BEKA MESELESİ DEĞİL KÜRT MESELESİ
Tam 62 yıl önceydi; yani 1957
yılıydı. İktidarda Demokrat Parti DP, muhalefette CHP vardı. Ekonomik ve siyasi
kriz baş göstermiş, DP erken seçim kararı almıştı.
DP liderleri Celal Bayar ve Adnan
Menderes, seçim kampanyasında muhalefeti “memleketin
ekonomik gelişimini önlemek”, “milli
iradeden korkmak” ve “milli iradeye
karşı sabotaj düzenlemek”; “fesat
ocağı”, “kin ve husumet cephesi”
kurmak ile suçluyorlar, seçimlerin beka
meselesi olduğunu savunuyorlardı. DP liderleri iktisadi istiklal mücadelesi
verdiklerini, Osmanlı İmparatorluğu dönemi dahil, ekonomide 1950’ye kadar yapılanların
üç mislini yaptıklarını öne sürüyorlardı…Bu kampanyanın devamı olarak Menderes
ve Bayar, seçimlerin ardından muhalefetin “kin
ve husumet cephesi”ne karşı “Vatan
Cephesi”ni kurmuşlardı. Menderes ayrıca ‘Ben bu millete odunu aday
göstersem, onu mebus seçtiririm” diyordu…
Aradan 62 yıl geçmiş… Bugünkü
seçim kampanyasına ne kadar benziyor değil mi? Sanki aradan 62 yıl geçmemiş. Altı
üstü belediye başkanı ve muhtar seçilecek; genel seçim değil, mahalli seçim
yani. Ama iktidardaki AKP Genel Başkanı Recep Tayyip Erdoğan ve MHP Başkanı Devlet
Bahçeli (ne ilgisi varsa) İstanbul’u, Ankara’yı ve diğer büyük kentleri Cumhur
İttifakı alamazsa Türkiye’nin parçalanacağı, devletin elden gideceği yolunda propaganda
yürütüyorlar.
Bahçeli ve Erdoğan, devleti ve
ülkeyi kaptırmamak için Cumhur İttifakı’nı
kurmuşlar, muhalefetin Millet İttifakı’nı
“Zillet ve İllet İttifakı” diye karalıyorlar,
terör ve ihanet cephesi kurmakla suçluyorlar.
Devlet Bahçeli sürekli “31 Mart seçimleri uçurumdan önceki son
çıkıştır. Yalnızca belediye başkanı seçmeyeceğiz. Ya bela diyeceğiz ya
beka diyeceğiz” diye konuşuyor.
Recep Tayyip Erdoğan “31 Mart salt mahalli idare seçimi değildir.
Bu seçimler, ülkemiz açısından beka meselesine, beka seçimine dönüşmüştür”
diye ekliyor.
Devlet Bahçeli, “İstanbul son siperdir, bu siper düşerse
Türkiye’miz gider” diyor.
Recep Tayyip Erdoğan, “Allah’ın izniyle, bir çağın kapanıp bir
çağın açıldığı bu şehri kıyamete kadar bir İslam şehri Türk şehri olarak
korumaya devam edeceğiz” diye pekiştiriyor.
Hemen her mitingte, salon
toplantısında, televizyon ekranında böyle atıp tutuyorlar.
Ayıptır anımsatması, Erdoğan 22’nci
muhtarlar toplantısında “Ben
gidersem devlet yıkılır” bile demişti.
Yine ayıptır anımsatması, Damat
Berat Albayrak da “Cumhurbaşkanımız
çıksa, şuradan Ay’a kadar 4 şeritli yol yapacağım dese, seçmenimiz inanır. Yani Ak Parti çıtayı öyle bir noktaya koydu”
demişti.
***
AKIL VE RUH SAĞLIĞI DÜZLEMİNDE BEKA
Söylemeye dilim varmıyor, akıl ve
ruh sağlığına ilişkin ulusal düzeyde bir sorun var ortada. Belki de beka
sorununu akıl ve ruh sağlığı düzeyinde düşünmek gerekiyor.
Beka sorunu demek, ülkenin
geleceğinin olmaması veya en azından bir kısmının elden çıkması
demek. Düşman kapıya dayanmış, her an Türkiye’yi istila etmeye parçalamaya
hazır yani!
Öyleyse biraz geriye, Birinci
Cihan Harbi ve İstiklal Harbi yıllarına bakalım. Gerçek anlamda beka mücadelesi
yıllarıydı. Kazanamasak cidden yok olabilirdik. Dönemin global muktediri İngiliz
siyasetçiler, Türkler’in geldikleri yere, yani Orta Asya’ya sürülmeleri
gerektiğini bile söylüyorlardı. Cihan Harbi İngiltere’nin başını çektiği
Düvel-i Muazzama’nın yani İtilaf Devletleri’nin zaferiyle sonuçlandı; Osmanlı,
Mondros Mütarekesi ve Sevr Andlaşması’nı imzalamak zorunda kaldı. Devletin son
savunma mevzileri düştü, tersanelerine girildi, asker terhis edildi. Düvel-i
Muazzama askerleri gözlerine kestirdikleri her yeri işgal ediyorlar. Anadolu’da
ve Trakya’da işgale ve ilhaka karşı Redd-i İlhak ve Müdafa-i Hukuk Cemiyetleri
kurulmuş, kurtuluş çareleri aranıyor. Ankara’da Mustafa Kemal Paşa önderliğinde
“Hakimiyet bila kaydü şart milletindir”
sloganıyla toplanan parlamento, İstiklal Harbi’ne hazırlanıyor. Mehmet Akif’in “Allah bir daha bu millete İstiklal Marşı
yazdırtmasın” dediği yıllar. Sözcüğün
gerçek anlamıyla beka yılları yani!
***
İSTİKLAL HARBİNDE DEĞİLİZ
Bugün İstiklal Harbi’ndeki gibi
beka durumu yok; tersine, Türkiye kendi sınırları dışına bile silahlı güç
gönderebiliyor. Dahası, ABD’nin işgal altındaki Golan tepelerini İsrail’e ikram
eden kararına karşın bölge, yani Ortadoğu nispeten sakin bir dönemden geçiyor.
PKK eylemleri yok denecek kadar azalmış, IŞİD’in (elinde tek metrekare toprak
kalmamacasına) yenildiği ilan edilmiş. Toprak kaybı riski anlamında alarmı destekleyecek
bir siyasi ortam yok yani.
O halde neden beka sorunu; hem de
yerel seçimde? Örneğin, Recep Tayyip Erdoğan alışılmış ses tonu ve vurgusuyla deseydi
ki, “Kardeşlerim, ben bu ülkenin
cumhurbaşkanıyım. Belediye başkanı ve muhtar seçimi yapılacak. Ak oylarınızla
kimi seçerseniz seçin, razıyım. Yürütmenin başı olarak, hepsine yardımcı
olacağım, şehirlerimizi köylerimizi daha müreffeh ve yaşanabilir yerler haline
getirmek için el birliğiyle çalışacağız.”
Cumhurbaşkanı böyle dese ve
taşıdığı sıfatın gereği tarafsız kalsa (kendisine oy vermeyen mahalle sakinlerine
azıcık saygılı bir dil kullansaydı) ne olurdu? Sorunun yanıtı öylesine açık ki.
Seçmen kutuplaşmaz, dinci mahalle laik mahalle diye ayrışıp cepheleşmez, sadece
yerel seçime odaklanır ve kim daha iyi hizmet verir yarışmasına bakardı.
Ama öyle olmadı. Cumhur İttifakı
liderleri olarak AKP Genel Başkanı Recep Tayyip Erdoğan ve Devlet Bahçeli,
seçimi beka hesaplaşmasına çevirdiler. (Bu liderlere kanıp beka meselesini
ciddiye alanlara tavsiyemdir: ‘Beka’ gibi ulusal düzeyde varlık
yokluk kavramları ve duyarlılık yerel seçim gibi ilgisiz koşullarda harcanmamalıdır.
Belediye seçimini bekaya ayarlamak, Tanrı göstermesin, gerçekten varlık-yokluk
virajına girildiğinde zaafa yol açar. Temel hak ve özgürlükleri hukuk devletinin
güvencesine bağlamış, toplumsal barışı sağlamış, üretim ve refah artışından
uyruklarını hakça yararlandıran, yani yaşanabilir ülke olmuş toplumları,
devletleri dışarıdan kimse bölemez. Gerçekten bir beka çıkmazına girildiyse,
halkının yarısından fazlasıyla kavgalı, kin ve nefret ilişkisi kuran liderlerle
o çıkmazdan çıkılmaz.)
***
MİLLİ BİRLİK BERABERLİĞE EN ÇOK İHTİYAÇ DUYDUĞUMUZ GÜNLER
Sözü uzatmayayım. Adnan Menderes
ve Celal Bayar’ın suçlamaları ve cepheleştirme çabaları 27 Mayıs darbesiyle noktalanmıştı.
Bugün elbette böyle bir olasılık yok, yani kimse askeri darbe beklemiyor;
bekleyen varsa da Allah ıslah etsin, akıl fikir ihsan eylesin amin!!!
Aradan 62 yıl geçtikten sonra bir
darbe felaketi söz konusu değilken beka sorunundan söz ediliyor. Gerek Devlet
Bahçeli gerekse Tayyip Erdoğan belediye seçimini beka sorunu olarak propaganda
ediyorlar. Oysa 2015 seçimlerine kadar kimse Türkiye’nin beka sorunu yaşadığını
söylemiyordu; ne Erdoğan beka sorunundan bahsetmişti ne de Bahçeli.
Bugün bekadan söz ederken de
kendi kendileriyle çelişiyorlar, tutarlı olamıyorlar. Ne söyleseler, kendi
ayaklarına sıkıyorlar.
Bir taraftan “Beka sorunu var” diyorlar, diğer
taraftan “Cumhuriyet tarihinin en
güçlü dönemini yaşıyoruz” diye böbürleniyorlar.
Bir taraftan “Üst akıl ülkemizi yok etmeye çalışıyor” diyorlar,
diğer taraftan Kerkük, Musul, Atina, Sofya, hatta Moskova vs. gibi sınırlarımız
dışındaki şehirlere plaka numarası veriyorlar; akşam namazını Moskova’da
kılmaktan söz ediyorlar!!!
Diktatörlüklere karşı mücadele
palavrasıyla Irak, Libya ve Suriye’ye düzenlenen emperyalist saldırı ve
işgallere destek veriyorlar, Sudan’da yüzbinlerce Müslümanı katleden diktatöre
kırmızı halı seriyorlar. Sonra ülkemizi parçalamaya çalışan dış güçlerden
yakınıyorlar.
Peki bunca tutarsızlığa neden
düşüyorlar, neden “31 Mart seçimi beka
seçimidir” diyorlar?
Yaşanan ekonomik, siyasi ve
diplomatik kriz nedeniyle, kendi bekalarını ulusal bekaya çevirdikleri
söylenebilir. Doğrudur. Ergenlik çağımdan bugüne, tarih vermek gerekirse,
askeri liseye girdiğim 1971 yılından bugüne en çok duyduğum klişe “milli birlik ve beraberliğe en çok ihtiyaç
duyduğumuz şu günlerde” klişesidir. Bu klişeyi ilk kez, 1971 yılı
sonbaharında Kuleli Askeri Lisesi’ni teftiş eden İstanbul Sıkıyönetim Komutanı
Faik Türün’den duyduğumu anımsıyorum. İlk duyduğumda çocuk aklımla çok
heyecanlanmıştım. Yaş ilerledikçe çocuksu hamasi heyecanın yerini bilinç aldı.
O gündür bu gündür, aynı klişeyi duyarım. Bugün de beka diye tekrarlanıyor.
Sözü uzatmayayım. O günlerdeki
beka meselesi, yani “milli birlik ve
beraberliğe en çok ihtiyaç duyulması”, dünya ve ülke çapında esen sosyalizm
rüzgârlarına karşı sermayenin şemsiye ve
kalkan ihtiyacını ifade ediyordu. Ülkücü milliyetçi hareket bu
gereksinmenin kontrgerilla operasyonu çerçevesinde sivil paramiliter örgütlenmesiydi.
Temel amaç, ülkenin sola komünizme kaptırılmamasıydı. Bu uğurda nice cinayetler
ve katliamlar işledi ülkücü milliyetçi hareket.
Sosyalizm zannedilen bürokratik
devlet kapitalizmi, 1991 yılında bayrak indirdi, Soğuk Savaş sona erdi. ABD
liderliğindeki Batı emperyalizmi düşmansız kalmıştı. Yeni bir düşman
gerekiyordu. Lazım düşman İslam coğrafyasında bulundu: El Kaide ve IŞİD benzeri
radikal İslam. Yeni düşman, Soğuk Savaş dönemindeki Yeşil Kuşak politikasının gayrimeşru çocuğuydu.
***
KOMÜNİZMDEN SONRA KÜRTLER
Türkiye özelinde faşist
milliyetçiliğin ihtiyaç duyduğu düşman ise Kürt coğrafyasında bulundu. Haziran
2015 seçiminde Kürt siyasi hareketi üçüncü parti olarak TBMM’ye girmeyi
başarınca…
Daha seçim günü akşamı Devlet
Bahçeli, yeniden seçim istedi. İktidarı paylaşmaya tahammülü olmayan AKP Genel
Başkanı da Cumhurbaşkanı yetkisini kullanarak hükümet kurulmasını önledi ve ülkeyi
tekrar seçime götürdü. Seçim süreci terörize edildi, silahlı Kürt hareketi de
hendek aymazlığıyla ortamın terörize edilmesine katkıda bulundu. Hendek
aymazlığı, “Şehirlerde bu düzeyde bir
savaş yaşanmasına gerek yoktu”, “Bu
kadar vahşileşeceklerini hesaba katmamıştık” diye itiraf edildi.
O gündür bugündür, beka meselesinden
söz ediliyor. Öyle ki, 2018 Cumhurbaşkanı seçimi için adaylık sürecinde Abdullah
Gül bile, aday olmayacağını açıklarken, “Tarihimizin
çok ciddi beka sorunlarıyla karşı karşıyayız” demişti. Bugün de Kürt siyasi
hareketi dolayımıyla ekranlarda ve sayfalarda sürekli, beka meselesi
vurgulanıyor; muhalefet liderleri şeytanlaştırılıyor. Bir tarihte Abdullah
Öcalan’ın “Biz Tayyip Bey’in
başkanlığını destekleriz. Biz AKP ile bu temelde bir başkanlık ittifakına
girebiliriz” diyerek AKP iktidarına destek verdiği anımsanmıyor.
Bu anda, onbeş yirmi bin nüfuslu
Pasifik adaları halklarının bile sahip oldukları kendi kaderini tayin hakkının
20 milyon nüfuslu Kürt halkından esirgenmesi ve Türkiye için beka sorunu olarak
tanımlanması hakkaniyet ve demokratlıkla bağdaşır mı, kendi kaderini tayin
hakkının emperyalistlere yaslanarak kullanılması doğru mudur, ayrı bir yazı konusudur.
Yazıyı noktalarken vurgulamalı
ki, demokrasinin ve laikliğin olmadığı, oy uğruna halkın yarısının diğerine
kışkırtılıp düşman edildiği, “dindar
nesil yetiştireceğiz” saçmalığıyla eğitimin çökertildiği, işsizliğin (resmi
rakamla) yüzde 13’ü geçtiği, milyonlarca insan açlık sınırında yaşarken "itibardan tasarruf olmaz" gerekçesiyle saraylarda lüks ve
debdebenin alıp yürüdüğü, üretimin durduğu, bilimden, sanattan, felsefeden,
hukuktan uzaklaşmış bir ülke zaten yıkıma sürüklenmiş, ciddi anlamda beka
sorunuyla karşı karşıya demektir.
Türkiye’nin beka meselesi, ancak emek
eksenli eşitlikçi ve özgürlükçü bir gelecek perspektifiyle, tek tek bireyleri devlet
eliyle zenginleştirmeyi değil topyekûn kalkınmayı ve sanayileşmeyi hedefleyen
halkçı ve bağımsızlıkçı bir ekonomi modeliyle, akılla, hukukla, bilimsel
eğitimle, barışçıl politikalarla çözülebilir. Meselenin bizzat kaynağı
olanların, halkın yarısından fazlasıyla kavgalı, kin ve nefret ilişkisi
kuranların ise meseleyi çözme ehliyeti yoktur.