15 Temmuz 2016 Cuma

KALBİM KÜBA’DA KALDI

Küba gezimizin bu durağında Havana’dan 350 km kadar uzaklıktaki kıyı kenti Trinidat var.  Camilo’nun şehri Cienfuegos’tan Trinidat’a yolculuğumuz 1 saatten fazla sürdü. Yolumuzun üstünde dünyaca ünlü Botanik Bahçesi vardı ama burayı görmek gezi programımızda yoktu.
Trinidat’ta turistler için oteller de var ama şehrin dışındalar, 10 kilometre uzaktaki plaj bölgesindeler. Biz şehirdeki “casa particular” denilen, ailelerce işletilen pansiyon evlerde kalacağız. Bu nedenle Trinidat’a varır varmaz, Bizim Ada Tur’un kiraladığı evlere kura ile dağıldık. Frank Pais Caddesi M.Guerre Sokaktaki Talisman pansiyon, temizliği ve mefruşatıyla beş yıldızlı otel konforunda. Ev sahipleri de son derece cana yakın çıktılar. Ancak resmiyeti elden bırakmadılar. Israrımıza karşın akşam yemeğini kendi başımıza yedik. Kural böyleymiş.
Yemeğin ardından Devrimi Savunma Komitesi’nin konuğu olarak, mahalle ziyareti yapmak üzere yola koyulduk. Bu ziyarette bize ICAP’tan Adrianus Dopico rehberlik ediyor. Dopico, aslen tarihçi; Angola’da savaşmış bir melez. “Soy zincirimde kölelik olabilir” diyor, Küba nüfusunun üçte ikisinin soy zincirinde köleliğe rastlanabileceğini, devrim öncesinde siyah derililerin parklarda restoranlarda ayrı yerlerde oturduklarını, ayrı yollarda yürüdüklerini, devrimle birlikte ırkçılığın sona erdiğini anlatıyor. Yol boyunca tanık olduğumuz karşılaşmalar, Dopico’nun ne denli saygın sevilen bir kişi olduğunu gösteriyor.
Otobüsümüz değil asfalt stabilize bile olmayan yolda sarsıla sarsıla ilerlerken, gözümüze çarpan yoksul mahalle görüntüsünden etkilenmemek mümkün değildi. Resmi Küba’yı gezdirmek ve anlatmakla görevli rehberlerimiz de şaşırmışlardı ki, ertesi gün, mahalle yeni kurulduğu için evlerin böyle derme çatma olduğunu, yolun asfaltlanmadığını söylediler.
Devrimi Savunma Komitesi (CDR) pankartı asılı bir evin önündeki küçük meydanda mahalle sakinleriyle buluştuk. Hayli kalabalık bir topluluk vardı. Dopico kısaca kafilemizi tanıttı. Mahallenin Devrimi Savunma Komitesi Başkanı, yirmili yaşlarda bir genç hoşgeldin konuşması yaptı; devrimi sonuna kadar savunacaklarını, bizleri ağırlamaktan sevinç duyacaklarını söyledi. ADAM-DER Kurucu Başkanı da, kısaca Türkiyeli devrimciler olarak Kübalı devrimcilerle buluşmaktan dolayı sevinçli olduklarını, kendilerini Türkiye’de ağırladıklarında daha da mutlu olacaklarını söyledi.
Seremoni konuşmalarının ardından yedi sekiz yaşlarında bir çocuk şiir okudu. İspanyolca şiirde sadece devrim ve Fidel sözcükleri tanıdık geldi. Şiirin ardından çam sakızı çoban armağanı hediyeler alınıp verildi. Beraberimizde içki de götürmüştük. Onlar da getirmişler. Gençler gitarlarıyla başlattılar eğlenceyi. Zaman zaman da hoparlörden Küba müziği çalındı. Yaşlısı genci yetişkini çocuğu, nasıl da müziğe, dansa ve eğlenceye alışıklar. Tıpkı bizim roman semtlerindeki gibi. Yoksul mutluluk böyle bir şey olsa gerek. Hemencecik kaynaştık, becerebildiğimiz kadarıyla birlikte dans ettik, şarkılar türküler marşlar söyledik.

Son olarak dünya tatlısı bu güzel kız çocuğu beni dansa davet etti. Birlikte zıplayıp dolanırken, “İyi ki, insanların ot gibi biçildiği bir Ortadoğu ülkesinde, açlıktan katliamlardan başını alamayan bir Afrika ülkesinde veya iç savaş ve darbelerle kan banyosuna dönen bir Güney Amerika ülkesinde doğmamış. Bu yoksul mahallede de olsa, iyi ki devrimden bu yana güvenlik ve açlık sorunu olmayan Küba’da doğmuş.” diye geçirdim içimden.

Eğlencenin bitiminde çorba ikram edildi. Biraz sebze eklenmiş, bizim mercimek çorba tadındaydı. Çorba ikramının ardından mahalle sakinleri yavaş yavaş evlerine dağılmaya başladılar. Kalanlarla hatıra fotoğrafı çektirip vedalaştık. Bizim romanlar gibi yoksul ama mutlu mahalle sakinleriyle vedalaştığımızda saat gece yarısını geçmişti.
***

Yürüyüş klasiği Trinidat’ta da tekrarlandı. Sabah gün doğmadan evden çıktım, bir buçuk saat  içinde Trinidat’ı çepeçevre dolaşıp ana meydana ulaştım. Burada da İspanyol şehirlerinde olduğu gibi ana meydanın adı Plaza Mayor. Sabah yürüyüşü Tranidat’ın nasıl bir yer olduğu konusunda az çok fikir edinmemi sağladı. Arnavut kaldırımı sokaklar ve caddeler, rengarenk boyanmış tek katlı evler, yollarında altmış yıl öncesinden kalma otomobillerin yanı sıra atlı insanlar, sokak çalgıcıları, Plaza Mayor’un çevresinde müzeler, kiliseler, galeriler, hediyelik eşya dükkânları... 1800’lerden hatta 1700’lerden kalmış gibi; öylesine otantik, şirin mi şirin bir şehir Trinidat.
Şehrin adı İspanyolca üçleme (baba-oğul-kutsal ruh) anlamına geliyormuş. Şehir merkezi, korsan saldırılarını önceden görüp önlem alabilmek düşüncesiyle, kıyıdan 10 kilometre kadar içerde, okyanusa hakim bir tepede kurulmuş. Kuruluş tarihi Küba’nın keşfinden hemen sonraki yıllara rastlıyor. Trinidat 1988 yılında Unesco’nun Dünya Kültür Mirası listesine alınmış.
Laf aramızda, Küba gezimizde en çok Trinidat’ı sevdim. Yolum bir daha Küba’ya düşerse, mutlaka ama mutlaka Trinidat’a uğrarım.
***

Ev sahibemiz sade ama lezzetli ve doyurucu bir kahvaltı hazırlamış. Kahvaltının ardından şehre 15 kilometre uzaktaki Valle de los Ingenios’a, yani Şeker Vadisi’ne yollandık. Vadideki Manaca Iznaga Çiftliği 19’uncu yüzyılın en büyük şeker kamışı plantasyonuymış. O yıllarda Afrika’dan getirtilen binlerce köleler çalıştırılırmış bu plantasyonlarda. Kölelerin kaldıkları küçük barakalar özgün halleriyle korunmuş. Çiftliğin 45 metre yüksekliğindeki kulesi ünlü. Köleleri izlemek için yapıldığı söyleniyor. 
Hiç erinmeden kulenin tepesine tırmandık. Vadinin kuleden görünüşü muhteşem. Şeker kamışı tarlalarıyla kaplı uçsuz bucaksız, göz alabildiğine yeşil bir yer. Kuzeyde ufuk çizgisi bitiminde dağlar. Sierra Maestra dağları olduğunu sanıyoruz, Escambray dağlarıymış. Şeker Vadisi’ne gezimizi, Guachinango köyündeki bir çiftlik evinde öğle yemeğiyle noktalıyoruz.
Öğle yemeğinin ardından şehre dönüp rehberler eşliğinde Trinidat’ı keşif gezisine çıkıyoruz. İlk durağımız Plaza Mayor’a çok yakın Palacio Cantero, yani Cantero Sarayı Müzesi. On dokuzuncu yüzyıl başlarında bölgenin en zengin adamı olan köle tüccarı Justo Cantero’nun malikanesi içindeki müze, hem Cantero’nun servetini hem de o dönemin Trinidat’ını gözler önüne seriyor. Müze, yüksek galerilerden oluşan büyük bir bahçeye açılıyor, sömürge dönemine ve Bağımsızlık Savaşı'na ilişkin eşyalar ve belgeler sergileniyor.

Diğer bir durağımız, Trinidat’ın en köklü zanaatkâr ailesi Santander’e ait seramik atölyesi.  Trinidat, seramik şehri olarak da bilinmekteymiş. Atölye, 19’uncu yüzyılda, Don Secundino Santander tarafından kurulmuş; bugün dördüncü kuşak Santander tarafından yönetiliyor, çalışanlar arasında beşinci altıncı kuşaktan aile bireyleri de var. Rehberlerimiz Santander Ailesinin hayırseverliğiyle de tanındığını, yoksul çocukları himaye ettiğini, devrime sempatiyle yaklaştığını anlatıyorlar. Yetmişli yaşlardaki Bay Santander tezgâhının başında gururla ustalığını sergiliyor; bir ara kafilenin amazonları uzaklaştıklarında, hemen yanıbaşındaki kapakları şapkaları kaldırıyor, topraktan ürettiği cinsel organları teşhir ediyor. Öyle de muzip, şakacı ve sansürsüz bir usta. Atölyenin her bir odası raflarla, raflar renk renk boyalı veya boyasız seramik vazolar, şişeler, fincanlar, çanlar, duvar süsleri ile dolu. Bahçesinde mini bir cafesi de var. Şansımıza bucanero da satılıyor.
Dar zamandaki gezimizden anlıyoruz ki, Trinidad Küba’nın Havana’dan sonraki en turistik kenti. Plaza Mayor çevresindeki müzeler, kiliseler, galeriler ve atölyelerin oluşturduğu sanat ortamı Havana’daki kadar etkileyici. Arnavut kaldırımı dar sokakların açıldığı Plaza Mayor, turistler için çekim merkezi. En hareketli mekân da meydandaki merdivenli yokuşa konumlanmış Casa de la Musica Trinidad. Özellikle Trinidat akşamlarının vazgeçilmezi bir yer. Şehrin en büyük kilisesi de meydanın hemen yanıbaşında. Ancak yorgunluktan kiliseye vakit ayıramadık. Akşam yemeğimizi canlı müzik eşliğinde Taberna el Barracon lokantasında yedik.
***
               
Plaza Mayor çevresinde her biri kendine özgü birçok cafe-bar var. Bizim Ada Tur, bizim için Casa da la Trova’da rezervasyon yapmış. Akşam yemeğinin ardından yürüye gezine Casa de la Trova’ya kapağı attık. Rehberlerimiz dans etmek zorunlu diye uyardılar. Rom, bal ve şeker kamışı likörü kokteyli Canchanchara’mızı yudumlarken, 19’uncu yüzyılı anlatan filmlerdekine benzer, siyah elbiseli iki kovboy bara geldiler. Biraz sonra da benzer şekilde giyinmiş bir kadın. Ne kadar da kasıntı tipler diye konuştuk kendi aramızda. Meğer barın profesyonel dansçılarıymış. Tanıdık tanımadık dansa kaldırıyorlar, salsa yapıyorlar. Çok da ciddi dans ediyorlar. Kadın bize bulaşmasa diyoruz içimizden. Bulaşmadı netekim. Erkekler ise bizim kafilenin amazonlarından ikisini dansa kaldırdılar. Bizim kızlar salsadan geçer not aldılar.
Trinidat’ta son gecemiz çok ama çok gürültülü geçti. Gök gürültüsü çok şiddetliydi. Bardaktan değil kovadan boşanırcasına yağmur sabaha kadar sürdü. Bizim evde tavandan yağmur sızıntısı olmadı ama komşu evlerin bazılarında böyle bir sıkıntı yaşanmış. Sabah yola çıkmak için kalktığımızda ne görelim, yollar azgın birer sel yatağı. Önceki gece misafir olduğumuz mahalle kim bilir ne haldedir? Kendimizi otobüse zor attık. Santa Clara üzerinden Havana’ya döndük.

Havana’da son akşam yemeğini, Ernest Hemingway’in müdavimi olduğu La Bodequita del Medio lokantasında yedik. Yemeğin ardından Havana’nın İstiklal Caddesi diyebileceğimiz Obispo Calle’yi son kez adımladık. Sabah saat 05.00’te José Martí havaalanına yollandık. Uçağımız 08.00 gibi havalandı, kalbimiz Küba’da kaldı!

2 yorum:

  1. Rahmi Ağabey sana gıpta ettim :)

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Güzel ve duygulu bir geziydi Nurten. Aynı programla bir kez daha nasip olsa, geri durmam.

      Sil