25 Ekim 2015 Pazar

KİRALIK DÖNEK: ÇETİN ALTAN


Modern devşirmeler olarak ezilen sınıf mücadelesinden ezen sınıf hegemonyasına transfer olan döneklerin öncelikle kişilik bozukluğuna bağlı ahlaki sapma içinde olduklarını, dönek ahlakının kendilerince “aldatma, sadakatsizlik, ikiyüzlülük ve ihanet” diye tanımlandığından söz ediyorduk.
İtirafçılık gibi dönmek de sicilini temizleyerek, yeni bir hayat ve o hayata uygun yeni bir kimlik, kişilik ve ahlak edinmektir. Yeni hayatında dönek, yeni ahlakı, kimliği ve kişiliğiyle artık maddi gücü elinde tutan sınıfın hizmetindedir.
Aldatma, sadakatsizlik, ikiyüzlülük ve ihanet ezilen sınıfadır, mazlumadır. Muhabbet ve biat ise artık burjuva sınıfınadır. İtirafçı için olduğu gibi dönek için de kural, itiraf ederek geçmişini kusmak, dahası, ezen sınıfın tetikçiliğini yapmaktır. Entelektüel tetikçi olarak dönek, ihanet ettiği sol değerleri sermayenin pazarında işportaya çıkartacak ya da hastalık diye itibarsızlaştırıp dönekliği meşrulaştıracak, sermaye düzenini kutsayacak ve güce tapınacaktır.
Dünyada ve Türkiye’de sosyalizmin itibarın zirvesinde olduğu yıllarda “Onlar Uyanırken” adıyla “Türk Sosyalistinin El Kitabı”nı yazan kıdemli dönek Çetin Altan da öyle yaptı. 12 Mart 1971 darbesi döneminde hapse atılınca uyandırmayı bırakıp kendisi “uyandı”. Kendisi uyandıktan sonra ilk olarak halkı defterinden sildi; neo-liberalizm devrinde ise işçi sınıfını da tarihin mezarlığına gömdü ve gönlünün başköşesindeki yeri burjuvaziye verdi.
Çetin Altan gönlünün başköşesindeki yeri burjuvaziye verse de döndüğünü hiçbir zaman kabul etmedi. Zaten dönekler iki türlüdür. Kimisi ruhunu, beynini ve vicdanını tapusuyla birlikte satar; kimisi de kiraya verir.
Ruhunu, beynini ve vicdanını tapusuyla birlikte satanlar hiperaktif saldırgan olurlar, arkadaşlarını ölümcül tuzaklara düşüren itirafçılar gibidirler. İtirafçı, terk ettiği mücadeleyi mahkûm etmeye, itirafıyla eski yol arkadaşlarını avlamanın erdemli bir davranış olduğuna kendisini ve muhataplarını ikna etmeye çalışır. Tapusuyla transfer olan dönekler de kendi bireysel zafiyetleri yerine hasbelkader katıldıkları mücadeleyi mahkûm ederler, mücadelenin bazı yanlışlıklarını ve aşırılıklarını genelleştirirler. Yanlış olan kendileri değil, mücadeledir! Nitekim, rol modeli “pseudo dönek” yanlışlığın sol mücadelede olduğunu, yeni başkaldırı ruhunun siyaset düzleminde değil bilim, ekonomik girişimcilik ve iletişim düzleminde aranması gerektiğini söylüyordu: “‘Elveda Başkaldırı kitabını yazdım. Komünizmin yıkılışını gazeteci olarak Rusya’da yaşadım. Ve Hürriyet'in genel yayın yönetmeniyim. Ya o yanlıştı. Ya bugün bizler yanlışız...”[1]
Elbette mütevazılık edip bugün durduğu noktanın yanlış olabileceğini söylememektedir. İsyankâr bir özgeçmişi olmasa da Ertuğrul Özkök dönekliği sahiplenmekte ve dönekliğe methiye düzmektedir. Çünkü, akademisyenliği de gazeteciliği de tapusunu elde tutamayacak kadar sığdır, yüzeyseldir; mecburen ruhunun, beyninin ve vicdanının tapusunu vermiştir.
Çetin Altan ise dönekliği sahiplenmez, döndüğünü kabul etmez. Çünkü, tapusuyla satmak yerine kiraya vermiştir. Hayat tecrübesi, entelektüel donanımı ve birikimi, tapusunu elde tutmaya yeterlidir. Bu yüzden kiralıktır, dönekliği kabul etmek yerine en fazla günah çıkartır, değişip geliştiğini, değişimin ve ilerlemenin misyoneri olduğunu savlar. Değişimin misyoneri ve filozofu rolünde, kendi tekil günah çıkarmalarını ve nedametini toplu terapiye dönüştürmeye çabalar, ola ki rüzgârın yönü değiştiğinde bir kez daha dönmeye kapıyı açık tutar.

Elveda Yoksullar Merhaba Para Babaları
Kıdemli döneğin ömrünün bir döneminde sosyalizme meyletmesi, sonra dönüp burjuvaziye biat etmesi, başlı başına kitap konusu olacak ayrıntıda ve önemdedir. Eksik kalma pahasına bir özet verirken vurgulanmalı ki, Ertuğrul Özkök’ün isyankârlığı ve dönekliği ne denli sahte ise Çetin Altan’ınki o denli gerçektir.
Kendi anlatımına göre, paşa torunu olarak köşklerde doğup büyümesine karşın çocukluğunda sevgiden ve ebeveyn ilgisinden yoksun kaldı. “Sekiz yaşında yatılı okula bıraktılar, bir daha da kimse aramadı. Sevgi görmeyince insan, beğenilmek ister. Sevilmemiş çocuklar farkında olmadan kendilerini beğendirmek isterler. (...) Sevilmemiş insanlar, insanları mahkûm etmeye çalışırlar kendilerini beğenmeye.”[2]
Ahmet Tulgar’la söyleşisinde, “Hazin bir hikâyedir benim hayatım” diye acındırır kendisine. Büyük Gözaltı, Bir Avuç Gökyüzü, Viski romanlarına da malzeme yaptığı çocukluk ve gençlik anıları ıstırap duyulacak acılıktadır. Zengin yoksul ayırt etmeden, çocukların ezici çoğunluğunun yaşadığı acılıktadır. Eşi Solmaz Kâmuran, İpek Böceği Cinayeti adlı biyografide Çetin Altan’ın çocukluğunun yalnızlık ve can sıkıntısı içinde geçtiğini vurgular. Sekiz yaşında Galatasaray Mektebi’ne yatılı verilmiştir. “Okul, Pazar akşamı, henüz sekiz yaşında küçük çocuk için korkutucu ve ıssızdır. Ondan başka iki öğrenci daha vardır. Akşam yemeğini yer ve kendisine gösterilen yatakta uyur. Sabah, belki de rüya görmüş olduğunu umarak uyanır, etrafına bakar, gri metal dolabı görür. Hayır, bu bir rüya değildir… Sekiz yaşındadır ve yapayalnızdır. Galatasaray’da bir Pazar gecesi başlayan bırakılmışlık duygusu onu çok etkiler ve tüm yaşamına duygusal anlamda damgasını vurur. Yeteri kadar sevilmediğini ya da en azından diğer çocuklardan daha az sevildiğini düşünür hep.”[3]
Çetin Altan yaşlılığında bile çok sık olarak annesiyle ilişkilerinden yakınır. Solmaz Kâmuran da “Annesi onu yeteri kadar sevdi mi sevmedi mi, bunun kararını bizler veremeyiz ama, belki de bu sevgi açlığının yirmi bini aşkın köşe yazısı ve kırk iki cilt kitabın yaratılmasında payı vardır...” diye yazar.
Yalnız ve mutsuz bir çocukluk yaşayan Çetin Altan, çocukluk ve ilk gençlik dönemindeki sevgi, ilgi ve cinsellik açlığıyla, kendini beğendirme içgüdüsüyle, yetişkinlik döneminde düzinelerce kitap, binlerce yazı kaleme alır.
Özcesi, Çetin Altan çocukluğunda ve ilk gençliğinde acısını çektiği ilgi, sevgi ve cinsel açlığı doyurma, beğenilme, alkışlanma isteğiyle yüklüdür. Galatasaray Mektebi’nden sonra paşazadeliğin de yardımıyla başladığı gazetecilik yaşamında, alkışlanma isteğini doyuracak olanaklar bulsa da daha fazlasını istemektedir. Devir sosyalistlik devridir, o da sosyalistlikte karar kılar. 1965 yılında Türkiye İşçi Partisi (TİP)’in önerisini kabul ederek milletvekili seçilir, yazılarından dolayı açılmış davalarda dokunulmazlık da kazanır. Meclis’te, mitinglerde sosyalizmin sesi olur, alkışlandıkça alkışlanır. O hızla, Türk Sosyalistinin El Kitabı’nı yazar. “Türkiye’nin ezilen horlanan, çağının dışında bırakılmış emekçilerini” kendi gücüyle iktidara gelip kurtulmaya çağırır.[4]
Meclis’te öldüresiye linç girişimi belki de hayatının dönüm noktasıdır. Usul usul TİP ve sosyalizmle arasına mesafe koyar. Zaten, sosyalizmden esinlenen kitle hareketi zirveye ulaşmış, inişe geçmek üzeredir. TİP’in hezimete uğradığı 1969 seçimlerinde yeniden aday olmaz, peşinden 12 Mart 1971 darbesi gelir ve Çetin Altan gözaltına alınır.
Sosyalizm selinin kapıp sürüklediği yüzlerce entelektüelden biriydi. Malum, sel gider kum kalır. Gidenlerden biri de Çetin Altan’dır. Büyük Gözaltı’da (1972) can korkusuyla başladığı uyanma serüvenini Bir Avuç Gökyüzü (1973) altında tamamlar, nihayet sosyalistliği Viski (1974) kadehinde eritir!
Gözaltına düşen ve işkenceye yatırılan biri, hayattan koparıldıkça kendi içine gömülür, çocukluğuna sığınır. Çetin Altan da Büyük Gözaltı’nda öyle yapar; kendi içine gömülür; ama, çocukluğuna sığınamaz. Çünkü çocukluğunda sevgisiz, yalnız ve mutsuzdur. Romanda fırsat buldukça mutsuz bir çocukluk yaşadığından yakınır. Annesi kapıları çarpıp duran bir kadındır. Çoğu kez odasına kapanıp kapıyı kilitlemektedir. Kendisiyle ilgilenen olmamıştır. Mızmızlandığı zaman, anne, kapıları açıp kaparken dayakla korkutmuştur. Şrak diye vurmuştur da. Buna karşın, anne odasına kapandığında kapısında oturup öyle beklemiştir. Annesi kapıyı açtığında otururken görsün ve sevsin, dövmesin umuduyla. Yakınlığa ve şefkate öylesine açtır. Sonra küçücük yaşta yatılı okula vermişlerdir. Okula kapatılmayı hücreye kapatılmakla bir tutar. “Beni getirip bırakmışlardı oraya. Yapayalnız kalmıştım ve gözaltındaydım.”[5]
Hep getirip çocukluğuna dayandırdığı güçsüzlüğünü, korkaklığını gözaltında daha derinden duyumsar. Alevli bir şehvetle ölmek istediğini, dik durabilmek için kendi kendine telkinin yarar sağlamadığını anlatır: “Ölüme dimdik yürüyenleri, ölümle alay edenleri; ipleri, kurşunları, cellatları hiçe sayarak, ölümü kahkahayla karşılayanları düşünerek yüreklendirmek istiyordum kendimi. Ama bir türlü özdeş olamıyordum onlarla. Bir buzlu cam giriyordu onlarla arama.”[6]
Büyük Gözaltı’nda çocukluğuyla hücre arasında gidip gelir ve noktayı koyar: “Ben aslında ipekböceğini kozasının içindeyken öldürmüştüm.” Öldürdüğü sosyalist Çetin Altan’dır.
Viski’de kurguladığı “Rezil Köpek”in hayatı ve devrimciliğiyle Çetin Altan’ın hayatı ve devrimciliği arasındaki paralellik de dikkat çekicidir. Hayatındaki travmaları, dönüm noktalarını romanda “Rezil Köpek”e de yaşatır. “Rezil Köpek’in yolu bir okula düşer. Dershaneyi, yemekhaneyi, yatakhaneyi dolaşır ve kolu bacağı kopmuş bir çocukla karşılaşır. Çocuk, ‘Rezil Köpek’e içini döker: “Beni buraya geldiğim gün linç ettiler.”
Roman kurgusu içinde evde ve küçücük yaşta bırakıldığı yatılı okulda çektiği yalnızlığı ve mutsuzluğu anlatmaktadır. “Nallı Böcek” adını verdiği çocuk, tıpkı Galatasaray Mektebi’ndeki Çetin gibi yalnız ve mutsuzdur. Hafta sonlarında öteki çocukların anneleri babaları gelip çocuklarını götürürler, Nallı Böcek kendi kendisiyle baş başa kalır. Gidecek yeri yoktur. Harçlığı varsa sinemaya gider, tekrar okula döner. Büyüyünce çok güzel bir karısı olacak, çocuklarını yatılı okula göndermeyecek, anasız babasız bırakmayacaktır…
Çocukluğunu romanda “Nallı Böcek”e yaşattığı gibi sosyalistliğini de “Rezil Köpek”e yaşatır. “Rezil Köpek” “enayilik” etmiştir.  “Önce evinin içini düzelteceğine dünyayı düzeltmeye” kalkmıştır, karısının ömrü ise “sarhoş beklemekle geçmiştir.” Sonuçta enayiliğinin cezasını görmüş, kurtarmak istediği halk tarafından linç edilmiştir. “Onun payına düşen ceza daima işkenceydi…”[7]
Dün kendisini alkışlayanları artık başka gözle görmektedir: “Üstüne doğru yüzlerce kişi geldi mi? Hem de kurtarmak istediğin yüzlerce kişi. Kafana taşlarla sopalarla vurdular mı, beynini parçaladılar, kollarını bacaklarını kopardılar mı? Beni her seferinde linç ederler. Her seferinde kollarımı bacaklarımı beynimi toplar, yerli yerine yerleştiririm. Ve uzaktan bakarım kanımı yalayan köpeklere.”[8]
Artık alkış almadığına göre enayiliğin lüzumu kalmamıştır! Kasketli işçinin ağzından “Boş ver ağabey, bana ne, ben mi kaldım dünyayı düzeltecek?” diye iç hesaplaşmasını yapar, “Rezil Köpek”. Sonrası, kendisini alkışlasın alkışlamasın, halka nankörlük ve düşmanlıktır: “Onlar bizi linç ettikçe biz de onları linç edeceğiz.”[9]
Gerçekten de linç ettiği, intikamını aldığı söylenebilir. Sınıfsal sömürü ve baskının, sömürgecilik ve emperyalizmin bütün geri ülkelerde yaptığı insani tahribatı, açtığı toplumsal yaraları sadece Türklere özgüymüş gibi abartarak, halkı sürekli aşağıladı. Diyalektik nedenselliği tersine çevirerek, köylerde tenis kortu ve kuaför olmadığı, satranç ve briç oynanmadığı için ülkenin geri kaldığı, halkın yüzde 80’inin mesleksiz olduğu gibi absürd tezleri süslü sözlerle yineleyip durdu.
Halkı da kendisiyle birlikte Viski kadehinde eritip “yağlı kaygan bataklığa” gömmekle kalmadı Çetin Altan. Neo-liberalizm devrinde André Gorz, Elveda Proletarya diyerek, işçi sınıfını tarihe gömdü! Sınıflar kalmadığına, tarihin sonu geldiğine göre sınıf ve devrim mücadelesi de kalmamıştır, kaldıysa bile en devrimci sınıf burjuvazidir. Artık aslolan devrim değil değişim, uyum, istikrar ve reformdur. Çetin Altan, André Gorz’dan geride kalacak değildi, o da işçi sınıfını süpürüp tarihin çöp sepetine attı: “İşçi sınıfı artık ilerici bir sınıf değil. (...) Evrensel değişimin bayrağı bugün önce bilimcilerin elinde. Sonra da, işçi sınıfını tarihe doğru süpürerek, yeni teknolojilerle üretim yapanların elinde. Türkiye’de değişimin bayrağına TÜSİAD sahip çıkmaya uğraşıyor.”[10]

“Elveda Sosyalizm” Merhaba Emperyalizm
Dönek ahlakının parametreleri “aldatma, sadakatsizlik, ikiyüzlülük ve ihanet” diye sıralanır.
Aldatma, sadakatsizlik, ikiyüzlülük ve ihanet ezilen sınıfadır, mazlumadır. Muhabbet ve biat ise artık burjuva sınıfınadır. Ne ki dönek ahlakının yönelimi en güçlü olanadır. Bu yüzden dönmenin, düşmenin sonu gelmez. Devir, emperyalizmin küreselleşme devridir. Döneklik menzilinin son durağı ise emperyalizmdir.
Türkiye’nin kıdemli döneği de bu kuralın dışında kalmadı; o da yerli sermayedarın kapılandığı güce, yani emperyalist burjuvaya kapılandı. Türk Sosyalistinin El Kitabı’nda diyordu ki, “Batı’da emekçi sınıflarına taviz verecek ve sınıflar arası dengeyi az çok sağlayacak yeteneği vardır burjuva sınıfının. Sermayesini iki yüz yıl öncesinden bütün yeryüzünü sömürerek biriktirmeye başlamıştır.” (s. 56).
Hızını alamayarak, iç sömürünün dış sömürüden ayrı tutulamayacağını, sadece dış sömürüye, yani emperyalizme karşı çıkmanın yeterli olmayacağını, her iki sömürüyü birlikte def etmek gerektiğini vurguluyor, “Gerçekten Türkiye’nin bağımsızlığını isteyenler, bunun içerde devam edecek bir sömürü düzeniyle mümkün olamayacağını anladıkları ölçüde cepheyi güçlendirir ve zaferi yakınlaştırırlar” diyordu (s. 73).
Hidayete erip önce yerli halkı, sonra işçi sınıfını “yağlı kaygan bataklığa” gömdükten sonra, kendisini en çok alkışlayacak efendiyi Türkiye’nin dışında buldu. “Emperyalizm nedir?”, Türk’ün bunu bilmediğine fetva verdi: “Türkler, ‘emperyalizmi, kapitalist devletlerin, yoksul ülkeleri sömürmesi sanıyorlar... Öyle değil mi?  Değil. ‘Emperyalizm, yoksul ülkelerin sömürülmesi değil, gelişmesini engellemektir. Endüstri üretimine geçemesinler de, kapitalistlerin üretimlerini almayı sürdürsünler, diye. Küreselleşmenin, ‘emperyalizmin yeni bir çehresi’ olduğunu iddia edenler var. Sen ne diyorsun buna? ‘Monizm’den, yani ‘komünizm’den, hiçbir şey anlamamış olmak, diyorum. Yeni teknolojilere dayalı bir üretim modeli, dünyadaki 5 milyar yoksulu zengin etmek zorunda. Yoksa hızla artan üretimi kim emecek? Marx’ın vaktiyle saptadığı bir gerçek, şimdi uygulamaya giriyor.”[11]
Kıdemli dönek, emperyalist burjuvazinin dünyadaki tüm yoksulları zengin edeceği müjdesini(!) vermekle ve küresel burjuvaziyi aklamakla kalmamış, küresel faşizmin Irak halkı üzerine çullanmasını kadeh kaldırarak kutlamaya da çağırmıştı:
“ABD Başkanı Bush, kendine özgü birtakım değişik çıkar hesaplarıyla da saldırsa Saddam’a; 20 – 25 yılın sonunda, bambaşka bir tablonun ortaya çıkmasına neden olacaktır Yakındoğu’da... (…) Türkiye de, küreselleşme sürecinin içindedir ve gitgide daha çok saydamlaşacaktır. Enseyi karartmayın ve 2003 yılını, ‘evrensel değişim’e kadeh kaldırarak kutlayın...”[12]
5 yıl süreyle Diyarbakır’da 80 bin Amerikan askerinin konuşlanmasından da ne çıkar yani? (…) Mehmetçik’in de büyük katkısı dokunacak Saddam’ın devrilmesine...”[13]
 “Irak savaşını da, fazla büyütmeyin gözünüzde. Şayet çıkarsa, daha da hızlı saydamlaşır Türkiye...”[14]
Türkiye’nin ezilen insanlarından sonra Ortadoğu’nun zavallı halklarını da yağlı kaygan bataklığa gömen kıdemli dönek, bağımsızlık fikrini ve halkların kendi kaderlerini tayin hakkını karalamaktan da geri durmadı. Bağımsızlık hareketleri silah fabrikatörlerini zengin eden sözde kurtuluş hareketleridir. Fransız İhtilali’yle ortaya çıkan ulus-devlet modeli ucube olarak doğmuştur. Yer küresinin 5 kıtasında pıtırak gibi 200’ü aşkın ulus-devlet kurulmuştur. Ama sonuçta 7 milyarlık dünya nüfusunun 4 milyarı yoksul, 1 milyarı da açlık sınırının altındadır. Türkiye’de yağmanın durmasını Türkler değil, Amerikalılar istemektedir. Türkiye 20’nci yüzyılı ıskalamıştır, ama 21’inci yüzyılı ıskalamasına izin verilmeyecektir. Türkiye, ABD ve AB eliyle demokratikleştirilecek ve Ortadoğu’nun eksen ülkesi yapılacaktır! Enseyi karartmaya lüzum yoktur (Çetin Altan’ın hemen hemen her yazısı).
Döndüğünü kabul etmeyip Marxizmi tekeline alsa ve emperyalizmin dünya ölçeğinde sömürü düzeni olmayıp yoksulları zenginleştireceğini, Türkiye’yi saydamlaştıracağını savlasa da hayat kıdemli döneği doğrulamadı, doğrulamayacak da. Ne dünya yoksulları zenginleşiyor, ne Irak halkı Saddam’dan kurtulmakla rahata erdi ne de Türkiye saydamlaştı. Saydamlaşması komşu bir halkın katledilmesine bağlıysa, Türkiye saydamlaşmasın daha iyi!
Döneklik yeterince utanılası bir düşkünlüktür. Dönüp düşmenin sonu yoktur. Varsa bile Sigmund Freud ve Haydar Dümen’in uzmanlık alanına girer ki, ayrı bir yazı konusudur.


Okuyucuya not: Bu yazı DEVŞİRMELER DÖNEKLER adlı kitabımda, Çetin Altan hakkındaki iki yazıdan ilkidir.


[1] Ertuğrul Özkök, Hürriyet, 12 Ekim 1997.
[2] Ahmet Tulgar, Hazin bir hikâyedir benim hayatım”, Milliyet Pazar, 7 Nisan 2002.
[3] Solmaz Kâmuran, İpek Böceği Cinayeti, Inkılap Kitabevi, İstanbul 2006, s. 27.
[4] Çetin Altan, Onlar Uyanırken, Bilgi Yayınevi, Ankara 1967, s. 79.
[5] Büyük Gözaltı, İnkılap Kitabevi, İstanbul 1999, s. 183.
[6] Büyük Gözaltı, s. 183.
[7] Çetin Altan, Viski, İnkılap Kitabevi, İstanbul 1998, s. 263.
[8] Çetin Altan, Viski, s. 21.
[9] Çetin Altan, Viski, s. 62.
[10] Çetin Altan, Sabah,  8 Temmuz 2001.
[11] Çetin Altan, Sabah,  8 Temmuz 2001.
[12] Çetin Altan, Milliyet, 27 Aralık 2002.
[13] Çetin Altan, Milliyet, 26 Aralık 2002.
[14] Çetin Altan, Milliyet, 4 Ocak 2003.

23 Ekim 2015 Cuma

MÜSLÜMANLAR HANGİ PARTİYE OY VERMELİ?

İbnü’l Sallama Hükümran Beyefendi’ye VEKÂLETEN
Ya eyyühellezine âmenû,
Cumanız hayırlı olsun!
Malum, 1 Kasım’da sandık başına gidip, memleketi kimlerin yönetmesini istediğinizi belli edeceksiniz. Şunun şurasında 10 günden de az bir zaman kaldı,
Memlekette ezici çoğunluktasınız. Dolayısıyla, memleketi kimlerin yöneteceğine bugüne kadar olduğu gibi yine sizler karar vereceksiniz.
Kararınız belli mi? Hangi partilere ve adaylara oy vereceksiniz? Memleketin hali ortada. Memleketin bir yerinde gençler “şehit” oluyor ya da “ölü ele geçiriliyor”. Kimi caniler de başkentin göbeğinde 100’den fazla insanı katledecek kertede cesaret buluyorlar. Hem de İslam adına. Kin ve nefret almış yürümüş. Kendi derdimiz bize yetmezmiş gibi, Suriye bataklığından kaçan 2 milyondan fazla Müslüman da ülkemize sığınmış durumda. Yani memleket barut fıçısından farksız. Bu durumda, içinde bulunduğu belalı ortamda memlekete bir parça nefes aldıracak, rahatlatacak bir hükümeti iş başına getirebilecek misiniz?
***

Ya eyyühel ihvan,
Allah, size, emanetleri mutlaka ehline vermenizi ve insanlar arasında hükmettiğiniz zaman adaletle hükmetmenizi emrediyor.” (Kadınlar, 58)
Sandık başına gittiğinizde, emaneti ehline verebilecek misiniz, insanlar arasında adaletle hükmedecek bir hükümeti iş başına getirebilecek misiniz?
Allah biliyor ya, bugüne kadarki seçimlerde ne yaptıysanız 1 Kasım’da da onu yapacaksınız. Yani, emaneti ehline vermek yerine gene kahir ekseriyetle ırkçı ümmetçi zengin partilerine oy vereceksiniz. Geçmişte oy verdiğiniz bu partilerin zenginleri kollamaları ve kardeşi kardeşe düşürmeleri yetmezmiş gibi Beytü'l Mal'e el uzatmalarına, yani hırsızlık ve yolsuzluk yapmalarına aldırış etmeyeceksiniz.
Söylediklerim yalan mı?
Çok eskilere gitmeye gerek yok. Son seçimler öncesinde Cumhuriyet tarihinin en ağır hırsızlık yolsuzluk skandalı patladı. Skandalın ucu Emir-ul Müminin‏ hanesine kadar uzandı. Uzandı da ne oldu? Seçimlerde ak oylarınızla skandala sahip çıktınız.
Peki neden hiç emaneti ehline vermiyorsunuz? Neden adil, özgür, eşitlikçi bir dünya için demokratik, barışçı siyasi tercihler yapmıyorsunuz?
İbnü’l Sallama Hükümran Beyefendi’ye kulak vermezsiniz. Yine de dosdoğru söylemekten geri durmayalım. Emaneti ehline vermenizin önünde, dini inancın egemen sınıfların çıkarlarını meşrulaştıran siyaset ve ideolojiye dönüştürülmesinden başlayıp, İslam dünyasının Rönesans ve reform süreçlerinden mahrum kalmasına uzanan bin türlü sebebi var.
Sebeplerden biri de, kerametleri kendilerinde menkul, her biri diğerinden daha menfaatperest cemaat ve tarikat erbabı ile firavunlarla hemhal olan ulemaya kulak vermeniz.
Kim bunlar? Öyle çoklar ki, hangi birini saymalı. Mesela, Prof. Dr. Hayrettin Karaman. Memleketi on üç yıldır tek başına yöneten partinin fetvacısı olarak biliniyor. Müslüman ahalinin ekseriyeti de Hayrettin Efendi’yi “Sahih İslâm'ı tebliğ etmekle görevli rehber alim” sayıyor. Maşallah, oğlunu da kendisi gibi yetiştirmiş, alimler arasına katmış! Cumhurbaşkanı Recep Bey de mahdum Prof. Dr. Muhammet İhsan Karaman’ı takdir edip, İstanbul Medeniyet Üniversitesi rektörlüğüne tayin etmiş. Allah muvaffak eylesin!
İşte bu Prof. Dr. Hayrettin Karaman geçenlerde “Niçin AK Parti’ye oy vermeli?” başlıklı bir yazı kaleme aldı. Uzun uzadıya gerekçeler sıralayarak, Müslümanları AKP’ye oy vermeye çağırdı (Yeni Şafak, 18 Ekim 2015).
Hayrettin Efendi’nin gerekçelerini tümüyle buraya almak mümkün değil. Özetle, dindarlığı yaygınlaştırdığı, sekiz yıllık kesintisiz eğitim kumpasına son verdiği, dini eğitimi yaygınlaştırdığı, başörtüsünü özgürleştirdiği, ülkemizin en seçkin yerlerinde yükselen minareleri teşvik ettiği, insan hak ve özgürlüklerine dayalı demokrasiyi ikmal etmek üzere önemli reformlara imza attığı için Müslümanlar AKP’ye oy vermeliler...
Hayrettin Efendi, AKP’nin kurucu liderini de hatırlatmadan geri durmamış. Kurucu lider, “Dünya beşten büyüktür” diyerek zalimlere ders vermiş, dünyanın tüm mazlumlarına sahip çıkmış, yalnız Türkiye'nin değil İslam dünyasının ümidi haline gelmiş filan...
***

Ya eyyühellezine âmenû,
Hayrettin Efendi’nin söylediklerine inanıyor musunuz? Bana öyle geliyor ki, sizler de inanmıyorsunuz. Hatta, Hayrettin Efendi’nin yolsuzlukları hırsızlık saymadığını biliyorsunuz. İktidar sahiplerinin kurdukları vakıflara derneklere bağış yapmaları şartıyla işadamlarına ihale verilmesinde günah olmadığına, ihale için şart koşulan bağışın rüşvet sayılamayacağına dair fetva verdiğini de biliyorsunuz. Ama son seçimlerin de gösterdiği üzere umurunuzda değil, ısrarla Tağuti düzenin partilerine oy vereceksiniz.
İbnü’l Sallama Hükümran Beyefendi, “Onlar, yalanı çok dinleyen, haramı çok yiyenlerdir.” (Sofra, 42) ayetini hatırlatmakta,
Daha adil, daha özgür, daha eşitlikçi bir dünya yolunda demokratik barışçı siyasi tercihler yapabilmeniz için Cenab-ı Hakk’tan sizleri hidayete erdirmesini niyaz etmektedir.

Selam ve dua ile!

16 Ekim 2015 Cuma

DAVUTOĞLU İLE IŞİD ARASINDAKİ DERECE FARKI

İbnü’l Sallama Hükümran Beyefendi’ye VEKÂLETEN
Ya eyyühellezine âmenû,
İslam adına işlenen cinayetlerin katliamların ardı arkası gelmiyor. İşlenen cinayet ve katliamların hazin bir özelliği de, Müslümanların birbirlerini katletmeleri.
Öyle ki, Dünya İslam Bilginleri Barış, İtidal ve Sağduyu İnisiyatifi 2014 yılında İstanbul’da toplanmış, 32 İslam ülkesinden temsilciler üç gün boyunca İslam coğrafyasını dolduran kan deryasını konuşmuşlardı. Toplantının ardından ortak bildiriyi açıklayan Türkiye Diyanet İşleri Başkanı Mehmet Görmez, her gün ortalama 900 kadar Müslümanın birbirlerini öldürdüklerini açıklamış, dikkatleri IŞİD, Boko Haram, El Kaide filan gibi örgütlere çekmişti.
Ortak bildiride de “Bütün mü’minler kardeştir” diye vurgulandıktan sonra, İslam’ın ilke olarak kin nefret ve düşmanlığı men ettiği, insanlığa huzur barış ve iki cihan saadeti sunduğu, her koşulda adalet ve barışa öncelik verdiği ifade edilmişti.
Dünya İslam Bilginleri’nin çağrısına karşın, İslam dünyasında her gün yine 900 kadar Müslüman kendi din kardeşlerince katlediliyor.
***

Ya eyyühel ihvan,
Ankara’da 106 insanımız da hunharca katledildi, onlarcası sakat bırakıldı. Hükümet her ne kadar kafaları karıştırmaya çalışsa da, katliamın Irak Şam İslam Devleti yani IŞİD adlı örgüt tarafından gerçekleştirildiği saklanamıyor.
Ne var ki, Başbakan Ahmet Davutoğlu katliamın IŞİD tarafından gerçekleştirildiğini açık açık söylemekte zorlanıyor. Herhalde bilinçaltında, çok değil bir yıl önceye kadar IŞİD’i ‘terör örgütü’ olarak değil, öfke birikiminin eseri “tehdit” diye tanımlayarak bir bakıma meşrulaştırmasının çelişkisini yaşıyor. O çelişkinin yol açtığı zihinsel bulanıklıkla kendisi ile IŞİD arasına mesafe koymaya çalışıyor. Heyhat ki, mesafe koymaya çalışırken de IŞİD ile din kardeşi olduğunu bir kere daha ağzından kaçırmaktan kendini alamıyor. Davutoğlu da, İslam’ın barış dini olduğunu tekrarlıyor, IŞİD ile hakiki Müslüman tartışmasına giriyor, “DEAŞ’ın kafasındaki İslam ile bizim savunduğumuz İslam arasında 180 derece değil 360 derece fark var. Birisi dışlayıcı, birisi müsamahakâr ve demokrasi ile İslam'ı tanımlayan örnek. Biz gerçek İslam'ı temsil ediyoruz.” diyor.
Bu noktada Ahmet Bey’in geometri bilgisini tartışmaya gerek yok. Dil sürçmesi deyip geçelim. Beklenirdi ki, Başbakan Ahmet Davutoğlu, Ankara katliamının kurbanları için milli futbol maçı öncesinde yapılan saygı duruşunu tekbir sesleriyle veya ıslıklayarak protesto eden hemşerileri için de bir şeyler söylesin, bunu tasvip etmediğini vurgulasın. IŞİD ile kim daha dindar, kim hakiki Müslüman rekabetine yoğunlaştığından kınamak işine gelmedi herhalde.
İbnü’l Sallama Hükümran Beyefendi’nin görüşü odur ki, Ahmet Davutoğlu’nun IŞİD ile dindarlık veya hakiki İslam rekabetine girişmesi abestir. Kim daha dindar, kim hakiki Müslüman rekabetinin sonu yoktur, İslam coğrafyasına kan ve göz yaşından, kin ve nefretten başka bir şey getirmemiştir.
Rekabette ısrarlı olunacaksa, İbnü’l Sallama hazretleri, Kur’ân-Kerîm’in hakem kabul edilmesini, bu cümleden olarak onca layiha arasında adresi aşağıda kayıtlı “İslam Barış Dini midir?” başlıklı layihanın okunmasını tavsiye eder.
Cumanız hayırlı olsun.
Selam ve dua ile!

http://rahmi-yildirim.blogspot.com.tr/2015/01/islam-baris-dini-midir.html