30 Temmuz 2025 Çarşamba

İMRALI SÜRECİ KOMİSYONA HAVALE


Irkçı ümmetçi iktidar ortakları her ne kadar ısrarla “Terörsüz Türkiye süreci planladığımız gibi ilerliyor” deseler de, Abdullah Öcalan’a örgütüyle doğrudan iletişim kanalı açılması ve PKK’nin sembolik silah yakma töreni dışında süreçte ilerleme yok. İlerleme bir yana sürecin tökezlediğinin, patinaj yaptığının işaretleri çok daha belirgin.

Her şeyden önce, resmen başlamasının üzerinden aylar geçmesine karşın taraflar sürecin adında bile anlaşabilmiş değiller. Recep Tayyip Erdoğan ve Devlet Bahçeli’ye göre “Terörsüz Türkiye”, Abdullah Öcalan’a göre “Barış ve Demokratik Toplum” süreci.

“Terörsüz Türkiye” adlandırması, Erdoğan/Bahçeli ikilisinin sorunu Kürt sorunu olarak değil, terör sorunu olarak gördüklerini gösteriyor ki, bunu açıkça söylüyorlar zaten. 

Adlandırma konusundaki anlaşmazlık, DEM Parti Grup Başkanvekili Gülistan Kılıç Koçyiğit’in, “Sürecin böyle isimlendirmesine karşı çıkıyoruz. Terör ve güvenlikçi politikalar üzerinden ifadelendirmek yerine barışı, demokratik toplumu esas alan bir adlandırma daha doğru olacaktır” sözleriyle en üst düzeyde vurgulandı. 

Sürecin adının ne olacağı konusunda bile anlaşma olmaması, sürecin olumlu bir sonuca ulaşacağı beklentisini zayıflatıyor ne yazık ki.

***

Sürecin adında bile anlaşma olmadığı gibi, süreci ilerletmek üzere TBMM’de kurulacak komisyonun adında, bileşiminde ve yetkisinde de anlaşma sağlanabilmiş değil. 

Erdoğan, “TBMM’de komisyon kuracak, sürecin yasal ihtiyaçlarını Meclis çatısı altında konuşmaya başlayacağız. Altını çizerek söylüyorum, AK Parti, Milliyetçi Hareket Partisi ve DEM heyetiyle birlikte bu süreci pişirerek geleceğe taşıyacağız” diyerek, komisyonu AKP/MHP/DEM ittifakıyla sınırladı. (12 Temmuz 2025)

Komisyonu kurmakla görevlendirilen TBMM Başkanı  Numan Kurtulmuş da kurulacak komisyonu “Terörsüz Türkiye Komisyonu” olarak adlandırdı; üye bileşimini çoğunluk  AKP/MHP/DEM ittifakında olacak şekilde belirledi.

İktidarın bu manevrası haliyle muhalefetin tepkisine yol açtı. Milliyetçi partiler bilinen reflekslerle komisyona katılmayı reddettiler. CHP, komisyonun adının “Toplumsal Barış, Adalet ve Demokratik Mutabakat Komisyonu” olmasını önerdi. DEM Parti CHP’nin önerisini desteklerken, komisyonun “Barış ve Demokratik Toplum Komisyonu” adıyla kurulmasını, demokratikleşme ve barış perspektifini içermesini istedi. Buna karşılık MHP “Kardeşlik ve Dayanışma Komisyonu” diyor.

Sürecin adında, süreci ilerletecek komisyonun adında ve yetkisinde bile anlaşma olmaması, haliyle sürecin olumlu bir sonuca ulaşacağı beklentisini zayıflatıyor. Üstelik kurulacak komisyonun yasal anayasal bir dayanağı yok. Esasen Türkiye siyasetinde “işi komisyona havale etmek” o işi sürüncemede bırakmak demektir ki, siyaset tarihi bu anlamda havanda su dövmenin, ipe un sermenin sayısız örneğiyle doludur.

***

Sürecin adında ve perspektifinde, süreci ilerletecek komisyonun adında ve yetkisinde anlaşmazlığın dışında, süreçteki tökezleme ve patinaj, tarafların söylemine de yansımaya başladı. Erdoğan “İmralı bu konuyla ilgili her türlü desteği verdi, veriyor” dese de sahadaki muhatapları tam tersini söylüyorlar. 

Sembolik silah yakma töreninden haftalar sonra PKK liderlerinden Duran Kalkan, sürecin duraklamasından yakınmıştı: “Süreç tek taraflı adımlarla ya da sadece iyi niyet açıklamalarıyla yürümez. Karşılıklı adımların olması lazım.” (anf, 29 Mayıs 2025)

PKK/KCK Yürütme Konseyi Eş Başkanı Cemil Bayık da “Devlet yetkilileri her şeyin yolunda gittiğini söylüyor ama gerçek bu değil” diyerek örgütün beklentisini yineledi: “Biz atmamız gereken adımları attık. Sürecin daha ileriye taşınabilmesi için Türk devletinin adım atması gerekiyor. Bizim izlediğimiz tarz Türkiye’ye adım attırma tarzıdır. Ya adım atacaklar ya da başka türlü bitecek başka yolu yok. Sadece fiili adımlar değil yasal adımlar atılmalı. Fiili olursa her şeyi inkâr edebilirler.” (Yeni Yaşam, 23, 24, 25 Temmuz 2025)

***

“TERÖRSÜZ SURİYE”

Sözün kısası, süreç ilerlemiyor, komisyona havale ediliyor. Süreç sadece Türkiye’de değil, Irak’ta ve bu dönemde asıl olarak Suriye’de tökezliyor, düğümleniyor. 

PKK’nin Suriye’de (daha doğrusu Rojava’da) ABD’nin himayesinde Suriye Demokratik Güçleri (SDG) adıyla edindiği özerk yönetim malum. Erdoğan ve Bahçeli “PKK, YPG, PYD hangi adla olursa olsun, tüm uzantılarıyla kendini feshetmeli, Şam yönetimine biat etmeli” diye dayatıyor. Buna karşılık, en başta Abdullah Öcalan’ın, “Biz üzerimize düşeni yaptık, artık yapacağımız bir şey yoktur. Rojava’da Kürtler asla silah bırakamaz” sözleri medyaya yansıdı. (T24, 14 Temmuz 2025)

Abdullah Öcalan’ın “Rojava’da Kürtler asla silah bırakamaz” sözlerine, Rojava yöneticileri sahip çıkmakta gecikmediler. Rojava Özerk Yönetimi Dış İlişkiler Eş Başkanı İlham Ahmed, “Silah bırakmak kesinlikle gündemimizde değil” diyerek Suriye’de mevcut koşullarda DSG’nin silahsızlanmasının mümkün olmadığını söyledi. MHP lideri Devlet Bahçeli ise PYD, YPG’nin silah yakmaya yanaşmamasını “süreci sakatlama arayışı ve çirkeflik” olarak nitelendirdi. (Karar, 28 Temmuz 2025)


Özetle, Erdoğan ve Bahçeli, “Terörsüz Türkiye” söylemine paralel “Terörsüz Suriye” perspektifiyle, PKK’nin Suriye kolunun da kendisini feshetmesini, silah bırakıp Şam’daki şeriatçı iktidara biat etmesini dayatıyor. Buna karşılık PYD/YPG liderleri “Silah bırakmanın kendileri için kırmızı çizgi olduğunu, silah bırakmayacaklarını” söylüyorlar. Sürecin üçüncü tarafı ABD iki tarafı uzlaştırmaya çalışıyor.

***

ROJAVA’YA ASKERİ HAREKÂT MI?

Tökezleyen süreç Suriye’de düğümlenmişken, Erdoğan/Bahçeli ikilisinin PYD/YPG’ye askeri harekât tehdidi dikkati çekiyor. Dışişleri Bakanı Hakan Fidan, PYD/YPG ile HTŞ arasında imzalanan 10 Mart 2025 tarihli anlaşmayı vurgulayarak, “YPG’nin anlaşmayı hayata geçirmesini, silah bırakmasını bekliyoruz. Türkiye her türlü senaryoya hazır, bir kırk yıl daha kaybetmeye sabrımız yok” diyerek uyarıda bulundu. (Milliyet, 25 Temmuz 2025)

Aynı günlerde Milli Savunma Bakanlığı Sözcüsü Tuğamiral Zeki Aktürk, HTŞ yönetiminin “Suriye’nin savunma kapasitesinin geliştirilmesi ve terör örgütleriyle mücadele kapsamında Türkiye’den resmi destek talep ettiğini” açıkladı. (Hürriyet, 23 Temmuz 2025)

Yine aynı günlerde ABD’nin Ankara Büyükelçisi Suriye Özel Temsilcisi Tom Barrack da, “SDG’nin özerklik taleplerine karşı olduğunu; tek uluslu, tek ordulu, tek devletli Suriye’den yana olduğunu” ifade etti. Barrack, SDG ile HTŞ’yi uzlaştırma görüşmelerinin sonuçsuz kalması üzerine, SDG’yi “Şam’la anlaşmaya varılamaması halinde başka alternatiflerin ortaya çıkabileceği” diye uyardı ve aşağıladı: “Anlaşamıyorsanız sonsuza kadar bebek bakıcısı ve arabulucu olarak burada kalmayacağız.” (21 Temmuz 2025)

Rojava Kürtlerine yönelik uyarı ve tehditler nihayet iktidar beslemesi medyanın ekranlarına sayfalarına da yansıdı. Hanedan vakanüvisi Abdulkadir Selvi, SDG-PKK-YPG’nin silah bırakıp Suriye ordusuna katılması konusunda ABD ile Türkiye’nin aynı görüşte olduğu belirtti ve açık açık tehdit etti: “Türkiye, Irak ve Suriye’deki sürecin eş zamanlı olarak yürümesi için gayret gösteriyor. Ama askeri operasyon ihtimali devre dışı değil. Askeri seçenek masada tutuluyor. Eğer Mazlum Abdi direnmeye devam ederse o zaman Amerikan desteğini kaybedecek. Geriye sadece geniş kapsamlı askeri operasyon seçeneği kalacak. O zaman bakalım İsrail, Mazlum Abdi’yi kurtarabilecek mi?” (Hürriyet, 30 Temmuz 2025)

***

Söylenecek yazılacak çok şey var. Sonuç olarak, Erdoğan/Bahçeli iktidarının Kürt sorununu “terör sorunu” olarak görmeye devam ettiği koşullarda Abdullah Öcalan’la yürütülen sürecin Kürt sorununa çözüm getirmesi olası görünmüyor. Çözümün önündeki en büyük engel, Erdoğan/Bahçeli iktidarının samimiyetsizliği. Önceki yazıda vurguladığım üzere en basitinden Esenyurt Belediye Başkanı Ahmet Özer’in tahliye edilmesi, hasta mahkumların bırakılması, kayyım atanarak gasp edilen belediyelerin iadesi, bağımsız ve tarafsız yargı, adil yargılanma hakkı, AİHM kararlarının uygulanması için anayasal yasal düzenleme gerekmiyor ama ırkçı ümmetçi faşist müttefikler bu gibi adımları atmaya bile yanaşmıyorlar, komisyona havale ediyorlar.

Dileğim temennim odur ki, süreç 2013-2015 süreci gibi kanlı bir provokasyonla kesintiye uğramaz. 


17 Temmuz 2025 Perşembe

SİLAH YAKMANIN HÜZNÜ VE GÖZ YAŞLARI

Cumhur İttifakı liderleri Tayyip Erdoğan ve Devlet Bahçeli’nin ifadesiyle “Terörsüz Türkiye”, PKK lideri Abdullah Öcalan’ın ifadesiyle “Barış ve Demokratik Toplum” süreci, 11 Temmuz’daki silah yakma töreniyle yeni bir aşamaya evrildi.

Silah yakma merasimi, Kuzey Irak’ta (Güney Kürdistan’da) Talabani ailesinin liderlik ettiği Kürdistan Yurtseverler Birliği YNK’nin denetimindeki Süleymaniye kırsalında Casene Mağarası’na giden kanyonda düzenlenmiş.

Casene Mağarası 1922’de İngilizlere isyan eden Şeyh Mahmud Berzenci’nin sığınağı ve cihad çağrılarını yaptığı gazetesini bastığı matbaasının mekânı. Silah yakma merasimi için bu mağaranın seçilmesiyle Kürt özgürlük mücadelesinin devamlılığı mesajı verilmiş.

***

Yerinde izleyenlerin anlattıklarına göre, silah yakma töreni çok iyi hazırlanmış, adeta sinematografik bir şölen olmuş. “Talabani’nin peşmergeleri güvenliği sağladı. Ama bütün ayrıntılar MİT ve DEM Parti tarafından hazırlanmıştı. Siyah şapkalı MİT mensupları organizasyonun planlandığı gibi gitmesi için dikkatle çalıştılar.” (Yıldıray Oğur, Karar, 12 Temmuz 2025)

Tören alanında gözleri dışında yüzleri kapalı özel harekat timleri dikkat çekerken, omzunda ABD bayrağı olan güvenlik görevlisi dikkatimizi çekti. Burada ‘dünyanın bütün ajanlarının’ birbirlerine çaktırmadan birleştiklerini ekleyelim.” (Fatih Polat, Evrensel, 12 Temmuz 2025)

***

Hiçbir ayrıntının ihmal edilmediği merasim, dağdan aşağı PKK’li gerillaların inmesiyle başlıyor. KCK yöneticisi Bese Hozat’ın öncülüğünde 15 kadın ve 15 erkek gerilla tek sıra halinde silahlarıyla sahnedeki yerlerini alıyorlar. Bese Hozat, “Barış ve Demokratik Toplum Grubu” adına hazırlanmış metni okuyor. Ardından aynı metnin Kürtçesi okunuyor. Metinde özetle, şöyle deniyor:

Önder Abdullah Öcalan’ın “Silahın değil, siyasetin ve toplumsal barışın gücüne inanıyorum ve sizi de bu ilkeyi hayata geçirmeye çağırıyorum” ifadesine yürekten katılıyor ve bu tarihi ilkenin gereğini yerine getiriyor olmaktan büyük gurur ve onur duyuyoruz. Sizlerin huzurunda silahlarımızı özgür irademizle imha ediyoruz.”

Kürtçe açıklamanın ardından Bese Hozat, “Hukuki ve anayasal düzenlemeler gereklidir” diye ekliyor. Böyle derken, sesindeki tedirginlik ve tutukluk dikkati çekiyor.

Bu açıklamaların ardından gerillalar sırayla silahlarını dev kâseye bırakıyorlar. Bese Hozat olimpiyat ateşinin yakılmasına benzer şekilde elindeki meşaleyle kâsedeki silahları ateşe veriyor. Kürt mitolojisindeki Demirci Kawa efsanesi akıllara geliyor. Silahların tutuşmasından sonra gerillalar yukarıdaki mağaraya dönüyorlar. Bu anda merasimi izleyen Kürt siyasetçiler, çocukları dağda olan anneler babalar gözyaşı döküyorlar.

***

Töreni yerinde izleyebilsem sorardım:

Neyin gözyaşıdır?

Sevinç mi yoksa hayal kırıklığının mı göz yaşlarıdır?

Kazanılmış bir zaferin mi?

Kabul edilmiş bir yenilginin ve teslimiyetin mi?

Ya da dağdaki evlada kavuşma umudunun mu?

Neyin gözyaşı olduğu sorusunun yanıtı öyle belirsiz ki. Belki hepsi belki de hiçbiri. 

***

Kürt Halk Önderi” diye yüceltilen Abdullah Öcalan son manifestosunda kültüralist hedeften bile vazgeçtiğini açıkladı. Bağımsız birleşik Kürdistan hedefinin bir hayal olduğunu söyledi yani. Söylemekle kalmadı, bir kere daha Kürtleri ‘kültür kalıntısı’, Kürdistan’ı ise ‘Çöplük’, ‘Mezarlık’ olarak aşağıladı; bununla yetinmedi sosyalist dünya görüşünü de kendince çöplüğe attı.

PKK’nin Türkiye’ye yönelik hedeflerinden vazgeçmek karşılığında Suriye’deki kazanımlarını güvenceye aldığı yorumları yapılıyor ama ABD’nin Ankara Büyükelçisi Suriye Özel Temsilcisi “müstemleke valisi” Tom Barrack, “SDG, YPG ve PKK'dır. Onlara bağımsız devlet kurma borcumuz yok. Özgür bir Kürdistan olmayacak.” dedi. Yani, ABD emperyalizminin oyun sahası içinde Rojava’da bağımsızlık ve özerklik hayali de suya düşecek gibi. Nostaljik mitolojik mesaj yüklü silah yakma merasimi de küresel ve bölgesel emperyalistler ve yerel Kürt baronlarınca düzenlendi netekim!

Bese Hozat, silah yakmayı “Hukuki ve anayasal düzenlemeler” koşuluna bağlasa da “Terörsüz Türkiye” politikasının liderleri hiç de hukuki düzenlemeler yapacak gibi durmuyorlar. En basitinden Esenyurt Belediye Başkanı Ahmet Özer’in tahliye edilmesi, hasta mahkumların bırakılması, kayyım atanarak gasp edilen belediyelerin iadesi için anayasal yasal düzenleme gerekmiyor ama ırkçı ümmetçi faşist müttefikler bu gibi adımları atmaya bile yanaşmıyorlar, komisyona havale ediyorlar.

Sözün özü, zafer ya da yenilgi ya da dağdaki evlada kavuşma umudu yok. Hiçbir hukuki güvence, beklentilere uygun hiçbir yasal adım yok ama gözyaşı var.

Sadece merasimi izleyen Kürt siyasetçiler ve analar babalar değil, göstermeseler de, hissedebildiğim kadarıyla gerillalar da üzüntülüydüler. Bese Hozat dahil, hiçbirinin yüzü gülmüyordu; belki de gözyaşlarını içlerine akıtıyorlardı...

***

Merasimi yerinde değil ekranda izlerken ben de içimden gözyaşı döktüm. Kimler adına? Emperyalizmin ve yerel işbirlikçilerinin oyun alanı içinde toprağa düşen on binlerce yurttaşımın soydaşımın her biri adına. “Şehit olan”, “ölü ele geçirilen”, faili meçhule kurban giden, zindanlarda ve işkencehanelerde katledilen, köyleri yakılan yurttaşlarım soydaşlarım adına sessizce gözyaşı döktüm. Bir yandan da, kendi evladını çürük raporu ile ya da bedel ödeyerek askerlikten muaf tutup yoksul halk çocuklarını düşük yoğunluklu savaşa gönderen, bir de "Askerlik yan gelip yatma yeri değil" diyerek azarlayan siyasetçilere öfkemi tazeledim.

Oysa bunca kan ve gözyaşının akması gerekmiyordu.

Birlikte kurtarılan vatanda herkesi Türkleştirmek Sünnileştirmek, farklı inanç topluluklarını ve başta Kürtler olmak üzere diğer halkları yok saymak, Sünni Türk kimliği içinde eritmeye çalışmak zorunlu değildi.

Sol görüşlü olduğumuz için darbe dönemlerinde Türk Silahlı Kuvvetleri’nden atılmış askerler olarak, ADAM-DER çatısı altında örgütlüyüz. ADAM-DER’in bildirilerinde sıkça vurgulanır. Bu yazının da son paragrafı olsun: 

“ADAM-DER olarak, barış ve özgürlük isteyen emekçi sınıflar ve halklarımızın safındayız. Ortak vatanda, eşit yurttaşlık çatısı altında, herkesin kendi kimliği, dili, kültürü ve inancıyla özgürce yaşayacağı, birbirlerine üstünlük kurmayacağı, ortak evin nimetlerinin hakça paylaşılacağı demokratik ülke mücadelemizi sürdüreceğiz, bu yolda atılacak adımlara destek vereceğiz.”


1 Temmuz 2025 Salı

KÜRTLER MEMLEKETİ İŞGAL EDİYOR. ALLAH’INI SEVEN DEFANSA GELSİN!

Ankara Metro hattı peronunda treni beklerken olağan bir duyuru:

“Dikkat dikkat! Değerli yolcular, lütfen sarı çizgileri ihlal etmeyiniz! İnen yolculara öncelik tanıyınız. İnişlerde binişlerde yolcu yoğunluğu olmayan kapıları tercih ediniz. İyi yolculuklar diliyoruz!”

Peronda beklerken yanımda bir yolcu var. Orta boylu, kot pantolon üzeri sıfır yaka tişört. Clark Gable tipi bıyıklı esmer bir yurttaş. Bakışlarını bana çevirdi, tepkiyle söylendi:

- Değerli yolcular diyorlar. Neremiz değerli ki?

 Elimde olmayarak yanıt verdim:

- Nasıl yani? Kendinizi değersiz mi hissediyorsunuz?

Daha önce bu gibi diyaloglara girmiş olmalı ki, karşılık verdi:

- Türk olarak ne değerimiz kaldı? Türk olmak artık suç!

İster istemez ben de karşılık verdim:

- Sadece Türk olmak suç değil, Kürt olmak da suç, insan olmak da suç!

Bu yanıtımdan hoşlanmadı ki, diyalogu sürdürdü:

- İsrail’de olsak daha değerli olurduk.

Tren gelmek üzereydi. Alelacele karşılık verdim:

- Neden böyle düşünüyorsunuz? İsrail yurttaşı olmakla Türkiye Cumhuriyeti yurttaşı olmanın ne farkı var?

Adam İsrail yurttaşlığı konusunda hiçbir fikir söylemeden devam etti:

- Bu memlekette Kürtler her şeye sahip, her yeri işgal ediyorlar. TBMM’nin yarısı Kürt.

***

Ortalamanın da altında bir yurttaş olduğu anlaşılmıştı. Diyalogu sürdürmek boşuna olacaktı ama kesmek istemedim. Karşılık verdim:

- Meclis’in yarısının Kürt vekiller olduğunu söylerken abartıyorsunuz!

Hiç geri adım atmadı. Son derece emin bir ifadeyle ekledi:

- AK Parti’nin yarısı Kürt. CHP’li vekillerin yarısı Kürt. DEM Parti zaten Kürt Partisi.

Ne diyeceğimi bilemedim. “Abartıyorsun. Meclis’te Kürt dediğin vekiller, Kürt kimliğiyle değil, Türk kimliğiyle oradalar! CHP’de de Sezgin Tanrıkulu dışında Kürt vekil ara ki bulasın!” diye ekledim.

Bu arada tren geldi. Centilmence, inen yolculara öncelik tanıdık. Önce hayli geçkin yaşlı sarışın bir hanımefendi trene adımını attı. Trene binerken bana hitaben lafını soktu:

- Konuşmalarınızı duydum. Memleketi Kürtler işgal ediyor, haberiniz yok!

Bu hitaba gerçekten canım sıkıldı, üzüldüm. Zaten canım yeterince sıkkındı, hanımefendiye karşılık vermedim. 

Trene atladık. Ben, Clark Gable bıyıklı bey ve sarışın hanımefendi yan yana koltuklara oturduk. Canım sıkkın ama Clark Gable bıyıklı bey diyalogu sürdürme derdinde. Hemen başladı:

- Yahu arkadaş, Kürtler daha ne istiyor? Her yerde Kürtçe konuşuyorlar. 

Karşılık verdim. 

- Tamam arkadaş, her yerde konuşuyorlar mı, bilemiyorum ama en basitinden devlet dairelerinde konuşamıyorlar. Hatta, TBMM’de bile konuşamıyorlar?

Arkadaş lafını geciktirmedi:

- Devletin ve memleketin dili Türkçedir. Onlar da Türkçe konuşacaklar! İstiyorlarsa evlerinde sokakta kendi dilleriyle konuşabilirler!

Diyalogu sürdürmek boşunaydı ama altta kalmak istemedim.

- Yahu arkadaş niye böyle kesin yargılısın? Herkes Türk olmak Türkçe konuşmak zorunda mı? Bu memlekette yakın tarihe kadar anayasada “yasaklanmış dil” ifadesi vardı. Halen de 42’nci maddede eğitim öğretim kurumlarında sadece Türkçe’nin ana dil olarak öğretileceği hükmü vardır. Ana dili Türkçe olmayanlara haksızlık değil mi? Kosova’da anayasasında 7 (yedi) dil resmi dil olarak kabul edilmiş. Bolivya’da resmi dil İspanyolca ama 36 yerel dil de anayasa ile güvence altına alınmış. Türkiye’de neden böyle olmasın. Kürtçe ile ne derdimiz olabilir?

***

Arkadaş, eşitlik, özgürlük, hakkaniyet ve adalet duygusundan uzaktı. Birlikte yolculuğumuz da sona ermek üzereydi. Öfkeli bir ses tonuyla vurguladı:

- Kosova ile Türkiye aynı değil. Türkiye’de Kürt meselesi yok terör sorunu var. Kürtler her şeye sahipler. Mafya, uyuşturucu, kaçakçılık, kumarhaneler, düğün salonları hepsi onların elinde. Daha ne istiyorlar? Memleketi işgal etmişler!

Böyle bir diyalog gerçekten can sıkıcıydı. İneceğim durak yaklaşmıştı. Karşılık verdim:

- Valla kardeş, Kürtler bu kadar suç işlerken Türklere işlenecek suç kalmıyor. Ama düşün! Terör sorunu diyorsun? Şu an terör var mı? Mafya diyorsun. Alaattin Çakıcı, Sedat Peker Kürt mü? Kaçakçılık diyorsun. Geçenlerde üç milletvekili altın kaçakçılığında suçüstü yakalandılar, haklarında hiçbir işlem yapılmadı. Altın kaçakçısı vekiller Kürt mü? Kumarhaneler diyorsun, Kıbrıs’ta kumarhaneleri Kürtler mi işletiyor?

Bu soruya yanıt olarak arkadaş, “Ama Ahmet Türk’ün 9 köyü var, şimdi 18’e çıkarmaya çalışıyor” dedi.

Doğrusu böyle bir karşılaştırma hiç aklıma gelmemişti. Yine de karşılık verdim:

- Tamam Ahmet Türk sahip olduğu köy sayısını ikiye katlamak isteyebilir. Peki, muhtemelen sen de oy vermişsindir. Oy vermekle desteklediğin iktidarın zenginleştirdiği holdingler, sahip oldukları şirketleri kaça katlama peşindeler?

Bu sorulara yanıt alamadım. Tren ineceğim durağa gelmişti. Kim bilir, arkadaş ve sarışın hanımefendi ardımdan neler düşündüler?