29 Aralık 2016 Perşembe

HANGİSİ İSLAMA UYGUN? YAKARAK MI YOKSA KOL VE BACAĞINI ÇAPRAZ KESEREK Mİ?

IŞİD canilerinin elindeki Türk askerleriyle ilgili görüntüler nasıl da kahredici, yürek yakıcı!
Sonuna değin kaç kişi izleyebildi acaba?
Medya neredeyse tümüyle görmezlikten geldi. Sosyal medyada yazılanlara göre, askerler yaşadıkları zilletten Tayyip Erdoğan’ı sorumlu tutuyorlar. Alevler içindeki askerlerden biri son nefesini verirken “Anne kurtar beni” diye inlemiş...
Son elli yılda böyle kahredici böyle vahşi nice ölüme, cinayete, katliama tanık olduk...
İdam sehpalarında devlet eliyle işlenen cinayetler,
Maraş, Çorum ve Sivas Madımak’ta katliamlar,
Her birinde yüzlerce emekçinin can verdiği (fıtrat icabı sayılan) maden faciaları,
2000’li yılların başında domuzbağlı Hizbullah cinayetleri,
Eskişehir’de “Vurmayın artık, öldüm” diyen Ali İsmail, 
Mersin’de Özgecan,
Daha geçen yıl Cizre’de cansız bedeni buzdolabında saklanan çocuk,
Cesedi panzerle sürüklenen erkek, 
Çıplak vücudu etrafında zafer pozu verilen kadın,
Canlı bomba katliamlarında parçalanan asker, polis, sivil insan bedenleri,
Ege denizinde kıyıya vuran Aylan bebek,
Nihayet IŞİD katillerinin diri diri yakarak işledikleri söylenen cinayetin görüntüleri...
Her birinde vahşetin dayanılmaz ağırlığı altında ezildik, yorulduk.
Her birinde hayatta kalmaktan utanır olduk.
Her birinde vicdanımız köreldi, insanlığımızı biraz daha yitirdik.
İnsanlığımızı yitirdikçe vahşi cinayetler ve ölümler toplumsal hayatın alışılmış kanıksanmış görüntüleri haline geldi. Kanıksandığı için de isyan ettirici bir süreklilikle “Ne mutlu onlara ki Peygamber’e komşu oldular” retoriği yinelenip duruyor...
***

IŞİD vahşetinin üzerinden bir hafta geçti. Kayıp askerlerin acılı aileleri hiç değilse bir açıklama bekliyor. Ama ne hükümet soru işaretlerini giderici bir açıklama yapıyor ne de Genelkurmay. Sadece üç askerin IŞİD’in elinde olduğunu, bunun ötesinde teyit edilmiş bilgi olmadığını söyleyebiliyorlar.
Oysa uzun boylu bir inceleme gerekmiyor. Günümüz teknolojisiyle görüntülerin sahte olup olmadığını saptamak mümkün. Ama bir açıklama yapmıyorlar. Personel dosyalarındaki fotoğraflarıyla karşılaştırıp, görüntülerdeki askerlerin kayıp askerler olup olmadıklarını bile söylemiyorlar.
Açıklama yapmadıkları gibi, “Medya ayağını denk alsın” diye tehdit ediyorlar, vatanseverlik dersi veriyorlar. Medya tehditi hak edecek ne yaptı ki? Olayın haberini temkinli bir üslupla aktaran Cumhuriyet, Evrensel, BirGün gazeteleri dışında medya, değil görüntüleri yayımlamak, olayın haberini bile vermedi. Buna karşın medyadan ayağını denk almasını istediler.
Elbette medyaya ve medya üzerinden topluma durduk yerde göz dağı vermediler. Basit bir inceleme ve araştırma ile saptanabilecek hakikatı toplumdan gizlemeleri nedensiz değil. Açıklama yapmıyorlar, göz dağı veriyorlar. Çünkü, oluşa uygun bir açıklama yapsalar, o çocukları vahşi ölüme sürükleyen vicdan ve akıl dışı Ortadoğu siyasetinin, Şam’da zafer namazı rüyasının tartışmaya açılmasından endişe ediyorlar. Bu tartışmada, “Kanları yerde kalmayacak, Allah nasip ederse biz de şehit oluruz” hamasetinin, “Bölgede oyun kurucu biziz, bölge bizden sorulur” palavrasının toplumu teskin etmede yetersiz kalacağından endişe ediyorlar. 
***

Acı ama gerçek, endişeleri yersiz. Yüzde 99,99’unun Müslüman olduğu söylenen bu toplum nelere sessiz kalmadı, neleri sineye çekmedi ki? Uzun boylu hatırlatmaya ne gerek var!
İşte bu sessizlik, tepkisizlik ve teslimiyetin verdiği cüret ile siyaset esnafı, IŞİD vahşetine karşı hamaset yarışındalar. Emevi Camii’nde zafer namazı rüyası ile girilen kanlı serüvenin kurbanları için siyaset bezirgânları, birbirinin aynı pişkin sahte yüz ifadesi ve vücut diliyle cenaze namazında ön safta fotoğraf veriyorlar. Tabuttaki kurban Alevi ise Cemevine gitmeye bile ar edebiliyorlar. İktidarın başı bayraklı tabutlara konmuş insan evlatları için “birkaç tane” gibi merhamet yoksunu ifadeler kullanabiliyor; muhalefetin başı ise “Türkiye kendi geleceğini güvence altına almak açısından böyle bir operasyon başlatmışsa, belli acılara katlanmak gerekiyor” diyebiliyor. Onlar böyle dedikçe ölümler ardarda geliyor, musalla taşına dizilen tabut sayısı artıyor.
İktidarı böyle muhalefeti böyleyken (ismi lazım olmayan) dinci bir medya yaratığı da IŞİD canilerinin yaktığı askerleri vatana devlete ihanetle suçlayabiliyor. Bu yaratık, IŞİD tutsağı askerlerin Cumhurbaşkanı Erdoğan’ı suçlayan sözleri için demiş ki: “Bir Türk Askeri’ni değil ölümle tehdit etmek, lime lime kessen vatanına ihanet etmez. Türk Askeri devletine ihanet ediyorsa zaten 'GERÇEK' Türk Askeri değildir.”
Irkçılık dincilik yüzsüzlük vicdansızlık bu kadar olur işte. Din bezargânlığı tam da böyle bir şeydir. Bu gibi durumlarda takiyyenin mübah olduğuna ilişkin ayeti aklına getirmez. Kapısında ziftlendiği muktedire eleştiri olmasın, kılına zarar gelmesin diye Müslümanlığını bile satar!
***

Söz din bezirgânlığına gelmişken belirtmeden geçmemeli.
İnsan denilen canlı türü, evriminin yol haritasında, dinin ekonomi politiğini bilince çıkarma durağının henüz çok gerisinde. Bu durağa varıp varmayacağı da şüpheli. O durağa varabilmesinin temel koşulu, inancını eleştirel akıl süzgecinden geçirmesi. Ancak, yaşamakta olduğumuz zaman diliminde eleştirel akıl iptal edilmişe benziyor. Bu iptal ve dumur ortamında, IŞİD canilerinin esir askerleri diri diri yakmasının dinen caiz olup olmadığı bile tartışılabiliyor.
Evet evet! Tutsak askerleri diri diri yakmanın dinen caiz olup olmadığı bile tartışılabiliyor. İma yoluyla da olsa yakmayı caiz sayan fetvacılar serbestçe dolaşabiliyor.
Kâfiri diri diri yakmayı dinen uygun bulan fetvacılar elbette serbestçe dolaşabiliyor. Çünkü, burası yüzde 99.99’u Müslüman sayılan bir coğrafya. Bu coğrafyanın kutsal kitabında, cezalandırma yöntemi olarak kol ve bacağın çaprazlama kesilmesini emreden ayet de vardır:
Allah’a ve Resûlüne savaş açanların ve yeryüzünde bozgunculuk çıkarmaya çalışanların cezası, öldürülmeleri yahut asılmaları veya ellerinin ve ayaklarının çaprazlama kesilmesi, yahut o yerden sürülmeleridir. Bu cezalar onlar için dünyadaki bir rezilliktir.” (Maide / Sofra, 33)
***

İnanç böyle emredince, elbette IŞİD’in vahşetine karşı ciddi bir protesto sesi çıkmadı. Tıpkı, kız çocuklarının evlilik adı altında tecavüze uğramalarına, yolsuzluğun hırsızlığın “günah işleme hürriyeti” diye meşrulaştırılmasına itiraz edilmediği, bir siyaset magandasının “Allah’ın vasıflarını üzerinde taşıyan lider” diye ululaştırılmasına sessiz kalındığı gibi...
İnsana, tabiata, hayata düşman bu ırkçılık dincilik vicdansızlık girdabında, IŞİD esiri gençleri savunmak, benzeri her olayda olduğu gibi yine kalpleri solda atanlara düştü. Halkevleri başta olmak üzere sol örgütler sokaklara çıktılar, Şam’da zafer namazı rüyası uğruna IŞİD cinayetine kurban giden askercikleri sahiplendiler.
Şiirin zirvedeki ustası Nazım Hikmet, emperyalistlere vekâleten Anadolu’yu işgale gelen Yunan askerinin zilletini Kuvayi Milliye Destanı’nda ihtiyat zabiti Nurettin Eşfak’ın ağzından şöyle anlatmıştı:
Yaralı bir düşman ölüsüne takıldı Nurettin Eşfak’ın ayağı.
Nurettin dedi ki,
Teselyalı Çoban Mihail,
Seni biz değil, buraya gönderenler öldürdü seni...

Şiirin ustası Nazım, Kore’de ölen ihtiyat zabitinin kendisini ölüme gönderen muktedire hitabını da DİYET başlıklı şiirinde kayda geçirmişti.
Haddi olmayarak bu satırların yazarına da şair dostlarına seslenmek düştü:
Şair dostum,
Sen ki sözün büyücüsü,
Sen ki sözün tanrısı...
Sevgili söz büyücüsü,
Sevgili söz tanrısı,
Nazım, Kore’de ölüme yollanan yedek subayın şiirini yazdı.
Sen Suriye bataklığında yakılan askerin şiirini yazabilir misin?
Sorabilir misin siyaset zorbasına,
O bataklığa niçin kendi oğlunu göndermediğini?
Yüzüne vurabilir misin,
Bir mahdumunu da çürük raporuyla şehitlikten muaf tuttuğunu?
Haykırabilir misin başkalarının evlatlarını ölüme göndermenin vicdansızlığını?
Şair dostum,
Sen ki, sözün büyücüsü,
Sen ki sözün tanrısı...
Nazım, Kore’de ölüme yollanan yedek subayın şiirini yazdı.
Sen Suriye bataklığında yakılan askerin şiirini yazabilir misin?

Ama işin kolayına kaçmadan.

17 Aralık 2016 Cumartesi

KAYSERİ KATLİAMI

NE PADİŞAHIN IRZINA GEÇİLSİN
NE BAŞBAKAN PARMAKLANSIN
NE DE KUZULAR PARÇALANSIN
Kayseri katliamında can verenler istisnasız yoksul halk çocukları.
Askerliğini yapmayanın adamdan sayılmadığı,
Askerliğini yapmayana kız bile verilmeyen hayat ve din coğrafyalarının çocukları.
Dünyaya gözlerini açtıkları toprakların deyimiyle “kınalı kuzular”.
Eğitimleri en fazla ama en fazla lise ile noktalı sosyal coğrafyaların evlatları.
Otuz kırk yıl önce değil lise, orta mektep mezunu bile değillerdi.
Kur’an kursunu bitirmek yeterliydi onlar için.
***

Kışla kapısına vardıklarında nelerle karşılaşacakları, yüzlerce yıldır terennüm ve teganni edilen türkülerde kayıtlıdır:
Kışlaya vardım ki kapı kapalı
Binbaşılar durmuş eli sopalı
Önüne katmışlar körü topalı
Ano Yemendir
Gülü çemendir
Giden gelmiyor
Acep nedendir?
***

Naçizane, öğrenci ve subay olarak, genç ömrümün 12 yılı kışlada geçti.
Dolup boşalan kışlalarda beş bine yakın kuzunun anası babası kardeşi oldum.
Çanakkale “it durmaz” kışlasının kapısından içeri atılan ilk adım, bir kuzunun güncesine şöyle kaydedilmişti:
Bölük yoluna düştü çavuş ile onbaşı
Memleketin nere diye sordular
Memleketimi kaybettim komutanım...
***

Suruç Harapnaz Bölüğü’nde sınır bekçisi Trabzonlu Osman ise,
Memleketini yitirmiş olmanın hüznüyle,
Yüksek bir Türk gencinden huzura takdimdir” başlıklı mektubunda ailesini şu dizelerle selamlamıştı:
Akşam oldu yine herkes huzursuz
Hudut bekleyecek ekmeksiz susuz
Açlığa neyse ya bir de uykusuz
Kahrolası seyyar çürüttü bizi...
***

Onlar,
Yani kendilerini kışlaya "teslim" eden ana babaların deyişiyle “kınalı kuzular
Şiirin ustası Nazım’ın anlatımıyla:
Toprakta karınca, suda balık,
                        havada kuş kadar çokturlar;
Korkak, cesur, hakim ve çocukturlar
                        kahreden ve yaratan ki onlardır,
Onlar ki uyup hainin iğvasına
                        sancaklarını elden yere düşürürler
ve düşmanı meydanda koyup kaçarlar evlerine
ve bir nice mürtede hançer üşürürler
ve yeşil bir ağaç gibi gülen,
ve merasimsiz ağlayan,
ve ana avrat küfreden ki onlardır...  
***

Nazım eksik söylemiş.
Beylik verildiğinde önce babasını asan;
Asacak babası yoksa padişahını sevenler de onlardır.
Hicri 1031 senesinde 18’indeki Padişah-ı Cihan Genç Osman’ı boğmadan önce üryan edip ırzına geçen askerler Seyahatname-i Evliya Çelebi’de kayıtlıdır.
Miladi 1961 yılında az sonra asacakları Başbakan’ı prostat muayenesi diye parmaklayan askerler de onlardır.
Kışlada dayak olmasın diye çırpınan sosyalist subayları darbe devrinde işkenceden geçiren, cezaevlerinde coplayan subay ve erat da onlar.
Ve gün gelip Kürt dağlarında kentlerinde “şehit” olan,
Şehit olamadıysa sınıf kardeşlerini “ölü” ele geçirenler de onlar...
Çatışmadan bir çoban çeşmesi başında karşılaşsalar,
Birbirlerini “şehit etmek”, “ölü ele geçirmek” yerine
Ekmeklerini bölüşecek olanlar da yine onlar...
***

Onlar ki,
Yoksul halk çocukları.
Ödeyecek bedeli olmadığı için “şehit” adayı,
İnşallah size de şehitlik nasip olacak” diye tembihlenen,
Ne mutlu ki şehit oldular” diye musalla taşına yatırılan fakir çocuklar.
Hayallerini teskere sonrasına ertelemiş delikanlılar.
Kayseri kışlasında tatlı bir telaşla çarşı iznine çıkacakken,
Çarşıda (memleketten gelmişlerse) anasıyla babasıyla yavuklusuyla hasret giderecekken,
Parçalanmış vücutlarıyla karanlığın sonsuz enginliğine,
Sessizliğin sonsuz dinginliğine uçan çocuklar.
***

Ah çocuklar çocuklar,
Duvarları devirin de
Yıkın gitsin hepsini
Ne böyle zulüm olsun
Ne böyle düşmanlıklar (Zülfü)...

11 Aralık 2016 Pazar

TAYYİP İSTANBUL KATLİAMINA SAHİDEN ÜZÜLMÜŞTÜR!

Katliamda babasını yitirmiş çocuğun gözleri her şeyi anlatıyor.
Öylesine sahici,
Tayyip’in yüz ifadesi ve bakışları da aynı sahicilikte!
Evet evet!
Tayyip’in yüz ifadesi ve bakışları da aynı sahicilikte!
Tayyip için böyle bir cümleyi nasıl kurabildiğimi soracak olana çok şey anlatırım.
Şu kadarını söyleyeyim: Üzüldüğü çocukları, yani polisleri kendi hassa alayının erleri, evlatları olarak görüyor. Gezi Direnişi sırasında gençlerin üzerine saldırttığı bu evlatlarını “Çanakkale destanı yazan kahramanlar” olarak nitelendirmişti. Malum, en zalim babalar bile evlatları öldüğünde insani bir refleksle üzülüp göz yaşı dökerler.
Darağacındaki Saddam da ömrünün son saniyelerinde insandı.
İnsanlığın ne zaman nerede tezahür edeceği kestirilemez!
***

İstanbul katliamında can verenler çoğunlukla polisler.
Yani, gözaltında işkence eden,
Gözaltında kaybeden,
“Hücre evi” operasyonlarında ölü ele geçiren,
Sokaklarda meydanlarda silâhsız yürüyenlere kıyasıya saldıran, öldüren, sakat bırakan,
Berkin’i, Abdo’yu, Ethem’i, Ali İsmail’i katleden üniformalılar...
İnsanı yaşadığı ülkeye küstüren polisler.
İşte o polislerin zulmünden nasîbini almış olan bizler,
İstanbul katliamında can veren polislere de üzülüyoruz.
***

Ne ki, polis bizlerle aynı duygudaşlık içinde değil.
Bizler, onların gözünde düşmanız.
Onlara öyle öğretiliyor,
Onlar da öyle belliyorlar.
Ne acı!
Biz, onları “emir kulu emekçiler” olarak görüyoruz.
Onlar bizleri başları ezilmesi gereken anarşistler, komünistler, solcular, dinsizler, Aleviler, Kürtler, kâfirler vs. olarak görüyorlar.
Çünkü öyle öğretiliyor onlara.
Yarın (hattâ onlar için) çıksak sokağa, yine bizlere saldıracaklar.
Yaşlı çocuk, genç ihtiyar, kadın erkek, engelli engelsiz, sendikalı sendikasız, işli işsiz, emekli emeksiz dinlemeden,
Coplarla, gazlarla, plastik mermilerle, TOMA'larla, hattâ gerçek mermilerle saldıracaklar.
Demokrasiyi, özgürlüğü, emeği, insan haklarını savunan bizlere sokakları dar edecekler.
Onlarcamızı yerde sürükleyecek, kemiklerimizi kıracak, tekmeleyecekler.
Ve bizler yine de onları “emir kulu emekçiler” olarak göreceğiz.
Çünkü kalbimiz solda atıyor,
Savaşın sömürünün, baskının ve zulmün,
Efendinin de kölenin de olmayacağı,
Kimsenin “emir kulu” olmayacağı,
Tüm insanların hakça özgür yaşayacakları bir dünya istiyoruz.