Cumhurbaşkanı Recep Tayyip
Erdoğan Amerika yolcusu. Gündemi hayli yoğun. Birleşmiş Milletler Genel
Kurulu’na katılacak, ardından ABD Başkanı Donald Trump’ın da aralarında olduğu
devlet başkanlarını kabul edecek, dünya meselelerine hal çaresi arayacak.
Yolu açık olmasına olsun Allah
yar ve yardımcısı olsun da fena halde endişeliyim; bilhassa o domuz suratlı Amerikan
Başkanı Trump’ın sevgili Cumhurbaşkanımıza bir oyun etmesinden, bir tuzak
kurmuş olması ihtimalinden korkuyorum.
Gerçi Kur’ân-ı Kerîm’de açıkça
buyrulduğu üzere “Allah tuzak kuranların
en hayırlısıdır” (Âl-i İmrân 54, Ganimet 30), “Allah daha çabuk tuzak kurar” (Yûnus 21) da, yüreğim rahat değil;
Reis’in başına bir hal gelecek diye korkuyorum. O yüzden, gerçi beni dinlemez
ama keşke Amerika’ya gitmese diyorum kendi kendime.
***
Bu da nerden çıktı, bu endişe
niye diye sormayın. Yoktu aslında böyle bir endişem, aklıma bile gelmiyordu da;
şu Zarrab davasında saatçi Zafer ve kutucu Süleyman hakkında verilen tutuklama
kararları aklımı fena halde karıştırdı.
Zarrab davasıyla, saatçi Zafer ve
kutucu Süleyman’la Reis’in ne ilgisi var mı dediniz. Kusura bakmayın ama çok
saf ve cahilsiniz, dünyadan haberiniz yok. Uzun hikâye de ezcümle hatırlatayım.
Hani İran’ın nükleer faaliyet programı
üzerine Birleşmiş Milletler on yıl önce ambargo kararı almıştı, ABD de
ayriyeten yaptırım uygulamaya başlamıştı. Acil ilaç ve gıda maddeleri dışında
İran ile ticaret yapılmayacak, ekonomik ilişki kurulmayacaktı. İşte o anda
Recep Tayyip Erdoğan kerem eyledi, Müslüman komşu İran’ı kefereye ezdirmedi; BM
ambargosuna uyar gibi yaptı, Amerikan ambargosuna ise uymadı. Geçenlerde de
ifade ettiği üzere Amerikan yaptırımlarına uymayacağını devrin ABD Başkanı
Obama’ya açıkça söyledi. İran ile petrol ve doğalgaz alışverişimiz devam etti,
üzeri altın ithalat ve ihracatı ile örtüldü.
Diyeceksiniz ki, madem Amerikan
yaptırımlarına uyulmayacağını Obama’ya açık açık söyledi, o halde niye İran’la
ticaretin üstü örtüldü? Siz de ne çok soruyorsunuz canım. Nerden bileyim neden
üstünün altın ticaretiyle örtüldüğünü. O ki, Düzce Milletvekili Fevai Bey’in
ifadesiyle, “Allah’ın bütün vasıflarını
üzerinde taşıyan dünya lideri.” Açık açık ticaret yapmak yerine üzerini
örttüyse vardır bir bildiği. Zaten devrin Başbakan Yardımcısı Ali Babacan da 23 Aralık 2012 tarihinde TBMM Plan ve Bütçe Komisyonu'nda İran'la ticaretin üzerinin altın ticaretiyle örtüldüğünü açık açık anlatmıştı.
İşte Sarraf Rıza, yani Reza
Zarrab bu örtük ticareti organize ederek çok hayırlı işler yaptı. Nitekim Reis,
yani Recep Tayyip Erdoğan “hayırsever
işadamı” diyerek kendisini taltif etti, protokolde yer verip onurlandırdı. Saatçi
Zafer ekonomi bakanı olarak, kutucu Süleyman da banka müdürü olarak örtük
ticarette kendilerine düşen vazifeleri yaptılar. Eee bunca netameli riskli işin
getirisi de olur değil mi? Olmuş tabii ki, Zafer’in payına münasip miktarda
bahşiş ile 400 bin liralık hediye saat, kutucu Süleyman’ın payına ayakkabı
kutularında münasip miktar bahşiş düşmüş. Sarraf Rıza’nın vatandaşlık işlerini Dahiliye
Vekili Muammer halletmiş, bu hayırlı iş karşılığında onun payına da münasip
miktar bahşiş düşmüş. Galiba devrin AB Bakanı ve Bakaracı Makaracı, pardon
Başmüzakereci Egemen de bi takım hayırlı şeyler yapmış ki, Sarraf Rıza ona da
elbise torbası ve çikolata kutusu içinde bahşişler göndermiş. Bu arada Sarraf
Rıza orospu ile memurun bahşişlerini de peşin vermiş ki, orospu ile memurun bu örtük
ticarette ne işleri var, ben de bilmiyorum doğrusu.
Müslüman komşu İran kefereye
ezdirilmedi, Türkiye olarak biz de petrolsüz ve doğalgazsız kalmadık ama İran
ABD ile anlaşmasın mı! Kolla gözet yetimi hesabı satışa geldik alenen. O
sümüklü Pensilvanyalı’nın komplosuyla ortalık karıştı. Adamlar yani Zafer,
Muammer, Egemen, Süleyman milli bir vazife yapmışlar, onca riskin karşılığını
da alacaklar tabii. Hadise bundan ibaret, hukuk dışı bi şey yok yani. Hükümet Sözcüsü Bekir Bozdağ’ın birkaç gün önce söylediği
üzere “Zafer Çağlayan Türkiye
Cumhuriyeti'nin Ekonomi Bakanı olarak görev yaptığı sürece Türkiye'nin
çıkarlarını korudu. Yaptığı hiçbir işlemde hukuka aykırılık yok. Ortada delil
yok, uydurma şeyler var.”
Ortada delil yok, iftira var ama
dinleyen kim? Bu vatanseverler bir anda rüşvetçi hırsız diye damgalanmasın mı? Hatta
ve hatta rüşvet çarkının Reis’e kadar uzandığı, evinde dolar biriktirdiği, birikmiş
doların komploya karşı tedbiren boşaltılması için araba tutulduğu ama sıfırlanamadığı
iftirasını bile attılar. Devrin şehircilik bakanı Erdoğan Bayraktar bile ilk
anda “Ne yaptıysam Reis’in talimatıyla
yaptım, Reis istifa etsin”
gibisinden gaflete düştü. Neyse ki komplo Recep Tayyip Erdoğan’ın dirayetli
liderliğiyle savuşturuldu, sümüklü Pensilvanyalı’nın hevesi kursağında
bırakıldı. “Milli iradenin tecelligâhı” TBMM ve adliye, bahsi geçenlerin hırsız
ve rüşvetçi olmadıklarına hükmettiler. Allah onlardan razı olsun!
***
Recep Tayyip Erdoğan, TBMM ve
adliye üzerlerine düşeni yaptılar ama komplo orada durmadı. İran kendi ayağına
kurşun sıkarcasına, örtük ticarete aracılık eden kendi hayırsever işadamı Babek
Zencani’yi 5 Mart 2016’da idama mahkum etti. O da ne, Recep Tayyip Bey’in onca
koruyup kolladığı Sarraf Rıza iki hafta sonra Türkiye’den firar etmesin mi?
Rıza 22 Mart 2016’da Miami’de tutuklandı. Tutuklanacağını bile bile neden ABD’ye
gitti, hâlâ bir anlam verebilmiş değilim. Fitne ehlinin iddialarına göre
kendisini Türkiye’de tehlikede hissetti, can güvenliği endişesiyle ABD’ye
kapağı attı! Aynı şekilde Halkbank’ın genel müdür yardımcılarından Hakan Atilla
da 28 Mart 2017 tarihinde ABD’de tutuklandı. Fitne ehlinin ağzı torba değil ki
büzesin. Kendilerini Türkiye’de tehlikede hissedecek ne vardı ki, firar
ettiler? Artlarında yanlarında koskoca Türkiye Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan ve dava
arkadaşları vardı oysa. Yazık ettiler kendilerine!
***
Dedim ya, dünya meselelerini
çözmek üzere ABD’ye giden Recep Tayyip Erdoğan’ın başına bir hal gelecek diye
işkilliyim; bilhassa o sinsi bakışlı Trump’ın sevgili Cumhurbaşkanımıza bir
oyun etmesinden, bir tuzak kurmuş olması ihtimalinden korkuyorum.
İşkillenen, korkan sadece ben
değilim Allah’tan. Uzaktan dostum Abdülkadir Selvi de “Eski Bakan Zafer Çağlayan’la ilgili tutuklama kararı Ankara’da
moralleri bozdu” diye yazmış (Hürriyet,
13 Eylül 2017).
Cesaret gibi korku ve moral bozukluğu
da bulaşıcı bi şey galiba. Ben o kanaatte değilim ama Sarraf Rıza davasının Erdoğan’a
uzayacağından endişe edenler bile var. Nitekim meslektaşım Ardan Zentürk açık
açık “Rıza Sarraf olayı, giderek
yükselecek ‘şantaj politikasının’ önemli unsurlarından biri olarak
karşımızda duruyor, bugün Zafer Çağlayan, yarın belki de
doğrudan Recep Tayyip Erdoğan...” diye yazmaktan kendini alamamış (Star, 11 Eylül 2017).
Başka bir meslektaşım da aynı
endişeleri paylaştığı yazısının başlığında alenen “Pis kokular geliyorsa Cumhurbaşkanımız Amerika’ya gitmemeyi düşünmeli”
diye akıl vermiş (Selahattin Çakırgil, Star,
10 Eylül 2017).
Dediğim gibi, beni zaten
dinlemezdi ama keşke Selahattin’in çağrısına kulak verip Amerika’ya gitmeseydi
Reis. Ne olur ne olmaz. Burası Türkiye, orası Amerika!
Gerçi, “Ey Amerika, ey Obama, ey Almanya” diye kükrediğine çokça şahit
olduğum Reis saatçi Zafer’le ilgili soru üzerine kükrememiş, alttan almış.
Kazakistan’dayken ABD Başkanı Trump, bizim Reis’i aramış; Zarrab davasından duyduğu
üzüntüyü iletmiş. Trump konuyu incelediğini söylemiş, “Federal devletin değil, eyalet devletinin güvenlikçilerinin yaptığı bir
yanlış. Doğrudan bana bağlı değil ama bu işi yakın takibe alarak araştıracağım”
diye söz vermiş.
Bizim Reis de Çağlayan hakkındaki
tutuklama kararını “Türkiye Cumhuriyeti
Devleti'ne yönelik bir adım” olarak nitelendirmiş; Çağlayan’ın İran’a
yönelik yaptırımları delmekle suçlandığını belirtmiş, “Biz Türkiye olarak İran’a bir yaptırım uygulama kararı almadık ki.
ABD'nin bunu gözden geçirmesi gerekir. Bu işlerin arkasından çok pis kokular
geliyor” demiş.
Trump söz vermiş olsa da içim
rahat değil, meslektaşım Selahattin’in çağrısını tekrarlamaktan kendimi
alamıyorum. Keşke Erdoğan Amerika’ya gitmese, yola çıktıysa bile yarı yoldan
dönse.
Reis Amerika yolundan dönmeyecekse,
Allah’a güvenmekten başka çare yok. Gerçi Wikileaks adıyla ortaya saçılan
belgelerde “Tayyip Bey Allah’a inanır ama güvenmez” diye bir kaydın olduğu
söyleniyor. Barış Pehlivan ve Barış Terkoğlu’nun birlikte yazdıkları “Sızıntı/Wikileaks’te Ünlü Türkler” adlı
kitapta da geçiyormuş bu ifade ama ben inanmıyorum böyle bir şeye. Tayyip Bey
imanlı adamdır, alnı secdelidir, Allah’a inanıp güvenmezlik etmez; mutlaka
güveniyordur. Zaten yeri geldikçe kendisi de hatırlatıyor Allah’ın kelâmını: “Allah tuzak kuranların en hayırlısıdır”
(Âl-i İmrân 54, Ganimet 30), “Allah daha
çabuk tuzak kurar” (Yûnus 21).
Netice-i kelam, Trump ve Amerikan
derin devleti, Reis’i Zarrab davasına dahil etmek üzere bir tuzak kurduysa,
Allah’ın da bir tuzağı vardır mutlaka! Tayyip Bey de Allah’ın tuzağına
güveniyordur zahir! O halde haydi hayırlı yolculuklar!
Harika...Menderes'in son iki yılına benzer bir süreç yaşıyoruz ve sonuç da belli. Ama "buradan halk için bir şey çıkar mı", o belirsiz...
YanıtlaSilEline sağlık, izninle paylaşıyorum.
Teşekkür ederim Bülent. Çok selam.
YanıtlaSil