Gerek içerde gerekse dışarda öyle olaylar oluyor ki, belli bir yaşa ve deneyime erişmiş en iyimser en devrimci insanların bile insanlığın geleceğine ilişkin umutlarını karartmaya yeter.
Türkiye’nin iç karartan sorunları şimdilik şöyle dursun, dünyada neler oluyor, ona bakalım.
Geçen hafta uluslararası denizlerde meydana gelen iki facia, insanlığın nasıl bir vicdan ve akıl kanserinin pençesinde olduğunu bir kez daha gösterdi.
Birincisinde, Libya’dan demir alan derme çatma bir balıkçı gemisinde kapasitenin çok çok üstünde balık istifi bindirilmiş en az 750 kişi vardı. Varış limanı bilinmiyor ama galiba bir Avrupa ülkesiydi. Yola çıktığı andan itibaren en yakın ülkeler olarak İtalya ve Yunanistan’ın sahil güvenlik birimleri gemiyi izlemeye aldılar. Akdeniz’in ortasına geldiğinde gemi arızalandı, sürüklenmeye başladı. Gün boyunca sürüklenen gemiye ne İtalya’dan yardım eli uzatıldı ne de Yunanistan’dan. Gemi Mora yarımadası açıklarına geldiğinde artık yaşamın da sonuydu. Medyanın haberlerine göre, batan gemiden sadece 78 kişi canlı olarak toplandı.
Derken, 1912 yılında buzdağına çarparak batan yolcu gemisi Titanik’in enkazına turist götüren minik denizaltı Titan’ın Atlantik Okyanusu’nun dibinde parçalandığı, daha doğrusu ezildiği haberi geldi. Meğer okyanusun 3.800 metre derinliğinde yatan Titanik’in etrafında bir efsane oluşmuş; harcayacak parası olan üç kafadar, koltuk başına 250 bin dolar vermişler, Titanik’in enkazını dünya gözüyle görmek istemişler. Olmamış; üç yolcusu ve iki kişilik mürettebatıyla minik denizaltı o derinlikteki basınca dayanamamış, alelade bir meşrubat kutusu gibi ezilmiş...
***
Vicdan ve akıl kanseri derken bu iki olaya medyanın ve en yakın devletlerin nasıl bir refleks gösterdiklerini kast ediyorum. Mora yarımadası açıklarında batan mülteci gemisine ne İtalya yardım elini uzattı ne de Yunanistan. Yüzlerce kişinin can vermesi medyanın manşetlerinde haberleştirmeye değer görülmedi; facia ancak dolgu (yani sayfadaki ekrandaki boşlukları doldurma amaçlı) haberlerde yer bulabildi. Bu facia sadece egemen medyada değil sosyal medyada da pek yankılanmadı. Yüzlerce insan Akdeniz’in derinliklerinde boğulduklarıyla kaldılar.
Titan denizaltısının akıbetiyle ilgili haber ise medyanın manşetlerinde yankılandı. Turistik denizaltı için uluslararası seferberlik ilan edildi. Kanada, Fransa ve Amerikan sahil güvenlik kurumları hemen uçaklar kaldırdılar, arama kurtarma amaçlı gemiler yolladılar. Arama kurtarma seferberliğine pek çok özel şirket de katıldı. Egemen medyanın manşetleri arama kurtarma çalışmalarının haberleriyle doldu. Ölen baba oğulun ve milyarderin, mürettebattan askeri uzmanın ve kaptanın hayat hikâyeleri her yerde yazıldı çizildi. Buna karşılık göçmen faciasında ölenlerden birinin bile adı bilinmedi. Hepsi istatistik çalışmasının sayıları olarak kaydedildi.
Sadece bu iki olaydaki yaklaşım farklılığı bile, medyanın nasıl bir vicdan tutulmasıyla malul olduğunu göstermeye fazlasıyla yeter. Elbette sınıfsal aidiyetle doğrudan ilgilidir. Egemen medya emeğin değil sermayenin medyasıdır. Ruhları şad olsun, Marks ve Engels’in deyişiyle, her dönemde toplumda egemen olan fikirler, üretim araçlarını da kontrol eden sınıfın fikirleridir. “Toplumun egemen maddi gücü olan sınıf, aynı zamanda toplumun egemen entelektüel gücüdür. Maddi üretim araçlarını kendi tasarrufu altında tutan sınıf, buna bağlı olarak düşünce üretim araçlarını da denetiminde tutar.”
***
CİNAYET MAHALLİNE DÖNEN KATİL
Ben bu adaletsizliğe vicdansızlığa isyan duygularıyla doluyken bir de ne göreyim; ABD’nin eski başkanlarından Barack Obama bu vicdansızlığı dünyanın yüzüne çarpmış. Obama, turistik denizaltıyla daldıktan sonra haber alınamayan grubun hikâyelerine yoğun ilgi gösteren medyanın göçmen teknesi faciasına ilgi göstermemesini eleştirmiş: “Dünya çapında anlık yayınlanan bir denizaltı trajedisi var. Bu, anlaşılır bir şey; hepimiz onların kurtarılması için dua ediyoruz. Fakat bunun 700 kişiden daha fazla ilgi görmesinin savunulacak bir tarafı yok.”
Obama ayrıca sorunun çözümü için göçmenlerin Batı’ya yönelmesine yol açan koşulları iyileştirmek, bunun için de bütün ülkelerin sorumluluk alması gerektiğini söylemiş.
Hani denir ya: “Katil mutlaka cinayet mahalline döner!” Obama’nınki de o hesap.
Obama doğru söylemiş ama (Suriye, Irak, Afganistan, Pakistan, Sudan başta olmak üzere) İslam ülkelerinden kaçışın baş sorumlusu kim? Elbette ABD emperyalizmi ve kişiler olarak da ABD başkanları George W. Bush ile Barack Obama.
İslam ülkelerini Batı kapitalizmine daha derin bağlarla eklemlemeyi amaçlayan Büyük Ortadoğu Projesi BOP’un liderleri olarak 2000’li yıllarda önce Afganistan ve Irak’ın üstüne çullandılar. Sonra Suriye ve Libya’nın altını üstüne getirdiler. Arap Baharı adı altında İslam ülkelerine kışı yaşattılar. Sözde “ılımlı ve olumlu” İslami partileri işbaşına getirdiler. Olan bölge halklarına oldu. Müslümanlar birbirlerine kıydılar, on milyonlarcası yerinden yurdundan oldu.
Şu gün itibariyle dünya genelinde ezici çoğunluğu Müslüman olmak üzere, mülteci (kibar deyişle düzensiz göçmen) sayısı 100 milyon dolayında. Hemen hepsi Batı ülkelerine kaçmak istiyorlar. Ne kadarının Türkiye’de olduğu bilinmiyor.
Resmi sayılara göre Türkiye’de 3 milyon 500 bin dolayında Suriyeli, 500 bin kadarı da diğer ülkelerden olmak üzere 4 milyon dolayında sığınmacı bulunuyor. Genel nüfusa oranı yüzde 5 kadar. Bu sayılar ve oranlar, kayıtlı göçmenleri ifade ediyor. Resmi enflasyon ve işsizlik verileri ne denli hakikat ise kayıtlı sığınmacı sayısı da o denli hakikat olsa gerek. Kayıtsız ve toplam sığınmacı sayısını devletin de bildiğini sanmıyorum. Muhalefete göre kayıtlı kayıtsız 10 milyon dolayında sığınmacı ülkemizi mesken tutmuş durumda.
***
KATİLİN YERLİ MİLLİ SUÇ ORTAĞI?
Çoluk çocuk on milyonlarca insanın savaştan ve ölümden kurtulmak için başka ülkelere sığınmasının sorumluları sadece ABD emperyalizmi ve onun liderleri W. Bush ile Barack Obama mıdır? Yerli suç ortakları yok mudur?
Sahi, ABD ordusu 2003 yılında Irak’ı işgal ederken, Türkiye’yi işgale ortak etmek için çırpınan Başbakan kimdi? Hani dua etmişti: “We further hope and pray that the brave young men and women return home with the lowest possible casualties, and the suffering in Iraq ends as soon as possible.” diye yazmıştı. (The Wall Street Journal, 31 Mart 2003.) Kelime kelime Türkçesi, “cesur ve genç kadın ve erkeklerin en az kayıpla ülkelerine dönmesi için dua…” Yani, Irak’ı işgal eden Amerikan askerlerinin sağ salim dönmeleri için dua!Sonra Barack Obama ABD Başkanı iken, “eğit donat” projesiyle Suriyeli cihatçı katil sürüsünü donatıp iç savaş ateşine benzin döken Reis? Selahaddin Eyyubi'nin kabri başında Fatiha, ardından Emevi Camii'nde namaz rüyası gören...
Rüyadan uyandığında milyonlarca mülteciyi “Onlar muhacir biz ensar” demagojisiyle ülkeye sokan ve Türkiye’yi Avrupa’nın ABD’nin göçmen deposu haline getiren basiretsiz Reis?
Geleneksel konukseverlik yerine ensar muhacir... 1400 yıl önce ensar/muhacir ilişkisinin ensar aleyhine nasıl sonuçlandığını kaç kişi biliyor?
***
Sığınmacı, düzensiz göçmen, mülteci. Ne denirse densin. Asgari dört beş milyon (genel nüfusa oranla yüzde 5) sığınmacının varlığı bile son derece trajiktir. İçlerinde elbette emperyalist zorbaların bölgesel işbirlikçisi zavallılar da vardır, hem de azımsanmayacak sayıda. Ancak ezici çoğunluğu kendisini ve ailesini korumak için iltica edenlerdir. Kirli bir savaşın meçhul ve kahraman(!) askeri olmaktansa, komşusunu öldürmektense ilticayı seçmek de onurludur.
Onursuz ve ahlaksız olan ise... Bu cümleyi her okur içinden nasıl geliyorsa öyle tamamlasın.
Son sözü Friedrich Engels söylemiş olsun: “Uluslararası barış sağlanacaksa, önce kaçınılması mümkün olan bütün ulusal sürtüşmeler giderilmeli, her halk bağımsız ve kendi evinin efendisi olmalıdır.”