24 Eylül 2016 Cumartesi

ANITKABİR’E ÇOCUK PARKI UCUBESİ SKANDALDIR!

Anıtkabir, Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucu lideri Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün kabrinin bulunduğu yer. Yapımına 1944 yılında başlanmış, nihayet 1953 yılında Atatürk’ün naaşı Anıtkabir’e nakledilmiş. Gezenler bilir, Anıtkabir gerçekten görkemli bir anıtparktır.
Çağdaş Gazeteciler Derneği (ÇGD) Başkanıyken1990 yılında, Turgut Özal iktidarının basına yönelik baskılarını protesto etmek için dernek üyeleriyle birlikte Anıtkabir’e gitmiştik. Mozoleye üzerinde Atatürk’ün “Basın hürriyetinden doğan mahzurların giderilme vasıtası yine basın hürriyetidir vecizesinin yazılı olduğu bir çelenk bırakmak istemiştik. Anıtkabir Komutanlığı, mevzuata aykırı olduğu gerekçesiyle izin vermemişti. Ben de Anıtkabir özel defterini imzalarken bu sözleri de kayda geçirmiştim. 1992 yılında da rahmetli Mustafa Ekmekçi ÇGD Başkanı iken, gazeteci arkadaşımız İzzet Kezer’in Cizre’de özel harekâtçılar tarafından katledilmesini protesto etmek için bir kez daha Anıtkabir’in yolunu tutmuştuk. Benzer bir engellemeyle karşılaşmıştık.
Köprülerin altından ne çok sular akmış gitmiş. Medyada yer alan haberlere göre, Anıtkabir’e çocuk parkı adı altında plastik eşyalar yerleştirilmiş. Bununla da kalınmamış, plastik eşyaları temin eden şirketin adı yazılı bir levha da çocuk parkının yanı başına iliştirilmiş.
Atatürk’ün pek çok icraatını sosyalist pencereden eleştirmekten geri durmamış, bu eleştirilerden dolayı mesela Bandırma’daki panelde sosyal lince maruz kalmış bir subay olarak içim sızladı. Devletin kurucu liderinin anıtkabrini korumakla görevli Genelkurmay Başkanlığı ve Anıtkabir Komutanlığı, çok ucuza mal edilebilecek eşyaları temin edecek güçten yoksun mu ki, bir kargo şirketine avuç açmak durumunda kaldı acaba? Öyle ise ne söylense az gelir. Haberim olsaydı, emekli subay maaşımla tek başıma masrafını karşılardım. Bu sözlerim de zamanında orduya hakaret suçlamasıyla beni mahkemeye veren Genelkurmay’a kapak olsun!
Bu vesileyle belirtmeliyim ki, Anıtkabir’i ziyaret edenler çocuk eğlendirmeye, çocuklarını salıncakta sallamaya gitmiyorlar. Zaten üç beş plastik kaydırak ve salıncak koymakla inşa edilen yapıyı çocuk parkı olarak adlandırmak mümkün değil. İnşa edilen yapı sözcüğün gerçek anlamıyla ucube. Ucubenin yanı başına kargo şirketinin adı yazılı plaket konması da tam anlamıyla skandal. Amaç, Atatürk’ün çocuk sevgisini canlı tutmak olsa bile, Anıtkabir Komutanlığı ve Genelkurmay Başkanlığı nasıl oldu da kargo şirketine avuç açmak ve bedava reklamını yapma zilletine düşebildi?
Lafı eğip bükmeden söyleyeyim, Anıtkabir’e böylesine zevksiz, ucuz bir ucube kondurulması, böylelikle kargo şirketinin ücretsiz reklamının yapılması Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucu liderinin anısına saygısızlıktır, skandaldır. Anlaşılmaktadır ki, darbe girişimi gerekçesiyle askeri tesis ve kışlaların şehir dışına çıkarılmasında olduğu gibi Anıtkabir’in de yarın mangal ve piknik alanına çevrilmesi, öbür gün Atatürk’ün naaşının devlet mezarlığına nakli ve nihayet Anıtkabir yıkılarak yerine AVM ve iş merkezleri dikilmesi için masum çocuk parkıyla nabız yoklanmaktadır.

Anıtkabir Komutanlığı ve Genelkurmay Başkanlığı, resmi açıklamalarda “Ebedi Başkomutan” olarak sahiplendiği Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün anısına saygısızlıktan, Anıtkabir alanının da imara ve ranta açılması giriminden vaz geçer mi acaba?

14 Eylül 2016 Çarşamba

TÜRBANLA ÖZGÜRLEŞMEK VEYA TEMBELLİĞİN GÜZELLİĞİ

İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi’nin 24’üncü maddesinde belirtilen dinlenme, eğlenme hakkımı kullanmaya çalışıyorum. Tembellik hakkımı kullandığımı da söyleyebilirim. Sahi insan hakları bildirgelerinde çalışma hakkı iri iri vurgulanırken tembellik hakkına neden değinilmez ki?
Tembellik derken kastım, işsiz güçsüz sırt üstü yatmak, armut piş ağzıma düş bir hayat sürmek, serserilik yapmak değil elbet. Tembellik derken, kapitalistlerin servetini artırmaktan başka bir sonuç getirmeyen, insanı insanlıktan çıkartan, emek sürecini işkenceye dönüştüren ağır çalışma koşullarına karşı isyanı, insanların kendilerine vakit ayırabilmelerini, o vakitte kendilerini gerçekleştirecekleri aktivitelere yönelmelerini kastediyorum. Yani çalışmak ve para kazanmak, yaşamı sürdürmeye yetecek kadar olmalı. İnsan, tembellikten arta kalan zamanında çalışmalı.
Tembelliğin hak olarak tanımlanmamasının vebali filozoflara ve din büyüklerine ait. Filozofların ve din büyüklerinin çoğunluğu, çalışmayı kutsallaştırmışlar, tembelliği melanet kaynağı şeytan işi diye aşağılamışlar. “Arkadaş, tembellik hep başkalarına çalışan insanın biraz da kendine vakit ayırmasıdır, para kazanmak için helak olmayı bırakıp kendisini biraz da kültür sanat ve kişisel hobilerine vermesidir” diyene pek rastlanmamış.
Arada aziz Marks’ın damadı Paul Lafargue çıkmış, sermayenin çalıştırmaya değer bulmadığı işsizler adına “Ey tembellik, uzun süren sefilliğimize acı! Ey sanatların ve soylu erdemlerin anası tembellik, insan kaygılarına merhem ol!” diyerek tembellik hakkını insanlığa armağan etmiş.
Aylaklığa Övgü’nün yazarı Bertrand Russell’a da bu vesileyle selam olsun!
***

Ayıptır söylemesi, dokuz günlük tatil, tembellik hakkımı kullanmam için “Allah’ın lütfu” oldu. Ormanın yeşiliyle denizin mavisinin karıştığı lacivert bir deniz olmasa da, Marmara Denizi kıyısında güzel bir yerde yan gelip yatıyorum. Bölünmemiş uykunun nasıl güzel bir şey olduğunu yeniden fark ettim. Dinlendiren kaliteli bir uykunun ardından, ezan diye bağıran evliyaların çığlıkları veya şehrin gürültüsü olmadan kendiliğinden uyanmak, uyandıktan sonra ters yöne yatıp bir daha bir daha uyumak ne güzelmiş. Uyku güzel olunca rüyalar da güzel ve kaliteli oluyor.  Yahya Kemal’in “Geçmiş gelecek cümlesi rüya görünür” dizesi aklıma geliyor. Allah’tan ölüm uykusunda değilim.
Oh be! Bu anda ne aşk acısı ne toprağa düşenlerin yası ne işsizlik kâbusu ne iş güç ne de evladü ayalin derdi. Gerçi İşkence Kurbanlarına Saygı Anıtı’nda ADAM-DER’in düzenlediği darbeleri protesto gösterisine de katıldım ama bunun dışında “ne olacak bu memleketin ümmetin hali” derdi de tatile girdi.
Memleketin hali içler acısıyken bile bir parça dinlenebilmek, rehabilite olmak nasıl da ihtiyaçmış. Uyandıktan sonra alışkanlıkla en az bir saatlik yürüyüş sonrasında kuşluk vaktinde kahvaltı daha da güzel. Ardından keyfine göre denize girmek ya da olimpik ölçülerdeki bakımlı havuzda kulaç atmak, kerahat vaktinde demlenmek ondan da güzel ve keyifli.
Denize havuza girip çıkanlar nasıl da mutlu görünüyorlar. En çok da çocuklar. Tek çocuk çok çocuk fark etmiyor. Her biri ayrı bir enerji kaynağı. Hangi yaşta olursa olsunlar, ille de babalarıyla birlikte yüzecekler oynayacaklar. Birisi babasının omzuna çıkıp suya atlamaya çalışırken öbürü kolundan çekiştiriyor. Üçüncüsü gözlüğünü havuza veya denize atıp babasından çıkarmasını istiyor. Bir başka çocuk, ayaklarında palet, babasına yüzme yarışı teklif ediyor. Anne de suya giriyor çıkıyor ama çocukların ezici çoğunluğu babayla yüzmeyi oynamayı tercih ediyor. Bu tercihte annelerin babalar kadar yüzme bilmeyişleri de etkili tabii. İmreniyorum bu mutluluk tablosuna. Çocuklarım çocukken biz de böyle oynar şakalaşırdık. Artık çok büyükler. Torun da yok...
***

Tembellik hakkını kullanabilmenin keyfiyle dalıp gitmişken fark ediyorum. Baba dizlerinin altına kadar uzanan şort giymiş. Haşema denilen giysi bu olsa gerek. Suda yüzebilmek için en uygun kıyafet mayo. Dizüstü şort bile yüzmeyi zorlaştırıyor. Kim bilir haşema ne kadar sıkıntı veriyordur. Olsun, vatandaş hangi kıyafetle istiyorsa o kıyafetle yüzsün.
Hangi kıyafetle suya girecekse o kıyafetle girsin de kadına niye yasak? Kadın, yani anne o sıcakta tepeden tırnağa giyinik, başı türbanlı. Çocuklar anne babanın kopyası. Kız yetişkinse annesi gibi giyinik ve türbanlı. O da suya girmiyor. Baba ve erkek çocuklar rahat rahat suya girip çıkıyorlar, şakalaşıyorlar oynuyorlar, serinleyip rahatlıyorlar. Anne ve kızı en fazla ayaklarını suya sokuyorlar, baba ve erkek çocuklar sudan çıktıklarında havlularını bornozlarını yetiştiriyorlar.
Kadının ve kızın böylesine kısıtlandığı hayat, tekil bir hayat değil, öylesine yaygın öylesine kuşatıcı ki. Son otuz kırk yılda toplumun asli hayat tarzı haline geldi.
Anne ve kızı razıysa söyleyecek söz kalmaz da, niye böyle bir kısıtlılık? Allah öyle mi emretmiş? Öyle emrettiğini söylüyor siyasal İslam’ın uluları, cüppelileri. İyi de, her şeye gücü yeten, aklın almayacağı genişlikte ve büyüklükteki evrenin sahibi Allah kadınları yetişkin kızları erkeklerle aynı haklara sahip kılabilecekken, neden böyle bir mahrumiyete mahkum etsin ki?
Tam da tembellik hakkımı kullanırken neler geçiyor aklımdan neler. Fakültede öğretim görevlisiyken türbanlı kızlara hiç diğerlerinden farklı gözle bakmadım, sadece öğrenci olarak gördüm. Onlar da bunun farkındaydı. Çok içten hoca/öğrenci yakınlığı vardı aramızda.
Geçenlerde Hürriyet’ten Ayşe Arman’ın tesettüre giren bir sinema oyuncusuyla söyleşisi yayımlanmıştı. Ayşe’nin de belirttiği gibi National Geographic fotoğrafçısının görüntülediği Afgan kızınkiyle aynı derinlikteki gözlerin sahibi kızcağız “Özgürleşmek için kapandım” diyor.
Emine Erdoğan da örtünerek özgürleşmişti galiba. Genç kızlığında ağabeyinin baskısıyla örtünmeye zorlandığında kabullenmekte öyle zorlanmış ki, “Ağabeyim bana örtünmem gerektiğini söylediği zaman intihar etmeyi bile düşünmüştüm” diye anlatıyor.
Siyasal İslam’ın bayrağını örtünerek özgürleşmek...
Ama o sıcakta bile tepeden tırnağa giyinik olmak ve suya girememek.
Söylemek uygun düşerse türbana sarınmak özgürleşmek için yetmez.
Özgürleşmek türbana sarınmak ise, özgürleşmenin çok ama çok başka yolları da var.
Örneğin, türbanı emreden Allah “Ey peygamber hanımları, siz kadınlardan herhangi biri değilsiniz. (...) Vakarınızla evlerinizde oturun, cahiliye devrindeki gibi süslenip çıkmayın!” (Ahzab/32-33) emrini de vermiş. Yani, İslam Peygamberi’nin hanımları bile evlerinde oturmaya memur edilmişler. Bu durumda, inancını yaşamak isteyen sıradan kadın evinden çıkmayarak çok daha fazla özgürleşebilir demektir!
Allah, “Erkekler kadınlar üzerinde hakimdirler. Çünkü, Allah birini diğerinden üstün yaratmış ve bir de erkekler mallarından harcamaktadırlar. Bunun için iyi kadınlar itaakârdırlar.” (Nisa/34) emrini de vermiş. Yani inancını yaşayarak özgürleşmek isteyen kadın erkeğin üstünlüğünü kabul ederek çok daha geniş bir özgürlüğe adımını atabilir demektir! Böylece tembellik hakkını da kullanmış olur!!!
Mesela Allah “Serkeşlik etmelerinden endişe ettiğiniz kadınlara önce nasihat edin, sonra yataklarında yalnız bırakın, yine dinlemezlerse dövün!” (Nisa/34) diye de emrediyor. Bu emir, ayaklarını suya sokmakla yetinmeyip sere serpe suya girmeye yeltenecek kadınlar için de geçerli olabilir. İşte özgürleşmenin bir yolu ve yöntemi daha!
İnancını yaşayarak özgürleşme olanakları bu kadarla sınırlı değil. Allah erkek kullarına “Size helâl olan kadınlardan ikişer, üçer, dörder nikâhlayın...” (Nisa/3) emrini de vermiş. Ne hürriyet ne hürriyet değil mi!
Başka özgürleşme emirleri de var da, vaaz uzadı, saymayayım.
Vaazı uzatsan ne fayda bitirsen ne fayda!
En iyisi tembellik hakkımı kullanayım.
Tabiatın tüm güzellikleri hak edenlerin olsun, amin!


İbn’ül Sallama Hükümran Beyefendi