Türkiye bir kez daha şiddet, ölüm
ve sansür sarmalına düştü. Kürt coğrafyasında bir kez daha kan ve gözyaşı
akıyor.
Cizre, Şırnak, Lice, Yüksekova,
Hakkâri, Beytüşşebap ve daha niceleri. Silvan İlçesi de 2 ayı aşkın bir süredir
kuşatma altında, sokağa çıkma yasağı 10’uncu gününde. İlçede ekmek, elektrik,
su, sağlık hizmeti yok, internet ve cep telefonu erişimi sağlanamıyor. Çok
sayıda ölü yaralı olduğu söyleniyor. Ambulansların yaralıları almasına polis
izin vermiyor. Yüzlerce ev ve işyeri kullanılamaz hale getirilmiş. Söylenenler
doğruysa polis ve askerin ortak operasyonunda tepelerden mahallelere top atışı
yapılıyor. Çatılara yerleşmiş keskin nişancılar insan avlıyor.
Türkiye’nin geri kalan kesiminde
tam bir sessizlik. 1925'in Takrir-i Sükûn günleri adeta. Gazeteler televizyonlar
kendi alemlerinde. Sanki Silvan ve diğer yerlerde böyle olaylar yaşanmıyor.
Gerekçe “terörün propagandasına alet
olunmamalı”.
Oysa olan biten terör değil,
devletin ordusunun da katıldığı şehir savaşı. Kürt sorunu artık şehir savaşı
olarak kanıyor. Olanları halktan saklamak, gerçeği değiştirmiyor. Sadece halkın
savaşın nasıl sona erdirileceğini sormasını ve tartışmasını önlüyor.
AKP sözcüleri ve hükümet yetkilileri, “Çözüm Süreci” aldatmacasıyla bir süre birlikte
yürüdükleri PKK'yı ve KCK’yı suçluyorlar ama PKK'yı suçlamak lanetlemek akan
kanı durdurmuyor. Sadece kamuoyunun bir bölümünün yüreğini ferahlatıyor, o
kadar. PKK’yı suçlamanın lanetlemenin bir yararı olsaydı, 35 yıldır olurdu.
Acı olan gerçek şu ki, 30 yıldır
kan akmasına karşın, Uludere Roboski katliamına kadar, birlikte yaşama umudu
kırılmamıştı. Roboski “kaçınılması
mümkün olmayan hata” diye örtbas edildi, çok derin bir kopmayı beraberinde
getirdi. AKP iktidarının çözüm sürecindeki samimiyetsizliği Kürt halkını
AKP’den iyiden iyiye uzaklaştırdı. Kürt halkı, Türkiyeli sosyalistlerin ve
demokratların da desteğiyle 12 Eylül faşizminin barajını yıktı; AKP reisinin
alaturka başkanlık hayalini sona erdirdi. O noktadan itibaren AKP iktidarının
devlet terörüne abanması, ancak askeri darbe günleriyle kıyaslanabilecek
şiddeti, sokağa çıkma yasaklarını ve sansürü beraberinde getirdi.
Askeri darbe günleriyle
kıyaslanabilecek şiddet ve sansür ifadesi ne yazık ki abartı değil. Bir an için
Silvan ve diğer yerlerdeki operasyonların, şehir savaşının 1980 yılındaki askeri
darbe koşullarında yapıldığını varsayalım. Ne olurdu? Devlet tekelindeki radyo
ve televizyon haberi vermezdi, kapatılma tehdidi altındaki gazeteler ajanslar
savaşı görmezlerdi. Yani tam da AKP iktidarının bugün istediği gibi bir
sessizlik egemen olurdu. Halkın meraklı kesimi olan biteni BBC radyosunun kısa
dalga Türkçe kanalından öğrenirdi. Bu arada fısıltı gazetesi de ülke genelinde
faaliyete geçmiş olurdu...
İktidar şiddetten ve sansürden
medet umuyor. AKP’ye oy veren seçmen kitlesi şiddete ve sansüre itiraz etmiyor,
itiraz etmediği gibi destekliyor da. Oysa hep birlikte bu ülkede yaşıyoruz.
Kanın neden aktığını, nasıl durdurulacağını bilmeye, konuşmaya sonuna kadar
hakkımız var.
Şiddet ve sansür sorunu çözseydi,
30 yıldır çözerdi. Şiddet ve sansür, sessizlik ve tepkisizlik, sadece ve sadece
daha çok “şehit”, daha çok “ölü ele geçirilen” demektir.
Şiddet ve sansür, örneklerine her
kıtada rastlanabilecek zorbalık ve diktatörlük rejimi demektir.
Aptallık ise, hep aynı şeyi
yapıp farklı sonuç beklemektir.
kalemine sağlık...
YanıtlaSilkalemine sağlık...
YanıtlaSilEvet. aynı şeyi yapıp farklı sonuç bekliyorlar. Aptallığın faturasını keşke sadece kendileri ödese.. Emeğine sağlık.
YanıtlaSil