IŞİD canilerinin elindeki Türk
askerleriyle ilgili görüntüler nasıl da kahredici, yürek yakıcı!
Sonuna değin kaç kişi izleyebildi
acaba?
Medya neredeyse tümüyle
görmezlikten geldi. Sosyal medyada yazılanlara göre, askerler yaşadıkları
zilletten Tayyip Erdoğan’ı sorumlu tutuyorlar. Alevler içindeki askerlerden
biri son nefesini verirken “Anne kurtar
beni” diye inlemiş...
Son elli yılda böyle kahredici böyle
vahşi nice ölüme, cinayete, katliama tanık olduk...
İdam sehpalarında devlet eliyle
işlenen cinayetler,
Maraş, Çorum ve Sivas Madımak’ta
katliamlar,
Her birinde yüzlerce emekçinin
can verdiği (fıtrat icabı sayılan) maden faciaları,
2000’li yılların başında
domuzbağlı Hizbullah cinayetleri,
Eskişehir’de “Vurmayın artık, öldüm” diyen Ali
İsmail,
Mersin’de Özgecan,
Daha geçen yıl Cizre’de cansız
bedeni buzdolabında saklanan çocuk,
Cesedi panzerle sürüklenen erkek,
Çıplak vücudu etrafında zafer pozu verilen kadın,
Canlı bomba katliamlarında
parçalanan asker, polis, sivil insan bedenleri,
Ege denizinde kıyıya vuran Aylan
bebek,
Nihayet IŞİD katillerinin diri
diri yakarak işledikleri söylenen cinayetin görüntüleri...
Her birinde vahşetin dayanılmaz
ağırlığı altında ezildik, yorulduk.
Her birinde hayatta kalmaktan
utanır olduk.
Her birinde vicdanımız köreldi, insanlığımızı
biraz daha yitirdik.
İnsanlığımızı yitirdikçe vahşi cinayetler
ve ölümler toplumsal hayatın alışılmış kanıksanmış görüntüleri haline geldi.
Kanıksandığı için de isyan ettirici bir süreklilikle “Ne mutlu onlara ki Peygamber’e komşu oldular” retoriği yinelenip
duruyor...
***
IŞİD vahşetinin üzerinden bir
hafta geçti. Kayıp askerlerin acılı aileleri hiç değilse bir açıklama bekliyor.
Ama ne hükümet soru işaretlerini giderici bir açıklama yapıyor ne de Genelkurmay.
Sadece üç askerin IŞİD’in elinde olduğunu, bunun ötesinde teyit edilmiş bilgi
olmadığını söyleyebiliyorlar.
Oysa uzun boylu bir inceleme
gerekmiyor. Günümüz teknolojisiyle görüntülerin sahte olup olmadığını saptamak
mümkün. Ama bir açıklama yapmıyorlar. Personel dosyalarındaki fotoğraflarıyla
karşılaştırıp, görüntülerdeki askerlerin kayıp askerler olup olmadıklarını bile
söylemiyorlar.
Açıklama yapmadıkları gibi, “Medya ayağını denk alsın” diye tehdit
ediyorlar, vatanseverlik dersi veriyorlar. Medya tehditi hak edecek ne yaptı
ki? Olayın haberini temkinli bir üslupla aktaran Cumhuriyet, Evrensel, BirGün gazeteleri dışında medya, değil
görüntüleri yayımlamak, olayın haberini bile vermedi. Buna karşın medyadan
ayağını denk almasını istediler.
Elbette medyaya ve medya
üzerinden topluma durduk yerde göz dağı vermediler. Basit bir inceleme ve
araştırma ile saptanabilecek hakikatı toplumdan gizlemeleri nedensiz değil. Açıklama
yapmıyorlar, göz dağı veriyorlar. Çünkü, oluşa uygun bir açıklama yapsalar, o
çocukları vahşi ölüme sürükleyen vicdan ve akıl dışı Ortadoğu siyasetinin,
Şam’da zafer namazı rüyasının tartışmaya açılmasından endişe ediyorlar. Bu
tartışmada, “Kanları yerde kalmayacak,
Allah nasip ederse biz de şehit oluruz”
hamasetinin, “Bölgede oyun kurucu biziz,
bölge bizden sorulur” palavrasının toplumu teskin etmede yetersiz
kalacağından endişe ediyorlar.
***
Acı ama gerçek, endişeleri
yersiz. Yüzde 99,99’unun Müslüman olduğu söylenen bu toplum nelere sessiz
kalmadı, neleri sineye çekmedi ki? Uzun boylu hatırlatmaya ne gerek var!
İşte bu sessizlik, tepkisizlik ve
teslimiyetin verdiği cüret ile siyaset esnafı, IŞİD vahşetine karşı hamaset
yarışındalar. Emevi Camii’nde zafer namazı rüyası ile girilen kanlı serüvenin
kurbanları için siyaset bezirgânları, birbirinin aynı pişkin sahte yüz ifadesi
ve vücut diliyle cenaze namazında ön safta fotoğraf veriyorlar. Tabuttaki
kurban Alevi ise Cemevine gitmeye bile ar edebiliyorlar. İktidarın başı bayraklı
tabutlara konmuş insan evlatları için “birkaç
tane” gibi merhamet yoksunu ifadeler kullanabiliyor; muhalefetin başı ise “Türkiye kendi geleceğini güvence altına
almak açısından böyle bir operasyon başlatmışsa, belli acılara katlanmak
gerekiyor” diyebiliyor. Onlar böyle dedikçe ölümler ardarda geliyor,
musalla taşına dizilen tabut sayısı artıyor.
İktidarı böyle muhalefeti
böyleyken (ismi lazım olmayan) dinci bir medya yaratığı da IŞİD canilerinin
yaktığı askerleri vatana devlete ihanetle suçlayabiliyor. Bu yaratık, IŞİD
tutsağı askerlerin Cumhurbaşkanı Erdoğan’ı suçlayan sözleri için demiş ki: “Bir Türk Askeri’ni değil ölümle tehdit
etmek, lime lime kessen vatanına ihanet etmez. Türk Askeri devletine ihanet
ediyorsa zaten 'GERÇEK' Türk Askeri değildir.”
Irkçılık dincilik yüzsüzlük
vicdansızlık bu kadar olur işte. Din bezargânlığı tam da böyle bir şeydir. Bu
gibi durumlarda takiyyenin mübah olduğuna ilişkin ayeti aklına getirmez.
Kapısında ziftlendiği muktedire eleştiri olmasın, kılına zarar gelmesin diye
Müslümanlığını bile satar!
***
Söz din bezirgânlığına gelmişken belirtmeden
geçmemeli.
İnsan denilen canlı türü, evriminin
yol haritasında, dinin ekonomi politiğini bilince çıkarma durağının henüz çok
gerisinde. Bu durağa varıp varmayacağı da şüpheli. O durağa varabilmesinin
temel koşulu, inancını eleştirel akıl süzgecinden geçirmesi. Ancak, yaşamakta
olduğumuz zaman diliminde eleştirel akıl iptal edilmişe benziyor. Bu iptal ve
dumur ortamında, IŞİD canilerinin esir askerleri diri diri yakmasının dinen
caiz olup olmadığı bile tartışılabiliyor.
Evet evet! Tutsak askerleri diri
diri yakmanın dinen caiz olup olmadığı bile tartışılabiliyor. İma yoluyla da
olsa yakmayı caiz sayan fetvacılar serbestçe dolaşabiliyor.
Kâfiri diri diri yakmayı dinen
uygun bulan fetvacılar elbette serbestçe dolaşabiliyor. Çünkü, burası yüzde
99.99’u Müslüman sayılan bir coğrafya. Bu coğrafyanın kutsal kitabında,
cezalandırma yöntemi olarak kol ve bacağın çaprazlama kesilmesini emreden ayet
de vardır:
“Allah’a ve Resûlüne savaş açanların ve yeryüzünde bozgunculuk çıkarmaya
çalışanların cezası, öldürülmeleri yahut asılmaları veya ellerinin ve
ayaklarının çaprazlama kesilmesi, yahut o yerden sürülmeleridir. Bu cezalar
onlar için dünyadaki bir rezilliktir.” (Maide / Sofra, 33)
***
İnanç böyle emredince, elbette
IŞİD’in vahşetine karşı ciddi bir protesto sesi çıkmadı. Tıpkı, kız
çocuklarının evlilik adı altında tecavüze uğramalarına, yolsuzluğun hırsızlığın
“günah işleme hürriyeti” diye
meşrulaştırılmasına itiraz edilmediği, bir siyaset magandasının “Allah’ın vasıflarını üzerinde taşıyan lider”
diye ululaştırılmasına sessiz kalındığı gibi...
İnsana, tabiata, hayata düşman bu
ırkçılık dincilik vicdansızlık girdabında, IŞİD esiri gençleri savunmak,
benzeri her olayda olduğu gibi yine kalpleri solda atanlara düştü. Halkevleri başta
olmak üzere sol örgütler sokaklara çıktılar, Şam’da zafer namazı rüyası uğruna IŞİD
cinayetine kurban giden askercikleri sahiplendiler.
Şiirin zirvedeki ustası Nazım
Hikmet, emperyalistlere vekâleten Anadolu’yu işgale gelen Yunan askerinin
zilletini Kuvayi Milliye Destanı’nda ihtiyat zabiti Nurettin Eşfak’ın ağzından şöyle
anlatmıştı:
Yaralı bir düşman ölüsüne takıldı
Nurettin Eşfak’ın ayağı.
Nurettin dedi ki,
Teselyalı Çoban Mihail,
Seni biz değil, buraya
gönderenler öldürdü seni...
Şiirin ustası Nazım, Kore’de ölen
ihtiyat zabitinin kendisini ölüme gönderen muktedire hitabını da DİYET başlıklı
şiirinde kayda geçirmişti.
Haddi olmayarak bu satırların
yazarına da şair dostlarına seslenmek düştü:
Şair dostum,
Sen ki sözün büyücüsü,
Sen ki sözün tanrısı...
Sevgili söz büyücüsü,
Sevgili söz tanrısı,
Nazım, Kore’de ölüme yollanan yedek subayın şiirini yazdı.
Sen Suriye bataklığında yakılan askerin şiirini yazabilir misin?
Sorabilir misin siyaset zorbasına,
O bataklığa niçin kendi oğlunu göndermediğini?
Yüzüne vurabilir misin,
Bir mahdumunu da çürük raporuyla şehitlikten muaf tuttuğunu?
Haykırabilir misin başkalarının evlatlarını ölüme göndermenin
vicdansızlığını?
Şair dostum,
Sen ki, sözün büyücüsü,
Sen ki sözün tanrısı...
Nazım, Kore’de ölüme yollanan yedek subayın şiirini yazdı.
Sen Suriye bataklığında yakılan askerin şiirini yazabilir misin?
Ama işin kolayına kaçmadan.