Kendisine karşı tertiplenmiş
darbe girişimlerini okyanus ötesi destekle savuşturup karşı darbeye çeviren
AKP, ekonomide sadaka düzenini derinleştirdi, siyasette ise 12 Eylül darbesinin
mirasçısı olarak sadaka demokrasisini tahkim etti. AK darbenin mimarı Recep
Tayyip Erdoğan, sadaka demokrasisini tahkim ederken, Türk Silahlı Kuvvetleri’ni
etkisizleştirmeyi, hâki vesayetin yerine kendi vesayetini ikame etmeyi başardı.
Gelinen noktada Türk ordusunun hegemonik gücü ve ağırlığı gözle görülür
ölçüde azaldı. TSK’nin hükümet politikalarını veto etme, kendi politikasını
dayatma gücü tükendi; idari, mali, adli özerkliği sınırlandı. Ordunun devletin
kurucu değerleri olarak dogmalaştırdığı kendi ezberini yeniden üretme ve
dayatma gücü de azaldı.
Olağan koşullarda ordunun siyasi ve sosyal hayatta güç kaybı ve kışlaya
çekilmek zorunda kalması demokratikleşme olarak alkışlanır. Ne yazık ki,
TSK’nin hegemonik gücünün azalması, Türkiye’nin demokratikleşme sürecinde yol
aldığını göstermiyor.
Türk ordusu durduk yerde mevzi ve güç kaybetmedi. Ordu, Türk sermaye
sınıfının iç kavgasının zorlaması ve emperyalizmin yeni yönelimleri nedeniyle
güç kaybetti. Başına geçirilen çuval, hem cezalandırma hem de yeni dönemdeki
rolünü hatırlatma amaçlıydı. Gücü sadece solculara yeten Soğuk Savaş
artıklarını terhis etme amaçlı Ergenekon, Balyoz operasyonları peşinden geldi. Ordu,
başta CHP ve yargı olmak üzere geleneksel müttefiklerini de yitirdi,
yalnızlaştı.
***
Türk Silahlı Kuvvetleri’nden AK
Silahlı Kuvvetlere
Bir cümleyle özetlemek gerekirse, Türkiye’nin ekonomi politiğinde nasıl
ki AK sermayenin egemenliği kurulmaktadır; Türk
Silahlı Kuvvetleri’nin de AK Silahlı
Kuvvetler’e evrilmesi eşyanın tabiatı gereğidir. Bu evrim, liberal
pencereden “vesayetin sona ermesi”,
“Türkiye’nin demilitarizasyonu”, “nihayet demokratikleşme” olarak
resmedilmektedir. Muhafazakâr pencerelerden ise “yeniden Peygamber Ocağı” ilahileri yükselmektedir.
Ordu-siyaset ilişkisinin yeniden tanımlanması, ordu-siyaset terazisinde
hükümetin ağır basması kuşkusuz, asgari burjuva demokrasisinin gereğidir.
Kuşkulu olan, bu denklemin yerli müteahhidi siyasi aktörün, yani Başbakan
Erdoğan’ın burjuva demokrasisinin asgari standartlarına sadakat düzeyidir.
Ordu-siyaset denkleminde değişiklik tartışmalarında sık sık referans
verilen ABD’li siyaset bilimci Robert Dahl, ordunun güç kaybının
demokratikleşme olabilmesi için iki temel koşuldan söz eder: “1) Askeri
organizasyonlar ve polis organizasyonları olacaksa, ki kesinlikle olacaktır, o
halde bunlar sivil denetime tâbi olmalıdır. Ancak sivil denetim, gerekli
olmakla birlikte yeterli değildir, demokratik olmayan pek çok rejim aynı
zamanda sivil denetimi muhafaza eder. Bu yüzden 2) askeriyeyi denetleyecek
sivillerin ve polis örgütünün de demokratik sürece tâbi olması gereklidir.”
(Robert A. Dahl, Demokrasi ve Eleştirileri, çev. Levent Köker, Türk Siyasi
İlimler Derneği-Türk Demokrasi Vakfı, Ankara 1993, s: 310)
İşte süreçteki temel eksiklikten dolayı, yani “sivil demokrasi” eksikliğinden dolayı, ordu güç kaybetti diye
Türkiye daha fazla demokratlaşmadı. Çünkü Türkiye’nin
“sivil” denetçileri ne yeterince sivildir ne de demokrat.
Kışla merkezli militarizm nispeten geri çekilmektedir. Ancak sivil
demokrasi zafiyeti nedeniyle, militarizmden boşalan alan, ülkenin tüm sınıf ve
katmanlarının kendileri için sürece ve yönetime katıldıkları bir demokrasiyle
dolmamaktadır. Militarizmin yerini aynı
ölçüde katı, inancı araçsallaştıran siyasal İslam almaktadır. İslamcı söylem
siyaset retoriği olmakla kalmayıp, günlük hayatın referansı olarak da toplumu
kuşatmakta, kurucu ideoloji gücü kazanmaktadır.
Elbette ordunun toplumsal ve siyasal yaşam üzerindeki egemenliği
kırılmadan Türkiye’de ciddi bir demokratikleşmeden söz edilemez. Ancak, askerî
vesayeti kırma iddiasındaki AKP ile temsil olunan siyasal İslam’ın sorunu,
liberallerin propaganda ettiklerinin tersine, devleti demokratlaştırmak değil,
ele geçirmek ve dönüştürmektir.
AKP ve liderinin devleti demokratlaştırmak değil, ele geçirme niyeti 10
yıllık icraatında apaçık bellidir. Çok derin analizlere girmeden adalet
sistemi ve medyanın konumuna bakmak, AKP iktidarı döneminde sivil demokrasinin
inşa edilemediğini görmeye yeterlidir.
Tarihin hangi döneminde, hangi
rejimde olursa olsun o rejim için en önemli ölçütlerin başında adalet sistemi
ve medyanın konumu gelir. Adalet sistemi somut olarak mahkemelerin işleyişinden
anlaşılır. Bugün 12 Eylül darbesiyle oluşturulan vesayet kurumları yerli yerindedir.
Mahkemeler 12 Eylül darbesi dönemindeki
kadar siyasaldır, kanunlar 12 Eylül dönemindeki ölçüde keyfi uygulamalara
açıktır.
Başbakan’ın orkestra şefliğinde 12 Eylül dönemindeki kadar keyfileşmiş
siyasallaşmış yargı pratiğinde, özel yetkili mahkemeler marifetiyle en barışçı
muhalif her eylem ve söz bile terör olarak görülmekte, darbe devrini
aratmayan operasyonlarla binlerce insan tutuklanmaktadır. Sözüm ona darbe davalarına bakan
mahkemeler, 12 Eylül döneminde bile rastlanmamış şekilde avukatları jandarma
zoruyla salondan attırabilmekte, delilleri değerlendirmeye gerek görmeden, kim
oldukları belirsiz gizli tanıkların ifadesiyle akıl almaz mahkûmiyet hükmü kurabilmektedirler.
Darbelerle hesaplaşma retoriğiyle açılan davalar, sermayenin iç savaşında
tiksindirici bir oportünizmle harcanmakta, torba operasyonlar zorba operasyonlara
dönüşmekte, darbeci faşistlerin yanında çok sayıda masumun da canı yakılmaktadır.
Düşünce ifade bilim ve sanat özgürlüğü pratiği de Türkiye’nin içinde
debelendiği içler acısı durumu tüm çıplaklığıyla gözler önüne sermektedir.
Darbe devirlerinin ayırt edici uygulamalarından sansür, AK darbe döneminde Yunus
Emre şiirlerinin, dünya edebiyatı klasiklerinin sansürüne kadar varabilmiştir.
Onlarca gazeteci tutukludur. Daha vahimi, Başbakan’ın ve taklacı (eski) İçişleri Bakanı’nın ifadesiyle “Resim yaparak, şarkı besteleyerek, şiir
yazarak da terörist olunabilir! Kitap ise, bombadan daha etkili bir silahtır.”
Medyanın iktidar karşısında
konumunu bir cümleyle özetlemek gerekirse, önceki darbeler döneminde ve 28
Şubat sürecinde “Emret komutanım!”
gazeteciliği yapılıyordu; şimdi de “Emret
Başbakanım!” gazeteciliği yapılmaktadır.
Yargı ve medya gibi sendikalar ve
üniversiteler de ancak darbe dönemlerinde rastlanabilecek yoğunlukta iktidarın
baskısı altındadırlar. Gayrimüslim azınlıkların durumu iyileşmediği gibi 12
Eylül darbesi döneminde olduğu gibi Alevilere yönelik zorla asimilasyon, seçmeli
derslerle takviye edilen zorunlu din dersleri, Alevi köylerine cami politikası
da ısrarla sürdürülmektedir. İslamiyet’i
siyaset olarak değil, kendini Tanrı’ya adama, Tanrı’ya ulaşma inancı olarak
benimseyen ve yaşayan dindarların bu ayrımcılıkları ve baskıyı tasvip ettikleri
düşünülemez.
***
Recep Tayyip Evren
Ekonomisiyle politiğiyle 12 Eylül
darbesinin devamı niteliğindeki keyfi iktidar en başta Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın
eseridir. Başbakan Erdoğan otoriter
keyfi yönetim isteğini gizlemeye gerek duymamaktadır. Muhalefetteyken “Demokrasi bizim için amaç değil, araçtır.
Amacımıza ulaşana kadar demokrasiye bağlıyız.” “Demokrasi bizim için bir
tramvaydır. İstediğimiz durağa gelince ineriz.” diyordu. Bu söylediklerini
iktidarında reddetmedi, demokrasiyi araç olarak gördüğünü yeri geldikçe
yineledi; amacının insanın mutluluğu olduğunu söyledi durdu. Hatta bu bağlamda insanın
refah ve saadeti için dinin de araç olduğunu söyledi. Demokrasiyi ve dini araç
olarak gören kişi elbette amacı için otoriter yönetimi de uygun araç olarak
görebilir. Tayyip Erdoğan’ın içinde yetiştiği biat kültürü, otoriter yönetimle
barışık bir kültürdür. Bu kültür Erdoğan’ın söylemine de yansımaktadır. Erdoğan
bir Çocuk Bayramı’nda koltuğunu ilköğretim öğrencisine bırakırken, “Artık yetki sende. İster asar, ister
kesersin” demişti. Başbakan’ın sözleri dil sürçmesi değil, bilinçaltının
dışa vurumuydu, daha doğrusu fikrinin zikriydi.
Sonuç olarak ordunun güç kaybı dolayısıyla demokratikleşme sanılan şey,
gerçekte gücün el değiştirmesidir. Gelinen nokta Neyzen Tevfik’in, “Türkü yine o türkü, sazlarda tel
değişti. Yumruk yine o yumruk, bir varsa el değişti”dizeleriyle de
anlatılabilir.
Güç ve yumruk el değiştirmiş olsa
da sadakanın varlığıyla AKP, halk
nazarında önceki vesayet partilerinden, özellikle CHP’den daha çok sempatik olmayı
başarabilmiştir.
AKP’nin önceki hâki vesayet partilerinden daha sempatik olabilmesinin
nedenleri çok yönlü bilimsel araştırma konusu olması gereken önemdedir. Kısaca
değinmek gerekirse, Cumhuriyet’in kuruluşuyla birlikte kurgulanan tektipleştirici,
tektipleştiremediğine karşı gaddar ayrımcı üvey baba vesayeti, toplumun
büyümesine, olgunlaşmasına izin vermedi, toplum cemaat olmaktan çıkıp cemiyete
dönüşemedi. Cemiyet olamayan toplumun yeryüzü tanrılarına biat eden kulları da
özgür özerk bireylere evrilemediler. Bu ortamda siyaset talan pratiğine dönüştü,
siyasal partiler “demokratik hayatın vazgeçilmezi” akılcı örgütler olarak
yapılanmak yerine, devletin etekleri altında, kamusal serveti yağmalama
peşindeki tekkeler olarak yapılandılar.
CHP’nin tek parti (tekke) olduğu devrin müritleri “Kâbe Arabın olsun, bize Çankaya yeter” diyorlardı. Aradan 80 yıl
geçti, vesayet postu da el değiştirdi. AKP
tekkesinin müritleri “Başbakanımız bizim
için adeta ikinci peygamber gibidir”, “O’na
dokunmak ibadettir”, “O’nun
doğmasına vesile olan şehirler mübarektir”, “Başbakan benim atamdır” diyorlar; Erdoğan’ı nevzuhur ebedi şef ilan
ediyorlar. Hatta, tekkenin milletvekili ve bakan sıfatlı bir müridi “Başbakanımız uçurumdan aşağı atlarsa ben de
atlarım. Türk töresi böyledir.” diyerek kendisini ahlaki uçuruma
yuvarlamıştı.
Birilerine peygamber diye bağlanmak, onu “atam” diye yüceltmek,
büyümemiş, çocuk kalmış, olgunlaşmamış kişi ve toplumlara özgü bir davranış
bozukluğudur. Esasen Tayyip Erdoğan da “Ben
AK Parti’nin hem anasıyım hem babasıyım” diyerek, yandaşlarının bu davranış
bozukluğunu kendince meşrulaştırmakta, bunu keyfi otoriter yönetimi için teşvik
etmektedir.
Şimdi gelinen noktada, seçmen desteğini aldığı için sermayedar sınıfın
diktatörlüğünü meşrulaştıran sadaka demokrasisinden başkanlık (siz ‘kişisel
diktatörlük’ diye okuyun) sistemine geçiş hazırlığı yapılmaktadır. Tasavvur
gerçekleştiğinde burjuva muhalefetin bir parça nefes alıp verebildiği TBMM
tamamen devreden çıkacak, ülke anayasal denetime tabi olmayan kararnamelerle
(siz ferman diye okuyun) yönetilecektir. Hatırlanmalı ki, 12 Eylül darbesinin
askeri döneminde de Türkiye aynen böyle yönetiliyordu.
Türkiye’nin gerçekten demokratikleşmesi, ortak vatanda
eşit ve özgür yurttaşlık çatısı altında herkesin kimliği,
dili, kültürü ve inancıyla özgürce yaşayacağı, birbirine üstünlük kurmayacağı,
ortak evin nimetlerini hakça paylaşacakları demokratik ülke olabilmesi için militarizmin geriletilmesi ne kadar
gerekli ve zorunluysa, bugün Tayyip Erdoğan’ın temsil ettiği dinin
araçsallaştırıldığı siyasal İslam’ın geriletilmesi de o kadar gerekli ve
zorunludur.
NOT: Güneşin altında yeni bir şey yazmadım.
Bu yazı 5 yıl önce aşağıdaki adreslerde,
Üç yıl önce de aşağıdaki adreslerde yayımlanmıştı.
Okudum..
YanıtlaSilOkudum..
YanıtlaSilRahmi Ağabey'in araştırmalarından ve yazılarından
YanıtlaSilyararlanmaya devam ediyoruz..
Okumaktan ve paylaşmaktan keyif alıyorum.
YanıtlaSil