Modern devşirmeler olarak ezilen sınıf mücadelesinden ezen sınıf
hegemonyasına transfer olan döneklerin öncelikle kişilik bozukluğuna bağlı
ahlaki sapma içinde olduklarını, dönek ahlakının kendilerince “aldatma,
sadakatsizlik, ikiyüzlülük ve ihanet” diye tanımlandığından söz ediyorduk.
İtirafçılık
gibi dönmek de sicilini temizleyerek, yeni bir hayat ve o hayata uygun yeni bir
kimlik, kişilik ve ahlak edinmektir. Yeni hayatında dönek, yeni ahlakı, kimliği
ve kişiliğiyle artık maddi gücü elinde tutan sınıfın hizmetindedir.
Aldatma, sadakatsizlik, ikiyüzlülük ve ihanet ezilen sınıfadır,
mazlumadır. Muhabbet ve biat ise artık burjuva sınıfınadır. İtirafçı için
olduğu gibi dönek için de kural, itiraf ederek geçmişini kusmak, dahası, ezen
sınıfın tetikçiliğini yapmaktır. Entelektüel tetikçi olarak dönek, ihanet
ettiği sol değerleri sermayenin pazarında işportaya çıkartacak ya da hastalık
diye itibarsızlaştırıp dönekliği meşrulaştıracak, sermaye düzenini kutsayacak
ve güce tapınacaktır.
Dünyada ve
Türkiye’de sosyalizmin itibarın zirvesinde olduğu yıllarda “Onlar Uyanırken” adıyla “Türk Sosyalistinin
El Kitabı”nı yazan kıdemli dönek Çetin Altan da öyle yaptı. 12 Mart 1971
darbesi döneminde hapse atılınca uyandırmayı bırakıp kendisi “uyandı”. Kendisi
uyandıktan sonra ilk olarak halkı defterinden sildi; neo-liberalizm devrinde
ise işçi sınıfını da tarihin mezarlığına gömdü ve gönlünün başköşesindeki yeri
burjuvaziye verdi.
Çetin
Altan gönlünün başköşesindeki yeri burjuvaziye verse de döndüğünü hiçbir zaman kabul
etmedi. Zaten dönekler iki türlüdür. Kimisi ruhunu, beynini ve vicdanını
tapusuyla birlikte satar; kimisi de kiraya verir.
Ruhunu,
beynini ve vicdanını tapusuyla birlikte satanlar hiperaktif saldırgan olurlar,
arkadaşlarını ölümcül tuzaklara düşüren itirafçılar gibidirler. İtirafçı, terk
ettiği mücadeleyi mahkûm etmeye, itirafıyla eski yol arkadaşlarını avlamanın
erdemli bir davranış olduğuna kendisini ve muhataplarını ikna etmeye çalışır.
Tapusuyla transfer olan dönekler de kendi bireysel zafiyetleri yerine
hasbelkader katıldıkları mücadeleyi mahkûm ederler, mücadelenin bazı
yanlışlıklarını ve aşırılıklarını genelleştirirler. Yanlış olan kendileri
değil, mücadeledir! Nitekim, rol modeli “pseudo dönek” yanlışlığın sol
mücadelede olduğunu, yeni başkaldırı ruhunun siyaset düzleminde değil bilim,
ekonomik girişimcilik ve iletişim düzleminde aranması gerektiğini söylüyordu: “‘Elveda
Başkaldırı’ kitabını yazdım. Komünizmin yıkılışını gazeteci olarak
Rusya’da yaşadım. Ve Hürriyet'in genel yayın yönetmeniyim. Ya o yanlıştı. Ya bugün bizler yanlışız...”[1]
Elbette
mütevazılık edip bugün durduğu noktanın yanlış olabileceğini söylememektedir.
İsyankâr bir özgeçmişi olmasa da Ertuğrul Özkök dönekliği sahiplenmekte ve
dönekliğe methiye düzmektedir. Çünkü, akademisyenliği de gazeteciliği de
tapusunu elde tutamayacak kadar sığdır, yüzeyseldir; mecburen ruhunun, beyninin
ve vicdanının tapusunu vermiştir.
Çetin
Altan ise dönekliği sahiplenmez, döndüğünü kabul etmez. Çünkü, tapusuyla satmak
yerine kiraya vermiştir. Hayat tecrübesi, entelektüel donanımı ve birikimi,
tapusunu elde tutmaya yeterlidir. Bu yüzden kiralıktır, dönekliği kabul etmek
yerine en fazla günah çıkartır, değişip geliştiğini, değişimin ve ilerlemenin
misyoneri olduğunu savlar. Değişimin misyoneri ve filozofu rolünde, kendi tekil
günah çıkarmalarını ve nedametini toplu terapiye dönüştürmeye çabalar, ola ki rüzgârın
yönü değiştiğinde bir kez daha dönmeye kapıyı açık tutar.
Elveda
Yoksullar Merhaba Para Babaları
Kıdemli
döneğin ömrünün bir döneminde sosyalizme meyletmesi, sonra dönüp burjuvaziye
biat etmesi, başlı başına kitap konusu olacak ayrıntıda ve önemdedir. Eksik
kalma pahasına bir özet verirken vurgulanmalı ki, Ertuğrul Özkök’ün
isyankârlığı ve dönekliği ne denli sahte ise Çetin Altan’ınki o denli
gerçektir.
Kendi
anlatımına göre, paşa torunu olarak köşklerde doğup büyümesine karşın
çocukluğunda sevgiden ve ebeveyn ilgisinden yoksun kaldı. “Sekiz yaşında yatılı
okula bıraktılar, bir daha da kimse aramadı. Sevgi görmeyince insan, beğenilmek
ister. Sevilmemiş çocuklar farkında olmadan kendilerini beğendirmek isterler.
(...) Sevilmemiş insanlar, insanları mahkûm etmeye çalışırlar kendilerini
beğenmeye.”[2]
Ahmet Tulgar’la söyleşisinde, “Hazin bir hikâyedir benim hayatım”
diye acındırır kendisine. Büyük Gözaltı,
Bir Avuç Gökyüzü, Viski romanlarına da malzeme yaptığı
çocukluk ve gençlik anıları ıstırap duyulacak acılıktadır. Zengin yoksul ayırt
etmeden, çocukların ezici çoğunluğunun yaşadığı acılıktadır. Eşi Solmaz
Kâmuran, İpek Böceği Cinayeti adlı
biyografide Çetin Altan’ın çocukluğunun yalnızlık ve can sıkıntısı içinde geçtiğini
vurgular. Sekiz yaşında Galatasaray Mektebi’ne yatılı verilmiştir. “Okul, Pazar
akşamı, henüz sekiz yaşında küçük çocuk için korkutucu ve ıssızdır. Ondan başka
iki öğrenci daha vardır. Akşam yemeğini yer ve kendisine gösterilen yatakta
uyur. Sabah, belki de rüya görmüş olduğunu umarak uyanır, etrafına bakar, gri
metal dolabı görür. Hayır, bu bir rüya değildir… Sekiz yaşındadır ve
yapayalnızdır. Galatasaray’da bir Pazar gecesi başlayan bırakılmışlık duygusu
onu çok etkiler ve tüm yaşamına duygusal anlamda damgasını vurur. Yeteri kadar
sevilmediğini ya da en azından diğer çocuklardan daha az sevildiğini düşünür
hep.”[3]
Çetin
Altan yaşlılığında bile çok sık olarak annesiyle ilişkilerinden yakınır. Solmaz
Kâmuran da “Annesi onu yeteri kadar sevdi mi sevmedi mi, bunun kararını bizler
veremeyiz ama, belki de bu sevgi açlığının yirmi bini aşkın köşe yazısı ve kırk
iki cilt kitabın yaratılmasında payı vardır...” diye yazar.
Yalnız ve
mutsuz bir çocukluk yaşayan Çetin Altan, çocukluk ve ilk gençlik dönemindeki
sevgi, ilgi ve cinsellik açlığıyla, kendini beğendirme içgüdüsüyle, yetişkinlik
döneminde düzinelerce kitap, binlerce yazı kaleme alır.
Özcesi,
Çetin Altan çocukluğunda ve ilk gençliğinde acısını çektiği ilgi, sevgi ve
cinsel açlığı doyurma, beğenilme, alkışlanma isteğiyle yüklüdür. Galatasaray
Mektebi’nden sonra paşazadeliğin de yardımıyla başladığı gazetecilik yaşamında,
alkışlanma isteğini doyuracak olanaklar bulsa da daha fazlasını istemektedir.
Devir sosyalistlik devridir, o da sosyalistlikte karar kılar. 1965 yılında
Türkiye İşçi Partisi (TİP)’in önerisini kabul ederek milletvekili seçilir,
yazılarından dolayı açılmış davalarda dokunulmazlık da kazanır. Meclis’te,
mitinglerde sosyalizmin sesi olur, alkışlandıkça alkışlanır. O hızla, Türk Sosyalistinin El Kitabı’nı yazar.
“Türkiye’nin ezilen horlanan, çağının dışında bırakılmış emekçilerini” kendi gücüyle
iktidara gelip kurtulmaya çağırır.[4]
Meclis’te
öldüresiye linç girişimi belki de hayatının dönüm noktasıdır. Usul usul TİP ve
sosyalizmle arasına mesafe koyar. Zaten, sosyalizmden esinlenen kitle hareketi
zirveye ulaşmış, inişe geçmek üzeredir. TİP’in hezimete uğradığı 1969 seçimlerinde
yeniden aday olmaz, peşinden 12 Mart 1971 darbesi gelir ve Çetin Altan
gözaltına alınır.
Sosyalizm
selinin kapıp sürüklediği yüzlerce
entelektüelden biriydi. Malum, sel gider kum kalır. Gidenlerden biri de Çetin
Altan’dır. Büyük Gözaltı’da (1972)
can korkusuyla başladığı uyanma serüvenini Bir
Avuç Gökyüzü (1973) altında tamamlar, nihayet sosyalistliği Viski (1974) kadehinde eritir!
Gözaltına düşen ve işkenceye yatırılan biri, hayattan koparıldıkça kendi
içine gömülür, çocukluğuna sığınır. Çetin Altan da Büyük Gözaltı’nda öyle yapar; kendi içine gömülür; ama, çocukluğuna
sığınamaz. Çünkü çocukluğunda sevgisiz, yalnız ve mutsuzdur. Romanda fırsat
buldukça mutsuz bir çocukluk yaşadığından yakınır. Annesi kapıları çarpıp duran
bir kadındır. Çoğu kez odasına kapanıp kapıyı kilitlemektedir. Kendisiyle
ilgilenen olmamıştır. Mızmızlandığı zaman, anne, kapıları açıp kaparken dayakla
korkutmuştur. Şrak diye vurmuştur da. Buna karşın, anne odasına kapandığında
kapısında oturup öyle beklemiştir. Annesi kapıyı açtığında otururken görsün ve
sevsin, dövmesin umuduyla. Yakınlığa ve şefkate öylesine açtır. Sonra küçücük
yaşta yatılı okula vermişlerdir. Okula kapatılmayı hücreye kapatılmakla bir
tutar. “Beni getirip bırakmışlardı oraya. Yapayalnız kalmıştım ve
gözaltındaydım.”[5]
Hep getirip çocukluğuna dayandırdığı güçsüzlüğünü, korkaklığını
gözaltında daha derinden duyumsar. Alevli bir şehvetle ölmek istediğini, dik
durabilmek için kendi kendine telkinin yarar sağlamadığını anlatır: “Ölüme
dimdik yürüyenleri, ölümle alay edenleri; ipleri, kurşunları, cellatları hiçe
sayarak, ölümü kahkahayla karşılayanları düşünerek yüreklendirmek istiyordum
kendimi. Ama bir türlü özdeş olamıyordum onlarla. Bir buzlu cam giriyordu
onlarla arama.”[6]
Büyük Gözaltı’nda çocukluğuyla hücre arasında gidip gelir ve noktayı koyar: “Ben
aslında ipekböceğini kozasının içindeyken öldürmüştüm.” Öldürdüğü sosyalist
Çetin Altan’dır.
Viski’de kurguladığı “Rezil Köpek”in hayatı ve devrimciliğiyle Çetin Altan’ın
hayatı ve devrimciliği arasındaki paralellik de dikkat çekicidir. Hayatındaki
travmaları, dönüm noktalarını romanda “Rezil Köpek”e de yaşatır. “Rezil
Köpek’in yolu bir okula düşer. Dershaneyi, yemekhaneyi, yatakhaneyi dolaşır ve
kolu bacağı kopmuş bir çocukla karşılaşır. Çocuk, ‘Rezil Köpek’e içini döker:
“Beni buraya geldiğim gün linç ettiler.”
Roman kurgusu içinde evde ve küçücük yaşta bırakıldığı yatılı okulda
çektiği yalnızlığı ve mutsuzluğu anlatmaktadır. “Nallı Böcek” adını verdiği
çocuk, tıpkı Galatasaray Mektebi’ndeki Çetin gibi yalnız ve mutsuzdur. Hafta
sonlarında öteki çocukların anneleri babaları gelip çocuklarını götürürler,
Nallı Böcek kendi kendisiyle baş başa kalır. Gidecek yeri yoktur. Harçlığı varsa
sinemaya gider, tekrar okula döner. Büyüyünce çok güzel bir karısı olacak,
çocuklarını yatılı okula göndermeyecek, anasız babasız bırakmayacaktır…
Çocukluğunu romanda “Nallı Böcek”e yaşattığı gibi sosyalistliğini de
“Rezil Köpek”e yaşatır. “Rezil Köpek” “enayilik” etmiştir. “Önce evinin içini düzelteceğine dünyayı düzeltmeye”
kalkmıştır, karısının ömrü ise “sarhoş beklemekle geçmiştir.” Sonuçta
enayiliğinin cezasını görmüş, kurtarmak istediği halk tarafından linç
edilmiştir. “Onun payına düşen ceza daima işkenceydi…”[7]
Dün kendisini alkışlayanları artık başka gözle görmektedir: “Üstüne doğru
yüzlerce kişi geldi mi? Hem de kurtarmak istediğin yüzlerce kişi. Kafana
taşlarla sopalarla vurdular mı, beynini parçaladılar, kollarını bacaklarını kopardılar
mı? Beni her seferinde linç ederler. Her seferinde kollarımı bacaklarımı
beynimi toplar, yerli yerine yerleştiririm. Ve uzaktan bakarım kanımı yalayan
köpeklere.”[8]
Artık alkış almadığına göre enayiliğin lüzumu kalmamıştır! Kasketli
işçinin ağzından “Boş ver ağabey, bana ne, ben mi kaldım dünyayı düzeltecek?”
diye iç hesaplaşmasını yapar, “Rezil Köpek”. Sonrası, kendisini alkışlasın
alkışlamasın, halka nankörlük ve düşmanlıktır: “Onlar bizi linç ettikçe biz de
onları linç edeceğiz.”[9]
Gerçekten de linç ettiği, intikamını aldığı söylenebilir. Sınıfsal sömürü
ve baskının, sömürgecilik ve emperyalizmin bütün geri ülkelerde yaptığı insani
tahribatı, açtığı toplumsal yaraları sadece Türklere özgüymüş gibi abartarak,
halkı sürekli aşağıladı. Diyalektik nedenselliği tersine çevirerek, köylerde
tenis kortu ve kuaför olmadığı, satranç ve briç oynanmadığı için ülkenin geri
kaldığı, halkın yüzde 80’inin mesleksiz olduğu gibi absürd tezleri süslü
sözlerle yineleyip durdu.
Halkı da kendisiyle birlikte Viski
kadehinde eritip “yağlı kaygan bataklığa” gömmekle kalmadı Çetin Altan.
Neo-liberalizm devrinde André Gorz, Elveda
Proletarya diyerek, işçi sınıfını tarihe gömdü! Sınıflar kalmadığına,
tarihin sonu geldiğine göre sınıf ve devrim mücadelesi de kalmamıştır, kaldıysa
bile en devrimci sınıf burjuvazidir. Artık aslolan devrim değil değişim, uyum,
istikrar ve reformdur. Çetin Altan, André Gorz’dan geride kalacak değildi, o da
işçi sınıfını süpürüp tarihin çöp sepetine attı: “İşçi sınıfı artık ilerici bir
sınıf değil. (...) Evrensel değişimin bayrağı bugün önce bilimcilerin elinde.
Sonra da, işçi sınıfını tarihe doğru süpürerek, yeni teknolojilerle üretim
yapanların elinde. Türkiye’de değişimin bayrağına TÜSİAD sahip çıkmaya
uğraşıyor.”[10]
“Elveda Sosyalizm” Merhaba Emperyalizm
Dönek ahlakının parametreleri “aldatma, sadakatsizlik, ikiyüzlülük ve
ihanet” diye sıralanır.
Aldatma, sadakatsizlik, ikiyüzlülük ve ihanet ezilen sınıfadır,
mazlumadır. Muhabbet ve biat ise artık burjuva sınıfınadır. Ne ki dönek
ahlakının yönelimi en güçlü olanadır. Bu yüzden dönmenin, düşmenin sonu gelmez.
Devir, emperyalizmin küreselleşme devridir. Döneklik menzilinin son durağı ise
emperyalizmdir.
Türkiye’nin
kıdemli döneği de bu kuralın dışında kalmadı; o da yerli sermayedarın
kapılandığı güce, yani emperyalist burjuvaya kapılandı. Türk Sosyalistinin El Kitabı’nda diyordu ki, “Batı’da emekçi
sınıflarına taviz verecek ve sınıflar arası dengeyi az çok sağlayacak yeteneği
vardır burjuva sınıfının. Sermayesini iki yüz yıl öncesinden bütün yeryüzünü
sömürerek biriktirmeye başlamıştır.” (s. 56).
Hızını
alamayarak, iç sömürünün dış sömürüden ayrı tutulamayacağını, sadece dış
sömürüye, yani emperyalizme karşı çıkmanın yeterli olmayacağını, her iki
sömürüyü birlikte def etmek gerektiğini vurguluyor, “Gerçekten Türkiye’nin
bağımsızlığını isteyenler, bunun içerde devam edecek bir sömürü düzeniyle
mümkün olamayacağını anladıkları ölçüde cepheyi güçlendirir ve zaferi yakınlaştırırlar”
diyordu (s. 73).
Hidayete
erip önce yerli halkı, sonra işçi sınıfını “yağlı kaygan bataklığa” gömdükten
sonra, kendisini en çok alkışlayacak efendiyi Türkiye’nin dışında buldu.
“Emperyalizm nedir?”, Türk’ün bunu bilmediğine fetva verdi: “Türkler, ‘emperyalizmi,
kapitalist devletlerin, yoksul ülkeleri sömürmesi sanıyorlar... Öyle değil
mi? Değil. ‘Emperyalizm, yoksul
ülkelerin sömürülmesi değil, gelişmesini engellemektir. Endüstri üretimine
geçemesinler de, kapitalistlerin üretimlerini almayı sürdürsünler, diye.
Küreselleşmenin, ‘emperyalizmin yeni bir çehresi’ olduğunu iddia edenler var.
Sen ne diyorsun buna? ‘Monizm’den, yani ‘komünizm’den, hiçbir şey anlamamış
olmak, diyorum. Yeni teknolojilere dayalı bir üretim modeli, dünyadaki 5 milyar
yoksulu zengin etmek zorunda. Yoksa hızla artan üretimi kim emecek? Marx’ın
vaktiyle saptadığı bir gerçek, şimdi uygulamaya giriyor.”[11]
Kıdemli
dönek, emperyalist burjuvazinin dünyadaki tüm yoksulları zengin edeceği
müjdesini(!) vermekle ve küresel burjuvaziyi aklamakla kalmamış, küresel
faşizmin Irak halkı üzerine çullanmasını kadeh kaldırarak kutlamaya da çağırmıştı:
“ABD
Başkanı Bush, kendine özgü birtakım değişik çıkar hesaplarıyla da saldırsa
Saddam’a; 20 – 25 yılın sonunda, bambaşka bir tablonun ortaya çıkmasına neden
olacaktır Yakındoğu’da... (…) Türkiye de, küreselleşme sürecinin içindedir ve
gitgide daha çok saydamlaşacaktır. Enseyi karartmayın ve 2003 yılını,
‘evrensel değişim’e kadeh kaldırarak kutlayın...”[12]
“5 yıl süreyle Diyarbakır’da
80 bin Amerikan askerinin konuşlanmasından da ne çıkar yani? (…) Mehmetçik’in
de büyük katkısı dokunacak Saddam’ın devrilmesine...”[13]
“Irak savaşını da, fazla büyütmeyin gözünüzde.
Şayet çıkarsa, daha da hızlı saydamlaşır Türkiye...”[14]
Türkiye’nin
ezilen insanlarından sonra Ortadoğu’nun zavallı halklarını da yağlı kaygan
bataklığa gömen kıdemli dönek, bağımsızlık fikrini ve halkların kendi
kaderlerini tayin hakkını karalamaktan da geri durmadı. Bağımsızlık hareketleri
silah fabrikatörlerini zengin eden sözde kurtuluş hareketleridir. Fransız İhtilali’yle
ortaya çıkan ulus-devlet modeli ucube olarak doğmuştur. Yer küresinin 5 kıtasında
pıtırak gibi 200’ü aşkın ulus-devlet kurulmuştur. Ama sonuçta 7 milyarlık dünya
nüfusunun 4 milyarı yoksul, 1 milyarı da açlık sınırının altındadır. Türkiye’de
yağmanın durmasını Türkler değil, Amerikalılar istemektedir. Türkiye 20’nci
yüzyılı ıskalamıştır, ama 21’inci yüzyılı ıskalamasına izin verilmeyecektir.
Türkiye, ABD ve AB eliyle demokratikleştirilecek ve Ortadoğu’nun eksen ülkesi yapılacaktır!
Enseyi karartmaya lüzum yoktur (Çetin Altan’ın hemen hemen her yazısı).
Döndüğünü
kabul etmeyip Marxizmi tekeline alsa ve emperyalizmin dünya ölçeğinde sömürü
düzeni olmayıp yoksulları zenginleştireceğini, Türkiye’yi saydamlaştıracağını
savlasa da hayat kıdemli döneği doğrulamadı, doğrulamayacak da. Ne dünya
yoksulları zenginleşiyor, ne Irak halkı Saddam’dan kurtulmakla rahata erdi ne
de Türkiye saydamlaştı. Saydamlaşması komşu bir halkın katledilmesine bağlıysa,
Türkiye saydamlaşmasın daha iyi!
Döneklik
yeterince utanılası bir düşkünlüktür. Dönüp düşmenin sonu yoktur. Varsa bile
Sigmund Freud ve Haydar Dümen’in uzmanlık alanına girer ki, ayrı bir yazı
konusudur.
Okuyucuya not: Bu yazı DEVŞİRMELER DÖNEKLER adlı kitabımda, Çetin Altan hakkındaki iki yazıdan ilkidir.