SEYAHATNAME-İ RAHMİ ÇELEBİ
OTURAN BOĞA'NIN ÇILGIN AT'IN ANILARINA SAYGIYLA
Amerika’yı yeniden keşif gezimizin
üçüncüsünde, ABD’nin en zengin eyaleti Kaliforniya’yı, Yosemite, Yellowstone,
Grand Canyon ve Grand Teton parklarını
dolaşırken, bölgenin antropolojisini etnolojisini aklımızdan hiç çıkarmadık. Nereye
gittiysek, Kolomb’un Hindistan zannederek Indians (Hintli) olarak adlandırdığı
yerli halkların nasıl bir soykırıma maruz kaldıklarına ilişkin işaretlerle karşılaştık. Yosemite’nin bulunduğu Kaliforniya’nın, Grand Canyon’un bulunduğu
Arizona’nın yanı sıra Yellowstone’nun bulunduğu Montana, Idaho, Wyoming
eyaletlerindeki yerli halklar da ABD’nin kuruluş sürecindeki katliamdan nasiplerini almışlar. Bunu öğrenmemiz, Indians
(daha çok bilinen bir adlandırmayla Kızılderili) soykırımına ilişkin düşüncemizin
daha da netleşmesini sağladı.
Esasen, ABD temelde iki paralel
savaşla kurulmuş: Doğuda Britanya Krallığı güçleriyle savaş, batıda Kızılderililerle
savaş. Missisipi Nehri’nin doğusundaki savaşta Kızılderililerin çoğu nedense Britanyalılarla
aynı safta yer almışlar. ABD’nin kuruluş sürecinin en yıkıcı savaşları ise
batıda Kızılderililere karşı verilmiş. Montana’da 1862–1863 Altına Hücumu ile
başlayan savaş Idoha, Orgeon ve Wyoming eyaletlerine de sıçramış. Savaş 1879’da
Kızılderililerin kesin yenilgisiyle sona ermiş. Savaşlar, zorunlu göç ve
iskânlar, salgın hastalıklar nedeniyle Kızılderililerin nerdeyse kökü kazınmış. Kızılderililer bugün 3 milyona
yaklaşan nüfuslarıyla ABD’nin toplam nüfusu içinde yüzde 1’in de altındalar ve rezervasyon denilen “koruma”
alanlarında kültürel soykırım yaşıyorlar.
Kızılderililer, çocukluğumun
gençliğimin western filmlerinde ve çizgi romanlarında hep ‘kahraman kovboy’a karşı savaşan, kafa derisi yüzen, vahşiler olarak
resmedilmişlerdi. Oysa ‘beyaz adam’
ile karşılaştıklarında ilkel kabileler halindeydiler ama hiç de vahşi
değillerdi; doğayla ve birbirleriyle barış içinde kolay bir yaşamları vardı. Yemek,
barınmak ve yaşamlarını sürdürmek için ihtiyaç duydukları her şeyi, yaşadıkları doğa onlara cömertce sunmuştu. İnsanın insanı sömürmesi fikrine bile yabancıydılar. Toprağı
gerçek ana belleyip kutsayan, o yüzden ölüme inanmayan Kızılderililer, bir
çiçeğin açarken mırıldandığı şarkıyı, kelebeğin kanatlarını çırpmasını, bir su
birikintisinde toplanmış kurbağaların vraklamasını, ağaçlardaki kuşların
cıvıltılarını, ormanların uğultusunu, fundalıklarda yükselen dolunayın
hışırtısını, bulutları dağıtan otları dalgalandıran rüzgârın sesini ve kokusunu
duymadan yaşamı duyumsamıyorlardı. Kolomb seyir günlüğüne Kızılderililer için “keskin silahları ilk kez gören, kötülüğü
hiç tanımayan ve hiç silahı olmayan bir halk” demişti. Toplumsal belleklerinde
sınıf savaşımları ve sömürüye başkaldırı yöntemleri değil, sadece ve sadece
doğanın bir parçası olarak doğayla ve birbirleriyle uyum içinde yaşamak vardı.
O yüzden ‘beyaz adam’ geldiğinde dostça karşıladılar; yemek verdiler, mısır
yetiştirmeyi, dağların çetin koşullarında hayatta kalmayı öğrettiler. Sahip
oldukları zenginlikleri hiç düşünmeden sundular ‘beyaz adam’a.
Oysa ‘beyaz adam’ kendi
ülkelerinden çeşitli nedenlerle kaçan kişilerden oluşuyordu. Suçlular, engisizyondan
kaçanlar, hiçbir işte tutunamamış bir baltaya sap olamamış serseriler, aç
kalmış yoksullar, geleneklerin baskısından kurtulmak ve yeni bir hayat kurmak
isteyen maceraperestler, kıtadaki altın madenlerinin hayaliyle kısa sürede
zenginleşme peşindeki para avcıları ...
Kızılderililerin ülkesine ‘demir at’ı, ‘gürleyen çubuk ve kaval’ı, ‘ateş
suyu’nu ‘beyaz adam’ getirmişti. Bilmedikleri hastalıklar da ‘beyaz adam’la
birlikte gelmişti. ‘Soluk benizli beyaz adam’ saldırıya geçtiğinde,
bilmedikleri hastalıklara yakalandıklarında, yurtlarından sürüldüklerinde, Kızılderililer çaresizce öldüler binlerce, on
binlerce, yüzbinlerce, milyonlarca...
Sadece kıta Amerikası
yerlilerinin kökü kazınmadı. Kıtanın adalarında da aynı soykırım yaşandı.
Kolomb, 1492 yılında ilk olarak Küba’ya ayak bastı, adanın İspanya krallığına
ait olduğunu ilan etti. Adaya 1511 yılında yerleşmeye başlayan İspanyollar öylesine vahşiydi ki, silahsız yerli halk içinde intihar salgını başladı. Dağlara
çekilen yerliler sömürgecilerle karşılaştıklarında kendilerini en derin
uçurumlara attılar. İspanyollar çiftliklerde çalıştıracak yerli köle kalmayınca
Afrika’nın siyah derili insanlarını köleleştirip Küba’ya taşıdılar. Küba’da yerli
halktan artakalan nüfusun bugün adanın doğusundaki birkaç aileden ibaret olduğu
söyleniyor...
Bir Afrika atasözü olarak
söylendiği üzere, “Ellerinde tüfek
olduğu müddetçe aslanların tarihini avcılar yazar.” Amerikan tarihi de,
daha genelde Batı tarihi, “vahşi ama
zayıf yerliler” üzerine yazılmış “uygar
beyaz adam” tarihidir! Dört hafta süren gezimizde bu tarihin dışında
hakikatin peşinde olduk. Vurgulamalı ki, Kızılderililerin kökünün kazındığı “vahşi batı”, ABD’nin gerçek kuruluş
öyküsüdür. Bu ülkenin harcı yerlilerin kanı ve köle zencilerin alınteri ile
karılmıştır. Kurucu Başkan George Washington, Kızılderililer için “Bu vahşi hayvanların tamamen imha edilmesi
gerekiyor” demişti.
Kurucu Başkan’ın dediği oldu, ABD
Kızılderililer başta olmak üzere zayıf ve güçsüz olanların kanı ve gözyaşı
üzerine kuruldu. Soykırımdan geriye Cherokee, Apache, Comanche, Chevrolet,
Pontiac, Fox, Chayanne, Navajo, Sioux, Iroqois, Seminol gibi Kızılderili kabile
isimleri kaldı. Amerikan sermayesi onların isimlerini de metalaştırdı; savaş
gemilerine, helikopterlere, otomobillere verdi. Şehirlerin cadde ve sokak
tabelalarında da bu isimlere rastlamak mümkün.
***
Zulüm nerede ve kime yönelik olursa
olsun direnişle karşılaşır. Ezilen halkların tarihinde zalimlerin hizmetine
giren işbirlikçiler kadar zulme karşı direniş kahramanlarına da yer vardır. Amerikan
yerlilerinin tarihinde de nice direniş kahramanı gelip geçmiş. Amerika kıtasına
bu üçüncü yolculuğumuz boyunca Kızılderili soykırımına direnişin efsane
kahramanları Oturan Boğa’yı ve Geronimo’yu, Çılgın At’ı saygıyla andık.
Western filmlerinde sıkça temsil
edilen Oturan Boğa (Tatanka İyotake),
1831’de Güney Dokato’da Sioux kabilesinin üyesi olarak doğdu, Gençliğinde cesareti, cömertliği
ve bilgeliği ile nam saldı; 1867’de Sioux kabilesinin reisi oldu. Altına Hücum, Oturan Boğa’nın bölgesine
de sıçradı; maden arayıcıları ABD ordusunun güvencesiyle Kızılderililere
saldırdılar.
Kızılderililere 1876 yılında
bölgeyi terketmeleri ve “koruma” altına alınmış alanlara, bir tür toplama kamplarına
yerleşmeleri emredildi. Ömrü eyersiz
at üstünde geçen, geyiklerle yarışan, bufalolarla güreşen, yaban hayvanlarıyla
dost olan ‘Güneşin Çocukları’ Sioux
kabilesi, telörgülerle çevrili hayatı reddetti. Çıkan savaşta ordu ağır kayıplar
vererek yenildi. Oturan Boğa, Amerikan 7. Süvari Alayı’nı yenen kabile reisi
olarak tarihe geçti. Savaşta Amerikan askeri tarihinin ünlü generallerinden
George Custer da öldürüldü.
Kazandığı savaşın ardından vuruşa
vuruşa çekilen Oturan Boğa nihayet Montana’da yakalandı, hapse atıldı. Hıristiyan
olması önerildi, reddetti. İki yıl hapis yattıktan sonra serbest bırakıldı; 1885’te
Amerika yerlilerine karşı yürütülen
savaşlardaki kılavuzluğu ile ün kazanmış bizon avcısı şovmen
ve asker Buffalo Bill’in ‘Vahşi
Batı Gösterisi’ne katılıp ABD ve Kanada’yı dolaştı. Tek başına 4 bin bizonu
öldürmekle övünen buffalo katilinin şovlarına malzeme olmak, halkını korumak
için katlandığı bir fedakârlık idi. Şovlarda kendi dilinden beyaz seyircilere küfretti,
beyaz seyirciler alkışlarla karşılık verdi. Bu gezisi sırasında, Kızılderililer
arasında Hayalet Dansı başladı. ‘Güneşin Çocukları’ yüzlerini boyayıp,
rengârenk boncuklarla işlenmiş elbiselerini giyip, yorgunluktan bayılıncaya değin
sessizce dans ettiler. Sessiz protestoya katlanamayan Amerikan hükümeti, Oturan
Boğa’nın başlattığını düşündüğü dansı yasakladı; yasağa uymayan Oturan Boğa ve
oğlu Karga Ayak, 1890’da kendisini kuşatan polislerle girdiği çatışmada
öldürüldüler. Öldüren polisler kendi halkından, bir zamanlar kendisiyle
birlikte beyazlara karşı savaşmış, sonra beyazların hizmetine girmiş eski
yoldaşlarıydı. Ne acı bir kader! Halkların tarihi buna benzer nice acılarla
dolu.
Apache savaşçısı Geronimo (Gokhlayeh)’nun öyküsü de
Oturan Boğa’nın öyküsü kadar tirajik. 1829’da New Mexico olarak adlandırılan
bölgede doğdu. Otuz yaşındayken eşi, annesi ve çocukları İspanyolların
düzenlediği katliamda öldü. Yüreğine intikam ateşi düşen Geronimo, Arizona ve
New Mexico’ya yerleşen beyazların korkulu rüyası oldu; cesareti ve
kahramanlığıyla Apache şeflerinin de saygısını kazandı. Defalarca yakalandı ama
özgür ruhlu bir Apache olarak her defasında kaçmayı başardı. En son 1885’te
kaçtı ve 1894 yılına kadar yakalanamadı. Her yanı didik didik arayan süvariler
Geronimo’nun izine bile rastlayamadılar. Sonunda askerler Geronimo’ya olan
öfkelerini halktan çıkardılar; köyleri basıp yaşlıları, kadınları, çocukları
öldürmeye başladılar. Bunun üzerine Geronimo teslim oldu ama katliamlar
durmadı. Geronimo 1909 yılında Oklahoma’da işkence ile öldürüldü.
Kahramanlarının ölümünü kabullenemeyen halkların tarihleri birbirlerine öyle
benziyor ki. Apacheler de, Geronimo’nun ölümünü kabullenmediler, Dumanlı Dağlara
kaçıp yaşamaya devam ettiğini anlatageldiler...
Yüzyıllar süren Kızılderili direnişi,
işbirlikçiliklerin yanısıra kahramanlık öyküleriyle de doludur. Kızılderili
halkların efsaneleştirdiği başka direniş kahramanları da vardır: Crazy Horse
(Çılgın At, Lakota / Sioux), Red Cloud (Kırmızı Bulut, Lakota /Sioux), Red
Horse ( Kırmızı At, Lakota / Sioux), Little Crow ( Küçük Karga, Lakota / Sioux),
Little Big Man ( Küçük Dev Adam, Oglala/ Lakota), Crow King ( Karga Kral, Hunkpapa)...
Bunca direnişe karşın ‘beyaz adam’a
güç yetiremedi Kızılderililer, vahşet karşısında daha fazla tutunamadılar. Doğal
yaşamlarından kopartılan Güneşin Çocukları, Toprak Ananın Evlatları bugün
Amerika’nın dört bir köşesinde, “rezervasyon alanı” denilen toplama kamplarında
yaşıyorlar. Ama beyaz adamın gözü doymuş değil. Vahşetini
çağdaşlaştırma kisvesi altında asimilasyon politikasıyla sürdürüyor. Altın ve para
hırsının erittiği Kızılderili kültürü heba olup gidiyor.
Altın ve para hırsıyla heba olup
giden sadece Kızılderili kültürü değil. Kızılderili atasözüyle “Son ırmak kuruduğunda, son ağaç yok
olduğunda, son balık öldüğünde; beyaz adam paranın yenmeyen bir şey olduğunu
anlayacak.”
Dört hafta süren gezimizde
Kızılderili olarak bildiğimiz Amerikan yerlilerinin yurtlarını dünya gözüyle
görmenin yanısıra, acıklı öykülerini de daha net kavradık. Nereye gittiysek, Çılgın
At, Oturan Boğa ve Geronimo karşıladı bizi. En son Yellowstone ve Grand Teton’u
dolaşırken iç sesimizden “Süper volkan
patlayacaksa, bu kez ‘beyaz adam’ın kendisinden zayıf savunmasız insanları vahşice
katletmesine duyduğu öfkeyle patlayacak” cümlesini duyduk!
***
Amerika’yı yeniden keşif
gezimizin üçüncüsü de sona erdi. Dördüncüsü ne zaman kısmet olur, nereleri
gezerim, ne gibi izlenimler ve bilgiler edinirim, bilemiyorum.
Amerika’ya ilk yolculuğum 30
Mayıs 2013 günü başlamıştı. Üç hafta süreyle telefon kapalıydı, gazete
televizyon sosyal medya boykotundaydım. Döndüğümde ne göreyim, Türkiye Gezi
Direnişine sahne olmuş, memleket altüst olmuş. On günde ancak kavrayabilmiştim
olan biteni. Bu ilk gezi izlenimlerini Gezi Direnişi’nin dışında kalmış olma
mahcubiyetinden yazamamıştım.
İkinci yolculukta Küba’daydım.
Telefon yine kapalıydı, ister istemez gazete televizyon sosyal medya
boykotundaydım. Çünkü, Küba’da internet erişimi yok denecek kadar sınırlıydı.
Yani memleketten haber alamamıştım. 1 Mayıs’ı Havana’da kutlamak güzeldi.
Döndüğümüzde ne göreyim, Sadrazam Davutzade, saray darbesine kurban gitmiş.
Üçüncü yolculukta da telefon
kapalıydı, yine medya boykotundaydım, memleketten haber almamıştım. Dönüp
dolaşan tilki hesabı kürkçü dükkânındayım. Dostlar “değişen bir şey yok” diyorlar.
Alışkanlıktan olsa gerek, 694 khk seri nolu faşizmi değişimden saymıyorlar.
Dördüncü yolculuk ne zaman kısmet
olur bilemiyorum. Umarım dördüncü yolculuk dönüşünde Türkiye çok köklü
değişmiştir, dindar kılıklı mafyozo faşizmin enkazında demokrasi çiçeği
açmıştır!
hoş geldin kardeşim sevgiler
YanıtlaSilHoş bulduk hemşerim. Selamlar saygılar.
Sil