilcisi AKP, oy oranını artırarak iktidarını korudu. 12
Haziran 2007’de İstanbul Ümraniye’de bir evde el bombaları, patlayıcı madde ve
fünyelerin ele geçirilmesiyle Ergenekon operasyonu başladı. Ergenekon
operasyonu, 2010 yılında başlayan Balyoz operasyonuyla devam etti. Ergenekon
davasında emekli askerlerin yanı sıra siyasetçiler, akademisyenler,
gazeteciler, kimi sivil örgüt yöneticileri de yargılanırken, Balyoz davasında
2003 yılında İstanbul 1’inci Ordu karargâhındaki seminere katılan askerler yargılandı. Ergenekon ve Balyoz
davalarına sokulamayan askerler için de casusluk davaları açıldı.
Ergenekon ve Balyoz operasyonları
dar anlamıyla, TSK içindeki “Kemalist
laik” Soğuk Savaş artığı kadroların tasfiyesi, geniş anlamıyla siyasal
İslam’ın sivil bürokrasi ve yargıdan sonra orduyu da ele geçirme operasyonuydu.
NATO’nun “en güçlü” sayılan
ordularından TSK’deki bu tasfiye operasyonu, NATO’nun patronu Pentagon’un
desteğiyle yürütüldü. Soğuk Savaş döneminde “komünizmin
iç işgaline karşı iç savaş ordusu” olarak yapılandırılan TSK’den artık “ülkesinin en iyi ihraç malı” olması,
yani Batı kapitalizminin bölgesel savaşlarında rol alması isteniyordu. TSK’nin
yeni konsepte isteksizliği 2003 yılında Irak işgal edilirken en belirgin
şekliyle ortaya çıktı. İşgale bilfiil katılmaya isteksiz ordunun Irak’ın
Süleymaniye kentindeki irtibat birliğinin başına çuval geçirilerek en ağır
mesaj verildi. Bu ağır mesajı algılamayan ve Avrasya seçeneğinden söz etmeye
başlayan Soğuk Savaş artıklarına yanıt, Fetullah Cemaati’nin koçbaşı olarak
kullanıldığı Ergenekon ve Balyoz operasyonlarıyla verildi; TSK, “Atatürk ilke ve inkılaplarının bekçisi”
kadrolardan arındırıldı.
Bu operasyonlar sırasında,
sermaye sınıfının “Atatürkçü laik”
ve “İslamcı mütedeyyin” olarak
yarılmasına paralel olarak siyasi yapı da saflaştı, kutuplaştı. Siyasal
İslam’ın partisi AKP, Fetullah Gülen Cemaati’yle ittifak halinde, iktidarın tüm
olanaklarıyla operasyonları sahiplendi; dönemin Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan
kendisini “Ergenekon’un savcısı”
ilan etti. Siyasi rakibi CHP doğallıkla Ergenekon operasyonlarının karşısında
mevzilendi, o tarihteki lideri Deniz Baykal kendisini “Ergenekon’un avukatı” ilan etti. Baykal’dan sonraki genel başkan
Kemal Kılıçdaroğlu da “Gösterin bu
Ergenekon örgütünü, gidip üye olacağım” söylemiyle misyonu sürdürdü.
***
Yandaş Medya veya Ergenekon Medyası
Egemen medya da benzer şekilde
saflaştı. Yukarıda da vurguladığımız gibi, sermaye grupları ve siyasi
temsilcileriyle ortak yaşam ilişkisi içindeki egemen medya, Ergenekon ve Balyoz
operasyonlarını, liberal kuramın mirası “kamu
gözcüsü” olarak değil, doğrudan “taraf”
olarak temsil etti. Böyle davranırken de hukuki ve ahlaki hiçbir kaygı
gözetmedi, adeta “siyasi çıkar varsa
gerisi teferruattır” oportünizmiyle hareket etti.
Kısaca ayrıntılandırmak
gerekirse, Ergenekon sürecinde AKP iktidarı tarafından beslenen SABAH grubu, Yeni Şafak, el değiştirdikten sonra AKŞAM ve Star grupları, FG
Cemaati’nin yayın organları ZAMAN ve Bugün, ağız birliği içinde operasyonları
sahiplendiler. Genel bir ifadeyle YANDAŞ MEDYA olarak adlandırılan bu grupların
haber ve yorumlarında darbecilerden hesap sorulduğu, askeri vesayetin sona
ermekte olduğu propagandası yapıldı. Psikolojik harp ve propaganda icabı, AKP’nin ve muhafazakâr kesimin hazzetmediği her olayın
altında Ergenekon arandı. Öyle ki PKK, DHKP/C, İBDA/C
eylemleri ve Sivas Katliamı bile Ergenekon’a mal edildi. Ergenekon öyle sinsi
bir örgüt idi ki, bir kimse bilmeden de bu örgütün üyesi olabilirdi!..
Yayın hayatına 2007 yılında
atılan, Ahmet Altan ve Yasemin Çongar yönetimindeki Taraf gazetesi bu süreçte, Yandaş Medya saflarında özel bir misyon
üstlendi. Operasyona ilişkin manipülatif belge ve sahte oldukları sonraları
ortaya çıkan deliller genellikle önce Taraf
gazetesine sızdırıldı. Ardından yandaş medyanın sayfalarında ekranlarında
değerlendirildi.
Operasyonları sahiplenen Yandaş
Medya karşısında Ergenekon sanıklarını sahiplenen grupların başında medyanın
amiral gemisi Hürriyet vardı. Yanı
sıra, askerlere yakınlığıyla bilinen Milliyet,
imtiyaz sahibi ve Ankara temsilcisi tutuklanan Cumhuriyet, Posta ve Sözcü gazeteleri de Ergenekon
sanıklarının safında mevzilendiler. Bu gruplar da genel bir ifadeyle ERGENEKON
MEDYASI olarak adlandırıldı. (O tarihlerde Hürriyet,
Milliyet ve Posta ile aynı sahiplik yapısı içindeki Radikal gazetesi orta yolcu bir tutum izledi. Sahip değiştirdikten
sonra Milliyet de benzer orta yolcu
tutum izlemeye başladı.) Bu grupların yayınlarında özel olarak soruşturmalardaki
hukuksuzluk vurgulandı. Ergenekon
sanıkları için gösterilen hassasiyetin Hrant Dink ve benzeri cinayetler için
gösterilmemesi dikkat çekiciydi.
(Geçerken belirtelim, Yandaş
Medya ve Ergenekon Medyası ifadeleri, tarafların birbirlerine yakıştırdıkları
adlandırmalardır.)
***
Medyalar arası psikolojik harp ve propaganda
Bu süreçte medya öylesine saflaştı ki, gün geldi
birbirlerini düşman kabul etmeye başladılar. Taraflar birbirlerini, hukuk ve
medya etiğini bir kenara iterek en acımasız şekilde suçladılar, teşhir ettiler.
Manşetler mitralyöz gibi, ekranlar (Necmettin Erbakan’ın ruhunu şad edercesine)
hava kuvvetleri gibi kullanıldı. Yandaş Medyada sık sık Ergenekon’un medya
ayağına operasyonlar yapılması önerildi, (ihbarcı bir tutumla) tutuklanacak
gazetecilerden söz edildi, isim listeleri yayımlandı. İktidar bu önerilere ve
isim listelerine sessiz kalmadı. Doğan Medya Grubu mali kıskaç altına alındı, nihayet
gazeteciler tutuklandı. Sadece Cumhuriyet’in
imtiyaz sahibi İlhan Selçuk ve Ankara Temsilcisi Mustafa Balbay değil, Ergenekon’u
deşifre eden kitaplara imza atmış Ahmet Şık ve Nedim Şener, ODA Tv yöneticisi
Soner Yalçın ve arkadaşları da tutuklandılar. Dönemin Başbakanı Erdoğan, “Kitap bombadan daha etkili bir silahtır”
diyerek tutuklamaları savundu.
Döneme, operasyonlara ve davalara ilişkin manşetler programlar
kitaplara, master ve doktora araştırmalarına konu olması gereken
zenginliktedir. Dolayısıyla, üç beş örnekle de olsa üzerinde durulması kısacık
bir anımsatma yazısının hacmini aşar. Her şeye karşın, medyatik yargılama ve
infazın iki başlığı bu satırların yazarı için unutulmayacak önemdedir.
Soner Yalçın, Ahmet
Şık, Nedim Şener ve Yalçın Küçük’ün de aralarında oldukları 10 gazeteci yazarın
gözaltına alındıkları günlerdi. Değil yargılama, haklarında henüz iddianame
bile yoktu. Ama Ahmet Altan ve Yasemin Çongar yönetimindeki Taraf gazetesi hükmünü çoktan vermişti.
Operasyon başsavcısının söyledikleri, hüküm için yeterliydi. Gazetenin
manşetinde “Gazetecilikten
tutuklanmadılar” başlığı altındaki metinde hüküm verilmekle kalınmamış,
infaza da başlanmıştı (Taraf, 7 Mart
2011).
Hukuk ve meslek ahlakına
ilişkin kaygılar bir kenara bırakıldığında, ahlaki düşüş başladığında bir yerlere takılıp durması zordur! Fikir ve
haber namusu entelektüelliğin başlıca göstergesi sayılsa da ahlaken
düşmenin dibi yoktu. Aynı günlerde Yandaş Medyanın lokomotifi, FG Cemaati’nin
sözcüsü Zaman’ın birinci sayfasındaki
metnin başlığında, “Medyada gözaltı tartışması: Yargı sürecini
beklemeden zanlıları suçsuz ilan etmek doğru değil” cümlesi vardı (Zaman, 5 Mart 2011).
***
Ergenekon’dan 15 Temmuz’a
Yukarıda da belirttiğimiz gibi Ergenekon operasyonu ve davası, Pentagon’un
da desteğiyle siyasal İslam’ın sivil bürokrasi ve yargıdan sonra orduyu da ele
geçirme dönüştürme operasyonuydu. Tasfiye operasyonu başarıya ulaştıktan sonra
rakip kalmayınca, İslamcı ortaklar birbirlerine düştüler. Birbirlerini
yokladıkları öncü muharebelerin ardından hırsızlık yolsuzluk dosyalarının
ortalığa saçıldığı 17/25 Aralık 2013 ertesinde topyekûn boğazlaşmaya
başladılar. Bu vesileyle görüldü ki, meğer sırt sırta verdikleri dönemde bile
birbirleri hakkında cephane biriktirmişler. Görüldü ki, dini duyguları istismar
etmeye dayalı İslamcı siyaset de o denli ikiyüzlü, oportünist, entrikacı,
hilekâr, ilkesiz ve sermaye birikimcisidir. Daha acısı, hukuk hiç umurunda
değildir.
İslamcı siyasetin doğası gereği
hukuku hiç umursamadığı Ergenekon sürecinde en çıplak haliyle görüldü. Operasyon
ve dava, İslamcı ortaklar tarafından hukuk cellatlarına ihale edildi. Sadece
darbe dönemlerinde rastlanabilecek hoyratlıkla sabahın köründe insanların
evleri basıldı, sahte deliller üretildi, derin devletle yan yana
getirilemeyecek muhalifler de suçlandı. Fırsat bu fırsat, ordu içindeki alevi
kökenli askerler de operasyona kurban edildi, birçoğu intiharı tercih etti. Sorgulamalarda
ve yargılamalarda ülkenin kanlı geçmişi, faili meçhul cinayetler ve katliamlar
hiç sorgulanmadı. Bu hakikate karşın Yandaş Medya, yargılamaları “Ülkenin bağırsaklarının temizlenmesi”
olarak propaganda etti. Nihayet İslamcı iktidar ortakları birbirlerinin
gırtlağına sarıldıklarında, yeni ittifaklar gündeme geldi. Anayasa Mahkemesi ve
Yargıtay’ın kararlarıyla Ergenekon ve Balyoz davaları düşürüldü. Peşinden, FG
Cemaati’nin sivil kadrolarının tasfiyesine başlandı.
Polis ve sivil bürokrasideki
Cemaat kadroları tasfiye edilirken Cemaat medyası nasıl da ağlamaklıydı. Operasyon
haberleri ve köşe yazıları çok ama çok dokunaklıydı: Hırsızları yakalayınca
böyle oldu. Rezalar dışarıda yakalayan polisler içerde. Haram lokma yemediler,
kanunsuz iş yapmadılar, algı operasyonuna maruz kaldılar. Türkiye evrensel
hukuktan uzaklaşıyor. Gözaltındaki polislere insanlık dışı muamele ediliyor. Oruçlu
polislerin sorgusu sırasında lahmacun ziyafeti çekiliyor. Mahkeme kararı
olmadan insanlar suçlu ilan ediliyor...
Bu satırların yazarı bu dokunaklı
haber ve yorumları her okuyuşunda biraz önce aktardığı manşetleri anımsadı. En
güçlü en şaşmaz en gerçekçi yargıç hayatın ironisinin ne denli çarpıcı öğretici
olduğunu düşündü...
Hayat devam etti. Cemaat, gırtlağına
yapışan Reis’e karşı can havliyle askeri darbe girişiminde bulundu. Ancak,
AK/Saray ve Reis’e karşı onca nefrete karşın, toplumda darbe isteği ve
beklentisi olmadığından, kırk yıldır “altın
nesil” yetiştiren Cemaat “altın
vuruş” yapmakla kaldı. Devletten ayıklandığı gibi, şirketlerini, okullarını
ve medyasını da yitirdi.
Şimdi artık yeni bir ittifak var.
AK/Saray ve Reis, dünün Ergenekoncularıyla kol kola. Bu ittifak, Cemaat’e karşı
görünse de özünde iş cinayetlerine kurban giden emekçilere, eski ve yeni
işsizlere, katliama dönüşen kadın cinayetlerinin kurbanlarına, anadilini konuşmak
kimliğine kültürüne sahip çıkmak istediği için zindanlara tıkılanlara,
inancından ötürü dışlanan Alevilere gayrimüslimlere, farklı cinsel kimlik
sahiplerine, solculara sosyalistlere karşı yükseliyor.
Ve elbette güncel yakın tehdit
olarak artık her taşın altında FETÖ aranıyor. Öyle ki, adı lazım olmayan
Başbakan Yardımcısı’nın deyişiyle “yolda
arabanın lastiği patlasa, FETÖ’den biliniyor”.
Etme bulma dünyası işte. En güçlü
en şaşmaz en gerçekçi yargıç hayatın ironisi ne denli çarpıcı ve öğretici değil
mi?
FETÖ’nün bir dönem en dokunulmaz
sanılan kişileri ve makam sahiplerini titreten savcıları yargıçları firarda.
Firara fırsat bulamayıp yakalanan mensuplarının nasıl yargılanacaklarını bilen
bilir. Bu ülkenin dürüst namuslu demokrat solcu sosyalist insanları on yıllarca
boşuna dil dökmediler, hukuk herkese lazımdır diye...
Evet evet! Hukuk herkese
lazımdır. Gün gelir Başkan’a, Reis’e, Başbakan’a, muktediri muhalifi her
siyasetçiye, yandaşı liberali medya esnafına da lazım olur!
NOT: Çağdaş Gazeteciler Derneği Bursa Şubesi'nin yayın organı Çağdaş'ın Eylül 2016 tarihli 17'nci sayısında yayımlanmıştır.