30 Ocak 2022 Pazar

UĞUR MUMCU VE ABDİ İPEKÇİ’DEN BUGÜNE MEDYA

Uğur Mumcu’nun 1942’de Kırşehir’de tapu kadastro memuru bir babanın evladı olarak başlayan yaşam çizgisi, 1993’te Ankara Karlı Sokak’ta kalleş bir bombanın düğümlemesiyle sonsuzluğa uzandı.

Uğur Mumcu’nun katledildiği günü de kapsayan zaman dilimi dehşet yıllarıydı. Ülkenin bir bölümünde dağ taş bombalanıyor, binlerce köy boşaltılıyor, milyonlarca insan doğal yaşam alanlarını bırakıp göç etmeye zorlanıyor ve binlerce “faili meçhul” cinayet işleniyordu. Bu arada düzinelerce gazeteci cinayetlere kurban gidiyordu. Türkiye Gazeteciler Cemiyeti’nin “Öldürülen Gazeteciler” listesine göre, Türkiye basın tarihinde ilk gazeteci cinayetinin işlendiği 1909’dan bu yana katledilen 66 gazeteciden 22’si 1992 ve 1993 yıllarında öldürülmüştü. Uğur Mumcu da katledilenler arasındaydı.

Birçok gazeteci cinayetinde olduğu gibi Uğur Mumcu’yu katleden kalleş bombayı patlatanların ayak izleri de devletin karanlık dehlizlerinde kayboldu. Cinayetin işlendiği tarihteki Başbakan Süleyman Demirel ve Başbakan Yardımcısı Erdal İnönü cinayeti aydınlatmanın “namus ve onur borcu” olduğunu söyledilerse de, borç olduğu gibi duruyor. Katil adayı olarak çok sayıda kişi yargılandı ama cinayetin üzerindeki sır perdesi aralanmadı.

***

Cinayetin neden karanlıkta kaldığı sorusunun bir parça yanıtı, Güldal Mumcu’nun “İçimden Geçen Zaman” adlı kitabında aktardığı diyaloglarda saklı.

Güldal Mumcu ve aile dostu Avukat Emin Değer, cinayetten beş ay sonra, cinayeti soruşturmakla görevli Devlet Güvenlik Mahkemesi (DGM)’ye giderler. Başsavcı Nusret Demiral, yetkisinin yeterli olmadığından yakınır. Savcı Ülkü Coşkun ise şöyle itiraf eder:

“- Bana olayı aydınlatmam konusunda yazılı emir verilirse olay çözülür.”

Güldal Mumcu’nun şaşkınlığı üzerine sözlerini şöyle tamamlar:

“- Anlamıyorsunuz Güldal Hanım. Emin Bey ne demek istediğimi anladı.

Savcının kastı, kontrgerilla konusunda kitap yazmış olan Emin Değer’in faili meçhul cinayetlerle devlet görevlileri arasındaki bağlantılara ilişkin kuşkulardı. Yani, “Bu işi devlet yapmıştır, siyasi iktidar isterse çözülür.

***

Savcı’nın işaret ettiği kuşkular ve bağlantılar sonraki diyaloglarla doğrulandı. Cinayetin üzerinden üç yıl geçtikten sonra Güldal Mumcu soruşturmadaki tuhaflıkları konuşmak üzere Adalet Bakanı Mehmet Ağar’a gider. Yanında yine Emin Değer vardır. Soruşturmadaki tuhaflıkları anlatan Güldal Mumcu: “Karşımıza sürekli engeller çıkarılıyor, bir duvar örülüyor sanki” diye yakınır. Bu yakınma üzerine konuşma şöyle gelişir:

Ağar: Evet Güldal, bir duvar örülüyor.

Güldal: O zaman çekin bir tuğla, yıkılsın duvar.

Ağar: Çekemem.

Güldal: Tuğlayı çekin, kenara çekilin.

Ağar: Yapamam, onu da yapamam

Güldal: Soruşturma için yeni bir ekip kurulmasını sağlayabilirsiniz belki.

Ağar: Kusura bakma Güldal, yapamam.

Güldal: Ülkü Coşkun dedi ki, “Bu işi devlet yapmıştır. Siyasi iktidar isterse çözülür.”

Ağar: Aptal bunlar. Böyle şeyler söylenir mi?...

Güldal: O zaman başkaları çeker, altında kalırsınız.

Bu son cümle üzerine Mehmet Ağar, “Ona kimsenin gücü yetmez” gibi müstehzi bir ifadeyle gülümser…

***

Aradan yıllar geçer, Yıl 1999. Bir dönem kendisi de suikasta maruz kalmış Bülent Ecevit, Başbakan Yardımcısı’dır. Güldal Mumcu, Ecevit’e gider, cinayetin soruşturulması için destek ister. Ecevit’in yanıtı karşısında bir kez daha şaşırır Güldal Mumcu:

“- Ben Uğur Bey’i severdim. Bana yapılan suikastı araştırırken hep duvarlara çarptım. Eşiniz de arı kovanına çomak sokmuştu.”

Güldal Mumcu’ya göre Ecevit’in bu yanıtı “sözün bittiği yer” idi.

Söz nasıl bitiyordu? Bu sorunun yanıtı, kitabın daha ileriki sayfalarında var.

Yıl 2000. Ankara Emniyet Müdür Yardımcısı Uğur Badem ziyarete gelir:

Uğur Badem: Güldal Hanım, bize ‘bulun’ diyorlar.

Güldal Mumcu: Başka ne söyleyecekler ki?

Uğur Badem: ‘Bulun ulan’ demiyorlar. MİT, Emniyet, siyaset arkamızda tam durmuyor.

Uğur Mumcu cinayetinin niçin karanlıkta kaldığı sorusunun yanıtı özetle böyle.

***



Uğur Mumcu, ayak izleri devletin derinliklerinde kaybolan katiller tarafından katledildikten sonra meslektaşlarınca da öldürülmek istendi. Çünkü Simavi ailesi, Nadi ailesi, Ilıcak ailesi, Dinç Bilgin, Aydın Doğan gibi patronların dışında; Uğur Mumcu, profesyonel gazeteci, yani geçimini salt fikir işçiliğiyle sağlayan kişi olarak Türk basın tarihinde ana akım medyanın en etkili gazetecisiydi. Yanı sıra (bana göre) bir de 1979 yılında cinayete kurban giden Abdi İpekçi’den söz edilebilir.

Abdi İpekçi gazetecilik meslek kurallarına sadakati ile temayüz etmişti. Yani hakikate sadakat titizliği. İpekçi’ye göre haber ikinci bir kaynak tarafından doğrulanmadıkça dolaşıma sokulmamalıydı. Abdi İpekçi, bugün hâlâ yürürlükte olan 212 sayılı Basın İş Yasası’nın da mimarları arasındaydı. Basın patronlarının 1961 yılında 212 sayılı yasaya karşı boykotları karşısında “Patronlara hazır lop, gazeteciye simit cop” sloganıyla tarihe geçen 10 Ocak direnişinin bayraktarı Abdi İpekçi’ydi. Fikir işçilerinin Abdi İpekçi öncülüğünde 10 Ocak direnişi, izleyen yıllarda tek sendika çatısı altında birleşmelerinin yolunu açmıştı.

Uğur Mumcu da hakikate sadakat titizliğinin yanı sıra belgelere dayalı araştırmacı gazeteciliğin simge ismidir. Sayabildiğim kadarıyla toplam 43 basılı kitabı, araştırmacı gazeteci olarak çalışkanlığının üretkenliğinin meyvesidir. 

Çalışkanlığının yanı sıra mizaç olarak mütevazıydı, espriliydi Uğur Mumcu. Genç meslektaşlarının yardım isteklerini geri çevirmezdi. Çömez bir muhabir olarak haber yazarken yardımını istediğimde veya 1989/1990 yıllarında Çağdaş Gazeteciler Derneği Başkanı olarak görüş istediğimde desteğini esirgememişti. Ruhu şad olsun. 


Uğur Mumcu Marksist olmasa da, kapitalist piyasanın emrindeki ana akım medyanın terazisinde emek kefesinde duruyordu. Oysa 12 Eylül faşist darbesiyle girilen süreçte istikamet emek değil sermaye idi. Tekelleşen medya için de aslolan hakikate sadakat ve haber vermek değil, sermaye birikimiydi. Bu süreçte terazinin emek kefesinde kaldığı içindir ki, kalleş bombayla parçalandıktan sonra bu kez meslektaşlarınca parçalanmak istendi. Matbuat Basın Medya çizgisindeki metamorfozun simge profesyoneli, “Yeni Gazetecilik modelleri” başlığı altında Abdi İpekçi’yi ve Uğur Mumcu’yu hedef alarak aynen şöyle yazdı: “Uğur Mumcu kuşkusuz, Türkiye’ye araştırmacı gazetecilik anlayışını getiren insandır. Ancak köşe yazılarında kullandığı üslup bugünkü koşullarda hem imkánsız hem demode. Bugün hálá Abdi İpekçi'nin yaptığı gazeteyi özlemek, nostaljik patinajdan başka bir anlam taşımaz.” (Ertuğrul Özkök, Hürriyet, 3 Ocak 2004)

Aynı profesyonel daha sonra, Abdi İpekçi / Uğur Mumcu modelini “katır kutur” diye aşağıladı; seçenek olarak, “sit com gazeteciliği” önerdi. (Hürriyet, 3 Mart 2010)

Ne ki Abdi İpekçi ve Uğur Mumcu’ya karşı “pseudo” profesyonelin başını çektiği cinayet girişimi akim kaldı. Dönekliği bile sahte olan profesyonel ve yol arkadaşları Uğur Mumcu’yu ve Abdi İpekçi’yi ikinci kez öldürmeye çalışırken kendi mezarlarını kazdılar; ana akım medyayı siyasal İslam’a teslim ettiler; profesyonelin kaptanlık ettiği “amiral gemisi” “hanedan teknesi” oldu. 

Abdi İpekçi ve Uğur Mumcu, basın tarihindeki onurlu yerlerinde acıyla gülümsüyorlar.

Anılarına saygıyla.


25 Ocak 2022 Salı

ADEM’İN CEHALETİ YA DA ÖKÜZ ALTINDA BUZAĞI ARAMAK

ADEM’İN CEHALETİ YA DA ÖKÜZ ALTINDA BUZAĞI ARAMAK

Sedef Kabaş’ın ve Sezen Aksu’nun başına gelenlere bakıp ülkenin geleceği adına kaygılanmamak mümkün değil.

Sezen Aksu, yıllar önce söylediği “Şahane Bir Şey Yaşamak” adlı eserinde “Selam söyleyin o cahil Havva ile Adem’e” ifadesi geçtiği için, linç etmeye hazır güruha, AKP Genel Başkanı tarafından “O dili kopartmak bizim görevimizdir” denilerek hedef gösterildi. Gazeteci Sedef Kabaş ise siyasal eleştirisini “Taç giyen baş akıllanır. Öküz tahta çıkmakla padişah olmaz, saray ahır olur.” atasözleriyle güçlendirmeye çalıştığı için tutuklandı.


Bu eleştiride tutuklamayı gerektirecek ne var? Hepimiz günlük hayatta tabiatın dört ayaklı veya kanatlı canlıları dolayımıyla buna benzer övgüler veya yergilerde bulunmuyor muyuz? Bunlar tutuklama gerekçesi olsa memlekette kaç kişi kalır tutuklanmayan? Hem AKP Genel Başkanı yerli yersiz her fırsatta muarızlarına benzer laflar söylemiyor mu? Örneğin daha geçen seçimlerde rakibi Muharrem İnce’ye Ziya Paşa’nın “Zer-dûz pâlân ursan eşek yine eşektir” dizesiyle sataştı. Aynı konuşmasında “Eşek ölür kalır semeri, insan ölür kalır eseri” atasözünü anımsatarak da kendisini övmeye çalıştı. Başka bir konuşmasında da “Eşek ölür kalır eseri…” dedikten sonra “Pardon pardon” diyerek yanlışını düzeltmişti.

Dediğim gibi dört ayaklı veya kanatlı evcil dostlarımız dolayımıyla yapılan yergilerden o kadar da alınganlık duymamalıyız. Tersi hamlıktır çiğliktir. İktidar hiyerarşisinin en üst basamağına çıkmış siyasetçi, her fırsatta muarızlarına evcil dostlarımız dolayımıyla sataşıyorsa, kendisine aynı üslupla karşılık verileceğini kabul etmelidir.

***

Olayın espri mizah kaldırır bir yanı yok ama Sedef Kabaş “Aslan tahta çıkmakla kral olmaz ama…” dese yine tutuklanır mıydı? Ya da mahkemede şöyle bir savunma yapsa, kendisini tutuklayan savcı, yargıç ve cümle ahali ne düşünürler acaba?

Yargıç: AKP Genel Başkanı’na neden hakaret ettin?

Sedef: Süleyman Soylu hakaret etti, bakan oldu. Numan Kurtulmuş hakaret etti, yardımcısı oldu. Devlet Bahçeli hakaret etti, iktidar ortağı oldu. Benim de kendimce bir kariyer planım var.

Sedef Kabaş kendisini nasıl savunacak bilinmez ama böyle bir savunma yapsa taşı gediğine koymuş olmaz mı?

Sahi Devlet Bahçeli, Süleyman Soylu, Numan Kurtulmuş, Tayyip Erdoğan için geçmişte neler söylemişlerdi? Tayyip Erdoğan maruz kaldığı hakaretlere nasıl karşılık vermişti? Hatırlamak bile insanın içini daraltır. Onca hakaretlerden sonra birbirlerinin yüzüne nasıl bakıyorlar, nasıl birlikte siyaset yapıyorlar? Alaturka siyaset böyle bir şey mi? Alaturka siyaset böyleyse, o hakaretleri kan davasına dönüştürmeyen AKP Genel Başkanı Tayyip Erdoğan, Sedef Kabaş’ın telaffuz ettiği atasözlerini (olgunluk gösterip) duymazlıktan gelemez miydi? Benimki de saflık işte. Düzce Milletvekili Fevai Arslan’ın “O Allah’ın tüm vasıflarını üzerinde toplayan bir lider” diyerek işlediği şirk günahına itiraz etmeyen şahıstan atasözlerinden alınganlık duymamasını bekliyorum. Ne demeli? Vermeyince mabut neylesin Sultan Mahmut! Umarım işgüzar bir savcı da bu hikâyeye aklını takıp öküz altında buzağı aramaya kalkmaz.

***


Sezen Aksu’nun şarkısına gösterilen tepkilerin serencamı da bundan farklı değil. Şarkıda geçen “Selam söyleyin o cahil Havva ile Adem’e” ifadesine kalpleri beyinleri taassupla taşlaşmış güruhun gösterdiği tepkinin ardı arkası gelmiyor. Son olarak kendilerini 15 Temmuz Şehitler ve Gaziler Platformu olarak adlandıran bir güruh, “İçişleri Bakanımızın da dediği gibi, ‘beyinlerine kafalarına sıkacağız, dillerini keseceğiz” diyerek tehdit etti.

En hazin olanı ise, devlet erkini tek başına elinde tutan AKP Genel Başkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın (hem de cami içinde) “O dili kopartmak bizim görevimizdir” diyerek, Sezen Aksu’yu hedef göstermesi. Yakın siyasi tarihte örneği var mı, şu an aklıma gelmiyor. Olsa olsa Kenan Evren benzer şeyler söylemiştir.

Sezen Aksu, muhatabının yerin dibine girmesini gerektiren yanıtıyla yüreklere su serpti. Yürek hakkıyla tarihe geçen bu yanıt sonrasında ne söylense çokça anlamlı olmaz. Bazı entelektüeller “E canım, Âdem ile Havva çok mu bilgiliydiler? Şeytana uyup Allah’ın yasak ettiği meyveyi yemeleri cahil olduklarını göstermiyor mu? Âdem Havva masalına inananlar, kardeşin kardeşle evlendiğine, insanların bu şekilde çoğaldıklarına da mı inanıyorlar? Kardeşiyle birleşerek çoğalmak, ilahi iradeye yaraşır mı?” gibi teolojik mevzilerde akıl yürütmeye, ortamı sakinleştirmeye çalışıyorlar. Yerinde ve mantıklı sorular ama bu çabalar da linç heveslisi güruhu caydırmaya yetmez. Kalpleri beyinleri taşlaşmış güruhla akıl ve mantık ölçüleri içinde tartışmak pek mümkün olmuyor.

İnsan yine de düşünmeden edemiyor. Bir söze, bir şarkıya, bir karikatüre, bir ironiye tahammülsüz güruhlar nasıl da bu kadar çoklar ve iktidarı etkileyebiliyorlar?

İktidar partisinin genel başkanı, bu güruhun desteğinden vazgeçmeyecek kadar basiret yoksulu mudur?

Yoksa, “Türkiye’nin Taliban’ın inancıyla alakalı ters bir yanı yok” sözleri, diplomatik bir iltifatın ötesinde, gerçekten inanç ve zihniyet kardeşliğinin itirafı mıdır?


Geçmişte “aile ortamında çekilmiş” sözleriyle açıkladığı fotoğrafın da gösterdiği üzere, gerçekten Taliban ile zihniyet ve inanç kardeşliği var anlaşılan. Taliban Afganistan’ı nasıl yönetmeye çalışıyorsa AKP Genel Başkanı da Türkiye’yi öyle yönetmek istiyor. Dün aydınların kanıyla banyo yapmakla tehdit eden Sedat Peker’in sırtı sıvazlanıyordu, bugün kafalara beyinlere sıkmakla tehdit edenlerin. Kendisi de dil kopartmaktan söz ediyor; Sezen Aksu ve Sedef Kabaş üzerinden bütün ülkeye korku salıyor, kimse sesini çıkarmasın istiyor. Halkı, emekçileri özellikle de yoksulları din sömürüsüyle kutuplaştırarak azalan seçmen desteğini konsolide etmeye çalışıyor.

Bilinmeli ki, baskıyla korkuyla kimse iktidarını koruyamadı. En naif deyişle, dünya Sultan Süleyman’a da kalmadı. Kişi ne kadar zengin ve muktedir olursa olsun, göçüp gidecektir. Tayyip Erdoğan’ın da anımsattığı üzere “Eşek ölür kalır semeri, insan ölür kalır eseri.


20 Ocak 2022 Perşembe

SAHTE ADNAN MENDERES MEKTUBU

Makamınız rütbeniz toplumsal statünüz bir yana. Dar veya geniş bir çevreniz var. İnsanlar size saygı gösteriyor, değer veriyor. Karşılık olarak siz de çevrenize değer verirsiniz, saygı gösterirsiniz değil mi? Bilerek veya bilmeyerek bir yanlışlık yaptığınızda kendinizi mahcup hissedersiniz, yanlış davranışınızdan dolayı özür dilersiniz, gönül alırsınız. Hele hele asla yalan söylemezsiniz, yalan konuşmayı aklınızdan bile geçirmezsiniz…

İçinde yaşadığımız toplumda bu ahlaki duyarlılığa sahip kaç kişi kaldı dersiniz? Hele siyaset ve iktidar sahnesinde? Yalan söylemeyen, dün söylediğini bugün inkâr etmeyen, bir kabahati veya günahı ortaya çıktığında hemen ayetlerin arkasına saklanmayan, bir ekip arkadaşının hırsızlığı ortaya çıkmışsa örtbas etmeyen, Allah ile aldatmayan, dünkü mağduriyetini unutmamış, kendisi lüks ve şatafat içinde yaşayıp yurttaşlara sabır tavsiye etmeyen, kamu malına gözünün bebeği gibi sahip çıkan, yurttaşları arasında ayrımcılık yapmayan, kendi evladını askerlikten muaf tutup yoksul aile çocuklarını cepheye sürmeyen, hukukun üstünlüğü ilkesini şiar edinmiş, demokrasiyi araç olarak görmeyip içselleştirmiş; kibirden uzak, bilgili, entelektüel, zarif, aklına estiğinde küfretmeyen, sanata ve sanatçıya saygılı, lümpen davranışlardan uzak duran kaç siyasetçi tanıyorsunuz?

Tersine olarak da, seçmenlerin çoğunluğu, özellikle de yoksul ve eğitimsiz seçmenlerin çoğunluğu, cehaleti ve sadakayı kutsayan, sürekli yalan söyleyen, kendilerini Allah ile aldatan, ekip arkadaşlarının rüşvetini hırsızlığını örtbas eden, küfürbaz siyasetçileri niçin baş tacı ediyor? Niçin eğitimsizliği ve yoksulluğu kader belleyip sadakaya razı oluyor?

***

Özel olarak bir siyasetçiyi ve belirli bir partinin seçmen kitlesini tanımlamıyorum. Etrafına bakan herkes bu tanıma uyan biri(leri)ni görmekte hiç zorlanmaz. Siyaset ve iktidar sahnesi dün de bu gibi zübüklerle doluydu bugün de. Ama insaf ile söylemeli; Allah ile aldatmak, yalan söylemek, hırsızlığı yolsuzluğu örtbas etmek, yurttaşlar arasında ayrımcılık yapmak hiç bugünkü kadar siyaset tarzı olmamıştı.

Örneğin adam her sahneye çıkışında, mikrofonu her eline alışında, seçilmiş kameralar önünde her defasında yalan söylemeden, ayet sallamadan duramıyor. Yalanı ortaya çıktığında da ne gam; aldatıldığını söylüyor, “Rabbim ve milletim affetsin” temennisine sığınıyor. Bu siyasetçinin kaçıncı aldanması kaçıncı aldatmasıdır; eğitimsiz yoksul seçmen kitlesinin kaçıncı alkışıdır; gazeteci olarak ben bile çetelesini tutamadım.

Adamın son vukuatı, son yalanı, 1961 yılında cuntacılar tarafından idam edilen Başbakan Adnan Menderes’e dair. Menderes’in idam edilmeden hemen önce cuntacılara yazdığı rivayet edilen bir mektubu okudu. Sözde mektupta Menderes cuntacıları aşağılıyor ve son söz olarak “Menderes'in ölüsü, ölünceye kadar sizleri takip edecek ve bir gün sizi silip süpürecektir. Buna rağmen merhametim sizinledir. Millet sağ olsun.” diyor.

Adam mektubu öyle bir okudu ki, hıçkıra hıçkıra ağlayacak sandım bir an. Rol yapmakta, sahte göz yaşı dökmekte de öyle başarılı yani. Hem beden sıhhati hem de akıl ve ruh sağlığı açısından böyle aşırı şekilde heyecanlanmak hiç doğru değil. Tasası bana düşmez yine de.

***

Nereden mi aklına esmiş böyle bir mektubu okumak? Anadolu Ajansı’nın haberinden olsa gerek. Birkaç zübük, Adnan Menderes’e mal ederek böyle bir mektup yazmışlar ve bir müzayede sitesinde satışa çıkarmışlar. Anadolu Ajansı da, zübüklerin yazdığı metni gerçek sanıp haberleştirmiş. Ajans, sahteliğin farkına varıp haberi iptal etmiş ama Beyefendi (Adnan Menderes’i evliyalaştırmış) efsunlu kitleye sahte mektubu okumakta beis görmemiş; ne söylese inanmaya hazır efsunlu kitlesi de alkışlamış… 

Bir iletişim kazası ve aldanma gibi görünse de, daha vahim bir vukuat olduğu anlaşılıyor. Çünkü, Ajans haberi iptal etttikten iki gün sonra sahte mektup gerçekmiş gibi siyasal iletişime malzeme yapılmış. Oysa Ajans haberi iptal etmese bile mektup kuşkuyla karşılanabilirdi. Asgari ölçüde siyasi tarih bilgisine sahip herkes, Adnan Menderes’in bu içerikte mektup yazacak cesaret ve karakterde birisi olmadığını bilir. Mektup, Menderes gibi idama hükümlü, eski İttihatçı, komitacı Celal Bayar’a atfedilse “olabilir” denilir ve yakıştırılırdı. Ama hemen sorgulanır; “Celal Bayar madem böyle bir mektup yazmış; 27 Mayıs darbecilerinin gözden düşmelerinden sonra da on yıllarca yaşadı, neden kendisi sağken bu mektubunu gizledi?” diye sorulur ve mektubun sahteliği yine anlaşılırdı. Ama bu durumda sahte mektup “Celal Bayar yazmış” denilip okunsa, Menderes’e mal edildiği ölçüde efsunlu bir coşkuyla alkışlanmazdı.


İlginç bir nokta da, sahte mektup, 27 Temmuz 2016’da TRT Avaz kanalında aynen yayımlanmış; nedense o günlerde bugünkü gibi yankı uyandırmamış. (İzlemek isteyen, şu linki tıklayabilir: https://www.youtube.com/watch?v=9jT_9coFIPg)

Diyeceğim odur ki, “Adnan Menderes’in” denilen mektubun sahte olduğu bilinerek okunması da ihtimal dahilindedir. Beyefendinin siyasi tarihi buna benzer nice vukuatla doludur. Demokrasi limanında bir parça rahat etmek yerine faşizmin kayalıklarında debeleniyorsak; bir nedeni de, kasıtlı yalana tevessül eden, yalanı ortaya çıktığında “Rabbim ve milletim affetsin” temennisine sığınan siyasetçilerin varlığı kadar, o yalanlara ve temennilere alkış tutan devasa bir kitlenin de varlığıdır.