14 Ağustos 2017 Pazartesi

AMERİKA’NIN YENİDEN KEŞFİ!


SEYAHATNAME-İ RAHMİ ÇELEBİ

AMERİKA’NIN YENİDEN KEŞFİ!
 Amerika kıtasına bu üçüncü yolculuğum. İlk iki yolculuk İstanbul Atatürk Havaalanı’nda başlamıştı. Bu defa Ankara Esenboğa’dan yola çıkıyoruz. Önce Münih’e uğrayacağız, dört saatlik molanın ardından San Fransisco’ya devam edeceğiz.
Esenboğa’daki banko görevlisi pasaportlarımızı biletlerimizi bagajlarımızı kontrol ettikten onra uçuş kartlarımızı verdi. Uçuş kartları sadece Münih için. San Fransisco için uçuş kartları Münih’te verilecekmiş.
Önceki yolculuklarda İstanbul’da olağan güvenlik önlemlerine ek olarak, ABD’nin ve Kanada’nın anlaşmalı oldukları güvenlik şirketleri tarafından ikinci ve daha sıkı kontrollerden geçirilmiştik. Ankara Esenboğa’da ikinci bir güvenlik denetimi olmaması dikkat çekiciydi.
Lufthansa uçağı 10 dakika gecikmeli olarak 06.15’te hareket etti. Alışılmış uyarıların ardından uçak havalandı, yemek daha doğrusu kahvaltı servisi başladı. Kahvaltı menüsü ve içecekler iyiydi ama mutfak söz konusu olduğunda THY’yi tek geçerim. Air Canada’nın mutfağı da fena değil. Amerikan Havayolları UA’nın mutfağı nasıl, göreceğiz.
Münih yolunda kısa molalarla uyuklamak dışında kitap okudum. Uçak Alman hava sahası içinde hayli etkili bir türbülansa girdi. Nihayet iniş için kemerlerimizi bağlamamız anons edildi. Yolcuların çoğunluğunun Türkiye uyruklu olmasına karşın anonsların Türkçe yapılmaması dikkat çekiciydi. Bir ara bant kaydı olduğu belli bir Türkçe anons başladı, birkaç saniye sonra kesildi.
Uçaktan indikten sonra karşımıza iki kuyruk çıktı. Biri olağan pasaport denetim kuyruğu, diğeri GHKL kapıları yazılı ikinci bir kuyruk. Tereddüt ettik hangisine gireceğimize. Bizim gibi tereddüt eden başka yolculara uyarılarda bulunan bir görevlinin Türkçe konuştuğunu duyar duymaz yanaşıp sorduk; bizi GHKL kuyruğuna yönlendirdi.
Burada aynen uçağa biniş öncesindeki gibi kontrolden geçtik. H kapıları UA’ya tahsis edilmiş. San Fransisco uçağı H18 kapısından yolcu alacak. Epey yürüdükten sonra H18 kapısına ulaştık. ABD’nin anlaşmalı olduğu güvenlik şirketi işte burada karşımıza çıktı. Neyse ki İstanbul’daki kadar sıkı ve sinir bozucu değildi. Sorgu sual, biraz da sohbet. Güvenlikçi Alman uyruklu Türkiyeli biri. Türkiye için endişeli, bize Türkiye’nin gidişatını soruyor. İyimser olmadığımızı söyleyip, asıl buradan nasıl göründüğünü soruyoruz. Güvenlikçi, Türkiye’nin Arap ülkesi olma yolunda hızla ilerediğini söylüyor. Haksız değil.
Uçağın kalkmasına üç buçuk saat var. Acıkmışız. Bir cafeye oturup yalnızca içecek alıyoruz, azığımızı açıyoruz. UA195 sefer sayılı uçak tam vaktinde kapıya geliyor. Uçuş kartlarımızda üçümüz ayrı sıralara verilmişiz. Can sıkıcı bir durum. Yolcular aramızda anlaşıp koltuk değişimi yaptık.
Uçak yerel saatle 12.15’te tam zamanında hareket etti. Çift koridorlu uçağın ekonomi sınıfında koltuk aralıkları ve ekranlar, okyanus aşırı uçuşlar için yeterli konfora sahip. Anonslar sadece İngilizce. Orta yaş ve üstü kabin görevlileri, yolcularla ilişkilerinde zarifler. Düz uçuşa geçişle ikram başladı. Nedense yazılı mönü dağıtılmadı. Kabin memurları sadece iki seçenek soruyor: Tavuk ya da anlayabildiğimiz kadarıyla pasta. Tavuklu mönüyü azçok biliyoruz, tercih etmiyoruz. Pasta diyoruz. Yumurtalı sosla pişirilmiş bir et yemeği ama nasıl bir yemek olduğunu pek anlayamadık. Çok da lezzetli değildi. İçki ikramında UA cimri çıktı, oniki saate yakın yolculuk boyunca sadece dört kadeh şarap. Ana yemeğin dışında iki defa da atıştırmalık ve çerez ikram edildi.
Dediğim gibi okyanus aşırı bu üçüncü yolculuk. Uçak, öncekiler gibi kalkıştan sonra nedense doğrudan hedefe yönelmek yerine burnunu kuzeye çeviriyor. Doğrudan hedefe yönelse daha kısa bir yolculuk olacak ama illa kuzeye doğru yarım daire çiziyor. Neyse. Hava bulutsuz. Norveç fiyortları seyredilmeyecek gibi değil. Deniz dalgalar nedeniyle laciret parke döşenmiş gibi. Fiyortların kıyıları yemyeşil, tepeler karlı belki de buzlu, sayılamayacak kadar da göllerle kaplı.
Norveç üzerinde de epey uçtuktan sonra uçak nihayet rotayı batıya çeviriyor. Artık okyanus üzerindeyiz. Kabin camları karartılıyor. Artık uyuyun mesajı. Öğle vakti yola çıkmışız, hemen uyku tutmuyor. Nerede olduğumuzu sadece ekrandan izleyebiliyoruz. Atlas Okyanusu, Gröndland, Kanada filan. Nihayet uyku bastırıyor. Uyandığımda San Fransisco’ya iki saat kalmış.
Önceki gelişimde gördüğüm kadarıyla ABD’nin Atlantik kıyıları yemyeşil. Uçaktan göründüğü kadarıyla Pasifik kıyıları öyle değil, yer yer çöl manzarası bile göze çarpıyor. San Fransisco’nun yerleşimi ise geometri dersi çalışılacak kadar düzenli görünüyor.
Uçak alçaldı alçaldı alçaldı, nerdeyse denize sıfır yükseklikteyiz. Kaptan bizi denize mi dökecek yoksa Ordu / Giresun ORGİ benzeri bir havaalanına mı indirecek derken tekerlekler piste değdi. San Fransisco havaalanı galiba deniz kıyısında. Uçak inmesine indi ama kapıya yanaşmak için neredeyse 1 saate yakın bekledi. Yolculuk 12 saate yakın sürmüş. Münih’ten öğle vakti havalanmıştık, geldik San Fransisco’da da öğle vakti. Jetlak sıkıntısı çekmemek için uygun bir zamanlama olsa gerek. Pasaport kuyruğu çok kalabalık, 1 saatte ancak ulaşabildik pasaport polisine. Sorgu sual sonrası, çıkış kapısında bagajlarımızda yasak eşya ve yiyecek olup olmadığı konusunda bir kez daha sorgu sual. Nihayet çıkış kapısındayız, Elif Cihan da karşımızda. Nasıl da özlemişiz.
Havaalanı iç hat treniyle garaja ulaşıp kiralık otomobille San Fransisco’nun yolunu tutuyoruz. Genel coğrafya bilgilerime göre Kaliforniya sıcak iklim kuşağında Akdeniz iklimine sahip, hatta yer yer çöllerle kaplı ama Ağustos ortasında San Fransisco serin mi serin. Eyalet genelinde bir tek San Fransisco’da hava böyle serin olurmuş. Öyle ki Ağustos ayı ortalama sıcaklığı gece 13 gündüz 25 derece arasında değişirmiş. Ankara’nın 40 dereceye yaklaşan sıcaklığından sonra San Fransisco serinliği iyi geldi doğrusu.
Otele yerleştikten sonra çok kısa mesafeli bir gezinti, sınırlı bir yiyecek içecek alışverişi, hafif bir yemek ve 20 saate yakın süren yolculuğun yorgunluğuyla derin uyku. Jetlak sıkıntısı çekmeden, dinlenmiş olarak ertesi güne uyanmak ne güzel. Uyandıktan sonra Yosemite National Park’a doğru yola çıktık...
Amerika’ya ilk yolculuğum 30 Mayıs 2013 günü başlamıştı. Üç hafta süreyle telefon kapalıydı, gazete televizyon sosyal medya boykotundaydım. Döndüğümde ne göreyim, Türkiye Gezi Direnişine sahne olmuş, memleket altüst olmuş. On günde ancak kavrayabilmiştim olan biteni.
İkinci yolculukta Küba’daydık. Telefon yine kapalıydı, ister istemez gazete televizyon sosyal medya boykotundaydık. Çünkü, Küba’da internet erişimi yok denecek kadar sınırlıydı. Yani memleketten haber alamamıştık. 1 Mayıs’ı Havana’da kutlamak güzeldi. Döndüğümüzde ne görelim, Sadrazam Davutzade, saray darbesine kurban gitmiş.
Amerika’ya bu üçüncü yolculuğum. Telefon yine kapalı, yine medya boykotundayım. Eylül ayı başında döndüğümde bakalım nasıl bir Türkiye göreceğim?

Nasıl bir Türkiye göreceğimi bilemesem de Amerika’da gördüklerimi ara ara anlatacağım. Gelecek yazıya değin şu kadarını söyleyeyim, Yosemite National Park mutlaka görülmesi gereken muhteşem bir doğa mucizesi.

3 yorum:

  1. Su gibi bir yazı olmuş... sanki roman okudum.☺kalemine sağlık diğer anektotlarını sabırsızlıkla bekliyorum.

    YanıtlaSil
  2. Su gibi bir yazı olmuş... sanki roman okudum.☺kalemine sağlık diğer anektotlarını sabırsızlıkla bekliyorum.

    YanıtlaSil
  3. Sevgili Yıldırım ailesine iyi tatiller iyi gezmeler dilerim. Ben bügün eymir yürüyüşümü yaptım

    YanıtlaSil