10 Nisan 2018 Salı

TÜRKLÜK SÖZLEŞMESİNİN GÜNCEL KRİZİ


Barış Akademisyenleri Bildirisi’ni imzaladığı için KHK ile üniversiteden atılan Yrd. Doç. Dr. Barış Ünlü, Türkiye’nin Gayrimüslimler ve Kürt sorunları odaklı son iki yüz yıllık tarihini ‘Osmanlılık’, ‘Osmanlılık Sözleşmesi’, ‘Müslümanlık’, ‘Müslümanlık Sözleşmesi’, ‘Türklük’ ve ‘Türklük Sözleşmesi’ kavramlarıyla çözümlemeye çalışmış.
Türklük Sözleşmesi adıyla çıkan kitabında Barış Ünlü’nün sözleşme kavramından kastı Toplumsal Sözleşme. John Locke, Thomas Hobbes ve Jean-Jacques Rousseau’dan referanslarla toplumsal sözleşmenin devlet olarak somutlandığını, can ve mal güvenliği gereksinmesini karşıladığını vurguluyor Barış; Türkiye’nin son iki yüzyıllık tarihini anlamada ‘resmi ideoloji’ veya ‘egemen ideoloji’ yerine ‘sözleşme’ metaforunu tercih ettiğini söylüyor. Barış’a göre, egemen/resmi ideoloji (verili iktidar ilişkilerini saklamak ve meşrulaştırmak üzere) egemen sınıfın/gücün dayatmasıdır; sözleşme ise, egemen etnik gruba mensup alt sınıfların da katıldıkları, kendi çıkarlarını korudukları ve iktidar ilişkilerinden bir şekilde yararlandıkları karşılıklı mutabakatlar bütünüdür.
Ünlü, öncelikle dünyada Beyazların egemenliği karşısında Siyahların, erkek egemen dünyada kadınların durumunu, ezik, güvensiz ve tedirgin yaşamlarını irdeliyor. Siyahların uğradığı ayrımcılığı Beyazların ‘siyahların sorunu’ olarak gördüklerini, sorunun kendi Beyazlıklarında olabileceğini görmediklerini vurguluyor.
***

Eşitlikçi Osmanlılık Sözleşmesi
Ünlü’ye göre Osmanlı’nın son yüzyılında dağılmaya çare olarak önce Gayrimüslim halkları kapsamak üzere farklı inanç ve etnik toplulukların Osmanlı şemsiyesi altında eşitlenmesi denendi. Tanzimat Fermanı, Osmanlılık Sözleşmesi adımıydı; herkes kanun önünde eşit olacak, artık gâvura gâvur denmeyecekti. 1876 Anayasası, Osmanlılık Sözleşmesi’nin zirvesini oluşturdu.
Ancak İngiltere, Fransa, Rusya gibi devletlerin zorlamasıyla ilan edilen Osmanlılık Sözleşmesi dağılmaya karşı çare olmadı, tersine uzak eyaletlerdeki Gayrimüslim halkların kopuşunu hızlandırdı. Dağılma sürecinde Balkanlar’dan ve Kafkasya’dan milyonlarca Müslüman Anadolu’ya aktı.
Anadolu’ya akan Müslümanların güvenlik endişesi, Gayrimüslimler karşısında psikolojik üstünlüğünü yitirmenin ezikliği, yabancı devletlerin  Gayrimüslimlere sağladıkları ayrıcalıklara duyulan öfke, Anadolu’yu da kaybetme korkusuyla birleşti. “Göçmen Müslümanlar Hıristiyanlara karşı büyük bir öfke ve hınç duyuyorlardı; göçle geldikleri yeni ülkelerinde aynı şeyi tekrar yaşamak en büyük korkularıydı. (...) Topraklarını her an kaybedebilecek yerli Müslümanlar da öfkeliydi, onlar da korkuyordu.” (s: 94).
Müslümanlık Sözleşmesi bu korku ve öfke atmosferinde gündeme geldi. “Abdülhamit’e göre imparatorluğu ayakta tutabilecek temel güç İslam dayanışmasıydı; bu dayanışma ancak devletin resmi mezhebi Sünnilik etrafında örülebilirdi.” (s: 98)
Müslümanlık Sözleşmesi, 19’uncu yüzyıldan beri gelişmekte olan Müslüman tüccar sınıfın ve genel olarak Müslüman orta sınıfların çıkar ve özlemlerini ifade etmektedir. Dahası “Müslümanlık Sözleşmesi, Hıristiyan halklara karşı işlenen ve işlenecek suçlar üzerinde mutabık olunmuş suç ortaklığıdır. (...) Bu sayede ülke Hıristiyanlardan temizlenecek ve –amaç en baştan beri bu olmasa bile- yeni bir devlet Müslümanlık üzerinde/sayesinde kurulabilecektir.” (s: 101)
Abdülhamit 1908’de Osmanlılık Sözleşmesi’nin Anayasasını yeniden yürürlüğe koymak zorunda kaldı. İttihat ve Terakki’nin dayatmasıyla Meşrutiyet’in ilanında, Gayrimüslim halkların legal/illegal örgütlerinin de desteği vardı. Başta Ermeniler olmak üzere Gayrimüslim halklar coşkulu ve mutluydular, Jön Türkler’e her zaman mesafeli duran Devrimci Hınçak Partisi bile legale çıkıp adını değiştirmiş, Sosyal Demokrat Hınçak Partisi olmuştu; “anayasanın iç düşmanlarına ve yabancı saldırılara karşı hürriyetperver Türk biraderleriyle omuz omuza” olmaktan söz ediyordu (s: 111).
***

Soykırımda Suç Ortaklığı!
Ne var ki, Osmanlılık Sözleşmesi’ni yeniden yürürlüğe sokan taraflar arasındaki ittifak geçiciydi. Taraflar, aralarındaki ittifakın geçici olduğunun bilincindeydiler. Müslümanların ve Hıristiyanların eşitliğine dayalı sözleşme Müslüman alt ve orta sınıflarda, Müslüman taşrada karşılık bulmuyordu. 1895 ve 1909 Ermeni katliamları bunun göstergesiydi. Katliamlar yaygın sivil katılımla gerçekleşti. Jön Türkler sosyal Darwinci idiler. 1912-1913 Balkan Savaşları’ndaki yenilgi, özellikle Selanik’in kaybedilmesi, İttihatçılar’ı telafisi olanaksız bir travmaya sürükledi; ‘Balkanlar, Hıristiyan halkların varlığı nedeniyle kaybedildi’ duygusunu geliştirdi. Osmanlıcılık siyasetinden Türkçü siyasete geçişinin önünde engel kalmadı. Birinci Dünya Savaşı, İttihatçılar’ın emperyal ve milliyetçi ihtirasları için uygun zemini sağladı. Olabilirse yakın zamanda yitirilmiş Osmanlı toprakları geri alınarak modern bir İslam Türk imparatorluğu kurulacak, olmazsa “Osmanlı’nın son kalesi Anadolu ne olursa olsun korunacaktı. Bu planın başarılı olabilmesi için Anadolu’nun güvenilmez unsurları olan Gayrimüslimler, yani ‘etnik tümörler’ temizlenmeliydi. İttihatçılar her iki plan için de Müslüman nüfusa güveniyordu.” (s: 133)
Ocak 1915’teki Sarıkamış yenilgisi ve Şubat 1915’teki Süveyş Kanalı yenilgisi üzerine B planı yürürlüğe girdi. Anadolu’nun etnik tümörleri, Müslümanlık Sözleşmesi ile temizlendi. İttihatçılar’ın Kafkasya’da Müslüman isyanı çıkartma çabalarına karşılık Rusya da Anadolu’da Ermeni ve Kürt isyanları çıkartmayı planlıyordu. Nisan 1915’ten itibaren, İstanbul ve İzmir gibi istisnalar dışında Ermeniler tehcir edildi ve Anadolu nüfusunun yüzde 10’unu oluşturan Ermeniler Anadolu’dan temizlendi. “Ermeni Soykırımı’nın Türkiye Cumhuriyeti’nin toplumsal yapısını anlamak açısından hayati bir boyutu da devasa servet transferidir. Yüzbinlerce Ermeni’nin taşınmaz taşınır mallarına Müslümanlarca el konmuş, Ermeni işadamlarının iş sahalarını Müslümanlar ele geçirmiş, Ermenilere borcu olan Müslümanlar borçlarını sıfırlamıştır.” (s: 137)
Anadolu’nun etnik temizliği Kurtuluş Savaşı yıllarında mübadele ile sürdü. Rumlar ve Ortodoks Türkler Anadolu’dan kovuldu, Balkanlar’dan Müslüman ahali devşirildi. “Osmanlı’da 1914 yılında yüzde 30’lara varan Gayrimüslim nüfus oranı, Türkiye’de 1924 yılında yüzde 3 civarındaydı ve zamanla yüzde 0,1 civarına düştü.” (s: 141)
Müslüman burjuvaziyi güçlendiren soykırım üç toplumsal düzeyde gerçekleşti. Çerçeve kararların alındığı üst düzey, çerçeve kararları uygulayan yerel yöneticiler ve eşrafın oluşturduğu orta düzey, sıradan ahalinin cinayetlere ve yağmaya katıldığı alt düzey. Her üç düzeyde de suça geniş katılım vardı. Çünkü farklı toplumsal kesimlerden Müslümanlar Hıristiyanlara karşı korku, kin, haset, kıskançlık, hınç gibi ortak duygulara sahiptiler. Bu duygular sebepsiz ve icat edilmiş değildi. Dağılma döneminde Anadolu’ya göç eden Müslümanlar ve Anadolu’nun yerleşik Müslümanları güvenlik endişesi ve korku içindeydiler. Kürt Müslümanlar da Ermeniler ve Rusların kendilerini katledeceği korkusuna kapılmışlardı (s: 143, 145).
***

Müslümanlık Sözleşmesi
Savaş, soykırım ve Ermeni zenginliğinin gaspı farklı toplumsal sınıflardan gelen Müslümanlar arasında ve merkez ile taşra arasında Müslümanlık Sözleşmesi çerçevesinde yürütülmüştür. Bu örtük sözleşmenin birinci ve temel maddesine göre Anadolu’da güvenli ve reel/potansiyel olarak imtiyazlı yaşamak için Müslüman olmak gerekiyordu. İkinci maddede ise Gayrimüslimlere ama özellikle Ermenilere yapılanlara kimse karşı gelmeyecek, bu yapılanlar hakkında kimse mağdurlarla duygudaşlık kurmayacak, hakikatleri dile getirmeyecektir. İkinci maddeye uymak ve genel olarak sözleşmeden yararlanmak için doğrudan katliamlara katılmak gerekmiyordu. Sessizce onaylamak, sessiz kalmak, görmezden gelmek de yeterliydi. Bu ikinci maddeye uymayan sıradan ve seçkin Müslümanlar, yani Ermenilere yapılanlara aktif bir şekilde karşı çıkanlar ve Ermenileri korumaya çalışanlar ise, kimi işinden kimi de canından olarak ağır şekilde cezalandırıldılar.” (s: 147)
Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulmasıyla sonuçlanan Kurtuluş Savaşı, doğuda Ermenilere batıda Yunanlılara/Rumlara karşı Müslümanlık Sözleşmesi, yani Anadolu Müslümanlarının birliği sayesinde başarıya ulaştı. “Birliğin ortak düşüncesi ve duygusu İslam, amacı ise Rumları ve Ermenileri Anadolu’dan atmaktı.” (s: 151)
***

Müslümanlık Sözleşmesi’nde Kürtler
 Sevr Antlaşması Kürdistan’a bağımsızlığa açık – özerklik tanıdığı halde, Kürtlerin büyük çoğunluğu Milli Mücadele’nin yanında yer aldı. Kürtler İttihatçı geleneğin Türkçü ve asimilasyonist damarını çok iyi biliyorlardı. Fakat 1910’ların dünyasında Ermeni korkuları Türk korkularına üstün geldi. Kürdistan’a özerklik tanıyan Sevr Antlaşması’nın Kürtlerin çoğunluk oldukları bölgeyi de kapsayacak bir Ermenistan öngörmesi, bu büyük Ermenistan’ın güney sınırının (yani Kuzey Kürdistan’ın kuzey sınırının) muğlak bırakılması ve yurtlarından sürülen Ermenilerin geri dönüşünü ve ‘bırakılmış mallarının iadesini’ düzenlemesi Kürtlerin korkularını daha da artırmıştı.” (s: 155)
***

Müslümanlık Sözleşmesi’nden Türklük Sözleşmesi’ne
Müslümanlık Sözleşmesi’yle kurulan yeni devletin lider kadrosu, sözleşmeyi Türkleştirdi. Bu değişim, Türkiye’de güvenli ve ayrıcalıklı yaşamak için artık Müslüman olmanın yetmediği, aynı zamanda Türk olmak gerektiği anlamına geliyordu. Kişi hem Müslüman hem Türk olmalıydı; Gayrimüslimlere zaten yer yoktu. Lozan görüşmeleri sırasında imzalanan Nüfus Mübadelesi Sözleşmesi, Türkiye’de mukim Ortodoks Türkler ile Yunanistan’da mukim Müslümanların mübadelesini öngörüyordu. Karamanlılar olarak bilinen Anadolu Türk Ortodoksları sınır dışı edildi; Balkanların Hıristiyan Gagavuz Türkleri ise Anadolu’ya kabul edilmedi.
Müslümanlık Sözleşmesi’ni daraltmanın üç temel nedeni vardı: Birincisi, Kurucular Türk milliyetçisiydiler. İkincisi, Mustafa Kemal, ait olduğu İttihatçı kuşağın aksine laiklik ve Batılılaşma yanlısıydı. Üçüncüsü, kurucular Müslümanlık içinde diğer etnik grupların kültürlerin ve bilinçlerin yok edilmesi gerektiğini düşünüyorlardı. “Dolayısıyla Müslümanlık Sözleşmesi’nden Türklük Sözleşmesi’ne geçiş sadece bir Türkçülük akımı değil, aynı zamanda dini milletten seküler ulusa geçişi sembolize eden bir laiklik adımıydı.” (s: 165)
1924 Anayasası, Müslümanlık Sözleşmesi’nden Türklük Sözleşmesi’ne geçişin en önemli yazılı belgesi oldu. Türklük Sözleşmesi Müslümanlığı önemsizleştirmedi; tersine, Türklüğün temel şartı Müslümanlık olarak kaldı.
Yazılı olmayan veya çeşitli yasalarda örtük olarak yer bulan, esas anayasa niteliğindeki Türklük Sözleşmesi’nin maddeleri şöyle sıralandı:
Birincisi, Türkiye’de imtiyazlı ve güvenli yaşayabilmek, ayakta ve hayatta kalabilmek, toplumsal hiyerarşide yükselebilmek için Müslüman ve Türk olmak gerekir.
İkincisi, Osmanlı’da ve Türkiye’de Gayrimüslimlere yönelik tehcir, soykırım, katliam, gasp, ırkçılık, ayırımcılık gibi uygulamalar hakkında doğruyu söylemek, mağdurlarla duygudaşlık kurmak, bu gruplar lehine siyaset yapmak yasaktır.
Üçüncüsü, yukarıdaki 2’nci madde Türkleşmeye direnen Müslümanlar, özellikle Kürtler için de geçerlidir. (s: 15)
***

Türklerin Hakları Ödevleri
Bu görüşten hareketle Barış, Türklüğü etnisite, vatandaşlık, ulusal kimlik veya ideolojik aidiyet üzerinden tanımlamıyor. Barış’a göre Türklük, tarihsel, toplumsal ve etno-dinsel yapının ürünüdür; sınıflar / ideolojiler üstüdür; “belli görme, duyma, bilme, ilgilenme, duygulanma halleri olduğu kadar, belli görmeme, duymama, bilmeme, ilgilenmeme, duygulanmama halleridir. Sözleşmenin temel kuralları aile, cami, mahalle. okul ve orduda toplumsallaşma ve düşünsel/duygusal eğitim yoluyla öğrenilir, kurallara uyum içselleştirilir. (...) Yargıçtan Türk olarak karar vermesi, gazeteciden Türk olarak haber yapması, akademisyenden Türk olarak yazması beklenir ve sonuçta çoğunluk bu performansı sergiler. (...) Bu roller o denli içselleştirilir ki, kişi öyle gördüğünü, bildiğini ve davrandığını, neyi görmediğini, neyi bilmediğini, neyle ilgilenmediğini fark etmez.” (s: 16)
Türk olmakla olmamak arasındaki hayati fark, ödüllendirme ve cezalandırma mekanizmalarıyla güvence altına alınmıştır. Sözleşmeye uyan kişi reel / potansiyel ayrıcalıklardan yararlanabilir, iş bulabilir, toplumsal hiyerarşide yükselebilir, sınıf atlayabilir. Maddi ayrıcalığın yanı sıra Türklükle birlikte gelen üstünlük, normallik, haklılık gibi psikolojik avantajlar da vardır.
Sözleşmeye uymayan ise cezalandırılır; işe alınmayabilir, işten atılabilir, dışlanabilir, tutuklanabilir, öldürülebilir. Maddi dezavantajların yanı sıra, (Beyazlar karşısındaki Siyahların, erkek karşısında kadının durumuna benzer şekilde) Türk olmamakla gelen değersizlik, güvensizlik, tedirginlik, haksızlık, anormallik gibi psikolojik dezavantajlar yer alır.
Bu çerçevede “egemen etnik gruba mensup kişi etnik hiyerarşinin altlarında bulunanlarla ilgilenmeyebilir, onların düşüncelerini önemsemeyebilir; çünkü buna gücü vardır ve bundan dolayı kayba uğrama riski yoktur. Alttakiler ise üsttekilerin ne düşündüğünü bilmek, dinlemek zorundadır; çünkü bu bilgi hayatta ve ayakta kalabilmenin temel şartıdır.” (s: 17)
***

Türklük Halleri
Kitabın ana fikrini kavrayabilmek için bu geniş özet zorunluydu. Son bölümde, Türklük Sözleşmesi’nin 2000’li yıllarda AKP’nin vesayet kırma politikası ile Kürtlerin ve Ermenilerin mücadelesi sonucu krize girdiği, Sözleşme’nin Türklere sağladığı ayrıcalık ve avantajların ortadan kalktığı, 2015’ten itibaren AKP/MHP ittifakının sahiplenmesiyle Sözleşme’nin meşruiyetini tamamen yitirdiği, yeni bir sözleşmenin tartışılması gerektiği anlatılıyor.
Kabul etmeli ki Barış Ünlü, yakın tarihe ilişkin resmi ideoloji veya bilinen eleştirel analizler dışında ufuk açıcı, çarpıcı (çarpıcı olduğu ölçüde gerçekçi) bir kuramsal çerçeve çizmiş. Çalışmasında verdiği örnekler çok iyi biliniyor. En basitinden Türkiye’de Türkçü hatta ırkçı siyasetin yaptırımı ve engeli yoktur; tersine merkez sağda (hatta merkez solda) karşılığı vardır. Türklük kavramına karşı Kürt kimliğini ifade etmenin ise bin türlü cezası vardır. Gayrimüslimlere uygulanan baskı ve şiddetin aleyhine de -hele Ermeni Soykırımını kabul ederek- siyaset yapılamaz.
Daha somut söylemek gerekirse, farklı siyasi yelpazelerde yer alan kesimler Kürt, Ermeni ve başka bazı ulusal sorunlarda ortak “milli” duruş gösteriyorlar. AKP ile CHP ve kimi sosyalist gruplar, Ermeni ve Kürt sorunlarında AKP, MHP ve Vatan Partisi’yle aynı noktada buluşabiliyorlar. Kimi sosyalist gruplar Kürtleri ve Ermenileri emperyalist işbirlikçiliğiyle suçlayabiliyorlar.
İşte bu ve bunlara benzer tutum ve davranışların nasıl mümkün olabildiği, farklı toplumsal siyasal ideolojik toplulukları birbirlerine yaklaştıran, bir araya getiren, çimento görevi gören duygunun ne olduğu sorusunun yanıtı Barış Ünlü’nün kitabında mevcut.
***

Türklük Sözleşmesi’ne Eleştiri
Eleştirilecek yönleri de var kitabın. Örneğin, bugün nüfusun dörtte birini oluşturan Aleviler kitapta dolgu malzemesi olarak yer bulabilmiş. Daha vahimi, Türklük Sözleşmesi’nin Alevileri kategorik olarak Gayrimüslim saymadığını ve dışlamadığını, laiklikle birlikte Alevileri kazanmaya yönelik bazı mekanizmalar geliştirdiğini, bu nedenle Sünnilik yerine Müslümanlık demeyi daha doğru bulduğunu yazmış (s: 15’deki dipnot).
Oysa nasıl ki, “Türkiye’de Gayrimüslimler Türklerle olan etkileşimlerinde (işte, sokakta, lokantada, apartmanda, karakolda, askerlikte) karşılaşabilecekleri olası riskleri en aza indirmek için uysal, yumuşak, nazik olmayı ve alttan almayı öğrenmek zorundadırlar” (s: 252). Egemen Sünni çoğunluk karşısında Aleviler de benzer durumdadır. Bir Sünni, Sünnilik imtiyazlarından sadece Sünni olduğu için yararlanabilir. Sünnilerin hizmetindeki Diyanet İşleri Başkanlığı, siyasette Sünni iktidar, muhalefette bile Sünni partiler, eğitimde Sünni müfredat, Cami, bangır bangır bağrılan Ezan, Kuran Kursu, Din dersi, işe kabul edilme, yükselme vs. Tüm bunlar Aleviler için dezavantajdır. Değil böylesi ayrıcalık sahibi olmak, Alevi kimliği bile kamusal alanda açıkça ifade edilememektedir.
İkincisi, onca eleştiri yönelttiği ‘sol’u ve solcuları belirsiz bırakmış. “Milleti ve devleti olan, milleti ve devleti olmayanı milliyetçilikle itham edebilir” (s: 244) diyerek solcuların Ermenileri ve Kürtleri emperyalist işbirlikçisi ve milliyetçi olmakla eleştirdiklerini, bunun egemen ulus mensubu olmaktan kaynaklandığın söylüyor. Bu eleştiriyi o kadar sık yineliyor ki, (her ne kadar bir yerde bunun evrenselci solun kusuru olmadığını, Türklükten kaynaklanan kaçış söylemi olduğunu belirtse de), şovenizm ile Marksizm arasındaki ayrım silikleşiyor. Böyle haksızlık edince, burjuva liberallerin ‘sol’ eleştirisiyle kendisi arasındaki ayırımı da belirsizleştiriyor. Oysa biliniyor ki, ‘egemen ulus şovenizmi’, ‘sosyal şovenizm’, 'ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı', 'halkların eşitliği ve kardeşliği' Marksizm’in en temel eleştirel kavramları arasında yer alır. Türklük Sözleşmesi’nin meşruiyetini sorgulayan ilk eleştiriler ve itirazlar, sınıf eksenli Marksistlerden gelmiştir. Marksist sol hem Türklük Sözleşmesi kapsamında en ağır cezalara maruz kaldı hem de Türklük Sözleşmesi’nin mağdurlarıyla dayanışma içinde oldu. Kaldı ki, Türklük Sözleşmesi mağdurlarının emperyalistlerle ittifak pratikleri eleştiriden vareste tutulamaz.
Üçüncüsü, ırkçılığı “etnik veya ırksal bir grubu sistematik olarak avantajlı, diğer etnik ve ırksal grupları da sistematik olarak dezavantajlı kılan iktidar ilişkisi” olarak tanımlıyor; böyle bir iktidar ilişkisi kuramadıkları için Kürt veya Ermeni ırkçılığından söz edilemeyeceğini söylüyor. “Kürtler, Ermeniler önyargılı, bayağı, kaba olabilirler ama ırkçı olamazlar” görüşü, eleştiriye hayli açık.
Dördüncüsü, “Türklüğün birinci şartı Müslümanlıktır, o doğuştan gelir; Türklük ise doğuştan gelmez, sonradan kazanılan psiko-sosyal oluşumdur” görüşü de hayli eleştiriye açık.
Bu eleştirilere karşın, Türklük Sözleşmesi Türkiye’nin dünü ve bugününe ilişkin çarpıcı ve sorgulayıcı, mutlaka okunması gereken bir kitap. Teşekkürler Barış!

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder