15 Haziran 2016 Çarşamba

KÜBA’NIN KARASABANI

Örnek köy Las Terrazas’tan Cienfugos’a yolculuk dört saat kadar sürdü. Yemyeşil doğada yolculuk keyifliydi. Yol boyunca rastladığımız köyler, mola vermediğimiz için uzaktan görebildiğimiz kadarıyla, Las Terrazas kadar gelişmiş değillerdi. Bunda şaşılacak bir şey yoktu. Ekilebilecek görünen ama boş bırakılmış düzlük alanların çokluğu dikkat çekiciydi. Neden tarıma kazanılmadığı sorusunun yanıtı yoktu. Karasaban ile çift süren köylülere rastlamak ise Küba gezisinin sürprizlerinden biriydi.
Tarımda geri kalmışlığın simgesi olan karasabana rastlamak, devrim ve sosyalizm adına can sıkıcıydı. Türkiye’de de TÜİK verilerine göre halen sadece Güneydoğu’da 20 binden fazla karasaban ve hayvan pulluğu kullanılıyor, Karadeniz dağlarının yamaçlarında pulluk veya karasabanla tarım yapılıyor ama sosyalist bir ülkenin tarlalarında karasabana rastlamak bilinen şablona uymuyordu.
Neden karasaban sorusunun yanıtı olarak aklımıza hemen ambargo geldi. Sosyalist blokun dağılmasıyla ülke ekonomik krize girmiş. “özel dönem” başlamış. Özel dönem ekonomisinde değil traktör veya başka tarım aletleri ithal etmek, temel ihtiyaç maddeleri bile karneye bağlanmış. ABD ambargosu nedeniyle başka ülkelerden dış kaynak gelmiyor, dış ticaret yapılamıyor. Bu durumda sosyalizm ne yapsın! Tarımda makinalaşma da olumsuz etkilenmiş, Küba çiftçisi karasabana sarılmak zorunda kalmış olabilir...
Ambargo, “özel dönem” filan ama 60 yıl önceden kalma Amerikan arabaları canlı tutulabilmiş. Demek ki, tarımda karasabanın nedeni tek başına ambargo olamaz.
Rehberlerimiz farklı bir açıklama getirdiler. Bazı ürünlerde makineli tarım, ürün kalitesini düşürüyor, bu nedenle traktör yerine karasaban kullanılıyor. Japonya’da bile organık tarım bağlamında karasaban kullanılabiliyor...
Sorunun asıl yanıtını karasaban kullanan köylü bilirdi elbette. Ama sormaya fırsat bulamadığımız gibi karasabana koşulu hayvanları ve sabanın sapını tutan elin sahiplerini fotoğraflamayı da başaramadık.
Japonya’da bile karasaban kullanıldığı, Küba’da da organik tarım yapan çiftçilerce tercih edildiği açıklaması ilginç. Ekilecek alan traktör giremeyecek kadar yokuş, engebeli veya taşlık ise elbette karasaban kullanılır da düz tarlada karasaban kullanılmasının herhalde başka bir açıklaması olmalı. Şöyle olabilir mi acaba? Küba’da toprağın mülkiyeti devrimden sonra devlete geçmiş, isteyen köylüye ekip biçme hakkı verilmiş. Yolculuk boyunca dikkati çeken nokta, ekip biçme hakkı alınmış toprakların tel örgü veya çitlerle çevrili olmaları. Çevrili alanda hayvanlar serbestçe otluyor, bir bölümü de ekiliyor. Yani Sovyetler’de olduğu gibi tarımda kolektivizasyon yaygınlaşmamış. Aile işletmesi, traktör kullanımını gerektirecek genişlikte değil. Böyle olunca da Kübalı çiftçi, karasaban veya pullukla ekmeyi tercih ediyor. En doğrusunu sabanın pulluğun sapını tutan elin sahibi bilir. Keşke tanışma, sorma fırsatı bulabilseydik.
***

BENİM NAZLI VEFAKÂR TOSUNLARIM
Geleneksel tarımın vazgeçilmezi hayvanları karasabana koşuluyken fotoğraflamayı başaramasak da, bir mola yerinde rastladığımızda, şairin sözüne uyup hoşça tuttuk. Hayvancağız, ürkütücü görünse de, hakkındaki deyimlerin hakkını verircesine uysal ve sevimliydi. Öküz hoşça tutulur da çocukluğun öküzleri tosunları oğlakları anımsanmaz mı!
Orta okul ilk sınıfı bitirmişim. Çikhasan Köyü’nde oğlak çobanı sıkıntısı var. Muhtar Kel Hasan beni gözüne kestirmiş, babamı da ikna etmiş. Babam her şeye karşın kararı bana bırakmış. Aslında istemiyorum ama babamı mahcup etmemek için kabul ettim. Benim de şartım, okullar açıldığında bırakmak. Tamam dediler. Ertesi gün toplanma bölgesinde yüz elli kadar oğlak ve kuzu toplandı. Yavrucakları önüme katıp yaylalığa doğru sürdüm.
Oğlak çobanlığı çok zordur. Sığır veya davar çobanlığından zordur oğlak çobanlığı. Kuzular o kadar değilse de oğlaklar çok yaramaz ve hareketlidir. Azıcık serbest bırakmaya gör, her biri bir yana dağılır, topla toplayabilirsen. Oysa büyüyüp koyun ve keçi olacaklar, sürü psikolojisine alışmaları lazım. O yüzden disiplini hiç elden bırakmadım, dağılmalarına izin vermedim.
Övünmek gibi olmasın iyi çobanlık yaptım. Çoban olarak bir özelliğim de, iki torbamın olmasıydı. Birinde azığım, diğerinde o gün okuyacağım, öykü masal veya köyümüzün öğretmeni Bekir amcamın kitaplığından aldığım kitaplar.
Bir gün, kuzuları oğlakları Özler dediğimiz yerde otlatıyorum. Yavrucaklar bir parça disipline girdiklerinden eskisinden rahatım. Bir söğüt gölgesinde azıcık soluklanacağım. Bir buçuk kilometre kadar ötede komşu köyden biri hayvanlarını güdüyor. Derken, o hayvanlardan ikisi, tozu dumana katarak bize doğru koşturmaya başladı. Herhalde iki boğa kavga etti, biri pes etti kaçıyor, diğeri kovalıyor. Böyle bir durumda boğaların etrafında olmak tehlikelidir, dikkatli olunmalıdır. O kızgınlıkla ne yapacakları belli olmaz. Oğlaklara bir şey olmasın diye tasalanırken iki tosun doğrudan bana doğru daha da hızlandılar. Bir de ne göreyim, babamın önceki yıl Çorum hayvan pazarına götürüp sattığı bizim tosunlar. Biri simsiyah, sadece dişleri beyaz; diğeri siyah kumral arası, alnında kaşkası var. Etrafımda dört dönüyorlar, okşamam için arada durup sokuluyorlar. Ben de nasıl sevinçliyim tekrar gördüğüm için. Hayvan deyip geçmemek lazım. Onların da bir dünyaları duyguları var. Kendilerini öyle özenle güdüp beslemişim ki, unutmamışlar, o kadar uzaktan kokumu alıp gelmişler. Özlem giderme töreni uzun sürmedi, sahibi gelip götürdü, artlarından bakakaldım...

Küba’da karasaban, öküzü hoşça tutmak, çobanlık anısı derken Cienfugos’a da gelmişiz. Yolculuk devam edecek.

9 Haziran 2016 Perşembe

KÜBA’NIN YOLLARINDA

Küba gezimizde Havana’dan sonra ilk durağımız Varadero oldu.
Varadero, Küba’nın kuzey ortasında, Havana’ya üç buçuk saat uzaklıkta bir kıyı kenti. Küba turizminin başkenti gibi. Sadece karayolu veya deniz yoluyla değil, hava yoluyla da ulaşılabiliyor. Küba’nın gelirine katkıda bulunmak üzere turistler için oluşturulmuş, bilinen Küba’nın dışında dev bir tatil köyü Varadero; okyanus - kum - güneş üçlüsünün hayranlık uyandıran bileşimi. Yani kapitalist Küba'dayız. Tatil köyleri ne kadar güzel veya çirkinse, Varadero oteller bölgesi de o denli güzel veya çirkin. Kaldığımız beş yıldızlı Oro otelinin mülkiyeti Küba devletine ait, işletmesi Mercure otel zincirine verilmiş. Taşıdığı yıldız sayısını hak ediyor. Havana’daki Hotel Plaza’dan sonra cennet gibi geldi.
Varadero, Küba’nın turizm başkenti olduğu kadar Küçük Miami, Küba’nın Miami’si olarak da biliniyor. Varadero’ya gelen turistlerin büyük çoğunluğu Kanada ve Avrupa’dan.
Amaç deniz kum ve güneş ise, Miami ya da Varadero’dan hangisi diye sorulursa, Varadero derim. Miami’nin plajında deniz çok sığ, rip akıntısı da cabası. Varadero plajı ve turkuaz denizi, ancak Ege ve Akdeniz’le kıyaslanabilir. Amaç deniz, kum ve güneşten ibaretse, onca zahmetli ve uzun yolu kat edip Miami veya Varadero’ya gitmeye gerek yok; Ege ve Akdeniz çok daha iyidir.
***

Otelde konaklamak dışında Varadero’yu gezip görmeye vaktimiz olmadı; sonraki durağımız, Las Terrazas köyü oldu.
Las Terrazas, Havana’nın batısında bir buçuk saat kadar uzaklıkta, 25 bin hektar arazi üzerine kurulu bir köy. Rehberlerimizin anlattıklarına göre, devrim öncesinde bölgenin çölden farkı yokmuş. Devrimden sonra 1970’lerde tarımı geliştirmek, ekolojiyi korumak üzere proje geliştirilmiş, teraslama yapılarak bölge ağaçlandırılmış. Sonunda 200 hanelik, yaklaşık 1200 nüfuslu örnek bir köy kurulmuş. Köyün bugünkü haline bakıp da 60 yıl önce çöl olduğuna inanmak mümkün değil, öylesine yeşil ve ormanlık bir yer. Havası nemsiz, Havana ve Varadero’nun nemli sıcak havasından sonra iyi geldi. UNESCO 1985’te bölgeyi biyosfer rezervi olarak koruma altına almış.
Las Terrazas halkı, yöresel ürünler ve el sanatlarıyla geçimlerini sağlıyorlar. Köy komünü mülkiyetindeki Moka Hotel, köyün gelirine katkıda bulunuyor. Köy arazisindeki tepeler arasında tekli çelik halat çekilmiş, turistler yüksek bir ücret karşılığında emniyet kemeri bağlanarak tepeden tepeye uçuruluyor. Köyün sağlık merkezi, kütüphanesi, lokantası, göl kıyısında kafesi, hatta döviz büfesi bile var. Arıcılık da yapılıyor. Arılar Padişahı Mehmet Ali Coşkun ile birlikte arılığı teftiş ettik. Arılar Padişahı arılığı beğenmedi. Arıların konut sıkıntısı var, yani kovanlar dar ve uyduruk; yanı sıra kovanların konuşlandırıldığı yer, beslenme alanı olarak yetersiz.

Las Terrazas’ta öğle yemeğini köyün lokantasında yedik. Küba’nın lokanta ve kafelerinde mutlaka canlı müzik ve dans var. Canlı müziği CD satışı izliyor. Fiyat tutturabildiğine. Las Terrazas’ta da aynısıyla karşılaştık. Yemekten sonra, atık kâğıtları değerlendiren bir sanatçının atölyesini ziyaret ettik. Ardından gölbaşındaki kafeye kapağı attık. Bazıları kafede oturmayı tercih etti, bazılarımız mini iskeleden ayaklarımızı suya uzattık, Bucanero eşliğinde şarkı türkü marş söyledik. Böyle olunca kafede oturanların “tatlı su devrimcileri” iğnelemesine maruz kaldık. Sadece Les Terrazas’ta değil, tüm gezi boyunca şakalaştık, en sert esprilerle birbirimizi iğneledik. Ne de olsa kırk beş yıldır birbirini tanıyan arkadaşlar topluluğu; Kuleli veya Harbiye gazinosundaymışçasına keyifliydik.

İkindi vakti, köy yakınlarındaki San Janus nehrindeki piknik alanına gittik. Güzelliğine yeşilliğine doyulmayacak bir yer. İnsanlar nehirde yüzüp serinliyorlar. Biz Bucanero ve kahve eşliğinde seyretmekle, fotoğraf çekmekle yetindik.















Las Terrazas’ta Moka Otel’de konaklayacağız. Akşam üzeri otele yerleştik. Moka Otel, köyün yükseklerine kurulmuş. Ormanla içiçe tesisleri, mefruşatı, temizliği ve hizmetiyle çok güzel bir otel. Otelden kuş bakışı köyün manzarası muhteşem. Duş alırken bile göz banyosu yapabilmek olağanüstü keyif verici. Klimaya ihtiyaç duymadan rahat nefes almak dinlenmek rahatlatıcı.


Akşam yemeği öncesinde otel civarında gezinti önerisi cazip geldi. Orman içinde dolanırken otelin havuzunda mola verdik. Havuz başındaki meyve ağacı görülmeyecek gibi değildi. Ağaçta karpuz yetişiyor. Fotoğrafını çekip rehberimize sorduk. Papaya imiş adı. Dediğim gibi karpuza benzer bir meyve ama karpuz kadar tatlı değil. Moka Otel’in tesisleri gibi mutfağı da güzeldi. Akşam yemeği keyfini geç saatlere değin süren sohbet ve şakalaşmalarla tamamladık.
***

Alışkanlık nerede olsa kendisini dayatıyor. Rahat uykunun sabahında gün ağarmadan köyün yollarına düşüyorum. Köpeklerle kaçmaca kovalamaca. Saldırgan değiller, oynamak şakalaşmak istiyorlar sadece. Gün ışıdığında sincaplara da rastlıyorum. Derken, trafonun duvarında tanıdık bir yüz; Fidel’in ta kendisi. Büyücek bir fotoğrafının yanında “habrá un antes y un despues de la revolucion energetica” sözleri yazılı. Enerji devriminin önemi ve aciliyeti konusunda bir vecize olsa gerek. Küba’nın her yerinde bu gibi vecizelere rastlamak mümkün. Gülümsüyorum. Türkiye’deki benzer ritüelleri anımsıyorum. Yakın zamana kadar Mustafa Kemal Atatürk imzalı sloganlar ve cümleler yazılıydı lazım yerlerde.
Gazetecilikte meslek büyüğüm Metin Aksoy’un Eskişehir/Ankara tren yolculuğu sırasında anlattığı bir öyküyü de anımsamadan edemiyorum. 12 Eylül 1980 darbesi olmuş. Metin Aksoy o tarihte TRT Haber Dairesi’nde çalışıyor. Haber Dairesi Başkanı, Tayyar Şafak. Başbakanlık Basın Müşaviri de TRT kökenli Fahrettin Gülseven. Tayyar Şafak, solcu olduğu için sevmediği Metin Aksoy’u Başbakanlık Basın Müşavirliği’ne yardımcı olarak görevlendirmiş. Sene 1981. Atatürk’ün doğumunun 100’üncü yıl dönümü. Memleket sath-ı mailinde Atatürkçülük furyası başlamış, herkes kendi alanında Atatürk’ün bir sözünü çerçeveletip asıyor. O furya içinde bir gün Devlet Su İşleri DSİ’den daire başkanı gelmiş. Memur bey çok sıkıntılı; aramış taramış, Atatürk’ün suya dair kutlu bir vecizesini bulamamış. Silsile-i meratip icabı Başbakanlık Basın Müşavirliği’ne başvurmuş. Onlar da TRT’ye havale etmişler. Kendisini TRT’ye dar atmış daire başkanı. Heyhat ki, TRT arşivinde de yok böyle kutlu bir söz. Metin Aksoy, araştırmanın acı sonucunu haber vermiş. Cenaze tebligatı gibi. Adam üzgün üzgün gitmiş.
Bu anısını anlattığında meslek büyüğüme şaka yollu kızmıştım. Geçmişte Atatürk imzasıyla “Komünizm, Türk Dünyası'nın en büyük düşmanıdır. Her görüldüğü yerde ezilmelidir.” vecizesi karada havada denizde gölde gölette, parklarda bahçelerde okunurdu ya. Çetin Altan’ın çabaları sonucu bunun uydurma olduğu ortaya çıkmıştı. Ben de çıkışmıştım, “Uydursaydın ya sen de su üzerine bir aforizma” diye. Hak vermişti; gülüşüp uydurmaya çalışmıştık yol boyunca. Tren Polatlı İstasyonu’na yanaştığında ancak uydurmuştuk Atatürk adına: “Asırların ihmaliyle mecalsiz kalmanın akabinde her santimetrekaresi şehit kanıyla ıslanarak kurtarılmış, kurak ve çorak vatan toprağı, milletin alın teriyle sulanarak hayat bulacaktır!
Ayıptır söylemesi, iki ikişi arasında kalsa da, Metin Abi’yle birlikte “tarihe şerh” düştük... Yalandan bir “şerh” ama beyaz bir şerh. En azından, “Komünizm, Türk Dünyası'nın en büyük düşmanıdır. Her görüldüğü yerde ezilmelidir.” gibi zehirli bir şerh değil!
Dediğim gibi yakın zamana kadar Mustafa Kemal Atatürk imzalı sloganlar yazılıydı lazım yerlerde. Şimdi Hadis-i Şerifler. Nereden nereye! Fidel’den sonra Küba’da neler olur, kim bilir?
Yürüyüş boyunca anılar anılar derken, Otel Moka’da kahvaltı vakti. Kahvaltının ardından Las Terrazas’a veda edip yeniden yollara düşüyoruz. Menzilimizde Cienfuegos ve Trinidat var. Devrim önderlerinden Camilo’nun şehrini göreceğiz; Trinidat’ta Devrim Savunma Komitesi’ne konuk olacağız, bir mahalle eğlencesine katılacağız, şeker kamışı plantasyonunu göreceğiz...
Yol öyküleri bitmez...
Yolumuz açık olsun!

5 Haziran 2016 Pazar

CHE GUEVARA’NIN ŞEHRİNDE HÜZÜN

Küba gezimizde coşkuyu Havana’da 1 Mayıs’ta yaşadığımızı, hüznün ise Santa Clara’nın payına düştüğünü söylemiştik.
Küba’nın orta bölgesindeki Santa Clara, devrimin önderlerinden Ernesto Che Guevara’nın şehri olarak biliniyor. Devrimin zaferini getiren son muharebe, burada Che tarafından kazanılmış.
Ernesto Che Guevera komutasındaki gerillalar 28 Aralık 1958 sabahı Santa Clara’ya ulaşmışlar. Diktatör Batista, şehirdeki birliklerini takviye için 400 kadar asker ve silah yüklü bir zırhlı treni yola çıkarmış. Tren hızla Santa Clara’ya yaklaşmaktadır. Che’nin emriyle bir dozer bulunur, pusuya elverişli noktada demiryolu tahrip edilir. Tren mecburen durur, Batista’nın generali geri dönmeyi dener. Ancak dönüş yolu da çoktan tahrip edilmiştir. Mecburen duran tren gerillalarca kuşatılır. Askeri deyimle, “morali bozulan, çatışma isteği ve azmi kalmayan” Batista askerleri teslim olurlar. Treni ele geçiren gerilla sayısı sadece 18’dir!
Trendeki silah ve mühimmat, devrimcilere katılan Santa Clara halkına ve köylülere dağıtılır. Che ve gerillaları, şehir merkezindeki Batista karargâhına yönelirler. Yoğun ateşe karşın binaya ilk giren Che olur, gerillalar Commandante’yi takip ederler. Santa Clara’daki karargâhın düştüğü haberi Havana’ya ulaşınca Küba diktatörü Batista, ülkeden kaçar. Ertesi gün Fidel Castro komutasındaki birlikler başkent Havana’ya girerler...
***

Santa Clara’da bizi Devrim Savunma Komitesi’nden ICAP üyesi Miguel Gonzales Gomez karşıladı. Yerel adıyla Miguelito, Küba Komünist Partisi militanı bir babanın oğlu olarak balıkçı köyünde doğup büyümüş. Devrimi yaşamış, Angola’da da savaşmış; 76 yaşında olmasına karşın devrimci coşkusunu yitirmemiş. Son iki yılda Türkiye’den çok sayıda ziyaretçiyi karşıladığını anlatıyor, “Türkiyeli ziyaretçileri artık bizden sayıyoruz. O yüzden size hoş geldiniz demiyorum. Çünkü kendi ülkenizdesiniz zaten” diyor.
İçtenliği ve enerjisiyle hemencecik kalbimizi kazanan Miguelito, Che ve gerillaların tren baskınını ve karargâh binasını ele geçirmelerini anlatırken o anları yaşıyor gibi. Sanki çatışmalar biraz önce yaşanmış gibi heyecanlı ve dinç. Sözünü ettiği karargâh binası bugün Küba Komünist Partisi’nin Santa Clara il binası olarak kullanılıyor. Binanın önünde Che’nin heykeltıraşlık harikası bir anıtı var. Miguelito, anıtın özelliklerini anlatırken nasıl da coşkulu!

Heykel, Bask’lı bir sanatçı tarafından yapılmış. Üzerinde Che’nin yaşamını anlatan çok sayıda heykelcik var. Hemen ayak bileğindeki motosiklet heykelciği, Che’nin Motosiklet Günlükleri adıyla kitaplaşan Latin Amerika turunu simgeliyor. Pantolonun sağ bacağında uzanmış silahlı insan figürü, dağda dinlenen gerillayı, yürüyüş halindeki bir grup insan dağlarda ilerleyen gerillaları, kucağındaki çocuk geleceği, gömleğinin sağ cebinde ata binmiş mızraklı insan yel değirmenleriyle savaşan Don Kişot’u ve Che’nin devrimci romantizmini, sağ omzuna tırmanan keçi gerillaların inatçılığını, saçları arasındaki figürler ormanda gizlenen gerillaları anlatıyor. Buna benzer nice heykelcik var…
Santa Clara Ernesto Che Guevara ile öylesine bütünleşmiş ki, şehrin her yerinde Che var. Caddelerde, sokak aralarında, lokantalarda, binaların cephelerinde, grafitili duvarlarda, her yerde Che’nin yüzü, sözleri, ona minnet içeren cümleler... Hediyelik eşya dükkânları ise neredeyse tümüyle Che etrafında dönüyor. Küba’nın görebildiğimiz her şehrinde Che var ama Santa Clara hepsinden daha çok Che ile bütünleşmiş.
***

Zafere kadar Daima!
Yoldaş olarak benimsediğimiz Miguelito bizi Che’nin Anıtmezarı’na götürüyor.
Anıtmezar veya Anıtpark, özgün adıyla Memorial Commandante Ernesto Che Guevera, Santa Clara’nın Devrim Meydanı’nda çok geniş bir alanı kaplıyor. Kaidesi hariç, Che’nin 6 metreyi aşan yükseklikteki heykeli şehrin uzak noktalarında bile görülebiliyor.
Commandante Che Guevera, 1967 yılında Bolivya dağlarında CIA’nın eğittiği Bolivyalı askerler tarafından yaralı olarak ele geçirilir. Götürüldüğü La Higuera adlı köyde kurşuna dizilir; cesedi bir helikopterin iniş takımlarına bağlanarak yakınlardaki kasabaya götürülür. Bir doktor Che’nin ellerini keser; kesik eller, Che’nin kimliğini kesinleştirmek için Buenos Aires’e gönderilir. Buenos Aires emniyetinde Che’nin parmak izi kaydı vardır. Parmak izleri analizinden Che’nin kimliği kesinleştikten sonra cesedi Bolivya askerlerince bilinmeyen bir yere gömülür. Aradan 30 yıl geçer.  Bolivya ordusundan emekli bir general cesedin gömüldüğü yeri açıklar. Küba’dan giden adli tıp uzmanları ve doktorlar, DNA testiyle cesedin Che’ye ait olduğunu doğrulayınca, Che’nin ve yoldaşlarının cenazeleri Santa Clara’daki Anıtmezar’a defnedilir. Che’nin iki kız iki erkek çocuğu vardır. İkisi avukat, biri veteriner diğeri doktor çocukları Küba’da ayrıcalıksız olarak yaşamlarını sürdürmektedirler.
***

Anıtpark her bir ayrıntısıyla simgesel. Heykeldeki Che, başında beresi, sağ elinde tüfeğiyle Güney Amerika yönüne bakıyor; bağımsız, birleşik tek Güney Amerika hayalini simgeliyor.
Boyun askısında sargılı sol kolu, Che’nin Santa Clara’yı ele geçirdiği günkü halini betimliyor. Birkaç gün önceki bir çatışmada yaralanmış, Santa Clara’ya girerken kolu alçıda!
Kaidenin ön duvarında, "Hasta La Victoria Siempre" yazıyor: Zafere kadar Daima!
Yan duvarında Che’nin Fidel’e yazdığı Veda Mektubu okunuyor: "Hasta la Victoria Siempre, Ya Vatan ya Ölüm. Seni tüm devrimci ateşimle kucaklıyorum..."
Heykelin yerleştirildiği platformun arka tarafında Che ve Bolivya’da onunla birlikte öldürülen 38 yoldaşının mezarları ile müze var. Che ve yoldaşlarının özel eşyalarının ve yaşamlarından bazı ayrıntılara ilişkin belge ve fotoğrafların sergilendiği bir müze...
Mozole ve müze bölümüne fotoğraf makinesi veya kamera sokmak yasak. Hatta mozole ve müze içerisinde sesli konuşmak, başında şapkayla dolaşmak bile yasak.
Bunca yasak arasında gördüğümüz kadarıyla, Che ve 38 yoldaşının mezarları hemen girişte çok da büyük olmayan odanın duvarlarına yerleştirilmiş. Giriş odasının zemininde sürekli yanan bir meşale var. Her bir mezar kare şeklinde ve üzerine mezar sahibinin portresi kabartılmış. Onca isim arasında Tanya adı dikkati çekiyor. Hepimizin aklına, Nazım Hikmet'in İkinci Dünya Savaşı’nda Rus kadın partizanı destanlaştırdığı şiir geliyor. Ama bu Tanya o Tanya değil elbette. Gerçek adıyla Tamara Bunke. Bolivya’da Che ile birlikte savaşırken öldürülen kadın gerilla. Anısına saygıyla!
Mezarların bulunduğu odadan çıkıp Che ve yoldaşlarının verdikleri mücadelenin, kişisel eşyalarının sergilendiği müzeye geçiyoruz. Müzede Che’nin çocukluğundan itibaren yaşam öyküsüne ilişkin belgeler, diplomaları, kıyafetleri, pipoları, silahları, saatleri... Bolivya’da yakalandığında ve öldürülürken yanında olan çantası ve içindekiler ise yok. Yani başucu kitabı olarak Nutuk, Risale-i Nur okuyormuş efsanelerini kanıtlayacak çanta yok!.. (Türkler ve ikiz kardeşi Kürtler kanmaya kandırılmaya ne kadar müsaitler dostum!)
***

TÜRKİYELİ DEVRİMCİ ASKERLER CHE İLE BULUŞTULAR
Müzeden çıktık, merdivenlerinde fotoğraf çektirdik. Mahzunuz elbette. Ama Anıtpark’a, müzeye gelişimiz sadece Che ve yoldaşlarının verdikleri mücadeleyi duyumsamak değil. Özel bir amacımız da var: Türkiye’den devrimci askerlerin mezarlarından getirdiğimiz toprağı Che ve yoldaşlarının toprağına katmak.
İlk tanışma anında isteğimizi Miguelito yoldaşa iletmişiz. Miguelito samimiyetle ilgileniyor. Biz müzeyi dolaşırken Miguelito yarım saat boyunca Anıtpark yöneticilerine dil dökmüş, ikna edememiş. Yapacak bir şey yok gibi görünüyor. Anıtpark ve müze Küba askerlerince sıkı şekilde korunuyor. Ama devrimcilikte çaresizliğe boyun eğmek yok. Miguelito, illegal bir eylem öneriyor. Che’nin Arjantin ve Bolivya’da yaşadığı mekânlardan getirilmiş topraklara dikilmiş bir fidanın etrafında halka oluşturup, askerlerin dikkatini çekmeyecek bir anma töreni!
Dediğini yapıyoruz. Bir torba toprak, Türkiye’nin emekçi sınıflarının mücadelesinde faşistler tarafından katledilmiş devrimci askerleri temsilen, 1980 darbesi sonrasında idam edilmiş Teğmen Ömer Yazgan’ın mezarından,

Bir torba toprak da, zamansız ölümlere yenik düşmüş devrimci askerleri temsilen, 12 Eylül darbesinden sonra tutuklanan ve 2008 yılında vefat eden Üsteğmen Hasan Akgüç’ün mezarından...

Farklı milliyetlerden ülkelerden devrimcileri toprakta buluşturma töreni duyguluydu. Yaş ortalaması 60 dolayındaki “İkinci Granma Seferi” gerilla adayları ve Miguelito gözyaşlarını tutamadılar...

Toprağı toprağa katma töreninde ADAM-DER Kurucu Başkanı, Che’nin, Ömer Yazgan’ın, Hasan Akgüç’ün, savaşın ve sömürünün ortadan kalkması için verilen mücadelede toprağa düşmüş askerlerin anılarından söz etti; “Bolivyalı Küçük Asker” şiirini seslendirdi...
Miguelito ise “İkinci Granma Seferi” gerilla adayları kadar duyguluydu. Söyledikleri içimize işledi, unutmayacağız:
Commandante Che ve Türkiyeli yoldaşları için saygı duruşunuza çok sevindim, çok duygulandım. Eminim Commandante Che de sevinmiştir. Bundan sonra Türkiye’den gelen dostlarımızla o ağacın altında toplanıp yoldaşlarımızı anacağız.”

Söylediğimiz gibi, Havana’da 1 Mayıs’ta ne kadar coşkulu idiysek, Commandante Ernesto Che Guevera’nın şehri Santa Clara’da o kadar mahzunduk.

3 Haziran 2016 Cuma

HAVANA’DA 1 MAYIS COŞKUSU

Küba gezimizde coşkuyu -can sıkıcı onca tanıklığa karşın- Havana’da yaşadık. Hüzün ise Ernesto Che Guevara’nın şehri Santa Clara’nın payına düştü.
Havana’da katıldığımız 1 Mayıs Birlik Mücadele Dayanışma Günü kutlamasında gerçekten coşkuluyduk. Zaten Küba gezisini sırf bu coşkuyu yaşayabilmek için 1 Mayıs’a denk getirmiştik.
1 Mayıs günü sabah 05.00’te otelden çıktık. Güneşin doğmasına daha 2 saat var. Tropik iklim kuşağındaki Küba’da kutlamalar, Türkiye’deki gibi öğle saatlerine bırakılmıyor; yüzbinlerce kişinin nemli öğle sıcağından etkilenmemesi için sabah erkenden bitiriliyor.
Devrim Meydanı’na yakın bir noktaya kadar otobüsle gittik. 1 Mayıs ve Enternasyonal marşlarını, sloganlarımızı otobüste prova ettik:
-  YAŞASIN DEVRİM VE SOSYALİZM!
-  YAŞASIN 1 MAYIS!
-  BİJİ YEK GULAN!
-  YAŞASIN HALKLARIN KARDEŞLİĞİ!
-  KÜBA TÜRKİYE OMUZ OMUZA!
Otobüsten indikten sonra pankartımızı açıp yürümeye başladık. On beş dakika sonra Devrim Meydanı’ndayız. Hava henüz aydınlanmamış. Yüzlerce kişiden oluşan bando konser veriyor. Küba Devrimi’nin önderleri Camilo ve Che’nin bakanlık binalarındaki silüetleri ışıl ışıl. Devrim Meydanı ise bomboş, uzaklarda bir noktada yürüyüş kortejinin başı görünüyor.
Türkiye’de yola çıkmadan önce sanıyorduk ki, yürüyüş kortejinde olacağız. Sandığımız gibi olmadı. Havana 1 Mayıs düzenleme komitesi, kafilemizi uluslararası delegasyon tribününde ağırlayacakmış. Üzerimizde düzenleme komitesinin armağanı bir örnek 1 Mayıs tişörtleriyle ilk denetim noktasına yürüyoruz. Davetiyelerimizi gösterip sıraya giriyoruz. Güvenlik kapısından geçip tribüne yerleştiğimizde saat 06.00’yı geçmişti. Misafir tribünü ile yürüyüşün yapılacağı meydan arasında demir bariyerler var. Tepedeki Jose Marti heykeline doğru 40 metre ötemizde de protokol tribünü. Küba Devlet Başkanı Raul Castro, 1 Mayıs kortejini protokol tribününden selamlayacak.
Yürüyüşün başlamasına bir saatten fazla zaman var. Bandonun konseri sürüyor. Misafir tribününde Türkiye’den gelmiş başka topluluklar da bulunuyor. CHP Genel Başkan Yardımcısı Veli Ağbaba ve arkadaşlarıyla bir kez daha selamlaşıp bayramlaşıyoruz.
Pankartımız, Türkiyeli dostlarımızın ilgisini çekiyor. Derken, pankartı medyanın bulunduğu platforma en yakın bir noktaya asma fikri seslendiriliyor. Pankartı katlayıp, hedeflediğimiz noktaya hareket ediyoruz. Pankartı asmak için ip lazım. Kurucu Başkan tedarikli, bir cebini iple doldurmuş. Biz pankartı bariyere bağlarken, gazetecilerin dikkatini çekiyoruz. Gazetecilerin ilgisi Teğmen Ömer Yazgan’ın fotoğrafına yöneliyor. Kısaca bilgi verip,  Ömer’in Türkiye’de 1980 darbesinden sonra idam edildiğini anlatıyoruz. Gazeteciler televizyoncular pankartımızı çekiyorlar. Küba televizyonu pankartımızı ekrana taşıdı. Bir gazetecinin çektiği fotoğrafa da yurda dönüşümüzde internette rastladık. Malum, Küba’da internet yok gibi!
***

KÜBA HALKI KAZANACAK!
Nihayet anons ediliyor ki Raul Castro gelmiş. Mevsime uygun şekilde beyaz bir gömlek giymiş, başında hasır şapka var. Raul çok kısa konuştu, ardından düzenleme komitesi adına bir konuşma yapıldı. İspanyolca konuşmalarda kulağımıza tanıdık gelen sözcükler arasında revolucion, socialismo, Küba, viva, enternasyonal başta geliyordu. 
Konuşmaların ardından bando Küba ulusal marşını seslendirdi, marşın bitiminde, KÜBA HALKI KAZANACAK yazılı pankartın ardındaki kortej yürüyüşe geçti. Bir buçuk saate yakın süren yürüyüşte tahminen 1 milyon 200 bin kişi dolayında coşkulu kitle Devrim Meydanı’nı adımladı. Askerler üniformaları ile kortejin en sonundaydılar. 
Yürüyen kitle içinde, dünyanın dört bir yanından gelen toplulukların yanı sıra çok sayıda Türk bayraklı topluluklar da vardı. Ayrıca Türkiye Kürtleri yazılı bir pankart dikkatimizi çekti. Kortejde taşınan posterler arasında devrim önderleri Fidel, Che, Camilo ve Raul ile Hugo Chavez’in posterleri çoğunluktaydı. Fidel ve Raul’un Küba’nın hiçbir yerinde heykelleri yok. Yaşayan bir kişinin heykelini dikmiyorlar Küba’da. 1 Mayıs’ta Kübalıların taşıdıkları posterler arasında Marks ve Engels yoktu, Lenin’in ise sadece bir posterine rastladık.


Kortejin protokol ve misafir tribünlerini selamlayarak geçişişi sırasında, Harbiye 79 devresinden arkadaşları fark etmek sevindiriciydi. Karşılıklı el salladık, selamlaştık. Arkadaşların üzerinde VİVA CUBA yazısı altında Devrimci Yol’un yumruklu yıldızının basılı olduğu kırmızı tişörtler vardı. Geçen yıl da Havana’ya gelmişler ama 1 Mayıs’ı kaçırmışlar. Yürüyüşün Türkiye’deki gibi öğle saatlerinde yapılacağını sanmışlar; Devrim Meydanı’na gittiklerinde bomboş, kimseler yok. Bu yıl tecrübeliler, sabahın köründe korteje katılmışlar!
Yürüyüş, bandonun Enternasyonal marşını seslendirmesiyle sona erdi, biz de içimizden mırıldandık; 88 yaşındaki Raul Castro, adios selamıyla veda etti. Gelişi tantanalı ve curcunalı olmadığı gibi gidişi de sadeydi. Türkiye’de olsa ortalık birbirine katılmıştı! Raul’un gidişinin ardından misafir tribünü de boşalmaya başladı. Biz de pankartımızı alıp otobüse doğru hareketlendik. Havana’da ilk iki gün kapıldığımız karamsarlık, 1 Mayıs coşkusuyla geride kalmıştı.
***

1 Mayıs coşkusunun ardından günü serbestçe değerlendirdik. Kimimiz 60 yıl öncesinin Amerikan otomobilleriyle kimimiz city tour otobüsleriyle kent turuna çıktık. City tour otobüslerinin güzergâhı Havana’nın Çankaya’sı ile, yani Zengin Havana denilebilecek Miramar semtiyle sınırlı. Giderken de Miramar dönerken de Miramar. O kadar da zengin ve ihtişamlı değilmiş. Yoksul sosyalist ülkenin zenginliği de bu kadarcık demek ki.
Serbest gün, eski Havana’daki Asturiano lokantasında akşam yemeğiyle sona erdi. Yemek hayli neşeliydi. Önceki gün izlenen Flamenko dans gösterisine ilişkin espriler birbirini izledi. Harbiye günlerinde olduğu gibi, Kurucu Başkan’ın masasına yan masaların ikramı olarak pilav servisi yapıldı. Yemeğin mönüsü için omerta kararı alındı.

Ertesi günkü yolculuk için dinlenmemiz gerekiyordu, uygun saatte lokantadan ayrıldık.
Söylediğimiz gibi, coşkuyu Havana’da, hüznü ise Che’nin şehri Santa Clara’da yaşadık.