29 Haziran 2018 Cuma

ARNAVUTLUK’TA ENVER HOCA TARİHTEN SİLİNİRKEN TÜRKİYE’DE ATATÜRK İYİ DİRENİYOR!


SEYAHATNAME-İ RAHMİ ÇELEBİ
ARNAVUTLUK’TA ENVER HOCA TARİHTEN SİLİNİRKEN
Balkan gezimizin üçüncü gününde Struga’dan sabah erkenden yola çıktık. Ohrid Gölü kıyısında on dakikalık yolculuğun ardından dağlara tırmandık. Çok geçmeden Kafasan sınır kapısındayız. Önce Makedonya kapısından çıkış, ardından Arnavutluk kapısında giriş işlemi yapılacak. Pasaportlarımızı toplayan rehberimiz, sınır kapılarında araçtan inmenin yasak olduğunu, Makedonya’dan çıkışta sorun yaşanmayacağını ama Arnavutluk kapısında uzun süre bekleyebileceğimizi söylüyor. Makedon kapısından beklemeden geçtik. Arnavutluk kapısında beklerken, yan taraftaki bir kamyon sürücüsünün davranışı dikkat çekmeyecek gibi değildi. Sürücü pasaportun içine para yerleştirip aracından indi, kısa süre sonra dönüp aracını gazladı. Rehberimiz benzer bir taktik mi izledi bilmiyorum, biz de fazla beklemedik ve Arnavutluk topraklarına geçtik.
Doğa Makedonya’da olduğu gibi yemyeşil. Sadece Ankara’nın yolları değil, Sırbistan dışında bütün Balkanların yolları da büklüm büklüm. Bir tepeden diğerine bir vadiden diğerine kıvrım kıvrım tırmanıp inerken, yamaçlarda çok sık aralıklarla kamuflajlı mantarımsı yapılar dikkati çekiyor. Rehberimiz bu mantarımsı yapıların Enver Hoca döneminde inşa edilmiş beton koruganlar olduğunu söylüyor. Böyle 700 bin dolayında korugan, askeri dille mevzi yapılmış. Arnavutluk’un nüfusu 3 milyon dolayında, yani neredeyse her aile için bir korugan. Kime karşı? Ülkeyi işgal etmeye kalkışacak meçhul düşmana karşı! Akıl dışı bir savunma stratejisi ve kaynak israfı!
Tiran henüz uzakta. Bir mola yerinde soluklandık. Tesis tıpkı Anadolu’daki gibi. Farklı olarak markette bira da satılıyor. Arnavut birası ağzımıza layık. Söz aramızda, Arnavut rakısı felaket. Çok önceden deneyimli olduğumuz için aklımıza bile getirmiyoruz. Bu gibi gezilerde tuvalet çok kritik önem kazanıyor. Mola yerindeki tuvalet çok temiz çıktı.
Yarım saatlik molanın ardından tekrar yola koyulduk. Yol boyunca rastladığımız Arnavut köyleri kasabaları tıpkı Türkiye’mizin 70’li, 80’li yıllardaki köyleri kasabaları. Bizdeki kadar olmasa da yol kenarları plastik, pet şişe ve ambalaj artıklarıyla dolu. Sıvasız duvarlarıyla derme çatma evler, görsel kirlilik cabası. Kilometre levhalarında Elbasan da okunuyor. Elbasan tavanın tadı kokusu burnumuzda tütüyor ama programımızda Elbasan yok, transit geçiyoruz.
***

TİRAN’DA İSKENDER BEY MEYDANINDAYIZ
Öğlene doğru Anadolu kentlerindekine benzer döküntü mahallelerden geçerek Tiran şehir merkezine vardık. Trafik İstanbul trafiğinden farksız. Tiran’ın ana meydanında başında miğferi, bir elinde kılıcı, terkisinde gürzüyle atı üzerinde İskender Bey’in heykeli. Meydan opera, müze ve hükümet binalarıyla çevrili. Ethem Bey Camii ve 35 metre boyunda saat kulesi Osmanlı’dan kalma yegane eserler. Meydana adı verilen İskender Bey, Arnavutluk’un ulusal kahramanı bir asilzade. İkinci Murat zamanında Arnavutluk fethedilirken kardeşiyle birlikte rehin alınarak Edirne’deki Osmanlı sarayında içoğlanı olarak eğitilmiş, Müslüman edilmiş. Sonra sancak beyi olarak Sırbistan ve Arnavutluk’ta görevlendirilmiş. Kendisine özerklik verilmeyince Osmanlı’ya isyan bayrağı açmış, çocukluktaki dinine yani Hıristiyanlığa dönmüş. İsyanı tam 25 yıl sürmüş, İstanbul’u fetheden Fatih Sultan Mehmet bile İskender’i yenememiş. Nihayet 1468 yılında İskender Bey sıtmadan ölünce Arnavut isyanı gevşemiş ve ülke 1478 yılında tamamen Osmanlı topraklarına katılmış.
Tiran’a ayırdığımız vakit sadece yarım saat. Şehirde Mercedes otomobilden geçilmiyor. Nereye baksak Mercedes otomobil. Rehberimiz, Arnavut mafyasının becerisi diye açıklıyor. Bir de Arnavutluk’a kaçak otomobil sokmanın kolaylığı. Dahası, Arnavutlar ülkelerine bağlı insanlar. Yakın komşular olarak İtalya ve Avusturya’ya çalışmaya giden Arnavutlar, memleketlerini unutmuyorlar, kazançlarını ükelerine gönderiyorlar.
İskender Bey heykeline komşu Etem Bey Camii’ni dışardan görmekle yetiniyoruz. Zira, TİKA’nın başlattığı restorasyon nedeniyle ziyarete ve ibadete kapalı. (Bu vesileyle Arnavutların yüzde 70’i Müslüman, Müslümanların da yüzde 20’si Bektaşi.)
Bektaşi bir aileye mensup ama ateist olduğu söylenen Enver Hoca İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Arnavutluk’u 40 yıl yönetmiş. Zamanında Moskova’ya, Pekin’e hatta Tito’nun Belgrat’ına kafa tutmuş. Gençliğimizde Tiran radyosundan Enver Hoca’nın hangi demir çelik tesisinde konuşma yaptığını, hangi kömür madeninde proleterlerin sosyalist Arnavutluk için canla başla çalıştıklarını, ülkenin neresinde demiryolu inşa edildiğini dinlerdik. Propagandasını dinlediğimiz bu yerleri görsek iyi olurdu ama programımızda vakit ayrılmamıştı. Kimbilir ne haldedirler şimdi!
Enver Hoca için yapılmış anıtmezar binasına uzaktan bakıyoruz. Piramit şeklinde yapılmış anıtmezar bugün spor ve kültür merkezine dönüştürülmüş, Enver Hoca’nın mezarı şehir mezarlığına nakledilmiş. Ana meydandaki heykelinin yerine de İskender Bey heykeli dikilmiş. Demem o ki, Enver Hoca, pinamit anıtmezarında ebedi uykusunda olmak şöyle dursun Arnavutluk tarihinden bile siliniyor, unutturuluyor. İster istemez Türkiye’de 12 Eylül darbesi öncesinde sosyalist soldaki sosyal emperyalizm, revizyonizm ve Enver Hoca tartışmalarını anımsadık. Mustafa Kemal’in Anıtkabri iyi direniyor diye düşünmeden edemedik!
Tiran, kent mimarisi bakımından çok berbat ama gezip görmüş bir seyyahın deyişiyle, “Sırtını Dajti Dağı’yla yeşil tepelere dayamış, içinden ırmaktan çok kendi halinde bir dereye benzeyen Lana’nın aktığı Tiran’da zaman durmuş gibi. Yine de buradaki inanç ve düşünce özgürlüğü başlı başına bu ülkeyi sevmek için yeterli bir neden.”
Tiran’dan sonra yolumuzun üstünde Arnavutluk’un en büyük şehri İşkodra var. Arnavutluk Balkan savaşları sırasında Osmanlı’dan bağımsızlığını kazanmış, İşkodra da o tarihlerde elden çıkmış. Programımızda İşkodra turu yoktu, görsek iyi olurdu. İşkodra Gölü kıyısında güzel bir lokantada öğle ikindi arası yemeğin ardından tekrar yola koyulduk. Önce İşkodra Gölü sonra Adriyatik Denizi sahili boyunca çok sarp yolda Arnavut köylerini geride bırakarak, Karadağ Cumhuriyeti sınırına vardık. Arnavutluk’tan çıkışımızda, Karadağ sınırından girişimizde sorun yaşamadık.
***

ADRİYATİK’İN BODRUM’UNDAYIZ
Karadağ, uluslararası dildeki adıyla Montenegro, Tito Yugoslavya’sının federe devletlerinden biri. Dağılma sürecinde Sırbistan ile birlikte olmayı seçmiş, 2006 yılında Rusya’nın teşvikiyle Sırbistan’dan ayrılıp bağımsızlığına kavuşmuş. Dağlık 14 bin kilometrekarelik coğrafyasında 620 bin dolayında nüfusa sahip. Nüfusun yüzde 70’ini Slavlar, yüzde 17’sini Arnavutlar, kalanını çeşitli etnik ve dini topluluklar oluşturuyor. Başkenti Podgorica, eski adıyla Titograd.
Daha uzak tarihte Karadağ, Fatih Sultan Mehmet tarafından Osmanlı topraklarına katılmış, Osmanlı’nın ağır yenilgiye uğradığı 93 harbinin ardından 1878’de Sırbistan ile birlikte bağımsızlığına kavuşmuş. Bugün Rusya’nın gölgesi altında. Galiba Rus zenginlerinin turizm beldesi olmak üzere Sırbistan’dan koparılmış. Adriyatik Denizi kıyısındaki Budva ve Kotor gerçekten görmeye gezmeye layık turizm kentleri.
Budva’da karşılayan yerel rehberimiz kısa sahil turunun ardından bizi doğruca eski Budva’ya götürdü. Stari Grad denilen eski Budva şehri gerçekten ortaçağdan kalma. Osmanlı Budva’yı topraklarına katmasına katmış ama ticari merkez olarak serbest bırakmış, Venedikliler’in buradaki faaliyetine göz yummuş. Venedikliler de ticari faaliyetlerini rahatça sürdürmek ve korsanlardan korunmak için sağlam surlar inşa etmişler, Osmanlı’ya vergiyi aksatmamışlar. Surlar ve içindeki yapılar yüzyıllara ve arada meydana gelen büyük depremlere dayanmışlar, günümüzde UNESCO tarafından koruma altına alınmış.
Sekiz kapılı surlar, orta çağ ile modern çağı birbirinden ayırıyor. İçeride taş binalar, dar sokaklar, kiliseler, müzeler, hediyelik eşya dükkanları... Ortaçağ ama yaşam alanı olarak günümüzde süren bir ortaçağ. Gez gez bitmiyor. Hayran kalmamak mümkün değil.
Surların dışında otelleri, parkları, plajları, barları, kafeleri, dondurmacıları, restoranları ve dahi AVM’leri ile modern Budva. Datça’dan, Marmaris’ten, Bodrum’dan farksız bir turizm cenneti. Rehberimiz, Budva’nın mitolojik geçmişiyle ilgili efsaneyi anlatmadan duramıyor.
***

EVRENİN SAHİBİ AMA BİR KIZA BİLE SÖZÜ GEÇMEYEN TANRI!
Efsaneye göre şehrin geçmişi iki bin beş yüz yıl önceye uzanıyor. Antik Yunan’ın baş tanrısı Zeus, Fenike kraliçesinin kızı Europa’ya aşık olmuş ama ne kadar dil döktüyse de vuslata razı edememiş. (Baş tanrı ama bir kıza bile sözü geçmiyor!!!) Sonunda Zeus baş tanrı gücünü kullanıp boğa kılığına girerek Europa’yı Girit adasına kaçırmış. (Efsanenin bu aşamasında aklıma çok şey geldi ama hatibe müdahale etmedim!!!) Fenike Kraliçesi Telefasa, oğlu Cadmus’u Zeus tarafından kaçırılan kız kardeşi Europa’yı bulmak için göndermiş. Vah zavallı Cadmus vah!!! Pek çok Yunan şehrinde konaklamış, Helenlere yazıyı ve ticareti öğretmiş. Delphi tapınağı kahinlerinin öğütlerini dinlemiş, ilahi işaretli öküze rastladığı yerde Thebes şehrini kurmuş. Şehrin kurucu kralı olunca tanrılar dağı Olimpos’tan Tanrıça Harmonia kendisine eş olarak verilmiş. Ne var ki bir süre sonra Zeus tarafından lanetlenip Thebes’ten eşiyle birlikte ayrılmak zorunda kalan Cadmus bir kağnıyla yola düşmüş, kağnıyı çeken öküzün çöktüğü yerde Budva’yı kurmuş. Efsaneye göre Budva adı buradan gelmektedir. (Yunanca bous- öküz demekmiş.Yerel rehberimiz efsanenin devamını da anlattı ama yol yorgunluğundan aklımda bu kadarı kaldı.)
Budva’nın adı böyle mitolojik efsanelere dayandırılınca antik Yunan’a kadar uzanan bir tarihe sahip olduğu akla geliyor. Böyle çok gerilere uzanan tarihe ilişkin kanıtları aramaya görmeye vakit ve enerji ayırmadık. Surlar içindeki Ortaçağ Budva’sını gezmek yeterince yorucuydu.
Budva deyince Sveti Stefan adasından söz etmemek olmaz. Budva’ya beş on kilometre kala, otobüsümüz kalabalık bir grubun toplaştığı noktada durdu. Adanın görüntülenebileceği görüş açısı en geniş noktaya gelmişiz. Adada geçmişte krallar kraliçeler tatil yaparmış, bugün de dünyanın en pahalı oteli buradaymış. Otel müşterileri dışındakilerin adaya girişi yasakmış.
Gün epey yorucuydu. Sahilde gece hayatı başlamıştı. Dinlenmeyi tercih ettik. Gece çok şiddetli yağmur bastırdı. Gök gürültüsü odalarımızda patlıyordu adeta. Sabah erkenden yeniden yola revan olduk. Dördüncü günkü menzilimizde Kotor, Dubrovnik ve Mostar var.

23 Haziran 2018 Cumartesi

ANKETLERE İNANMA ANKETSİZ DE KALMA!



FALA İNANMA FALSIZ DA KALMA!
Fala inanma falsız da kalma atasözünün anlamı belli. Fala inanmak doğru değildir, aslı yoktur. Yine de insan gelecekle ilgili umut verici, güzel sözler duymaktan hoşlanır...
Geleceğe ilişkin merak ve umut verici sözler duyma isteği, insanlık tarihi kadar eski. Böyle olunca da, fal ve falcılar toplumsal hayatın vazgeçilmez parçası olmuş. Tarih boyunca yüzlerce fal yöntemi olagelmiş. Keldaniler, kurban edilen hayvanın karaciğerine bakıp geleceği okumaya çalışmışlar. Eski Yunanlılar ve Etrüskler, herkesi ilgilendiren önemli bir karar öncesinde hayvan (genellikle koyun) kesip bağırsaklarına bakarlar, bağırsaklarda gördüklerine göre karar verirlermiş. Eski Germenler bağırsak yerine kafatasını tercih etmişler; genellikle eşeğin kafatasını kesip ateşe atmışlar, kafatası yanarken çıkan çıtırtılara anlam yüklemişler. Doğrudan insan kurban ederek fal baktıranlar bile olmuş tarihte. Roma imparatoru Neron döneminde kurban edilen kadın veya erkeğin bağırsaklarına bakarak geleceğe ilişkin yorum ve tahminler yapılmış.
Dediğimiz gibi tarih boyunca yüzlerce fal yöntemi uygulanmış. Günümüzde de insanlar fal bakmadan baktırmadan edemiyorlar. Kahve falı, iskambil falı, yıldız falı, papatya falı, el falı ilk akla gelenler. Tabii fal, umut verici güzel sözler duymak isteyen kişiyi rahatlatma etkinliği olabildiği gibi, uyanık ve üçkâğıtçıların saf ve ahmak kişileri aldatma dolandırma yöntemi de olabiliyor.
***

ALDATMA YANILTMA PRATİĞİ OLARAK ANKETLER
Anketçiler alınmasınlar ama günümüzde anketler de kamuoyunu yönlendirme, hatta aldatma ve dolandırma yöntemi olarak itibarsızlaştı, inandırıcılığını yitirdi. Yine de fala inanma falsız da kalma atasözüne koşut olarak, özellikle siyaset erbabı anketsiz yapamıyor.
Aslında dürüst yapılırsa, anketçi deyişiyle örneklem doğru seçilirse, sorular doğru sorulursa, faldan farklı olarak anket doğruyu söyler. Ancak ülkemizde pek çok şey gibi medya ve anketler de kamuoyunun nabzını dürüstçe ölçme yerine siyasal pazarlama, aldatma ve yanıltma aracı olarak kullanılıyor. Ülkemizde kamuoyu araştırmalarının 70 yıla yaklaşan tarihinde anketlerin manipülasyon ve yanıltma aracı kullanıldıklarının nice örneklerine rastlandı; 24 Haziran 2018 seçimlerine ilişkin anketlerin ne ölçüde aldatıcı ve yanıltıcı oldukları da en geç iki gün içinde görülecek.
Örneğin, 1989 yerel seçiminde anket şirketleri Türkiye genelinde ANAP’ı, İstanbul’da da Bedrettin Dalan’ı ilk sırada gösterdiler. Sandıklar açıldığında ANAP yüzde 21,75 ile üçüncü sırada çıkmış, İstanbul’da ise SHP adayı Nurettin Sözen kazanmıştı. Seçimin sonucunu bir tek YÖNEYLEM adlı şirket bildi diye anımsıyorum.
1994 yerel seçiminde de İstanbul’da Zülfü Livaneli’yi ilk sırada göstermeyen anket şirketi yok gibiydi; kazanan Recep Tayyip Erdoğan olmuştu.
Türkiye anket tarihinin “en güvenilir kuruluşu” olarak parlatılan KONDA, 2004 yerel seçiminde AKP’yi yüzde 58’de göstermiş, Hürriyet gazetesi buna dayanarak “MENDERES’İN REKORUNU KIRACAK” başlığıyla AKP’ye gülücük atmıştı. Sandıktan AKP’ye yüzde 41 oy çıkmış, KONDA tam 17 puan yanılmıştı.
KONDA 1 Kasım 2015 seçiminde de yanıldı, yanılttı. AKP’yi yüzde 41 olarak gösteriyordu, sandıkta AKP’ye yüzde 49,5 oy çıktı.
Adı çok geçen şirketlerden SONAR’ın kariyerinde yanılmadığı seçim yok gibi.
2009 yerel seçimlerde Sonar’ın tahmini yüzde 32, AKP’nin oyu yüzde 39
2010 Referandumunda Sonar’ın "evet" tahmini yüzde 49.8, gerçek sonuç yüzde 58 evet.
2011 genel seçimlerinde Sonar’ın tahmini AKP yüzde 31, sonuç AKP yüzde 49,7.
2014 yerel seçimlerinde Sonar’ın tahmini AKP yüzde 40, sonuç AKP yüzde 46
2014 Cumhurbaşkanı seçimlerinde Sonar’ın Erdoğan tahmini 45, sonuç Erdoğan 52.
AKP’nin yüzde 49,5 oy aldığı 1 Kasım 2015’te yanıltmayan anket şirketi yok gibiydi. AKP için SONAR 8, ORC, METROPOL, ANDY-AR ve GEZİCİ 6, MAK 5 puan yanılmışlardı.
16 Nisan 2017 referandumunun yanıltma şampiyonu Adil Gür’ün A&G’si idi; yüzde 60’ın üzerinde evet çıkacağını iddia ediyordu. Bugünün Cumhur İttifakı, referandumu mühürsüz oylarla yüzde 51 ancak kazanmıştı.
***

Şimdi sırada 24 Haziran seçimleri var. Hem cumhurbaşkanı seçeceğiz hem de milletvekillerini. Cumhurbaşkanı seçiminin en güçlü adayı malum, Recep Tayyip Erdoğan. Anket kuruluşlarının tahminlerinde oy oranı yüzde 38 ile 55 arasında değişiyor. Yani arada 17 puan kadar fark var. Keza Muharrem İnce’yi partisinin kemikleşmiş oy oranı olan yüzde 25’in altında gösteren anketler bile var.
“En güvenilir anket kuruluşu” KONDA’ya göre, Tayyip Erdoğan yüzde 51,9 oy oranıyla ilk turda seçilecek, Meclis’te de Cumhur İttifakı çoğunluğu sağlayacak.
Anket şirketlerinin çoğunda ise, Erdoğan ve Cumhur İttifakı yüzde 40’larda, örneğin 44, 46, 48 gibi oranlarda gösteriliyor. Yani “temkinli” davranan anket şirketlerine göre, seçimler ilk turda bitmeyecek; ikinci turda Erdoğan ile Muharrem İnce yarışacak. Meclis’te de (HDP’nin barajı geçmesine bağlı olarak) Cumhur İttifakı’nın çoğunluğu yitirmesi çok yüksek olasılık.
***

CUMHURBAŞKANI SEÇİMİ İKİNCİ TURA KALIR
Peki bu anketlere ne kadar güvenilir?
Ne kadar güvenilebileceği, yukarıdaki yanıltma aldatma verilerinde aşikârdır.
Naçizane derim ki, toplam seçmen sayısı 59 milyon 400 bin. Geçerli oy sayısı tahminen 50 milyon kadar olur. Bir adayın Cumhurbaşkanı seçilebilmesi için geçerli oyların yarısından fazlasını, yani en az 25 milyon oy alması gerekiyor.
Gerçek kamuoyu yoklaması geçen yıl referandumda yapıldı. Cumhur İttifakı’nı oluşturan partilerin toplam oyu, mühürsüzlerle birlikte 25 milyon idi.
Aradan geçen bir yılda, Cumhur İttifakı’nın toplam oyunu artıracak bir ekonomik siyasi başarı görünmedi. Tersine, ekonomide faturası çok ağır bir krizin yaşanmakta olduğunu iktidar sözcüleri de gizleyemiyorlar. Dış politikada kayda değer bir başarı yok. Siyasi hayatta da ayrımcılığın, faşizan uygulamaların, mahkemelerin hak arama kapısı olmaktan çıkmasının, Kürtler ve Aleviler üzerindeki baskının sandığa yansıyacağı kuşkusuzdur.
Dolayısıyla, bugün Cumhur İttifakı’nı yüzde 55’lerde gösteren anketlerin inandırıcılığından söz edilemez; karşılık olarak Cumhur İttifakı 17 puan farkla yüzde 38’lerde de olamaz herhalde.
Aynı şekilde örneğin Muharrem İnce’yi partisinin kemikleşmiş oy oranı olan yüzde 25’in altında gösteren anketler inandırıcı değildir. Muharrem İnce’nin partisini de aşan bir seçmen desteğine sahip olduğu ayan beyan görünüyor.
2014 seçiminin muhalefet adayı Ekmeleddin İhsanoğlu bile yüzde 38 oy almıştı. Dolayısıyla bugün Muharrem İnce ile Meral Akşener’in toplam oy oranını yüzde 38’in altında gösteren anketlere hiç inanmamak gerekir.
Sonuç olarak, kişisel tahminim, cumhurbaşkanı seçimi ikinci tura kalır; ikinci turda Erdoğan ile Muharrem İnce yarışırlar.
Meclis’te ise HDP yüzde 10 barajını geçer, Cumhur İttifakı çoğunluğu yitirir.
İkinci turda ne olur? Onu da 24 Haziran’dan sonra konuşuruz.

NOT: Bu yazı, muhalefetin sandıklara sahip çıkacağı ve oyların sayımında dürüst davranılacağı varsayımına göre kaleme alınmış olup, “Tayyip Erdoğan Ay’a dört şeritli yol yapacağını söylese inanacak bir seçmen kütlemiz” var itirafı dikkate alınmamıştır.

18 Haziran 2018 Pazartesi

OYUM TAYYİP’E!


Bu seçimde Recep Tayyip Erdoğan’a ve partisine oy vermek düşüncesindeyim.
“Neden? Yeni mi aklın başına geldi?” diye sorarsanız.
Evet! Çok şükür, nihayet aklım başıma geldi, Tayyip’e oy vermek istiyorum!
Her şeyden önce “Müslüman demokrat, laik, barışçı, birleştirici, sakin siyasetçi”. Sonracıma memlekete bunca hizmet etti, yol yaptı, köprü yaptı, Merkel bile kıskanıyor. Daha da hizmet edecek Tayyip. Hizmet çorbasında benim de tuzum olsun. Sonra efendime söyleyim, bizim millet öyle çok kadir kıymet bilmez. Bugün över, yarın söver. Netekim, ülkeye İslam alemine bunca hizmeti dokunan Tayyip Bey’i baya sıkıntıya sokacak görünüyor millet. Milletimiz gibi şahsen bizatihi kendim de öyle çok kadir kıymet bilen biri değilim. O yüzden kaç seçim oldu, hiçbirinde Tayyip’e ve partisine oy atmaya elim gitmedi. Ama bu defa oyum Tayyip’e!
Sonra tekrar efendime söyleyim, geçenlerde aynen şöyle konuştu: “Siyaset sürekli yalan söyleme, dün söylediğini bugün inkar etme, dün ak dediğine bugün kara deme sanatı değildir. Siyaset; tutarlılık ister, doğruluk ister, dürüstlük ister. Siyaset omurga ister, dirayet ister.”
Şimdi elinizi vicdanınıza koyun, böyle diyen siyasetçiye oy verilmez mi?
***

HIRSIZA RÜŞVETÇİYE KOL KANAT GERENDEN CUMHURBAŞKANI OLMAZMIŞ!
Oyum Tayyip’e dedim ya, başıma gelmeyen kalmadı. Kırk yıllık elli yıllık arkadaşlarım dostlarım birer ikişer benden yüz çevirdiler. Kadir kıymet bilmezlik meğer ne kadar da basiretlerini bağlamış! Tayyipçi olduğumu duyan uzaklaşıyor. Canları sağ olsun, bir gün onlar da doğru yolu bulurlar inşallah!
Dedim ya, Tayyip’e oy vereceğimi duyan üstüme geliyor, basıyor azarı. Geçen gün seçim çalışmalarını izlemek üzere MHP genel merkezine gittim. Bir taraftan püskevit yiyip çay içiyoruz, bir taraftan da yazacağım haber için yöneticilerden bilgi alıyorum. Derken Devlet Bahçeli gelmesin mi! Hoş beş selam faslından sonra “Yıldırım Bey, seçimde tercihiniz nedir?” diye sordu. Bende yalan yok, “İnşallah Tayyip Bey ve partisi” dedim. Devlet Bey nasıl kızdı nasıl kızdı, anlatamam. “Aklını mı yitirdin, Tayyip’e ve partisine oy verilir mi?” diye bastı azarı. “Ama Devlet Bey, memlekete bunca hizmeti var, Merkel bile hasedinden çatlıyor, takdir etmeyelim mi?” diyecek oldum. Devlet Bey daha da kızdı, “Cumhurbaşkanlığı gibi yüce makama seçilecek şahsiyetin şaibeden uzak temiz sicile sahip olması şarttır” dedi ve kükredi adeta:,
Toplumu kamplara ayırandan cumhurbaşkanı olmaz.
Vatanı bölme, milleti 36’ya ayırma hedefinde olandan cumhurbaşkanı olmaz
Twitterı engelleyen, youtoub’u kapatandan, kişisel hak ve hürriyetleri budayandan cumhurbaşkanı olmaz
Hukuka saldırandan adaletten kaçandan, rüşvetçilere hırsızlara kol kanat gerenden cumhurbaşkanı olmaz
Villalara balya balya dolar yığandan, kamu arazilerini zimmetine geçirenden, evdeki parayı sıfırlarken haysiyet ve inandırıcılığını da sıfıra düşürenden cumhurbaşkanı olmaz.
Türk Silahlı Kuvvetleri’ne kumpas kurandan başkomutan olmaz.
Türklüğü reddeden, TC’yi silen, milliyetçiliği ayaklar altına alan bir inkârcıdan Türkiye Cumhurbaşkanı olmaz, olamaz, olamayacaktır.
İki yanlıştan bir doğru çıkmaz, tekeden süt sağılmaz, balda tuz bulunmaz, suda ateş yanmaz, Recep Tayyip Erdoğan'dan da Cumhurbaşkanı olmaz.” (8 Nisan 2014)
Doğrusu Devlet Bey’i hiç bu kadar sinirli, kızgın görmemiştim. “Düşüneyim efendim” diyerek izin isteyip sıvıştım.
***

PAÇALARINDAN YOLSUZLUK AKIYORMUŞ!
Dedim ya, Tayyip’e oy vereceğimi duyan üstüme geliyor. En çok da rüşvet hırsızlık yolsuzluk meselesinde üstüme geliyorlar. Ben, “Bunlar Müslüman adamlar, yolsuzluk yapmazlar, yapanlarla mücadele ederler, zenginden alıp fakire verirler” diyorum, lakin Süleyman Soylu bile “İnanıyor musun bu söylediğine?” deyip bastı azarı. Yolda karşılaştık, yanında Prof. Dr. Numan Kurtulmuş da vardı. Süleyman “İnanma!” dedi. “Niye inanmayacakmışım Süleyman?” diye sordum. “Paçalarından yolsuzluk akıyor, Türkiye’de ihale ve yandaş belediyeciliği yapılmaktadır” diye karşılık verdi Süleyman (10 Aralık 2008).
Süleyman doğru mu söylüyor diye Numan’a baktım, Numan da “Harun olmaya geldiler ama yoldan çıkıp Karun oldular” demesin mi? (Milli Gazete, 12 Temmuz 2010).
***

ENTELEKTÜEL BİRİKİMİ DAR VE GERİYMİŞ!
Tayyip’e oy vereyim dedim, başıma neler geldi! En iyisi, Mehmet Metiner’e sorayım, en doğrusunu o bilir. Ne de olsa çok yakın dostu, “beyin kıvrımlarında nelerin dolaştığını bilecek kadar” Tayyip Erdoğan’a yakın biri Mehmet.
AK Parti’nin yolunu tuttum, Mehmet’i buldum. “Mehmet böyleyken böyle, Türkiye’yi Tayyip Bey’in demokratlaştıracağını düze çıkaracağını düşünüyorum, doğru mu düşünüyorum?” diye sordum. Mehmet “İnanma!” dedi. “Niye inanmayacakmışım Mehmet?” diye tekrar sordum. “Erdoğan’la demokratik bir Türkiye inşa edileceği kanaatinde değilim. Çünkü icazet aldığı içerideki çevreler statükonun sahici sahipleri. Erdoğan'ın kapasitesi Türkiye'yi yönetmeye yetmez; entelektüel birikimi dar ve geri. Uluslararası bir organizasyonun çabasıyla işbaşına getirildi.” diye yanıt verdi Mehmet.
Mehmet’e verecek bir cevap bulamadım, kafam daha da karıştı.
Bu duyduklarım karşısında Tayyip’e oy vereyim mi vermeyeyim mi diye düşünürken kan ter içinde uyandım.
Meğer kâbus görmüşüm!

16 Haziran 2018 Cumartesi

RESNELİ NİYAZİ İLE DAĞA ÇIKMAK


SEYAHATNAME-İ RAHMİ ÇELEBİ
ATATÜRK'ÜN OKULUNDAYIZ
Balkan gezimizin ikinci gününde Üsküp’ten otobüsle sabah erkenden yola çıktık. İlk durak, Manastır; yerel adıyla Bitola. Yerel dilde Bitola manastır anlamına geliyor. Yemyeşil coğrafyada uzanan yol boyunca rastladığımız köylerde minareler dikkat çekici. İlk yazıda da söylediğim gibi Osmanlı çekileli yüz yılı aşkın zaman geçmiş ama izleri hâlâ duruyor bu topraklarda.
İlk yerleşim olarak tarihi MÖ 300’lere kadar uzandığı söylenen Manastır, Sultan Murad döneminde 1382’de Osmanlı topraklarına katılmış; 1914’e kadar Osmanlı yönetiminde kalmış. Bugün Manastır’ın 95 bin dolayındaki nüfusunun yüzde 88’i Makedon, 4’ü Arnavut, 2’si Roman, 2’si Türk, kalanı Sırp, Boşnak, Ulah. Çok sayıda (20 kadar) konsolosluk olması nedeniyle yerelde “Diplomasi Şehri” olarak anılıyor ama bu durum Manastır’a turizm değeri kazandırmamış. Fakat öyle bir binası var ki, Türkiyeli turistler sırf bu binayı görmek için Manastır’a uğruyorlar.
Sözünü ettiğimiz bina, Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk’ün okuduğu askeri lise binası. Atatürk 1896-1899 yıllarında Manastır Askeri İdadisi’nde öğrenim görmüş. İttihat Terakki liderlerinden Resneli Niyazi ve Enver Paşa da buradaki askeri lisede okumuşlar. İstanbul’daki Kuleli Lisesi’ni anımsatan kışla tipi iki katlı bina bugün müze olarak kullanılıyor. İkinci katında 120 metrekarelik bir oda 1998’de Süleyman Demirel’in özel ilgisi ve çabasıyla Atatürk müzesi olarak düzenlenmiş. Hemen girişte Atatürk’ün lise üniformalı balmumu heykeli karşılıyor ziyaretçileri. Müzede Atatürk’ün yaşamını, katıldığı savaşları, devrimleri, veciz sözlerini içeren bilgiler, fotoğraflar, Atatürk hakkında çeşitli dillerde yayımlanmış kitap, broşür ve dergiler ile askeri idadi öğrencilerinin o dönemde giydiği üniformalar sergileniyor. Sergilenen eserler arasında, Atatürk’ün o yıllarda platonik duygularla bağlandığı Eleni’nin mektubu özellikle kadınların ilgisini çekiyor:
Çok seneler geçti, ben halen her gün senden haber bekliyorum. Herhangi bir zamanda mektubumu alırsan, beni hatırla. Kağıttaki gözyaşlarımı görebileceksin. Yıllar ve olaylar geçiyor, seninle ilgili çok şeyler konuşuluyor. Mektubumu okurken, başka kadını seviyorsan, mektubumu yırt. Benim seni sevdiğim kadar, o kadını o kadar çok seviyorsan, kendisine hiçbir şey söyleme, senin kadar mutlu olmasını diliyorum, fakat balkondaki kızı hatırlıyorsan ve başkasını sevmiyorsan, seni beklediğimi ve ömrüm boyunca bekleyeceğimi bilmeni istiyorum.
Müzede Atatürk’ü anlatan yirmi dakikalık belgesel Türkçe, İngilizce ve Makedonca dillerinde izlenebiliyor. Türk Genelkurmay Başkanlığı’nın hazırladığı belgeseli Rutkay Aziz seslendirmiş. Belgeselde bilinenin dışında bir bilgi yok ama hamaset çok. Bir de Atatürk’ün yaşamı boyunca dört bin kitap okuduğu savı. Kemalist çevrelerde sıkça yinenen bir sav. Biraz abartılı galiba. Bir insan hiçbir iş yapmasa, sadece kitap okusa, günde 200-250 sayfalık bir kitap okuyabilir. Dolayısıyla yılda 365 kitap, 12 yılda ancak 4 bin kitap. Atatürk’ün hayatı 1923’e kadar cephede geçmiş. Sonrasında devlet işleri... Yine de sempatiyle karşılanması gereken bir abartı. Atatürk elbette çok kitap okuyordu. Özellikle 1930’larda kendini kültürel çalışmalara verdikten sonra çok kitap okuduğu biliniyor. Bugün Atatürk’ün koltuğunda oturan zat, kitap okumuyor, (kendi ifadesiyle) danışmanlarının hazırladığı kitap özetlerine bakıyor. Baktığı da şüpheli ya. Of ki of, bu kıyaslama nedeniyle Atatürk bağışlasın beni!
Mustafa Kemal Atatürk ile aynı okuldan mezun olmuş eski askerler olarak haliyle etkilendik müzedeki atmosferden. Hayranlık ve minnettarlık, saygı sınırları içinde sitem ve eleştiriler birbirine karıştı. Lise binasından çıktıktan sonra Manastır’ın Şirok Caddesi’ni boydan boya adımladık. İstiklal Caddesi’nin minyatürü denilebilecek bir yaya yolu aslında. Yol boyunca tarihi binaların altında kafeler, barlar, lokantalar sıralanmış. Cadde üzerindeki evlerden birinde Eleni’nin ailesi otururmuş; Mustafa okula gidip gelirken Eleni ile bakışırmış.
Şirok Caddesi’nde gide gide, “Manastır’ın ortasında” diye başlayan şarkıdaki havuzun bulunduğu meydana vardık. Osmanlı’dan kalan Yeni Camii ve İshakiye Camii görülmeyecek gibi değil ama ziyarete vakit ayıramadık. İshakiye Camii’ni TİKA restore ettirmiş; Yeni Camii de yakında restore edilecekmiş.
***

RESNELİ NİYAZİ’NİN SARAYINDAYIZ
Manastır’ı ardımızda bırakıp Resne’ye doğru yola çıktık. Resne de Manastır ile aynı yıllarda Osmanlı topraklarına katılmış, 530 yıl kadar Osmanlı egemenliğinde kalmış. Bugün nüfusun yüzde 75’i Makedon, 10’u Türk, 8’i Arnavut .
Resne’de tek ziyaret hedefimiz İttihat Terakki liderlerinden, Abdülhamit’i Meşrutiyet’i kabul etmeye mecbur eden ayaklanma dizisinin öncüsü Kolağası Niyazi Bey’in sarayını görmek. Mustafa Kemal’den sekiz yaş kadar büyük Niyazi Bey, 1897 Türk-Yunan savaşında gösterdiği kahramanlıkla sivrilmiş, bunun üzerine İstanbul’a çağrılarak padişah yaverliği önerilmiş. Ancak Niyazi Bey yaverliği kabul etmemiş, bunun üzerine memleketi Resne’de depo memurluğuna atanmış.
1908’de İngiltere ve Rusya’nın Osmanlı devletini paylaşma anlaşmasına Padişah’ın sessiz kalması üzerine Niyazi Bey emrindeki askerle Ohri yakınlarında dağa çıkar. Dağa çıkarken kışla cephaneliğinden yeterince silah ve kasadan altın alır, ödeyeceğine dair senet bırakır. Niyazi Bey’in ardından Kuşçubaşı Eşref ve Enver  de dağa çıkarlar. Niyazi Bey’i yakalamak üzere gönderilen Şemsi Paşa, Manastır postanesinde Mülazım Atıf tarafından vurulup öldürülür, Paşa’nın askerleri de Niyazi Bey’e katılırlar. Nihayet Abdülhamit’in Meşrutiyet’i kabul etmesi üzerine Niyazi Bey İstanbul’a gelişinde halk tarafından Hürriyet Kahramanı olarak karşılanır. Resneli Niyazi adına “Neşîde-i Hürriyet” ismiyle marş bile bestelenir.
31 Mart ayaklanmasını bastırmak üzere Mahmut Şevket Paşa komutasında oluşturulan Hareket Ordusu’na da katılmış Niyazi Bey; Abdülhamit’in devrilmesinden sonra hiçbir makam ve rütbe istemeden memleketine çekilmiş, kendisine bağlanan emekli aylığını da reddetmiş. İttihatçı arkadaşlarının İngilizci ve Almancı diye bölünerek rütbe ve makam kavgasına düşmeleri üzerine muhalefete başlamış, iktidardaki arkadaşlarından hesap soracağını ilan etmiş. Bu arada Balkan Savaşları’nda Osmanlı Balkanlar’dan neredeyse silinmiş, Resne de Sırp-Hırvat-Sloven krallığının payına düşmüştür. Niyazi Bey, 1913’te İstanbul’a gitmek üzere Arnavutluk’un Avlonya limanında vapura bineceği sırada bir kavgaya tanık olur. Kavgayı ayırmak isterken öldürülür. “Ne şehittir ne gazi, pisi pisine gitti Niyazi” vecizesinin bu olay üzerine telaffuz edildiği söylenir. Kavganın düzmece olduğu ve Niyazi Bey’in koruması tarafından öldürüldüğü de söylentiler arasındadır.
Niyazi Bey, Resne’deki sarayı aileden gelen varlığıyla yaptırmış ama sefasını sürmek nasip olmamış. Saray müzeye çevrilmiş ama müzede kendisi hakkında tek sözcükle olsun, tek belgeyle olsun, bilgi yok. Müze binasının Niyazi Bey tarafından yaptırıldığına ilişkin bilgi bile yok. Doğrusu, müzenin de müzeye benzer tarafı yok. Onlarca odalı sarayın giriş katındaki birkaç odaya üç beş parça eşya tıkıştırılmış o kadar. Anadolu illerinin vilayet binalarından daha büyük ve muhteşem sarayın kapısında fotoğraf çektirip, Ohrid’in yolunu tuttuk.
Ohrid’e yolculuk iç dünyaya da yolculuk oldu. Resneli Niyazi’nin çağdaşı olsaydım nasıl davranırdım? “Hürriyet ve müsavat” uğruna şüphesiz dağa çıkardım. Sıradan bir İttihatçı olarak mı yoksa sosyalist bir asker olarak mı? Hâlâ düşünüyorum. Belki de yanıtı olmayacak bir soru. O yıllarda Balkanlar’da, İstanbul’da sosyalistler var mıydı acep?
***

BALKANLARIN İNCİSİ OHRİD
İkindi vakti Ohrid’e vardık, yerel rehberimiz Sezgin karşıladı. Çocuksu fiziği ve ana dili gibi konuştuğu Türkçesi ve esprileriyle hemen kaynaştığımız Sezgin, önce şehrin tarihi konusunda kısa bir sunum yaptı. Sezgin’in anlattığına göre şehrin tarihi antikçağa kadar geriye uzanıyor. Helenler ve Frigler’den sonra Roma, ondan sonra da Slavlar bölgeye egemen olmuş. Ohrid, 1395 yılında Osmanlılar tarafından fethedilmiş, 1912’de Sırplara geçmiş. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra sosyalist Yugoslavya, 1991 yılından itibaren de Makedonya Cumhuriyeti sınırları içerisinde kalmış. Evliya Çelebi’nin demesine göre de Ohrid, Bağdad ve İstanbul kadar mamur ve zengin olduğu için istilalara uğramış, son olarak Fatih Sultan Mehmed fethetmiş.
Bugün Ohrid’in nüfusu 60 bin dolayında; yüzde 80’i Makedon, 5’i Arnavut, 4’ü Türk.
Ohrid turumuz ikindi vakti yemeğin ardından tekne gezisiyle başladı. Ohrid gölü, Avrupa’nın en derin ve en temiz gölü diyor Sezgin. Gerçekten çök güzel bir göl. Makedonya ile Arnavutluk arasında dağlık bir bölgede; 3’te 2’si Makedonya’ya, kalanı Arnavutluk’a ait. Gölde çıkan balıkların pullarından bir tür inci yapılıyor. Güzelliği ve incileriyle, Ohrid Gölü yalnız Makedonya’nın değil Balkanlar’ın da incisi. Göl ve kasaba 1980 yılında UNESCO dünya kültür mirası listesine girmiş. Ohrid kasabası gölden son derece şirin ve çekici görünüyor. Görüp gezmiş bir seyyahın deyişiyle “Cennetten düşmüş bir damlaya benzeyen Ohrid, dev bir gözeden akıp yeşilin ortasına konmuş mavi bir hediyedir dünyaya. Ohrid gölünden çıkarılan inciler meşhurdur derler; gerçekten incileri var mı yok mu bilinmez ama Ohrid’in inci gibi bir şehir olduğu aşikârdır.”
Bir saat süren tekne gezisi son derece keyifliydi. Mareşal Tito’nun yazlık köşkünün hemen önünden geçerken, kayalıklar içine Tito için oyulmuş asansör dikkatimizi çekti; hastalığı ağırlaşınca Bülent Ecevit için Başbakanlık binası içinde yapılmış asansör aklımıza geldi.
Tekne gezisinin ardından Ohrid’i keşif turu başladı. Ohrid, çarşısı, sokakları, balkonlarında sardunyalar dizili evleri, minareleri ve camileri ile zaman tünelinde Osmanlı dönemine götürüyor adeta. Popüler TV dizisi Elveda Rumeli bu kasabada çekilmiş. Sokaklarında dolaşırken seyrek de olsa Türkçe konuşmalar duyulabiliyor. Safranbolu evlerine benzeyen konakların bulunduğu sokaklardan geçerek, antik tiyatroya ulaştık. Sezgin’in anlattığına göre, Helenistik dönemden kalma antik tiyatro, bir Ohridlinin evini genişletmek için yaptığı kazıyla keşfedilmiş, olan ev sahibine olmuş. Kazı çalışmalarının yürütülebilmesi için ev kamulaştırılmış ama adam hâlâ ev sahibi olamamış!
Rehberimiz Sezgin tiyatronun dört bin kişi kapasiteli olduğunu, kentin saygın kişileri için ön sıralarda yer ayrıldığını, protokol sözcüğünün bu ayrımcılıktan kaynaklandığını anlatıyor. Dediğine göre, proto “önde gelen” anlamında, colos da “popo” anlamında. Yani kaba deyişle “önde gelen göt” anlamına geliyor protokol sözcüğü.
Antik tiyatroyu da geride bırakıp Ohrid kalesinin bulunduğu tepeye tırmandık. Kale, Ohrid’in tarihinde önemli yeri olan Çar Samuel’in adını taşıyor. Ohrid’in koruyucu azizi Kliment adına yapılmış Sveti Kliment Manastırı da kale içinde bulunuyor. Aziz Kliment ve onun öğrencileri Aziz Cyril ve Aziz Methodius, Kiril alfabesinin mucitlerinden sayılıyor. UNESCO listesindeki manastır restorasyon çalışmaları nedeniyle ziyarete kapalıydı.
Ohrid, Makedonya’nın en güzel ve turizmi en gelişkin şehri. Osmanlı döneminden kalma cami, tekke, mescid, türbe, hamam, Ortaçağdan kalma kilise manastır gibi çok sayıda yapı var. Bizim vaktimiz dar. İbadethane ziyaretlerinden gına geldi hani!
Akşam Ohrid’e komşu Struga’da konakladık. Akşam yemeğinde Makedon müziği eşliğinde eğlence keyifliydi. Vahşi yapılaşmayla çirkinleşmiş, kalabalık, gürültülü, parkları ve kaldırımları çöplükten farksız, kimliksiz büyük kentlerimizin boğucu atmosferinden uzakta, göğü masmavi, doğası yemyeşil, tarihi dokusu bozulmamış Ohrid kasabasında bir gün geçirmek, suları berrak gölde turlamak iyi geldi. Ertesi gün, Tiran ve İşkodra üzerinden Karadağ Cumhuriyeti’nin kıyı kasabası Budva’ya gitmek üzere tekrar yola revan olduk.