Rivayet, en sade tanımıyla doğru olup olmadığı bilinmeyen söylenti demek.
Asparagas ise, masa başında uydurulup gerçekmiş gibi yayımlanan yalan haber.
Didim’de Şehit Mustafa Özsoy Parkı’na yolum düşünce, Çanakkale Boğazı’nda batan Dumlupınar denizaltısında mahsur kalan denizcilerin “Vatan sağ olsun!” diyerek son nefeslerini verdikleri rivayetini anımsamadan edemedim.
Türk denizcilik tarihinin en hazin sayfalarından birinde kayıtlıdır Dumlupınar trajedisi. Resmi anlatıya göre, Ege Denizi’ndeki NATO tatbikatından dönen Dumlupınar, 4 Nisan 1953 saat 02.15’te, Çanakkale Nara Burnu açıklarında İsveç bandıralı yük gemisiyle çarpışır ve batar. Mürettebattan o anda köprü üstünde görevli 8 asker suya düşer; 3’ü boğularak ölür, 5’i İsveç gemisi tarafından kurtarılır. Batan denizaltıda 59 asker ilk dakikalarda boğularak ezilerek can verir; kalan 22 asker kıç torpido dairesine sığınır. Denizaltının telefon hattının bulunduğu battı şamandırası otomatik olarak su yüzeyine çıkar.
Emekli Tümamiral Cem Gürdeniz’in anlattığına göre, Dumlupınar’da mahsur kalan denizcilerle ilk temas, 08.20’de battı şamandırasındaki telefon aracılığıyla kurulur. Telefonu çeviren Üsteğmen Suat Tezcan’ı mahsur denizcilerden astsubay Selami Özben yanıtlar. Denizaltının batış yerini ve derinliğini konuşurlar. Üsteğmen Tezcan “Kurtaran gemisi geliyor” diye moral verir.
İkinci kez, 08.55’te bağlantı kurulur. Üsteğmen Tezcan, “Başka dairelerle irtibat var mı?” diye sorar. Olumsuz yanıt alınca, “Sakın sigara içmeyin, uyumayın, 72 saatlik oksijen var” diye talimat verir. Saat 10.20’de Suat Tezcan tekrar telefon eder ama sadece iniltiler duyulur; saat 12.00’de yapılan aramada ise hiçbir karşılık gelmez.
Sonrasında, Kurtaran gemisi kaza yerinde kendini sabitlemeye çalışırken, şamandıranın kablosunu kopartır, Dumlupınar’a ulaşmak olanaksızlaşır; 7 Nisan 15.00’te kurtarma çalışmasına son verilir.
***
AH BİR ATAŞ VER
Dumlupınar’ın acıklı öyküsü bu kadarla kalmaz, militarist hamasete ve romantizme konu olur. Buna göre, kahraman denizciler üç gün boyunca umutla kurtarılmayı beklerler. Kendilerine sigara içebilecekleri, şarkı türkü söyleyebilecekleri söylenince hep birlikte “Ah bir ataş ver” türküsünü söylerler. Kurtarılma umudu ve oksijen tükenince “vatan sağ olsun” diyerek son nefeslerini verirler.
Kara bahtlı denizcilere böyle mitolojik bir ölümün yakıştırılması, peygambere komşu olduklarının söylenmesi geride kalan yakınlarının acısını ne kadar hafifletmiştir? Astsubay Selami Özben’in kız kardeşi Günaydın Tezbulut’un Dumlupınar - Son Söz Vatan Sağolsun belgeselinde söyledikleri, ateşin düştüğü yeri yaktığının ifadesidir: “Kurtulamazsak vatan sağ olsun, Ailemize selam. Bize böyle dediler. Doğru mu yalan mı, gazetelerin şeyi mi bilemiyorum.” (Dakika 40)
Geçerken belirteyim, en akıl dışı asker ölümleri bile böyle mitolojikleştiriliyor. Geçenlerde internette rastladım. Sarıkamış faciası için şöyle bir başlık açılmış: Soğuk demediler, geri dönmeyi düşünmediler, vatan uğruna şehit oldular ve sadece tek bir söz söylediler: “Vatan sağolsun” #Sarıkamış
***
SENİ SEVİYORUM / SONSUZA KADAR
Dumlupınar trajedisinin romantizm sayfasında ise, harp okulundan (ya da astsubay okulundan) mezun genç bir denizci asker ve sevgilisi vardır. Sonsuza Kadar - Dumlupınar adıyla yarım saatlik kısa filmi bile yapıldı. Buna göre taze mezun denizci asker Dumlupınar’a tayin olmuştur, yavuklusu Gelibolu’da oturmaktadır. Denizci asker sevgilisine mors alfabesini öğretir. Böylece denizaltı Çanakkale Boğazı’ndan yüzeyde geçerken birbirlerine sevgilerini iletirler. Genç kız el feneriyle “Seni seviyorum” diye yazar, genç denizci asker “Sonsuza kadar” diye karşılık verir. Bu sevda tüm deniz kuvvetlerine yayılır. O gece, yani 3/4 Nisan 1953 gecesi genç kız heyecanla Dumlupınar’ın geçişini bekler. Heyhat ki, Dumlupınar batmıştır. Peşinden yarım saat sonra İnönü denizaltısı gelmektedir. Genç kız, İnönü’yü Dumlupınar sanarak heyecanla “Seni seviyorum” diye yazar. İnönü’deki askerler, Dumlupınar’da görevli asker adına “Sonsuza kadar” diye yazarak karşılık verirler. O anda Dumlupınar’ın sonsuza kadar denizin dibine gömüldüğünü ne genç kız bilmektedir ne de İnönü’deki denizciler… Ne kadar duygulu ve acıklı değil mi? Yunan mitolojisindeki Hero ve Leandros efsanesine öyle benziyor ki, o kadar olur.
***
MASUM FAKAT GEREKLİ YALAN: VATAN SAĞ OLSUN!
Dumlupınar trajedisini o tarihte Milli Savunma Bakanlığı Temsil Dairesi personeli olarak yakından izleyen Orhan Birgit’in anlattıkları ise bu hamaseti ve romantizmi yalanlıyor.
Orhan Birgit malum, gazeteci yazar. Solcu Tan gazetesine karşı 1945’te girişilen tahrip ve linç eylemine (kendi ifadesiyle) “seyirci” olarak katılmış; İstanbul’da azınlıklara karşı 6-7 Eylül 1955 pogromunu kışkırtmak suçlamasıyla idam istemiyle yargılanmış; sonra CHP’de siyasete atılmış ve 1974 yılında Ecevit hükümetinde bakan olmuş. Sonrasında uzun süre Cumhuriyet gazetesinde yazmış, Basın Konseyi başkanlığı bile yapmış.
Orhan Birgit, 1953 yılında Milli Savunma Bakanlığı Temsil Dairesi’nde yedek subay. O devirde Genelkurmay Başkanlığı Milli Savunma Bakanlığı’na bağlı. Temsil Dairesi de şimdinin basın ve halkla ilişkiler birimi ya da iletişim dairesi gibi çalışıyor. Babası öldükten sonra Hürriyet gazetesinin patronu olan Erol Simavi de o tarihte Birgit’le birlikte Temsil Dairesi’nde görevli.
Evvel Zaman İçinde adıyla anılarını kitaplaştıran Birgit’in anlattığına göre Temsil Dairesi’nin o dönemdeki en önemli çalışması Dumlupınar olayını haberleştirmek, kamuoyuna duyurmak. Temsil Dairesi, ilk açıklamasında kurtarma çalışmalarının aralıksız sürdüğünü bildirir.
Saatler geçer yeni bir bilgi gelmez. Orhan Birgit, Çanakkale’deki komutanlığı telefonla arar, kurtarma çalışmaları hakkında bilgi ister. Çanakkale’den verilen bilgiye göre battı şamandırasındaki telefonla denizin dibindeki askerlerle irtibat kurma çalışmasından sonuç alınamamıştır, sadece boğuk sesler gelmiştir. Birgit, bu bilgiyi resmi bildiriye dönüştürüp ajans ve gazetelere iletir.
Saatler geçer yeni bilgi gelmez. Bu kez Erol Simavi telefonun ahizesini kaldırır, kendisini Cumhurbaşkanlığı Başyaveri olarak tanıtıp, Cumhurbaşkanı’na sunmak üzere bilgi ister. Çanakkale’den verilen bilgiye göre kurtulan çok azdır, sadece beş denizci kurtulmuştur, seksen bir denizci denizaltıyla birlikte sulara gömülmüştür. Kurtarma çalışmaları canla başla aralıksız yürütülmektedir; ama, denizdeki akıntının şiddeti nedeniyle kurtarma çanının Dumlupınar’ın kapak bölümüne oturması imkânsız görünmektedir. Yine de Allah’tan umut kesilmez...
Temsil Dairesi bu bilgiyi de ajans ve gazetelere iletir. Ertesi gün Orhan Birgit, Amerikan Haberler Merkezi’nin “Kore Saati” röportajları için verdiği ses kayıt cihazını alarak bulabildiği ilk askeri uçakla Çanakkale’ye gider. Niyeti, denizaltıya inilecek olursa kurtarılacak denizcilerle röportaj yapmaktır. Ancak denizaltıyla irtibat kurulmasının, denizcilerin kurtarılmasının olanaksız olduğunu görünce Ankara’ya döner. Komutanlık kurtarma çalışmalarından umut kesildiğini resmen iletince de acı sonucu kamuoyuna duyuracak resmi bildiriyi hazırlar.
“O bildiri varlığını hemen her 4 Nisan’da yeniden anımsatan masum fakat o gün için gerekli bir yalanı içerecekti. Denizaltıda kalan seksen bir şehidimiz adına Astsubay Selami’nin adı bilinçaltımda öne çıktı. Nara Burnu’ndaki denizin altından gelen sesin sahibi olarak, Barbaros’un çocuklarının son sözlerinin ‘Vatan Sağolsun’ olduğunu, telefonla konuşmanın daha sonra mümkün olmadığını kâğıtlara döktüm.” (Evvel Zaman İçinde, Doğan Kitap, İstanbul 2006, s: 126)
* * *
İşte böyle. Yani bildiğimizin, çocukluğumuzda radyo programlarında dinlediğimizin, bugünlerde internet ortamında sıkça paylaşılanın tersine, talihsiz denizciler ne umutla kurtarılmayı beklerken “Ah bir ataş ver” türküsünü söylemişler ne de su yüzündeki arkadaşları “Aman türkü söyleyip oksijeni boş yere tüketmeyin, hele hiç sigara içmeyin” diye öğütlemişler. Çünkü (Birgit’in anlattığına göre), kendileriyle irtibat kurulamamış, kurulabilen tek irtibatta boğuk seslerden başkası duyulmamış. Türk denizcilik tarihinin en büyük denizaltı faciasında can veren denizcilerin son nefeslerinde “Vatan sağ olsun” dedikleri “masum fakat gerekli bir yalan” imiş.
***
“YALAN HİÇBİR ZAMAN MASUM OLAMAZ”
Orhan Birgit anılarını Evvel Zaman İçinde adıyla kitaplaştırmış. “Masum fakat gerekli yalan”, kitabın adıyla öyle uyumlu ki! Malum bütün masallar “evvel zaman içinde” diye başlar. Bebeklere ninni söylenir, bebeklikten henüz kurtulmuş çocuklara masal anlatılır. Masallar masum ve sevimli yalanlardır. Büyüklere anlatılan masal ise düpedüz kasıtlı yalandır.
Orhan Birgit, “masum fakat gerekli yalan” fikrini Platon’dan mı almıştır, bilmiyorum. Malum, antik Yunan düşünürü Platon, Politeia’da devleti yöneten filozofların devletin bekası için gerektiğinde yalan söylemelerini önerir. Hannah Arendt de, Siyasette Yalan başlığı altında hakikate sadakatin hiçbir zaman siyasi erdem sayılmadığından, yalanın siyasette her zaman kullanılabilir araç olarak görüldüğünden yakınır. JJ. Rousseau ise Yalnız Gezer’in Düşlemleri’nde şöyle vurgular: “Bir yalan hiçbir zaman masum olamaz. İnsanın kendisinin ya da başkasının çıkarı için yalan söylemesi sahtekârlıktır.”
Bu anda Mustafa Kemal Atatürk’ün tarih yazıcılığına ilişkin sözlerini anımsamak da yararlı olur: “Tarih yazmak, tarih yapmak kadar mühimdir. Yazan yapana sadık kalmazsa değişmeyen hakikat, insanlığı şaşırtacak bir mahiyet alır.”
Dumlupınar masalcılarının hakikate sadık kalıp kalmadıklarını, Orhan Birgit’in büyüklere anlattığı masalın masum, sevimli ve gerekli olup olmadığını okuyucu takdir etsin.
Keşke hayatımızdaki ve tarihimizdeki tek “masum fakat gerekli yalan” Orhan Birgit’in itiraf ettiğinden ibaret olsa!