İnsanlık tarihindeki en büyük
devrim, 7 Kasım 1917 (Jülyen takvimine göre 25 Ekim) günü Rusya’da gerçekleşti.
En büyük devrimin 100’üncü yıl dönümüdür, anısı önünde saygıyla eğilme ve
yeniden ayağa kalkma vaktidir!!!
***
Anlık yerel girişimler dışında
üretim araçlarının mülkiyeti tarihte ilk kez 1917 Ekim Devrimi ile emekçi
sınıfların eline geçti. Ekim Devrimi,
dünyanın 6’da 1’inde geçmişin sömürülen, aç ve cahil bırakılan emekçi
sınıflarını iktidara getirmekle kalmadı, “halklar hapishanesi” olarak bilinen
Çarlık Rusyası’nda halklar ve uluslar arasında eşitliğin ve kardeşliğin yolunu
da açtı. Geçmiş politik ve sosyal devrimlerin egemen sınıflar içi hiyerarşiyi
değiştirmesine karşılık Ekim Devrimi sınıflar hiyerarşisinde ezilen sınıfları
tepeye çıkarması nedeniyle Devrimlerin
Devrimi oldu.
Devrimci barutunu tüketerek
Çarlık Rusyası’nın otokratik geleneklerine ve emperyalist kuşatmaya yenik düşse
de Ekim Devrimi bugün de emekçi sınıfların ve ezilen halkların kurtuluş mücadelesinin
en büyük ilham kaynağıdır. Bu yüzden, ezilen sınıf mücadelesinin en cılız
döneminde bile küresel burjuvazi ve ideolojik sözcüleri, Ekim Devrimi’ni
önemsizleştirme, itibarsızlaştırma, gözden düşürme ve nihayet insanlığın
belleğinden silme çabalarından geri durmamaktadır.
Ekim Devrimi’ni gözden düşürme
amaçlı önermelerden en çok bilineni, devrim değil “darbe” olduğu tezidir. Ekim
Devrimi’nden hemen sonra dolaşıma sokulan “Ekim Darbesi” tezi devrimin mirasına
konan bürokratik diktatörlüğün 1991’de çökmesi ve Sovyetler Birliği’nin
dağılmasından sonra daha da yaygınlaştı. İddialı burjuva düşünürlerinin
ardından sol liberaller ve kâbesini yitiren eski “komünistler” de kervana
katıldılar. Kervana katılmakla kalmayıp, “Bana
göre ‘anti-kapitalizm’ değil, bugün ‘alternatif-kapitalizm’ konsepti doğrudur”
diye yazacak ölçüde alçalabildiler, devrimci düşünceye düşman kesildiler.[1]
İddiaya göre gerçek devrim
Ekim’de değil, Şubat’ta yapıldı. Şubat Devrimi demokratik-parlamenter bir rejim
getirecekti. Ancak bir avuç darbeci Bolşevik, 25 Ekim’de ayaklanarak iktidara
elkoydular ve diktatörlüklerini kurdular.
Komünistler, devrimciler ve
dürüst bilimadamları hemen her dönemde ısıtılan bu tezi her defasında bilimsel
inceleme ve kitaplarla çürüttüler. Bu kitaplardan biri de Devrimlerin Devrimi adıyla kaleme alındı.[2]
Sorbonne Üniversitesi’nden
öğretim üyesi Jean Elleinstein’ın imzasını taşıyan kitabın özelliği, sofistike
teorik polemiklerin dışında son derece sade bir dille kaleme alınmış olması. Devrimlerin
Devrimi bu özelliğiyle, sözcük ve terminoloji şehvetinin “tavan yaptığı”
kitaplara düşkün entelektüellerden çok devrimci mücadelenin asli öznesi ve
nesnesi olması gereken emekçilere hitabeden yalınlıkta.
Elleinstein, devrimin öyküsünü
1914’te başlatıyor, anlık geriye dönüşler yaparak Birinci Dünya Savaşı
arifesinde Rus İmparatorluğu’nun ekonomik, politik, kültürel, sınıfsal
haritasını çıkarıyor.
21 milyon 784 bin kilometre
karelik alanda 174 milyon nüfus. Yüzde 85’i kırsal kesimde yaşıyor. Tarım ilkel
yöntemlerle yapılıyor, saban bile lüks. Toprağın dörte biri topu topu 140 bin
ailenin mülkiyetindedir. Köylü başına düşen toprak bir buçuk hektardan azdır. “Rus köylüsü, yani mujik ‘toprağa açtır’,
yoksul köylülerin sayısı 85 milyondur.” (s:13)
Okuması yazması yoktur ama inanç
sahibidir muijk, kadercidir. “Tanrı ve
Çar öyle istiyor diye açlığa, savaşa, salgın hastalıklara ve sefalete
genellikle rıza gösterilir. Savaşlarda da genellikle devşirmeci çavuşların
köylerden topladığı köylüler kullanılır.” (s: 15)
Yoksul ve kırsal bir ülke görünmesine
karşın Rusya’da modern bir kapitalizm gelişmiştir. Rusya o tarihte dünyanın
beşinci büyük sanayi devletidir. Ne ki şirket sermayelerinin yüzde 40’ı yabancı
kökenlidir, yani “Batı kapitalizminin
bir tür ekonomik sömürgesidir Rusya.” (s: 17)
Rus kapitalizminin bir özelliği
de belli merkezlerde yoğunlaşması ve tekelci karakteridir: 1914’te işletme
başına 157 işçi çalışmaktadır. İşçi sınıfı 174 milyon nüfus içinde 3 milyon
dolayındadır, devrimi yapacak olan da bu sınıftır.
Düzinelerce halkın boyunduruk
altında tutulduğu imparatorluk hiçbir özgürlüğe geçit vermeyen otokrasiyle
yönetilmektedir. Çarlık rejimi, polis, ordu ve kilise ile ayakta
durmaktadır. 1905’te açılan Duma,
vesayet altında parlamentodan başka bir şey değildir.
1914’te Rusya artık eskisi gibi
yönetilememektedir, devrime gebedir. Elleinstein’ın deyişiyle “İmparatorluk, yüksek tansiyonun her an
ölüme götürebileceği bir kalp hastası gibiydi.” (s: 49)
* * *
Devrimin ünlü yasasıdır, ya
devrim savaşı önler ya da savaş devrime yol açar. Rusya’da da öyle olur. Elleinstein
da kitabın ikinci bölümünde Şubat ve Ekim devrimlerinin öyküsünü anlatır.
Bolşevikler dışında tüm politik
örgütler ve gruplar savaş istemekte ve savaş kapıya dayanınca Duma’yı
hatırlayan Çar’ı alkışlamaktadır. Ne ki savaş, kalp hastasını komaya sokar. “Savaş yüzünden ağırlaşan Rusya’nın durumu,
devrimci durum yaratır. Devrim ama hangi devrim. 1789 mu, Komün mü? Önce biri
sonra öteki mi?” (s: 62)
Elleinstein bu tarihsel anda
sınıfların ve temsilcisi bireylerin rolüne dikkat çekiyor; 1916 Aralık ayında
sayıları sadece birkaç bin olan Bolşeviklerin topu topu bir yıl sonra, çürüyen
rejimin haleflerine karşı zafer kazandıklarını vurguluyor.
Çünkü, savaş Rusya’yı
bitirmiştir. Yoksul köylülerin toprak açlığına mutlak açlık eklenmiştir. Ordu
bile doğru dürüst beslenememektedir. Asker kaçaklarının sayısı 1 milyonu
geçmiştir. Açlık, kentlerdeki işçilerin de kâbusudur. Barış ertelenemez bir
ihtiyactır. Rusya’nın savaşı sürdürecek takati kalmamıştır. Nihayet, (eski
takvime göre) 1917 Şubat ayının sonunda “ekmek ve barış” sloganıyla ayağa
kalkan kitlelerin eylemi Çarlığın sonunu getirir.
Şimdi ortada ikili bir iktidar
vardır. Devletin yönetiminde soyluların ve burjuvaların Duması; sokaklarda ise
işçi, köylü ve asker Sovyetleri. Devrimin kaderini ikisi arasındaki mücadele
tayin edecektir. Bu anda Sovyetler içinde Bolşevikler henüz azınlıktadır.
Soyluların ve burjuvaların geçici
hükümeti, halkın “ekmek ve barış” taleplerini karşılamak yerine, emperyalist
savaşı sürdürme ve giderek Bolşeviklerin denetimine geçen Sovyetleri tasfiye
etme peşindedir. Geçici hükümetin başkomutan atadığı General Kornilov’un
komplosu maskeyi düşürür. Bolşevikler Sovyetlerde çoğunluğa geçerler. Lenin’in
ısrarla savunduğu “Bütün iktidar Sovyetlere” sloganı gündelik sorun haline
gelir. Bunun için silahlı ayaklanma gerekir, hem de çabucak. Çünkü meyve
olgundur, devşirmekte geç kalınmamalıdır. Yoksa geçici hükümetin Petrograd’ı
Almanlara teslim etmesi ve kitlelerin geç kalan Bolşeviklerden de kopması söz
konusudur.
Bolşevikler geç kalmazlar. 25
Ekim sabahı (Batı takvimine göre 7 Kasım) Petrograd’ın kilit noktaları ele
geçirilir. Öğleden sonra toplanan Petrograd Sovyetinde Lenin, “işçi ve köylü
devriminin” zaferini duyurur. Akşam Tüm Rusya Sovyetleri Kongresi toplandığında,
Kerensky hükümetinin üslendiği Kışlık Saray hâlâ düşmemiştir. Kışlık Saray
sabaha karşı düşer ve Sovyet Kongresi’nde yeni bir çağın doğuşunu müjdelemek
üzere Enternasyonal Marşı söylenir.
Ekim Devrimi darbe değil, işçi,
köylü ve asker emekçilerin bağrından doğan Sovyetlerin eseri bir devrimdir. Elleinstein
da, Lenin’in dirayetli liderliğine karşılık, Stalin ve Troçki’nin de aralarında
olduğu liderlerin tutarsızlıklarına, tereddütlerine dikkat çektiği devrimin
öyküsünü anlatırken, “Hiçbir şey 7 Kasım
ayaklanmasını basit bir darbe gibi görmekten daha yanlış, tarihsel gerçeğe daha
zıt olamaz.” diye not düşer. (s: 104)
* * *
Üçüncü bölüm, iç savaşın ve
sosyalist iktidarın kurulmasının öyküsüdür. Elleinstein bu bölümde,
Bolşeviklere yöneltilen “diktatörlük” suçlamalarına da yanıt veriyor.
Devrimi fırsat bilen Almanya
saldırıya geçmiştir. “Alçaltıcı ama zorunlu bir barış” olarak Brest-Litovsk
imzalanır. Bolşevikler iktidardadır; ama, “Devrime
hasım olanların basını dilediğini yazmakta özgürdür. Siyasi partiler
varlıklarını sürdürür. Geçici Hükümet’in birkaç eski bakanı ile birkaç eski
Çarlık polisinden başka cezaevinde kalan pek yoktur.” (s: 135)
Ne ki, ilk kararnamesiyle
halklara kendi kaderlerini tayin hakkını tanıyan, savaşı sona erdiren, üretim
araçlarını ve toprağı kamu mülkiyetine geçiren, kadınları özgürleştiren
Bolşevik iktidar rahat bırakılmayacaktır. Devrimci iktidar sayısız hasımla
kuşatılır. Emperyalist müdahale, ayrıcalıklarını yitirmek istemeyen sınıfların
örgütlediği beyaz ordular ve çeteler. Lenin’i öldüresiye yaralayan suikast… “Devrim sayısız hasma karşı koymak
zorundadır, şiddetin kaçınılmaz gerekliliği buradan kaynaklanır. Duraksamak
ölmek demektir. Bundan dolayı, Lenin’in kararlı itkisiyle (bir gün Kamenev ya
da Zinoviyev, öbür gün Troçki ya da Stalin’in olmak üzere, birilerinin birçok
duraksamalarına karşın) Bolşevikler duraksamadılar. Aralık ayından başlayarak,
sağdaki partilerin çalışmaları yasaklanır ve kimi yöneticileri hapse atılır.”
(s: 139)
Bolşevikler iki yıl süren iç
savaşı da kazanırlar. Ne ki, iç savaştan geriye “tarlaları Moğol göçebelerce
bozulmuş, fabrikaları yıkılmış, taşımacılığı işlemeyen, halkı cahil, açlık ve
hastalığın kırıp geçirdiği bir Ortaçağ Rusyası” kalmıştır. (s: 162)
Sosyalizmin kurulması hiç de
kolay olmayacaktır. 1913 yılının üretim rakamlarına 1927 yılında ancak
ulaşılacaktır.
Elleinstein üçüncü ve son
bölümde, Marx, Engels ve Lenin’in proleter devleti hiçbir zaman “diktatörlük”
olarak tasarlamadıklarını, Rusya’da baskıcı devlet aygıtının iç savaşın
zorlamasıyla ve Rusya’nın geleneklerine göre oluştuğunu da vurgulamaktadır.
Üstelik, uğradığı suikast
Lenin’in sağlığını elinden almıştır. Parti işleri ve ülke yönetimiyle
ilgilenememektedir. “Çok hoyrat” Stalin ve “ölçüsüzce kendine güvenli”
Troçki’nin yanlışlıkları konusundaki uyarılarını bile dinletemez. Sağlığı
yerindeyken de defalarca azınlıkta kalmış, ayaklanma sürecinde kimi mektupları
aralarında Stalin’in de olduğu parti yöneticilerince sansürlenmiştir.
Elleinstein Devrimlerin Devrimi
öyküsüne, “yol hâlâ uzun” uyarısıyla 1922 yılında ara veriyor.
Devrimlerin Devrimi, adını hak
eden dolgunlukta ve sadelikte bir kitap.
***
Fotoğraftan da anlaşılacağı
üzere, 14 Kasım 2009 tarih ve 65 sayılı BirGün
Kitap’ta “Devrim ama hangi devrim?” başlığıyla yayımlanan yazıdır.
1990’lı yıllarda özel haber
ajansı ANKA’da çalışırken, ajansın emekçileri Erdem Gül, Sedat Bozkurt, Adnan
Keskin ve Rahmi Yıldırım olarak, en büyük devrimin yıldönümünde Sakarya Caddesi
emekçileriyle buluşurduk! Bugünle kıyaslandığında ne güzel günlermiş meğer!..
Yaşasın Tam Bağımsız Türkiye. Tek Yol Devrim. Sevgiler Rahmi kardeş
YanıtlaSilTam bağımsız Türkiye sloganı, sosyalist bir slogan değildir. Zira Dünya kapitalist sistemine karşı tavrını açıkça ortaya koymaz. Bu çembere, yani Dünya kapitalist-emperyalist sistemine bağlandığınız zincirleri kırıp dışına çıkmadan tam bağımsızlık da olmaz, özgürlük de. Bu nedenle fi tarihindeki ve artık tarihe mal olmuş ulusal burjuvazinin sloganı olan tam bağımsızlık yerine kapitalizme karşı ve sosyalist devrim tavrında söylenen sloganlardır günümüzün devrimci sloganları. Ama görüyoruz ki cenazesi çoktan kaldırılan ulusal burjuvazinin bu sloganını, prometer mücadelenin çoraklaştığı dönemde küçük burjuva akımlar, küçük burjuvazirin üst de değil alt ve belki orta katmanlarının temsilciliğine soyunanlar sahipleniyor.
YanıtlaSilRahmi abi, önerdiğin kitap iyi güzel de Stalin’e bunca giydirmesi hatalı. Şubat Devriminden sonraki dönemde bocalamayan hemen hemen tek bir Bolşevik yoktur. Bu Stalin için de geçerli. Ama Stalin, Lenin’in Nisan tezlerini en iyi kavrayan veen erken kasul eden Bolşeviklerdendir. Sonuç itibariyle Stalin Lenin düzeyinde bir teorisyen ve filozof değildir. Aslında Troçki’ye atfedilen teorisyenlik de doğru değildir. O ne yazdıysa hocası olan Parvus Efendi’nin tezleri çerçevesinde yazmıştır. Troçki de aslında politik bir şahsilettir, ama hep devrimin zayıflığının ve bundan duyduğu korkunun politikasını yapmıştır. Telifi kendisine ait olmayan sürekli devrim tezi de, Sosyalizmin SSCB’de yaşayamayacağı fikri de hep bu korkunun ve emekçi sınıflara güvensizliğinin bir sonucudur. Ama devrimin yıkımacağı fikri yerine devrimin yaşatılacağı fikri saskın gelmiş ve ilkte yer alanlar tasfiye edilmişlerdir. Lenin yaşasaydı da bu tasfiyemer, belki daha farklı sir tarzda yine yaşanırdı diye de düşünüyorum.
YanıtlaSil