6 Kasım 2017 Pazartesi

DEVRİMLERİN DEVRİMİ

İnsanlık tarihindeki en büyük devrim, 7 Kasım 1917 (Jülyen takvimine göre 25 Ekim) günü Rusya’da gerçekleşti. En büyük devrimin 100’üncü yıl dönümüdür, anısı önünde saygıyla eğilme ve yeniden ayağa kalkma vaktidir!!!
***

Anlık yerel girişimler dışında üretim araçlarının mülkiyeti tarihte ilk kez 1917 Ekim Devrimi ile emekçi sınıfların eline geçti. Ekim Devrimi, dünyanın 6’da 1’inde geçmişin sömürülen, aç ve cahil bırakılan emekçi sınıflarını iktidara getirmekle kalmadı, “halklar hapishanesi” olarak bilinen Çarlık Rusyası’nda halklar ve uluslar arasında eşitliğin ve kardeşliğin yolunu da açtı. Geçmiş politik ve sosyal devrimlerin egemen sınıflar içi hiyerarşiyi değiştirmesine karşılık Ekim Devrimi sınıflar hiyerarşisinde ezilen sınıfları tepeye çıkarması nedeniyle Devrimlerin Devrimi oldu.
Devrimci barutunu tüketerek Çarlık Rusyası’nın otokratik geleneklerine ve emperyalist kuşatmaya yenik düşse de Ekim Devrimi bugün de emekçi sınıfların ve ezilen halkların kurtuluş mücadelesinin en büyük ilham kaynağıdır. Bu yüzden, ezilen sınıf mücadelesinin en cılız döneminde bile küresel burjuvazi ve ideolojik sözcüleri, Ekim Devrimi’ni önemsizleştirme, itibarsızlaştırma, gözden düşürme ve nihayet insanlığın belleğinden silme çabalarından geri durmamaktadır.
Ekim Devrimi’ni gözden düşürme amaçlı önermelerden en çok bilineni, devrim değil “darbe” olduğu tezidir. Ekim Devrimi’nden hemen sonra dolaşıma sokulan “Ekim Darbesi” tezi devrimin mirasına konan bürokratik diktatörlüğün 1991’de çökmesi ve Sovyetler Birliği’nin dağılmasından sonra daha da yaygınlaştı. İddialı burjuva düşünürlerinin ardından sol liberaller ve kâbesini yitiren eski “komünistler” de kervana katıldılar. Kervana katılmakla kalmayıp, “Bana göre ‘anti-kapitalizm’ değil, bugün ‘alternatif-kapitalizm’ konsepti doğrudur” diye yazacak ölçüde alçalabildiler, devrimci düşünceye düşman kesildiler.[1]
İddiaya göre gerçek devrim Ekim’de değil, Şubat’ta yapıldı. Şubat Devrimi demokratik-parlamenter bir rejim getirecekti. Ancak bir avuç darbeci Bolşevik, 25 Ekim’de ayaklanarak iktidara elkoydular ve diktatörlüklerini kurdular.
Komünistler, devrimciler ve dürüst bilimadamları hemen her dönemde ısıtılan bu tezi her defasında bilimsel inceleme ve kitaplarla çürüttüler. Bu kitaplardan biri de Devrimlerin Devrimi adıyla kaleme alındı.[2]
Sorbonne Üniversitesi’nden öğretim üyesi Jean Elleinstein’ın imzasını taşıyan kitabın özelliği, sofistike teorik polemiklerin dışında son derece sade bir dille kaleme alınmış olması. Devrimlerin Devrimi bu özelliğiyle, sözcük ve terminoloji şehvetinin “tavan yaptığı” kitaplara düşkün entelektüellerden çok devrimci mücadelenin asli öznesi ve nesnesi olması gereken emekçilere hitabeden yalınlıkta.  
Elleinstein, devrimin öyküsünü 1914’te başlatıyor, anlık geriye dönüşler yaparak Birinci Dünya Savaşı arifesinde Rus İmparatorluğu’nun ekonomik, politik, kültürel, sınıfsal haritasını çıkarıyor. 
21 milyon 784 bin kilometre karelik alanda 174 milyon nüfus. Yüzde 85’i kırsal kesimde yaşıyor. Tarım ilkel yöntemlerle yapılıyor, saban bile lüks. Toprağın dörte biri topu topu 140 bin ailenin mülkiyetindedir. Köylü başına düşen toprak bir buçuk hektardan azdır. “Rus köylüsü, yani mujik ‘toprağa açtır’, yoksul köylülerin sayısı 85 milyondur.” (s:13)
Okuması yazması yoktur ama inanç sahibidir muijk, kadercidir. “Tanrı ve Çar öyle istiyor diye açlığa, savaşa, salgın hastalıklara ve sefalete genellikle rıza gösterilir. Savaşlarda da genellikle devşirmeci çavuşların köylerden topladığı köylüler kullanılır.” (s: 15)
Yoksul ve kırsal bir ülke görünmesine karşın Rusya’da modern bir kapitalizm gelişmiştir. Rusya o tarihte dünyanın beşinci büyük sanayi devletidir. Ne ki şirket sermayelerinin yüzde 40’ı yabancı kökenlidir, yani “Batı kapitalizminin bir tür ekonomik sömürgesidir Rusya.” (s: 17)
Rus kapitalizminin bir özelliği de belli merkezlerde yoğunlaşması ve tekelci karakteridir: 1914’te işletme başına 157 işçi çalışmaktadır. İşçi sınıfı 174 milyon nüfus içinde 3 milyon dolayındadır, devrimi yapacak olan da bu sınıftır.
Düzinelerce halkın boyunduruk altında tutulduğu imparatorluk hiçbir özgürlüğe geçit vermeyen otokrasiyle yönetilmektedir. Çarlık rejimi, polis, ordu ve kilise ile ayakta durmaktadır.  1905’te açılan Duma, vesayet altında parlamentodan başka bir şey değildir.
1914’te Rusya artık eskisi gibi yönetilememektedir, devrime gebedir. Elleinstein’ın deyişiyle “İmparatorluk, yüksek tansiyonun her an ölüme götürebileceği bir kalp hastası gibiydi.” (s: 49)
* * *

Devrimin ünlü yasasıdır, ya devrim savaşı önler ya da savaş devrime yol açar. Rusya’da da öyle olur. Elleinstein da kitabın ikinci bölümünde Şubat ve Ekim devrimlerinin öyküsünü anlatır.
Bolşevikler dışında tüm politik örgütler ve gruplar savaş istemekte ve savaş kapıya dayanınca Duma’yı hatırlayan Çar’ı alkışlamaktadır. Ne ki savaş, kalp hastasını komaya sokar. “Savaş yüzünden ağırlaşan Rusya’nın durumu, devrimci durum yaratır. Devrim ama hangi devrim. 1789 mu, Komün mü? Önce biri sonra öteki mi?” (s: 62)
Elleinstein bu tarihsel anda sınıfların ve temsilcisi bireylerin rolüne dikkat çekiyor; 1916 Aralık ayında sayıları sadece birkaç bin olan Bolşeviklerin topu topu bir yıl sonra, çürüyen rejimin haleflerine karşı zafer kazandıklarını vurguluyor.
Çünkü, savaş Rusya’yı bitirmiştir. Yoksul köylülerin toprak açlığına mutlak açlık eklenmiştir. Ordu bile doğru dürüst beslenememektedir. Asker kaçaklarının sayısı 1 milyonu geçmiştir. Açlık, kentlerdeki işçilerin de kâbusudur. Barış ertelenemez bir ihtiyactır. Rusya’nın savaşı sürdürecek takati kalmamıştır. Nihayet, (eski takvime göre) 1917 Şubat ayının sonunda “ekmek ve barış” sloganıyla ayağa kalkan kitlelerin eylemi Çarlığın sonunu getirir.
Şimdi ortada ikili bir iktidar vardır. Devletin yönetiminde soyluların ve burjuvaların Duması; sokaklarda ise işçi, köylü ve asker Sovyetleri. Devrimin kaderini ikisi arasındaki mücadele tayin edecektir. Bu anda Sovyetler içinde Bolşevikler henüz azınlıktadır.
Soyluların ve burjuvaların geçici hükümeti, halkın “ekmek ve barış” taleplerini karşılamak yerine, emperyalist savaşı sürdürme ve giderek Bolşeviklerin denetimine geçen Sovyetleri tasfiye etme peşindedir. Geçici hükümetin başkomutan atadığı General Kornilov’un komplosu maskeyi düşürür. Bolşevikler Sovyetlerde çoğunluğa geçerler. Lenin’in ısrarla savunduğu “Bütün iktidar Sovyetlere” sloganı gündelik sorun haline gelir. Bunun için silahlı ayaklanma gerekir, hem de çabucak. Çünkü meyve olgundur, devşirmekte geç kalınmamalıdır. Yoksa geçici hükümetin Petrograd’ı Almanlara teslim etmesi ve kitlelerin geç kalan Bolşeviklerden de kopması söz konusudur.
Bolşevikler geç kalmazlar. 25 Ekim sabahı (Batı takvimine göre 7 Kasım) Petrograd’ın kilit noktaları ele geçirilir. Öğleden sonra toplanan Petrograd Sovyetinde Lenin, “işçi ve köylü devriminin” zaferini duyurur. Akşam Tüm Rusya Sovyetleri Kongresi toplandığında, Kerensky hükümetinin üslendiği Kışlık Saray hâlâ düşmemiştir. Kışlık Saray sabaha karşı düşer ve Sovyet Kongresi’nde yeni bir çağın doğuşunu müjdelemek üzere Enternasyonal Marşı söylenir.
Ekim Devrimi darbe değil, işçi, köylü ve asker emekçilerin bağrından doğan Sovyetlerin eseri bir devrimdir. Elleinstein da, Lenin’in dirayetli liderliğine karşılık, Stalin ve Troçki’nin de aralarında olduğu liderlerin tutarsızlıklarına, tereddütlerine dikkat çektiği devrimin öyküsünü anlatırken, “Hiçbir şey 7 Kasım ayaklanmasını basit bir darbe gibi görmekten daha yanlış, tarihsel gerçeğe daha zıt olamaz.” diye not düşer. (s: 104)
* * *

Üçüncü bölüm, iç savaşın ve sosyalist iktidarın kurulmasının öyküsüdür. Elleinstein bu bölümde, Bolşeviklere yöneltilen “diktatörlük” suçlamalarına da yanıt veriyor.
Devrimi fırsat bilen Almanya saldırıya geçmiştir. “Alçaltıcı ama zorunlu bir barış” olarak Brest-Litovsk imzalanır. Bolşevikler iktidardadır; ama, “Devrime hasım olanların basını dilediğini yazmakta özgürdür. Siyasi partiler varlıklarını sürdürür. Geçici Hükümet’in birkaç eski bakanı ile birkaç eski Çarlık polisinden başka cezaevinde kalan pek yoktur.” (s: 135)
Ne ki, ilk kararnamesiyle halklara kendi kaderlerini tayin hakkını tanıyan, savaşı sona erdiren, üretim araçlarını ve toprağı kamu mülkiyetine geçiren, kadınları özgürleştiren Bolşevik iktidar rahat bırakılmayacaktır. Devrimci iktidar sayısız hasımla kuşatılır. Emperyalist müdahale, ayrıcalıklarını yitirmek istemeyen sınıfların örgütlediği beyaz ordular ve çeteler. Lenin’i öldüresiye yaralayan suikast… “Devrim sayısız hasma karşı koymak zorundadır, şiddetin kaçınılmaz gerekliliği buradan kaynaklanır. Duraksamak ölmek demektir. Bundan dolayı, Lenin’in kararlı itkisiyle (bir gün Kamenev ya da Zinoviyev, öbür gün Troçki ya da Stalin’in olmak üzere, birilerinin birçok duraksamalarına karşın) Bolşevikler duraksamadılar. Aralık ayından başlayarak, sağdaki partilerin çalışmaları yasaklanır ve kimi yöneticileri hapse atılır.” (s: 139)
Bolşevikler iki yıl süren iç savaşı da kazanırlar. Ne ki, iç savaştan geriye “tarlaları Moğol göçebelerce bozulmuş, fabrikaları yıkılmış, taşımacılığı işlemeyen, halkı cahil, açlık ve hastalığın kırıp geçirdiği bir Ortaçağ Rusyası” kalmıştır. (s: 162)
Sosyalizmin kurulması hiç de kolay olmayacaktır. 1913 yılının üretim rakamlarına 1927 yılında ancak ulaşılacaktır.
Elleinstein üçüncü ve son bölümde, Marx, Engels ve Lenin’in proleter devleti hiçbir zaman “diktatörlük” olarak tasarlamadıklarını, Rusya’da baskıcı devlet aygıtının iç savaşın zorlamasıyla ve Rusya’nın geleneklerine göre oluştuğunu da vurgulamaktadır.
Üstelik, uğradığı suikast Lenin’in sağlığını elinden almıştır. Parti işleri ve ülke yönetimiyle ilgilenememektedir. “Çok hoyrat” Stalin ve “ölçüsüzce kendine güvenli” Troçki’nin yanlışlıkları konusundaki uyarılarını bile dinletemez. Sağlığı yerindeyken de defalarca azınlıkta kalmış, ayaklanma sürecinde kimi mektupları aralarında Stalin’in de olduğu parti yöneticilerince sansürlenmiştir.
Elleinstein Devrimlerin Devrimi öyküsüne, “yol hâlâ uzun” uyarısıyla 1922 yılında ara veriyor.
Devrimlerin Devrimi, adını hak eden dolgunlukta ve sadelikte bir kitap.
***

Fotoğraftan da anlaşılacağı üzere, 14 Kasım 2009 tarih ve 65 sayılı BirGün Kitap’ta “Devrim ama hangi devrim?” başlığıyla yayımlanan yazıdır.
1990’lı yıllarda özel haber ajansı ANKA’da çalışırken, ajansın emekçileri Erdem Gül, Sedat Bozkurt, Adnan Keskin ve Rahmi Yıldırım olarak, en büyük devrimin yıldönümünde Sakarya Caddesi emekçileriyle buluşurduk! Bugünle kıyaslandığında ne güzel günlermiş meğer!..



[1] Nabi Yağcı, Alternatif Siyaset ve Kontra Siyaset, Taraf, 14 Eylül 2009.
[2] Jean Elleinstein, La Revolution Des Revolutions,  Editions Sociales, Paris 1967; Devrimlerin Devrimi, Çev. Kerem Kurtgözü, Başak Yayınları, Ankara 1986.

3 yorum:

  1. Yaşasın Tam Bağımsız Türkiye. Tek Yol Devrim. Sevgiler Rahmi kardeş

    YanıtlaSil
  2. Tam bağımsız Türkiye sloganı, sosyalist bir slogan değildir. Zira Dünya kapitalist sistemine karşı tavrını açıkça ortaya koymaz. Bu çembere, yani Dünya kapitalist-emperyalist sistemine bağlandığınız zincirleri kırıp dışına çıkmadan tam bağımsızlık da olmaz, özgürlük de. Bu nedenle fi tarihindeki ve artık tarihe mal olmuş ulusal burjuvazinin sloganı olan tam bağımsızlık yerine kapitalizme karşı ve sosyalist devrim tavrında söylenen sloganlardır günümüzün devrimci sloganları. Ama görüyoruz ki cenazesi çoktan kaldırılan ulusal burjuvazinin bu sloganını, prometer mücadelenin çoraklaştığı dönemde küçük burjuva akımlar, küçük burjuvazirin üst de değil alt ve belki orta katmanlarının temsilciliğine soyunanlar sahipleniyor.

    YanıtlaSil
  3. Rahmi abi, önerdiğin kitap iyi güzel de Stalin’e bunca giydirmesi hatalı. Şubat Devriminden sonraki dönemde bocalamayan hemen hemen tek bir Bolşevik yoktur. Bu Stalin için de geçerli. Ama Stalin, Lenin’in Nisan tezlerini en iyi kavrayan veen erken kasul eden Bolşeviklerdendir. Sonuç itibariyle Stalin Lenin düzeyinde bir teorisyen ve filozof değildir. Aslında Troçki’ye atfedilen teorisyenlik de doğru değildir. O ne yazdıysa hocası olan Parvus Efendi’nin tezleri çerçevesinde yazmıştır. Troçki de aslında politik bir şahsilettir, ama hep devrimin zayıflığının ve bundan duyduğu korkunun politikasını yapmıştır. Telifi kendisine ait olmayan sürekli devrim tezi de, Sosyalizmin SSCB’de yaşayamayacağı fikri de hep bu korkunun ve emekçi sınıflara güvensizliğinin bir sonucudur. Ama devrimin yıkımacağı fikri yerine devrimin yaşatılacağı fikri saskın gelmiş ve ilkte yer alanlar tasfiye edilmişlerdir. Lenin yaşasaydı da bu tasfiyemer, belki daha farklı sir tarzda yine yaşanırdı diye de düşünüyorum.

    YanıtlaSil