25 Ağustos 2014 Pazartesi

ÜLKÜCÜ MİLLİYETÇİ HAREKET VE DÜRÜSTLÜK

İslamcı harekette tutarlılık ve ahlak diye bir şey aranmaması gerektiği, İslamcı partinin tek başına iktidar döneminde yeterince görüldü.
Görüldü ki, İslamcı siyaset de selefleri ölçüsünde ikiyüzlüdür, oportünisttir, entrikacıdır, hilekârdır, ilkesizdir, mülkiyetçidir, sermaye birikimcisidir, emperyalizm işbirlikçisidir.
Ümmetçi dinci hareket böyledir de ülkücü milliyetçi hareket(ler) farklı mıdır?
Nerdeee?
Türkiye, Balkan Harbi’nden 2000’li yıllara değin milliyetçi partiler tarafından yönetildi. Milliyetçi (çoğu zaman ırkçı) liderlerin yönetiminde de Türkiye gün yüzü görmedi. Türk ve Müslüman olmayan topluluklar halklar ırkçı ümmetçi politikalarla baskı altına alınırken, emekçi sınıflara 141-142 sopası sallandı. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra emperyalist odakların kuklası resmi / yarı resmi milliyetçi hareketler, sola, daha açık deyişle komünizme karşı silahlı güç olarak kullanıldı. Vahşi kapitalizmin miladı 1980’de sol hareket fiziken ezilince ülkücü milliyetçi hareket stratejik/taktik önemini yitirdi. Nitekim, 12 Eylül 1980 darbesi sonrasında ülkücü milliyetçi hareketin liderleri, “Fikrimiz iktidarda ama biz zindandayız” diye sitem ettiler. O gündür bu gündür, paramiliter milliyetçi hareketin pratikte fazlaca önemi yoktur. Önemi kalmadığı içindir ki, ülkücü milliyetçi hareketin lider kadroları çoğunlukla mafya âleminde sivrildiler.
Irkçı milliyetçi hareket önemsizleştikçe ilkesizliği, tutarsızlığı daha bir görünür oldu. Hatta iktidar ortağı olduğu dönemlerde bile tutarsızlıktan ilkesizlikten geri durmadı. 2001 yılında MHP iktidar ortağıydı. Türkiye, ekonomik kriz yangınında kavruluyordu. İktidardaki MHP’nin üst düzey bir yöneticisi basın toplantısı düzenleyip feryat etmişti:
- Ülkemiz dilenci durumuna düştü. Komünistler nerede? ‘Kahrolsun emperyalizm’ derlerdi. Çıksınlar yollara, yürüsünler. Eski komünistleri özledik, arar olduk.
***

Neyse, konumuz memlekette hâlâ komünist kalıp kalmadığı değil. Mevzu o ise, Türkiye’de komünistler hiç tükenmeyecektir, ilgililere ilanen tebliğ olunur!
 Asıl üzerinde durulması gereken nokta, komünist mahalle nüfusu yüzde 1’i bile bulmazken ülkücü milliyetçi mahalle nüfusunun şimdilik yüzde 17’yi geçmesidir. Ümmetçi mahalle nüfusuyla birlikte yüzde 70’e yaklaşıyor ki, felaket bir orandır.
Ülkücü milliyetçi mahalle nüfusu bu denli artmışken, siyasi ve ahlaki tutarlılık da aynı ölçüde artmış mıdır? Asıl onun üzerinde durulmalıdır.
Bin dereden su getirmeye gerek yok, Cumhurbaşkanı seçimindeki duruşa bakmak yeterlidir.
Sol olmasa da sol sayılan CHP ile taşfırın milliyetçi MHP ortak aday gösterdi. CHP’nin önemli sayıda seçmeni sandığa gitmedi; ama sandığa gidenleri siyasal İslamcıTayyip Erdoğan’a oy vermedi.
MHP seçmeni ise sürpriz yapmadı. Tam da 2010 Anayasa referandumundaki gibi davrandı. Özellikle İç Anadolu, Karadeniz ve Doğu Anadolu’daki MHP seçmenleri Tayyip Erdoğan ile Ekmeleddin İhsanoğlu arasında bölündüler. MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli’nin seçim bölgesi Osmaniye’deki sandık sonuçları ortadadır. Sonuçta Tayyip Erdoğan, MHP’li seçmenden aldığı stratejik destek sayesinde çok kritik bir seçim zaferi daha kazandı.
***

Böyle bir sonuç karşısında siyasi centilmenlik, bir parça özeleştiri gerektirir değil mi?
Ülkücü milliyetçi siyasette özeleştiriye, tutarlılığa yer olmadığı bir kere daha görüldü.
MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli sözüm ona feryat ediyor. Tayyip Erdoğan’ın 10 Ağustos seçimini kazandıktan sonra başbakanlık görevini bırakmamasını anayasa ihlali olarak değerlendiriyor ve ekliyor: “Hukuk cumhurbaşkanı tarafından boğazlanmaktadır. Anayasa Mahkemesi yaşanan anayasa felaketine sessiz ve tepkisiz kalmamalıdır. Anayasa Mahkemesi Başkanı’nın suskun ve durgun vaziyette gelişmeleri seyretmesi anlaşılır gibi değildir.
İyi hoş da Tayyip Erdoğan’ın Anayasa’yı katletmesine karşı Anayasa Mahkemesi’ni tepki göstermeye çağıran Devlet Bahçeli, Tayyip Erdoğan’ın Cumhurbaşkanı yemini edeceği 28 Ağustos günü ne yapacak dersiniz.
Ne yapacağı ortada, törene katılıp Erdoğan’ı alkışlayacak.
Sermayenin, emperyalizmin paramiliter silahlı gücü olarak solculara komünistlere karşı işledikleri günahları unutmadan ülkücülere milliyetçilere soru:
- Anayasa Mahkemesi’ni tepki göstermeye çağırırken TBMM’de Tayyip Erdoğan’ı alkışlamak dürüstlük müdür?
- Ülkücü milliyetçi hareket ne zaman dürüst olacaktır?
- Ülkücülüğün temel ilkesi egemen sınıfın ücretsiz vurucu gücü olmak mıdır?
Sorulacak çok soru var da…
Bu kadarına bile yanıt verecek ahlaki ve siyasi dürüstlük var mıdır?

DÜNYA LİDERİ’NİN HİLE-İ ŞERİYYESİ

Recep Tayyip Bey için üzüldüğümü söylersem inanmazlık etmeyin lütfen!
Nasıl üzülmem?
Koskoca “Dünya lideri!”
Eskilerin deyimiyle “Cihan padişahı!”
Hatta “Allah’ın bütün vasıflarını üzerinde taşıyor!”
Düştüğü hale bakın!
Çoook çok eskilerde Cihan Padişahı’nın vekili olarak Osmanlı sadrazamının yedi düvele kral seçmesi gibi O da bugün “Dünya lideri” olarak Türkiye’ye başbakan tayin ediyor, iktidar partisine genel başkan seçiyor. Azametine haşmetine kurban olsunlar hani!
Gelgelelim bir seçim sonucunu Resmi Gazete’de yayımlamaya çekiniyor, sokak veletlerinin deyişiyle tırsıyor. Hani millet ilk kez kendisine padişah, affedersiniz Cumhurbaşkanı seçmiş, Recep Tayyip’e teveccüh etmiş ya. İşte o seçimin sonucunu Resmi Gazete’de yayımlamaya tırsıyor. Seçim sonucunu 28 Ağustos tarihinde ilan edecekmiş.
***

Neden tırstığına dair rivayet muhtelif.
Müzmin muhalif ve “paralel” rivayetlere göre, seçim sonucu kesinleştiği gün, yani 15 Ağustos günü Resmi Gazete’nin mükerrer nüshasında ilan etmiş olsa, Sadrazamlık affedersiniz Başbakanlık o gün düşermiş, dokunulmazlığı kalmazmış. İntihar eylemcisi bir “paralel” savcı ve hâkim de, hırsızlık yolsuzluk iftirasıyla o gün bileklerine kelepçe takmak için hamle edebilirmiş!
Halbuki Cihan Padişahı olarak cülus merasimine, affedersiniz Cumhurbaşkanı olarak Çankaya Köşkü’ne çıkış törenine Dünya liderleri gelecek. Etiyopya, Somali, Gambiya, Togo, Benin, Moldova, Bosna Hersek, Kosova, Makedonya, Bulgaristan, Arnavutluk, KKTC, Ukrayna, Kazakistan, Türkmenistan başkanları, Libya ve Azerbaycan meclis başkanları, Katar Emiri filan.
Bu merasime Dünya liderleri gelecek. O paralel savcı ve hâkimler pusuda bekliyor. Çıkabilecek rezaleti tasavvur edebiliyor musunuz? İşte o ihtimali boşa çıkarmak için bir türlü koskoca Türkiye’ye Cumhurbaşkanı seçildiğini ilan etmeye yanaşmazmış.
İnsanın inanası gelmiyor ama az buz bir rezalet ihtimali değil. Her ne kadar 10 Ağustos’ta Recep Tayyip Bey’e teveccüh etmiş olsa da milletin ağzı torba değil ki büzesin. Bileklere kelepçe olasılığının uygulanabilirliği sıfır olsa da millet söyleniyor işte.
***

Recep Tayyip Bey milletini devletini böyle sakınıyor işte. Dahası var.
Siyaset mahzenlerindeki teşrifatçıların peşkircilerin dediklerine göre, Recep Tayyip Bey, kanun nizam hâkimiyetine çok düşkün. Hele Teşkilatı Esasiye Kanunu, affedersiniz Anayasa dedin mi eli ayağına dolaşıyor dili damağına yapışıyor. Çünkü bağlı kalacağına dair namusu şerefi üzerine yemin etmiş. 28 Ağustos’ta bir kere daha namusu şerefi üzerine yemin edecek.
İşte yeminine bu kadar sadık, namusuna şerefine bu kadar düşkün Recep Tayyip Bey Anayasa’yı çiğnemiş olmamak için seçim sonucunu bir türlü ilan etmeye yanaşmıyor. Çünkü ilan etmiş olsa, “Ey ahali, hamd olsun milletim teveccüh etti. Ben Cumhurbaşkanı seçildim. Namusum şerefim üzerine yemin ettiğim Anayasa bu durumda partimle ilişiğimin kesilmesini gerektiriyor” demesi de gerekir ki; Recep Tayyip Bey’in kesin ciğerini yiyin ama böyle bir şey demesini beklemeyin. Çünkü Dünya lideri olarak bilinse de aslında yüreği yufka bir aile babası aynı zamanda. Partisinin hem anası hem babası. Burak, Bilal, Esra, Sümeyye neyse partisi de kendisine öyle. Bir anne baba evlatçıklarını nasıl ortada bırakmıyorsa Recep Tayyip Bey’in de partisini siyaset yamyamlarının önünde öksüz yetim bırakmaya yufka yüreği elvermiyor.
O yufka yüreğiyle namusu şerefi üzerine yemin ettiği Anayasa arasında sıkıştı kaldı Recep Tayyip Bey. İşte bu sıkışık ahvalde bir günaha girmemek için seçim sonucunu Resmi Gazete’de yayımlamayı geciktirmek gibi bir hile-i şer’iye’ye başvurdu; ama asla hile-i batıla’ya tenezzül etmedi!
Allah’ın izni ve inayetiyle Anayasa’yı çiğnemeden Köşk’e çıktığında görün siz Recep Tayyip Bey’i. Artık sadece ailesinin, partisinin değil milletin de anası babası olacak. Başka milletler imrenecekler böyle bir lideri Allah kendilerine değil Türkiye’ye İslam âlemine nasip etti diye!
Ya işte böyle!
Namusuna şerefine bu denli düşkün Recep Tayyip Bey için üzülmem de ne yaparım?
Üzülüyorum. İnanmazlık etmeyin lütfen!

8 Ağustos 2014 Cuma

ALLAH ADINDA BİR PUTA TAPMAK

Siyaset magandası terbiyesiz herif bu kez gazeteci Amberin Zaman’a söylenmiş.
Söylenmesinin nedeni, bir televizyon programında CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu ile Amberin Zaman arasında geçen diyalog.
Kılıçdaroğlu, AKP seçmenlerinin Tayyip Erdoğan’ın söylediklerini sorgulamadan doğru kabul etmelerinden yakınırken "yüzde 25-30’luk bir kitle hiç sorgulamıyor" demiş.
Amberin Zaman da, "Türkiye’de Müslüman bir ülkede bunu beklemek biraz zor değil mi? Neticede İslam merkezine bireyi değil, cemaati alan bir din. İkincisi, Türkiye’deki eğitim düzeyi buna çok müsait değil. Eğitim sistemi bir şeyleri sorgulamak kültürünü geliştirmiyor,  propagandaya alışık bir kültür veriyor.” diye görüş belirtmiş.
İşte siyaset magandası bunu diline dolamış. “Gazeteci kılıklı militan edepsiz kadın. Haddini bil! Yüzde 99'u Müslüman olan halka hakaret ediyorsun.” diyerek yuhalatmış.
Bu hedef göstermenin ardından Amberin Zaman daha ne kadar Türkiye’de barınır, bilinmez. Dilerim bir “nehyi anil münker” adayı durumdan vazife çıkarmaz.
***

Hakaret bunun neresinde?
Sözü geçen diyalogda hakaret filan yok elbette. Kılıçdaroğlu ve Amberin Zaman aslında çok edepli bir tartışma yapmışlar. Ama terbiyesiz herif için önemli olan bu değil. Bakara makara diyerek Kur’an ile dalga geçen, rüşvetçi yol arkadaşlarını, sıfırlayamadığı servetini gözlerden saklamak için şeytanlaştıracağı düşmanlara ihtiyacı var. En ufak bir eleştiriyi bile bu yüzden fırsat sayıyor.
Türkiye’de gerçekten de sorgulamayan kocaman kitle var. Buna dikkat çekilmesi, bilinmeyen bir olgunun ifşası değil. Yani sıradan bir bilginin paylaşılmasından ibaret.
Felaket sayılması gereken orandaki bu kitle sorgulamıyor. Sorgulasa, örneğin, farklı inanç ve etnik kimliklere saygı duyar, aşağılanmalarına alkışlayarak, yuh çekerek onay vermez.
Sorgulasa, evladını önceki gün toprağa vermiş bir anneyi sırf terbiyesiz herif diline doladı, iftira attı, öfkelendi diye yuhalamaz.
Sorgulasa, dinci siyasetin “emekçiye yoksula din diyanet, patrona zengine han hamam servet” siyaseti olduğunun farkına varır.
Sorgulasa, hırsızlığı, rüşveti ahlaksızlık sayar, kul hakkı yemenin en büyük günah olduğu inancıyla seçimde hesabını sorar.
Örnekleri çoğaltmanın anlamı yok. Sorgulamıyor işte. Sorgulamadığı için de terbiyesiz herif ne dese, ayet hükmünde sayıp alkışlıyor.
Siyaset magandası, hedef tahtasına yerleştirdiği kişiyi “Beş dil biliyormuş, profesörmüş” diye aklınca aşağılıyor, o kitle yuh çekerek alkışlıyor.
Başka bir faniyi “O kim ya, ilkokul mezunu” diyerek aşağılıyor, o kitle ona da yuh çekiyor.
Profesörü de yuhluyor, ilkokul mezununu da. Böyle de tutarsız bir kitle işte!
***

ELEŞTİREL AKLA DÜŞMANLIK
Sorgulamıyor. Çünkü, sorgulamak eleştirel aklın ve bilimin söylediklerini rehber edinmeyi gerektirir. Sözü edilen kitle ise, demokratik laik eğitimden nasibini almamış, Tanrı adına uydurulmuş hurafeleri rehber edinmiş, orta beyin aşamasında kalmış bir kitle.
Bilinir ki, kutsal sayılan metinler okunup sorgulanmak için değil, okuyup anlamadan iman etmek için vaaz edilmişlerdir. Yani eleştirel akıl ve bilim ile ontolojik bir çelişki söz konusudur. En çok saygı duyulan evliyalardan Mevlana bile demiş ki, “Akl kurban kun be püş-i Mustafâ / Hasbiyallah gü ki Allâhem kefâ”
Yani “Aklı Mustafa’nın huzurunda kurban et; Allah yeter bana de; çünkü Allahım, gerçekten de yeter” (Akt: Abdülbaki Gölpınarlı, İslam Tarihi, Derin Yayınları, İstanbul 2012, s: 20.)
Diğer yandan kimin söylediği bilinmemekle birlikte ünlü bilim insanı ve mucit Nikola Tesla’ya atfedilen deyişle “Kutsal kitapları okuyup anlayan ateist, okuyup anlamayan dindar, ne okuyan ne de anlayan ise yobaz olur.”
İşte Türkiye’de sorgulamayan, kutsal kitapları da okumadığı halde dindarlığı kimseye bırakmayan kitlenin durumu tam da böyle. Yani “fikri hür, irfanı hür, vicdanı hür” değil, sorgulamadan iman eden kişilerden oluşan bir kitle.
Farklı inanç, etnik ve kültürel aidiyetlerin hak eşitliğine inanmıyor.
Kadını aklen ve dinen eksik ikinci sınıf insan sayıyor.
Demokrasi talep etmiyor.
Hırsızı rüşvetçiyi el üstünde tutuyor.
Beş dil bilen profesörü de yuhluyor, ilkokulu zar zor bitirmiş olanı da yuhluyor.
Liderinin apaçık yalanlarını bile alkışlıyor.
Çünkü sorgulamıyor.
***

Allah adında bir puta tapıyorlar!
Bu kitlenin durumunu geçenlerde vefat eden İlahiyat Profesörü Salih Akdemir çok daha çarpıcı bir dille betimlemişti aslında. “Müslümanlar bugün Allah adında bir puta tapıyorlar. Çünkü Allah diyorlar ama asıl taptıkları Allah değil. Hiçbir manevi yönleri yok. En büyük dinsizliktir bu. Bunlar tamamen insani boyuttan çıkmış, psikoz döneminde olan tedavi edilmesi gereken zavallı insanlar. Dünyada da insanların yüzde 85'i böyle. Allah'ı nesneleştiriyorlar. İbadeti içselleştirmiyorlar, ibadet onları güzelleştirmiyor. Allah'a inansalardı, etraflarında güzelliklerin oluşması gerekirdi. Fakirin olmaması, adaletin eşit dağıtılması, insanların aşağılanmaması gerekirdi.” (Neşe Düzel, “İslam ‘erkekleşmiş’ bir din” başlıklı söyleşi, Radikal, 3 Aralık 2001)
Bu kitle tam da rahmetli Prof. Salih Akdemir’in betimlediği türden bir kitle olduğu için sorgulamıyor. Yok sorguluyorsa çok daha vahim ve gerçekten felaket sayılması gereken bir durumla karşı karşıyayız demektir.
Bu kitlenin elbette sorgulayanları, olan bitenin farkında olanları da var. Bunlar televizyon ekranlarında, medya köşelerinde, cami minberlerinde akıl veren kanaat ve din bezirgânları. Yolsuzluğu hırsızlığı “hayır hasenat işleri” diye meşrulaştırıyorlar, olmuşsa bile Müslüman’a hak olarak görüyorlar. Terbiyesiz herife dokunmayı bile ibadet sayıyorlar.
Sorgulamayan iman eden kitle, bu bezirgânların da yönlendirmesiyle kaderimize hükmediyor. Sorgulamadığı için bir parça masum sayılabilir mi? Kendimce masum sayamıyorum. Terbiyesiz herifle biat ilişkisini suç ve günah ortaklığı olarak görmek daha akla yakın geliyor.

Tanrı samimi dindar Müslümanları korusun!

6 Ağustos 2014 Çarşamba

DAHA ÇİRKİNİ AFFEDERSİNİZ RECEP!..


“Affedersiniz bana, çok daha çirkin, Ermeni diyen oldu” 
(Recep Tayyip Erdoğan)
Ne bitmez bir çileymiş bizimkisi!
Ne sonu gelmez bir utançmış yaşadığımız!
Suçumuz günahımız çok ağır.
Çektiğimiz ceza çile daha da ağır.
Askeri faşizm,
Sivil faşizm çilemiz bitmeden,
Dinci faşizme yakalandık.
Ne ırkçılar ne faşistler hükmetti bize.
Kenan Evren’i,
Turgut Özal’ı,
Süleyman Demirel’i,
Tansu Çiller’i gördük.
Daha çirkini,
"affedersiniz"
Recep Tayyip Erdoğan’ı gördük...

Aklımızla onurumuzla ayağa kalkmadıkça,
Ezilenler hep birlikte kaderimizi elimize almadıkça,
Daha rezilini de göreceğimiz muhakkak!

Ermeniler,
Rumlar,
Yahudiler,
Araplar,
Türkler,
Kürtler,
Aleviler,
Sünniler…
Darağaçlarında sokak ortasında dağ başlarında katledilenler,
Sosyalistler.
Memleketimin tüm ezilenleri...
Dayanılır gibi olmasa da utancımız
Yüzümüze vurmayın utancımızı!
Bağışlanır olmasa da günahımız,
Bağışlayın geçin günahımızı!
                           7 Ağustos 2014

5 Ağustos 2014 Salı

DİNCİ FAŞİZMİ GERİLETMEK İÇİN SANDIK BAŞINA!

Cumhurbaşkanı seçimi için sandık başına gitmeye sayılı günler kaldı. Anketlere bakılırsa Tayyip Erdoğan ilk turda seçimi kazanacak.
Seçim tahminleri ancak tesadüfen tutan anket kuruluşlarının iddiası doğru olabilir mi?
Birinci turda seçilebilmek için geçerli oyların salt çoğunluğunu almak gerekiyor. 30 Mart seçimlerinde geçerli oy sayısı 44 milyon 700 bin oldu. Yurt dışı seçim çevresinde kayıtlı seçmenlerin yalnızca 384 bin kadarı 10 Ağustos seçiminde oy kullandı. Bu durumda 10 Ağustos’ta 30 Mart’takine benzer sayıda oy kullanılması durumunda bir adayın seçilebilmek için en az 22 milyon 400 bin oy alması gerekiyor. AKP’nin 30 Mart’ta il genel meclisi ve büyükşehir belediye meclisleri seçimlerindeki toplam oy sayısı ise 19 milyon 434 bin idi. Saadet Partisi’nin 30 Mart’taki 1 milyon 240 bin oyu da eklendiğinde 20 milyon 674 bin ediyor. Demek ki, 30 Mart tablosunda Erdoğan’ın seçilebilmek için 2 milyona yakın seçmenin daha oyunu alması gerekiyor.
***

Bu somut gerçeğe karşın anketler nasıl oluyor da Tayyip Erdoğan’ın birinci turda, hem de yüzde 53-55 dolayında oy oranıyla seçileceğini öne sürebiliyor?
Siyasette elbette sürprizlere, öngörülemeyen sonuçlara yer vardır da, en hakiki anket olan 30 Mart’taki tabloya göre 2 milyon seçmenin daha oyunu alması gereken Tayyip Erdoğan, dört ayda nasıl bir başarı gösterdi ki, oyunu yüzde 53’e çıkarmış ve birinci turda seçilmeyi garantilemiş olsun?
Tabii ki bir başarısı söz konusu değil. Tersine, fıtratındaki kabalık, zorbalık, kin ve nefret Soma faciasında en çıplak haliyle bir kez daha görüldü. Uluslararası politikada tecrit edilmişliği, Gazze katliamında tescil edildi. Suriye ve Irak politikalarındaki fiyaskosunun faturası ortada. İç politikada yolsuzlukları örtbas etmesi de cabası.
Bu yalın iflasa karşın Tayyip Erdoğan’ın birinci turda seçilmesi imkânsız bir şey değil. Tek bir şartla Tayyip Erdoğan birinci turda Çankaya Köşkü’ne çıkar. O şart da, 30 Mart’ta sandığa gitmiş 4 milyon dolayında muhalif seçmenin 10 Ağustos’ta sandığa gitmemesi ya da geçersiz oy kullanması. Bu durumda geçerli oy sayısı 40 milyona düşer; Tayyip Erdoğan, 2 milyon yeni seçmene gerek kalmadan 20 milyon 700 bin oyla birinci turda seçilir.
Yani sandığa gitmemek, gidip boş oy kullanmak Erdoğan’ın hanesine yazılacaktır.
***

Yinelemeli ki, Erdoğan bir de Çankaya Köşkü’ne çıkarsa tek başına diktatörlüğünün önünde hiçbir fren kalmayacak, ülkeye faturası çok ağır olacaktır.
Lümpen faşizmi paçalarından akan Tayyip Erdoğan’ın sicilindeki her bir icraatı, Çankaya yolunda durdurulması için yeterli nedendir. Tayyip Erdoğan’ın felaket sayılması gereken orandaki seçmen kitlesine karşılık Türkiye’nin dürüst, demokrat, liberal, dindar, antifaşist, yurtsever insanları, Erdoğan’ı durdurmanın insanlık görevi haline geldiği bilinciyle sadığa gitmeli; (adaylara yönelik eleştiri ve itirazlarını erteleyerek) geçerli oy kullanmalıdırlar. Erdoğan’ın Çankaya yolunda durdurulması, ülkeyi kin ve nefret uçurumuna sürükleyen dinci faşist kişi diktatörlüğünü geriletmenin ilk adım olacaktır. Tayyip Erdoğan bu kez de kazanırsa da durmak yok, direniş ve mücadele devam edecektir.

3 Ağustos 2014 Pazar

ERDOĞAN’DAN FİLİSTİN’E TİMSAH GÖZYAŞLARI

Filistin halkı kaçıncısı olduğu artık sayılamayan trajedilerden birini daha yaşıyor.
Nasıl kaçırıldıkları ve öldürüldükleri kuşkulu üç İsrail yurttaşının cesetlerinin bulunmasının ardından İsrail ordusunun Gazze’ye yönelik başlattığı saldırı tüm gaddarlığı ile devam ediyor.
Öldürülen Filistinli sayısı 2 bine yaklaştı. İsrail bir kez daha Filistin’in zaten derme çatma olan altyapısını taprip ediyor, hastaneleri, okulları, elektrik santrallerini vuruyor. Evi başına yıkılan Filistinli bir kez daha savaşın dehşetinden kaçınmak için yollara düşüyor. Gaddarlıkta sınır tanımayan İsrail ordusu gücü yetse bölgeyi tümüyle insansızlaştıracak.
***

Filistin’in yalnızlığı
Dahası İsrail, gaddarlıkta en rahat dönemini yaşıyor. İran’ın Batı ile diyalog çabası nedeniyle sesini kısması, daha önceleri Filistin’i iyi kötü sahiplenen Saddam Irak’ı ve Kaddafi Libyası’nın tarihe karışması, Suriye’nin iç savaşla pasifize edilmesi, Mısır’ın askeri darbe ile Batı dünyasına yeniden kazanılması İsrail’in elini güçlendiriyor.
Sürekli yinelenen trajedi karşısında uluslararası kamuoyunun tepkisiz seyirciliği de aynı şekilde kendisini yineliyor. Akan kanı durdurmak için ne BM ciddi bir çaba gösteriyor ne de İslam dünyası ortak bir ses verebiliyor. Arap ülkeleri Gazze’den yükselen çığlıklar karşısında neredeyse İsrail ile aynı saftalar.
Türkiye Filistin’in tek sahip çıkanı rolünde görünüyor ama Türkiye’nin bölge politikasında hiçbir ağırlığı bulunmuyor. Erdoğan yönetimindeki Türkiye’nin bölgedeki ağırlığı, birçok Arap ülkesinin bile terör örgütü ilan ettiği HAMAS’ın ağırlığından daha fazla değil. Bölgede bir kriz çıktığında araya girmesi için kimse Türkiye’nin kapısını çalmıyor. Öyle ki Erdoğan hükümeti, darbeden bu yana kanlı bıçaklı olduğu diplomatik ilişkileri kopardığı Mısır’a son ateşkes görüşmelerindeki inisayitifinden dolayı teşekkür bile etti.
Tayyip Erdoğan’ın uluslararası diplomaside ve özel olarak Filistin sorununda hiçbir ağırlığı yok. Zira Erdoğan, iç politikada nasılsa dış politikada da öyle. İdeolojisi ve inancı gereği içerde ayrıştırıyor, ötekileştiriyor, cepheleştiriyor. Aynı şekilde komşuları ve İslam ülkeleri arasında çıkan sorunlarda arabulucu olmak yerine anlaşmazlığın tarafı oluyor. Çok daha somut söylemek gerekirse, Ortadoğu’da ve İslam dünyasında Müslüman Kardeşler eksenli bir dış politika izliyor. Bu doğrultuda Filistin’deki saflaşmada FKÖ’nün değil radikal dinci HAMAS tarafında yer alıyor. HAMAS’la “kardeşlik” düzeyinde yakınlaşınca arabulucu olmak için İsrail’le diyalog kuramadığı gibi ne İslam dünyasını harekete geçirebiliyor ne de uluslararası toplumu.
Uluslararası konjonktürün sağladığı bu rahatlık içinde İsrail zalimlikte kendi sınırlarını aşıyor.  
***

İsrail’le ticaret Filistin’le kasavet
Arap dünyası İsrail’in katliamına karşı topyekûn ve kararlı şekilde Filistin’e sahip çıkmıyor. Çünkü Arap egemen sınıflarının çıkarları emperyalist devletlerin bölgesel hedefleriyle birleşiyor. Bu ittifakta bağımsız demokratik laik Filistin devleti seçeneğine gerçekleşme olanağı tanınmıyor. Çünkü bağımsız demokratik laik Filistin devleti, Arap dünyasındaki şeyhliklerin krallıkların sonunu getirecek yolda ilk adımı oluşturur. Filistin halkı ne çekiyorsa bu demokratik potansiyelinden çekiyor!
Filistin sorunundaki bu oportünizm karşısında Türkiye Başbakanı Tayyip Erdoğan Arap dünyasını en üst perdeden azarlıyor. Hızını alamayıp Batı dünyasını ilkesizlikle, Haçlı Seferi peşinde olmakla suçluyor. Ama tüm çığırtkanlığına karşın Erdoğan ilkesizlikte ikiyüzlülükte Batı ülkelerinden, Arap dünyasından geri kalmıyor. Hemen her gün “İsrail soykırım yapıyor, döktüğü kanda boğulacak” dese de Dışişleri Bakanlığı’nın internet sitesindeki bilgilere göre Türkiye/İsrail ikili ticaret hacmi 5 milyar dolar dolayında. Başbakan Erdoğan’ın oğlu Burak’ın ticaret gemilerinin İsrail limanlarında ne aradığına ilişkin soru önergesi TBMM’de yanıt bulamıyor. İsrail’in en çok ticaret yaptığı ülkeler listesinde Türkiye ilk 10’da yer alıyor. Irak Kürdistanı’nda çıkarılan petrolün Türkiye üzerinden İsrail’e satıldığı da artık sır değil.
AKP Türkiye’si ile İsrail arasındaki ekonomik ve ticari ilişkiler böylesine ballı kaymaklı olunca, Tayyip Erdoğan’ın niçin en üst perdeden İsrail karşıtı söylem tutturduğu çok daha iyi anlaşılıyor.  Kendi itiraflarıdır. AKP Sözcüsü Hüseyin Çelik, Tayip Erdoğan’ın İsrail karşıtı söylemini “milletin gazını almak” olarak nitelendirmiş, “Başbakan’ın bu çıkışları olmasa Türkiye’de antisemitizm daha çok artar” deyivermişti. (Milliyet, 14 Haziran 2010)
Sözün özü, Filistin’de yaşanan insanlık trajedisi, İsrail bombalarıyla parçalanan çocuk bedenleri, Tayyip Erdoğan’ın gözünde seçmenlerine yönelik propaganda ve ajtasyon için istismar edeceği, sıradan bir mağduriyet olmaktan öte bir değer taşımıyor. Arap ve AKP sermayedarları İsrail’le ticarette kasalarını doldururken olan Filistin halkına oluyor. Bu iğrenç ticareti ve ikiyüzlülüğü alkışlama görevi de Erdoğan’ın alnı secdeli seçmenlerine düşüyor.


Rahmi YILDIRIM