Barış Akademisyenleri
Bildirisi’ni imzaladığı için KHK ile üniversiteden atılan Yrd. Doç. Dr. Barış
Ünlü, Türkiye’nin Gayrimüslimler ve Kürt sorunları odaklı son iki yüz yıllık
tarihini ‘Osmanlılık’, ‘Osmanlılık Sözleşmesi’, ‘Müslümanlık’, ‘Müslümanlık
Sözleşmesi’, ‘Türklük’ ve ‘Türklük Sözleşmesi’ kavramlarıyla çözümlemeye
çalışmış.
Türklük Sözleşmesi adıyla çıkan kitabında Barış Ünlü’nün sözleşme
kavramından kastı Toplumsal Sözleşme. John Locke, Thomas Hobbes ve Jean-Jacques
Rousseau’dan referanslarla toplumsal sözleşmenin devlet olarak somutlandığını,
can ve mal güvenliği gereksinmesini karşıladığını vurguluyor Barış; Türkiye’nin
son iki yüzyıllık tarihini anlamada ‘resmi ideoloji’ veya ‘egemen ideoloji’
yerine ‘sözleşme’ metaforunu tercih ettiğini söylüyor. Barış’a göre,
egemen/resmi ideoloji (verili iktidar ilişkilerini saklamak ve meşrulaştırmak
üzere) egemen sınıfın/gücün dayatmasıdır; sözleşme ise, egemen etnik gruba
mensup alt sınıfların da katıldıkları, kendi çıkarlarını korudukları ve iktidar
ilişkilerinden bir şekilde yararlandıkları karşılıklı mutabakatlar bütünüdür.
Ünlü, öncelikle dünyada Beyazların
egemenliği karşısında Siyahların, erkek egemen dünyada kadınların durumunu, ezik,
güvensiz ve tedirgin yaşamlarını irdeliyor. Siyahların uğradığı ayrımcılığı
Beyazların ‘siyahların sorunu’ olarak gördüklerini, sorunun kendi Beyazlıklarında
olabileceğini görmediklerini vurguluyor.
***
Eşitlikçi Osmanlılık Sözleşmesi
Ünlü’ye göre Osmanlı’nın son
yüzyılında dağılmaya çare olarak önce Gayrimüslim halkları kapsamak üzere
farklı inanç ve etnik toplulukların Osmanlı şemsiyesi altında eşitlenmesi
denendi. Tanzimat Fermanı, Osmanlılık Sözleşmesi adımıydı; herkes kanun önünde
eşit olacak, artık gâvura gâvur denmeyecekti. 1876 Anayasası, Osmanlılık
Sözleşmesi’nin zirvesini oluşturdu.
Ancak İngiltere, Fransa, Rusya
gibi devletlerin zorlamasıyla ilan edilen Osmanlılık Sözleşmesi dağılmaya karşı
çare olmadı, tersine uzak eyaletlerdeki Gayrimüslim halkların kopuşunu
hızlandırdı. Dağılma sürecinde Balkanlar’dan ve Kafkasya’dan milyonlarca
Müslüman Anadolu’ya aktı.
Anadolu’ya akan Müslümanların
güvenlik endişesi, Gayrimüslimler karşısında psikolojik üstünlüğünü yitirmenin ezikliği,
yabancı devletlerin Gayrimüslimlere
sağladıkları ayrıcalıklara duyulan öfke, Anadolu’yu da kaybetme korkusuyla
birleşti. “Göçmen Müslümanlar
Hıristiyanlara karşı büyük bir öfke ve hınç duyuyorlardı; göçle geldikleri yeni
ülkelerinde aynı şeyi tekrar yaşamak en büyük korkularıydı. (...) Topraklarını
her an kaybedebilecek yerli Müslümanlar da öfkeliydi, onlar da korkuyordu.”
(s: 94).
Müslümanlık Sözleşmesi bu korku
ve öfke atmosferinde gündeme geldi. “Abdülhamit’e
göre imparatorluğu ayakta tutabilecek temel güç İslam dayanışmasıydı; bu
dayanışma ancak devletin resmi mezhebi Sünnilik etrafında örülebilirdi.”
(s: 98)
Müslümanlık Sözleşmesi, 19’uncu
yüzyıldan beri gelişmekte olan Müslüman tüccar sınıfın ve genel olarak Müslüman
orta sınıfların çıkar ve özlemlerini ifade etmektedir. Dahası “Müslümanlık Sözleşmesi, Hıristiyan halklara
karşı işlenen ve işlenecek suçlar üzerinde mutabık olunmuş suç ortaklığıdır.
(...) Bu sayede ülke Hıristiyanlardan
temizlenecek ve –amaç en baştan beri bu olmasa bile- yeni bir devlet
Müslümanlık üzerinde/sayesinde kurulabilecektir.” (s: 101)
Abdülhamit 1908’de Osmanlılık
Sözleşmesi’nin Anayasasını yeniden yürürlüğe koymak zorunda kaldı. İttihat ve
Terakki’nin dayatmasıyla Meşrutiyet’in ilanında, Gayrimüslim halkların
legal/illegal örgütlerinin de desteği vardı. Başta Ermeniler olmak üzere Gayrimüslim
halklar coşkulu ve mutluydular, Jön Türkler’e her zaman mesafeli duran Devrimci
Hınçak Partisi bile legale çıkıp adını değiştirmiş, Sosyal Demokrat Hınçak
Partisi olmuştu; “anayasanın iç düşmanlarına ve yabancı saldırılara karşı
hürriyetperver Türk biraderleriyle omuz omuza” olmaktan söz ediyordu (s: 111).
***
Soykırımda Suç Ortaklığı!
Ne var ki, Osmanlılık
Sözleşmesi’ni yeniden yürürlüğe sokan taraflar arasındaki ittifak geçiciydi.
Taraflar, aralarındaki ittifakın geçici olduğunun bilincindeydiler.
Müslümanların ve Hıristiyanların eşitliğine dayalı sözleşme Müslüman alt ve
orta sınıflarda, Müslüman taşrada karşılık bulmuyordu. 1895 ve 1909 Ermeni
katliamları bunun göstergesiydi. Katliamlar yaygın sivil katılımla gerçekleşti.
Jön Türkler sosyal Darwinci idiler. 1912-1913 Balkan Savaşları’ndaki yenilgi,
özellikle Selanik’in kaybedilmesi, İttihatçılar’ı telafisi olanaksız bir
travmaya sürükledi; ‘Balkanlar,
Hıristiyan halkların varlığı nedeniyle kaybedildi’ duygusunu geliştirdi.
Osmanlıcılık siyasetinden Türkçü siyasete geçişinin önünde engel kalmadı. Birinci
Dünya Savaşı, İttihatçılar’ın emperyal ve milliyetçi ihtirasları için uygun
zemini sağladı. Olabilirse yakın zamanda yitirilmiş Osmanlı toprakları geri
alınarak modern bir İslam Türk imparatorluğu kurulacak, olmazsa “Osmanlı’nın son kalesi Anadolu ne olursa
olsun korunacaktı. Bu planın başarılı olabilmesi için Anadolu’nun güvenilmez
unsurları olan Gayrimüslimler, yani ‘etnik tümörler’ temizlenmeliydi.
İttihatçılar her iki plan için de Müslüman nüfusa güveniyordu.” (s: 133)
Ocak 1915’teki Sarıkamış
yenilgisi ve Şubat 1915’teki Süveyş Kanalı yenilgisi üzerine B planı yürürlüğe
girdi. Anadolu’nun etnik tümörleri, Müslümanlık Sözleşmesi ile temizlendi.
İttihatçılar’ın Kafkasya’da Müslüman isyanı çıkartma çabalarına karşılık Rusya
da Anadolu’da Ermeni ve Kürt isyanları çıkartmayı planlıyordu. Nisan 1915’ten
itibaren, İstanbul ve İzmir gibi istisnalar dışında Ermeniler tehcir edildi ve
Anadolu nüfusunun yüzde 10’unu oluşturan Ermeniler Anadolu’dan temizlendi. “Ermeni Soykırımı’nın Türkiye Cumhuriyeti’nin
toplumsal yapısını anlamak açısından hayati bir boyutu da devasa servet
transferidir. Yüzbinlerce Ermeni’nin taşınmaz taşınır mallarına Müslümanlarca
el konmuş, Ermeni işadamlarının iş sahalarını Müslümanlar ele geçirmiş,
Ermenilere borcu olan Müslümanlar borçlarını sıfırlamıştır.” (s: 137)
Anadolu’nun etnik temizliği
Kurtuluş Savaşı yıllarında mübadele ile sürdü. Rumlar ve Ortodoks Türkler
Anadolu’dan kovuldu, Balkanlar’dan Müslüman ahali devşirildi. “Osmanlı’da 1914 yılında yüzde 30’lara varan
Gayrimüslim nüfus oranı, Türkiye’de 1924 yılında yüzde 3 civarındaydı ve
zamanla yüzde 0,1 civarına düştü.” (s: 141)
Müslüman burjuvaziyi güçlendiren
soykırım üç toplumsal düzeyde gerçekleşti. Çerçeve kararların alındığı üst
düzey, çerçeve kararları uygulayan yerel yöneticiler ve eşrafın oluşturduğu
orta düzey, sıradan ahalinin cinayetlere ve yağmaya katıldığı alt düzey. Her üç
düzeyde de suça geniş katılım vardı. Çünkü farklı toplumsal kesimlerden
Müslümanlar Hıristiyanlara karşı korku, kin, haset, kıskançlık, hınç gibi ortak
duygulara sahiptiler. Bu duygular sebepsiz ve icat edilmiş değildi. Dağılma
döneminde Anadolu’ya göç eden Müslümanlar ve Anadolu’nun yerleşik Müslümanları
güvenlik endişesi ve korku içindeydiler. Kürt Müslümanlar da Ermeniler ve
Rusların kendilerini katledeceği korkusuna kapılmışlardı (s: 143, 145).
***
Müslümanlık Sözleşmesi
“Savaş, soykırım ve Ermeni zenginliğinin gaspı farklı toplumsal
sınıflardan gelen Müslümanlar arasında ve merkez ile taşra arasında Müslümanlık
Sözleşmesi çerçevesinde yürütülmüştür. Bu örtük sözleşmenin birinci ve temel
maddesine göre Anadolu’da güvenli ve reel/potansiyel olarak imtiyazlı yaşamak
için Müslüman olmak gerekiyordu. İkinci maddede ise Gayrimüslimlere ama özellikle
Ermenilere yapılanlara kimse karşı gelmeyecek, bu yapılanlar hakkında kimse
mağdurlarla duygudaşlık kurmayacak, hakikatleri dile getirmeyecektir. İkinci
maddeye uymak ve genel olarak sözleşmeden yararlanmak için doğrudan katliamlara
katılmak gerekmiyordu. Sessizce onaylamak, sessiz kalmak, görmezden gelmek de
yeterliydi. Bu ikinci maddeye uymayan sıradan ve seçkin Müslümanlar, yani
Ermenilere yapılanlara aktif bir şekilde karşı çıkanlar ve Ermenileri korumaya
çalışanlar ise, kimi işinden kimi de canından olarak ağır şekilde
cezalandırıldılar.” (s: 147)
Türkiye Cumhuriyeti’nin
kurulmasıyla sonuçlanan Kurtuluş Savaşı, doğuda Ermenilere batıda
Yunanlılara/Rumlara karşı Müslümanlık Sözleşmesi, yani Anadolu Müslümanlarının
birliği sayesinde başarıya ulaştı. “Birliğin
ortak düşüncesi ve duygusu İslam, amacı ise Rumları ve Ermenileri Anadolu’dan
atmaktı.” (s: 151)
***
Müslümanlık Sözleşmesi’nde Kürtler
“Sevr
Antlaşması Kürdistan’a bağımsızlığa açık – özerklik tanıdığı halde, Kürtlerin
büyük çoğunluğu Milli Mücadele’nin yanında yer aldı. Kürtler İttihatçı
geleneğin Türkçü ve asimilasyonist damarını çok iyi biliyorlardı. Fakat
1910’ların dünyasında Ermeni korkuları Türk korkularına üstün geldi.
Kürdistan’a özerklik tanıyan Sevr Antlaşması’nın Kürtlerin çoğunluk oldukları
bölgeyi de kapsayacak bir Ermenistan öngörmesi, bu büyük Ermenistan’ın güney
sınırının (yani Kuzey Kürdistan’ın kuzey sınırının) muğlak bırakılması ve
yurtlarından sürülen Ermenilerin geri dönüşünü ve ‘bırakılmış mallarının
iadesini’ düzenlemesi Kürtlerin korkularını daha da artırmıştı.” (s: 155)
***
Müslümanlık Sözleşmesi’nden Türklük Sözleşmesi’ne
Müslümanlık Sözleşmesi’yle
kurulan yeni devletin lider kadrosu, sözleşmeyi Türkleştirdi. Bu değişim,
Türkiye’de güvenli ve ayrıcalıklı yaşamak için artık Müslüman olmanın
yetmediği, aynı zamanda Türk olmak gerektiği anlamına geliyordu. Kişi hem
Müslüman hem Türk olmalıydı; Gayrimüslimlere zaten yer yoktu. Lozan görüşmeleri
sırasında imzalanan Nüfus Mübadelesi Sözleşmesi, Türkiye’de mukim Ortodoks Türkler
ile Yunanistan’da mukim Müslümanların mübadelesini öngörüyordu. Karamanlılar
olarak bilinen Anadolu Türk Ortodoksları sınır dışı edildi; Balkanların
Hıristiyan Gagavuz Türkleri ise Anadolu’ya kabul edilmedi.
Müslümanlık Sözleşmesi’ni
daraltmanın üç temel nedeni vardı: Birincisi, Kurucular Türk
milliyetçisiydiler. İkincisi, Mustafa Kemal, ait olduğu İttihatçı kuşağın
aksine laiklik ve Batılılaşma yanlısıydı. Üçüncüsü, kurucular Müslümanlık
içinde diğer etnik grupların kültürlerin ve bilinçlerin yok edilmesi gerektiğini
düşünüyorlardı. “Dolayısıyla Müslümanlık
Sözleşmesi’nden Türklük Sözleşmesi’ne geçiş sadece bir Türkçülük akımı değil,
aynı zamanda dini milletten seküler ulusa geçişi sembolize eden bir laiklik
adımıydı.” (s: 165)
1924 Anayasası, Müslümanlık
Sözleşmesi’nden Türklük Sözleşmesi’ne geçişin en önemli yazılı belgesi oldu. Türklük
Sözleşmesi Müslümanlığı önemsizleştirmedi; tersine, Türklüğün temel şartı
Müslümanlık olarak kaldı.
Yazılı olmayan veya çeşitli
yasalarda örtük olarak yer bulan, esas anayasa niteliğindeki Türklük
Sözleşmesi’nin maddeleri şöyle sıralandı:
Birincisi, Türkiye’de imtiyazlı
ve güvenli yaşayabilmek, ayakta ve hayatta kalabilmek, toplumsal hiyerarşide
yükselebilmek için Müslüman ve Türk olmak gerekir.
İkincisi, Osmanlı’da ve
Türkiye’de Gayrimüslimlere yönelik tehcir, soykırım, katliam, gasp, ırkçılık,
ayırımcılık gibi uygulamalar hakkında doğruyu söylemek, mağdurlarla duygudaşlık
kurmak, bu gruplar lehine siyaset yapmak yasaktır.
Üçüncüsü, yukarıdaki 2’nci madde
Türkleşmeye direnen Müslümanlar, özellikle Kürtler için de geçerlidir. (s: 15)
***
Türklerin Hakları Ödevleri
Bu görüşten hareketle Barış, Türklüğü
etnisite, vatandaşlık, ulusal kimlik veya ideolojik aidiyet üzerinden tanımlamıyor.
Barış’a göre Türklük, tarihsel, toplumsal ve etno-dinsel yapının ürünüdür; sınıflar
/ ideolojiler üstüdür; “belli görme,
duyma, bilme, ilgilenme, duygulanma halleri olduğu kadar, belli görmeme,
duymama, bilmeme, ilgilenmeme, duygulanmama halleridir. Sözleşmenin temel
kuralları aile, cami, mahalle. okul ve orduda toplumsallaşma ve
düşünsel/duygusal eğitim yoluyla öğrenilir, kurallara uyum içselleştirilir.
(...) Yargıçtan Türk olarak karar vermesi, gazeteciden Türk olarak haber
yapması, akademisyenden Türk olarak yazması beklenir ve sonuçta çoğunluk bu
performansı sergiler. (...) Bu roller o denli içselleştirilir ki, kişi öyle
gördüğünü, bildiğini ve davrandığını, neyi görmediğini, neyi bilmediğini, neyle
ilgilenmediğini fark etmez.” (s: 16)
Türk olmakla olmamak arasındaki
hayati fark, ödüllendirme ve cezalandırma mekanizmalarıyla güvence altına alınmıştır.
Sözleşmeye uyan kişi reel / potansiyel ayrıcalıklardan yararlanabilir, iş
bulabilir, toplumsal hiyerarşide yükselebilir, sınıf atlayabilir. Maddi
ayrıcalığın yanı sıra Türklükle birlikte gelen üstünlük, normallik, haklılık
gibi psikolojik avantajlar da vardır.
Sözleşmeye uymayan ise cezalandırılır;
işe alınmayabilir, işten atılabilir, dışlanabilir, tutuklanabilir,
öldürülebilir. Maddi dezavantajların yanı sıra, (Beyazlar karşısındaki
Siyahların, erkek karşısında kadının durumuna benzer şekilde) Türk olmamakla
gelen değersizlik, güvensizlik, tedirginlik, haksızlık, anormallik gibi
psikolojik dezavantajlar yer alır.
Bu çerçevede “egemen etnik gruba mensup kişi etnik
hiyerarşinin altlarında bulunanlarla ilgilenmeyebilir, onların düşüncelerini
önemsemeyebilir; çünkü buna gücü vardır ve bundan dolayı kayba uğrama riski
yoktur. Alttakiler ise üsttekilerin ne düşündüğünü bilmek, dinlemek zorundadır;
çünkü bu bilgi hayatta ve ayakta kalabilmenin temel şartıdır.” (s: 17)
***
Türklük Halleri
Kitabın ana fikrini kavrayabilmek
için bu geniş özet zorunluydu. Son bölümde, Türklük Sözleşmesi’nin 2000’li
yıllarda AKP’nin vesayet kırma politikası ile Kürtlerin ve Ermenilerin
mücadelesi sonucu krize girdiği, Sözleşme’nin Türklere sağladığı ayrıcalık ve
avantajların ortadan kalktığı, 2015’ten itibaren AKP/MHP ittifakının
sahiplenmesiyle Sözleşme’nin meşruiyetini tamamen yitirdiği, yeni bir
sözleşmenin tartışılması gerektiği anlatılıyor.
Kabul etmeli ki Barış Ünlü, yakın
tarihe ilişkin resmi ideoloji veya bilinen eleştirel analizler dışında ufuk
açıcı, çarpıcı (çarpıcı olduğu ölçüde gerçekçi) bir kuramsal çerçeve çizmiş. Çalışmasında
verdiği örnekler çok iyi biliniyor. En basitinden Türkiye’de Türkçü hatta ırkçı
siyasetin yaptırımı ve engeli yoktur; tersine merkez sağda (hatta merkez solda)
karşılığı vardır. Türklük kavramına karşı Kürt kimliğini ifade etmenin ise bin
türlü cezası vardır. Gayrimüslimlere uygulanan baskı ve şiddetin aleyhine de
-hele Ermeni Soykırımını kabul ederek- siyaset yapılamaz.
Daha somut söylemek gerekirse, farklı
siyasi yelpazelerde yer alan kesimler Kürt, Ermeni ve başka bazı ulusal
sorunlarda ortak “milli” duruş gösteriyorlar. AKP ile CHP ve kimi sosyalist
gruplar, Ermeni ve Kürt sorunlarında AKP, MHP ve Vatan Partisi’yle aynı noktada
buluşabiliyorlar. Kimi sosyalist gruplar Kürtleri ve Ermenileri emperyalist
işbirlikçiliğiyle suçlayabiliyorlar.
İşte bu ve bunlara benzer tutum
ve davranışların nasıl mümkün olabildiği, farklı toplumsal siyasal ideolojik
toplulukları birbirlerine yaklaştıran, bir araya getiren, çimento görevi gören
duygunun ne olduğu sorusunun yanıtı Barış Ünlü’nün kitabında mevcut.
***
Türklük Sözleşmesi’ne Eleştiri
Eleştirilecek yönleri de var
kitabın. Örneğin, bugün nüfusun dörtte birini oluşturan Aleviler kitapta dolgu
malzemesi olarak yer bulabilmiş. Daha vahimi, Türklük Sözleşmesi’nin Alevileri
kategorik olarak Gayrimüslim saymadığını ve dışlamadığını, laiklikle birlikte
Alevileri kazanmaya yönelik bazı mekanizmalar geliştirdiğini, bu nedenle
Sünnilik yerine Müslümanlık demeyi daha doğru bulduğunu yazmış (s: 15’deki
dipnot).
Oysa nasıl ki, “Türkiye’de Gayrimüslimler Türklerle olan
etkileşimlerinde (işte, sokakta, lokantada, apartmanda, karakolda, askerlikte)
karşılaşabilecekleri olası riskleri en aza indirmek için uysal, yumuşak, nazik
olmayı ve alttan almayı öğrenmek zorundadırlar” (s: 252). Egemen Sünni
çoğunluk karşısında Aleviler de benzer durumdadır. Bir Sünni, Sünnilik
imtiyazlarından sadece Sünni olduğu için yararlanabilir. Sünnilerin hizmetindeki Diyanet İşleri Başkanlığı, siyasette Sünni iktidar, muhalefette bile Sünni partiler, eğitimde Sünni müfredat, Cami, bangır bangır bağrılan Ezan, Kuran Kursu, Din
dersi, işe kabul edilme, yükselme vs. Tüm bunlar Aleviler için dezavantajdır.
Değil böylesi ayrıcalık sahibi olmak, Alevi kimliği bile kamusal alanda açıkça
ifade edilememektedir.
İkincisi, onca eleştiri yönelttiği
‘sol’u ve solcuları belirsiz bırakmış. “Milleti
ve devleti olan, milleti ve devleti olmayanı milliyetçilikle itham edebilir”
(s: 244) diyerek solcuların Ermenileri ve Kürtleri emperyalist işbirlikçisi ve
milliyetçi olmakla eleştirdiklerini, bunun egemen ulus mensubu olmaktan
kaynaklandığın söylüyor. Bu eleştiriyi o kadar sık yineliyor ki, (her ne kadar
bir yerde bunun evrenselci solun kusuru olmadığını, Türklükten kaynaklanan
kaçış söylemi olduğunu belirtse de), şovenizm ile Marksizm arasındaki ayrım
silikleşiyor. Böyle haksızlık edince, burjuva liberallerin ‘sol’ eleştirisiyle kendisi
arasındaki ayırımı da belirsizleştiriyor. Oysa biliniyor ki, ‘egemen ulus
şovenizmi’, ‘sosyal şovenizm’, 'ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı', 'halkların eşitliği ve kardeşliği' Marksizm’in en temel eleştirel kavramları
arasında yer alır. Türklük Sözleşmesi’nin meşruiyetini sorgulayan ilk
eleştiriler ve itirazlar, sınıf eksenli Marksistlerden gelmiştir. Marksist sol hem
Türklük Sözleşmesi kapsamında en ağır cezalara maruz kaldı hem de Türklük
Sözleşmesi’nin mağdurlarıyla dayanışma içinde oldu. Kaldı ki, Türklük
Sözleşmesi mağdurlarının emperyalistlerle ittifak pratikleri eleştiriden
vareste tutulamaz.
Üçüncüsü, ırkçılığı “etnik veya
ırksal bir grubu sistematik olarak avantajlı, diğer etnik ve ırksal grupları da
sistematik olarak dezavantajlı kılan iktidar ilişkisi” olarak tanımlıyor; böyle
bir iktidar ilişkisi kuramadıkları için Kürt veya Ermeni ırkçılığından söz
edilemeyeceğini söylüyor. “Kürtler, Ermeniler önyargılı, bayağı, kaba
olabilirler ama ırkçı olamazlar” görüşü, eleştiriye hayli açık.
Dördüncüsü, “Türklüğün birinci şartı
Müslümanlıktır, o doğuştan gelir; Türklük ise doğuştan gelmez, sonradan
kazanılan psiko-sosyal oluşumdur” görüşü de hayli eleştiriye açık.
Bu eleştirilere karşın, Türklük Sözleşmesi Türkiye’nin dünü ve
bugününe ilişkin çarpıcı ve sorgulayıcı, mutlaka okunması gereken bir kitap. Teşekkürler
Barış!