27 Aralık 2022 Salı

DEVLETLEŞEN KÖTÜLÜK VE CEHALET

Türkiye, devletleşmiş cehalet, kötülük ve yobazlığın tutsağı olarak teokrasi durağında bitecek felaket yolculuğunda kilometreleri hızla tüketiyor.

Felaket yolculuğunun yakın gelecekteki en önemli durağı cumhurbaşkanı ve milletvekili seçimleri olacak.

Cehalet ve kötülük örgütü faşist ittifak, ülkeyi sürüklediği felaket yolculuğunda menzile erişmek, yani iktidarı yitirmemek için toplumu din ve etnik aidiyet ekseninde kutuplaştırıyor, muhalefeti şeytanlaştırıyor. Çünkü, başta ekonomik kriz, hırsızlık ve yolsuzluklar, her türden kayırmacılık, ayrımcılık ve nefret olmak üzere işlediği günahları ve suçları gündemden düşürebilmek için dinden ve zorbalıktan başka silahı yok. Bu nedenle her türlü barışçıl itirazı ve talebi zorbalıkla bastırıyor, seçime hazırlık olmak üzere alan temizliği yapıyor. 

Alan temizliği kapsamında, Seçim Yasası’nda Nisan 2022’de yapılan değişiklikle ilçe seçim kurullarında “kıdemli hâkim” zorunluluğu kaldırıldı, kıdemsiz hâkimin atanması sağlandı. Atanacak kıdemsiz yargıçların, adliyeye Cumhur İttifakı örgütlerinden devşirilmiş eski avukatlar olacağı sır değil. Yasa AKP Genel Başkanı’nın devlet olanaklarıyla seçim kampanyası yürütmesini seçim yasakları kapsamı dışına çıkardı; bu absürtlüğe, eşitsizliğe adaletsizliğe itiraz Anayasa Mahkemesi’nce reddedildi. Sadece kendine Müslümanlık böyle bir şey!

Seçime yönelik alan temizliği kapsamında, düzensiz göçmenlerin ve sığınmacıların T.C. uyruğuna geçirilerek seçmen listelerine kaydedildiği de sır değil. Aynı şekilde sahte seçmen üretimi de kuruntu değil vaka-i adiyedir. Kim bilir, seçim sürecinde (2015 Haziran / Kasım terörü dahil) Pandora’nın kutusundan daha ne kötülükler çıkacaktır!

***

Cehalet ve kötülük örgütü ittifakın seçimler öncesinde giriştiği alan temizliğinin medyadaki adımı ise, “Dezenformasyon Yasası” olarak bilinen 7418 sayılı yasa; 18 Ekim 2022 tarihli Resmi Gazete’de yayımlanarak yürürlüğe girdi.

Ankara Barosu, bu yasayı bir panel ile avukatların gazetecilerin tartışmasına açtı. Ne yazık ki, konferans salonunda panelistler dışında bir avuç izleyici vardı. Benim gençliğimde böyle bir toplantıda salonda oturacak yer bulunmazdı. Hey gidi günler hey! Başka derneklerin ve kendi derneğimin etkinliklerinden biliyorum; toplantı internet üzerinden katılıma açık olsa da katılım niceliği değişmezdi. Demem o ki, 12 Eylül faşizminin başaramadığı depolitizasyon, siyasal İslamcı faşizm tarafından başarıldı; ülkenin üzerine ölü toprağı serildi!


Her şeye karşın, dört saat süren panel son derece verimliydi. Her bir konuşmacı, yasanın düşünce ifade ve basın özgürlüğü kanallarını nasıl tıkadığını, örgütlenme özgürlüğünü nasıl kısıtladığını somut örneklerle anlatma çabasındaydı. Sonuçta ülkeyi tutsak alan cehalet ve kötülükle ancak örgütlü mücadeleyle baş edilebileceği, koşullar ne denli ağır olursa olsun demokrasi istemekten geri durulmayacağı vurgulandı. 

***


DEPOLİTİZASYON YASASI’NIN CEHALETİ

Ve elbette ne söylense eksik kalırdı. Yasanın sözcük örgüsündeki cehalet ve dil bilgisi sefaleti de soru yanıt bölümünde bir izleyici tarafından dillendirildi. 

Bu yasa ile Türk Ceza Yasası’nın 217’nci maddesine şöyle bir fıkra eklendi: “Sırf halk arasında endişe, korku veya panik yaratmak saikiyle, ülkenin iç ve dış güvenliği, kamu düzeni ve genel sağlığı ile ilgili gerçeğe aykırı bir bilgiyi, kamu barışını bozmaya elverişli şekilde alenen yayan kimse, bir yıldan üç yıla kadar hapis cezasıyla cezalandırılır. Fail, suçu gerçek kimliğini gizleyerek veya bir örgütün faaliyeti çerçevesinde işlemesi hâlinde, birinci fıkraya göre verilen ceza yarı oranında artırılır.

Bu paragraftaki Türkçe dilbilgisi sefaleti, topluma reva görülen cehaletin kötülüğün yansıması! Fıkranın son tümcesindeki düşüklüğü, özne yüklem uyumsuzluğunu geçelim. Bundan daha önemlisi, “gerçeğe aykırı bilgi” olmaz. Türk Dil Kurumu Sözlüğü’ne göre bilgi: “1) İnsan aklının erebileceği olgu, gerçek ve ilkelerin bütünü, bili, malumat. 2) Öğrenme, araştırma veya gözlem yolu ile elde edilen gerçek. 3) İnsan zekâsının çalışması sonucu ortaya çıkan düşünce ürünü, malumat.” 

Buna göre, bir sözcük örgüsü gerçeğe aykırı ise onun adı bilgi değil yalan, palavra, martaval vs. olur. “Sultan Abdülhamit Han 33 yıllık saltanatında gram toprak kaybetmedi” palavrası gibi… Bilginin ne olduğunu bile bilmeyen siyasi cehaletle ne tartışılabilir ki?

İkincisi, bu yasaya göre, yalanı üreten değil yayan kişi suç işlemiş olacak. Bu da siyasi cehaleti ve kötülüğü tamamlayan hukuk cehaleti!

Üçüncüsü, “dezenformasyonla mücadele yasası” diye pazarladılar; şu beş koşul birlikte gerçekleşirse suçun işlenmiş olacağını söylediler: 1) Yayılan haber gerçek olmayacak, 2) Ülkenin güvenliği ve kamu sağlığı ile ilgili gerçekdışı haber olacak, 3) Halk arasında panik, korku ve endişe oluşturma kastı taşıyacak, 4) Kamu barışını bozmaya elverişli olacak, 5) Bunlar aleni biçimde yapılacak. 

Eleştirileri zayıflatmak için de beş koşulun beşinin birlikte gerçekleşmesinin çok zor olduğunu, dolayısıyla sansür endişesine yer olmadığını söylediler. Kim inanırsa artık! 

Aslında söyledikleri doğru. Gerçekten de bu beş koşulun birlikte gerçekleşmesi öyle kolay değil. Sade bir yurttaş beş koşulun beşini birden kotarıp kamu düzenini bozamaz, ülke güvenliğini tehlikeye düşüremez. Böyle bir suçu ancak devlet gücünü elinde bulunduranlar işleyebilirler. Nitekim iktidarıyla medyasıyla gün aşırı bu suçu işliyorlar. Güncele ilişkin palavralar, emekliye dar gelirliye her gün müjde yalanları; yanı sıra Gezi Direnişi sırasında Kabataş’ta türbanlı bacının taciz edildiği, camide içki içildiği yalanını bile utanmadan hâlâ tekrarlıyorlar. Cehalet ve kötülük iktidarı sanki kendisinin ve medyasının yalanlarını düşünerek çıkardı bu yasayı! Gerçekten de yasa hakkıyla uygulansa, kendilerinden ve medyalarından başka suçlu çıkmaz ortaya…

***

Yasa hakkıyla uygulansa kendilerinden başka suçlu çıkmaz ama elbette kendileri için çıkarmadılar bu faşizan yasayı; kendileri gibi düşünmeyen herkesi ve siyasi muhalefeti susturmak için çıkardılar. Aslında siyasal eleştiriyi suç saymak için böyle bir yasa çıkarmaları şart değildi. Yürürlükteki yasalarda düşünce ifade ve basın özgürlüğü ile öteki temel hak ve özgürlükleri kullanılamaz hale getiren faşizan maddeler fazlasıyla var. Ama gün geliyor bu maddeler aşınıyor, meşruiyetini yitiriyor, yenilenmesine ihtiyaç duyuyor iktidarlar. Bu da öyle bir ihtiyaç.   

Yasanın sahipleri bir de suçu ve suçluyu yargının tespit edeceğini söyleyerek eleştirileri zayıflatmaya, endişe duyanları rahatlatmaya, daha doğrusu kandırmaya çalışıyorlar. Gezi direnişi davasındaki skandal kararlar, Ergenekon ve Balyoz davalarında üretilen sahte deliller, delile bile gerek olmadan “her ne kadar delil yoksa da ileride ortaya çıkması muhtemel delillere binaen mahkumiyetine” (Elâzığ Ağır Ceza Mahkemesi kararı), “ahmak” davasında Ekrem İmamoğlu’nun yasada olmayan bir fıkraya istinaden 2 yıl 7 ay 15 gün hapis cezasına çarptırılması gibi kararlar ortadayken, bu sözlere inanıp rahatlayan çıkar mı acaba?

***

Bu değerlendirmeyi yapan izleyici bir de “Bu yasa yürürlükte kalmalı ve iktidar değiştikten sonra yasayı çıkartan cehalet ve kötülük ittifakına karşı ödünsüz uygulanmalı” diye önerdi. Espri niyetine söyledi ama ciddiye alınsa mı ki?

Umulur ki, teokrasi rotasındaki kötülük cehalet ve hamakat katarı tökezler, Türkiye’nin güzergâhı hukuk devletine çevrilir!


17 Aralık 2022 Cumartesi

PANDORA’NIN KUTUSUNDAN ÇIKAN TÜRBAN

Demokratik laik gelenek görenekleri yüzeyde kalmış ya da hiç olmamış ülkelerde Pandora’nın kutusu hep açıktır. Her an bir kötülük fırlayıp ülkenin elini kolunu ayağını bağlayabilir.

Pandora’yı bilmeyen yoktur herhalde; öyküsü Yunan mitolojisinde geçer, Prometheus adlı titan ile doğrudan iltisaklıdır. Mitolojiye göre, Baştanrı Zeus, titanlar ile savaşını kazanmış ve cümle efradıyla birlikte Olympos Dağı’na yerleşmiştir. Titanlardan geriye kalan Prometheus ve üç kardeşi de Olympos’a günü birlik girip çıkabilmektedirler. Prometheus “önceden gören”dir, akıllıdır. Fakat akıl gücünün asıl sahibi Baştanrı Zeus’tur. Zeus ateşin ve yıldırımların da sahibidir. Ateş bilgelik demektir aynı zamanda. Ateşin bilgeliğin sahibi Zeus’un kendisinden daha akıllı bir varlığa tahammülü yoktur. 

Prometheus, Zeus’u tahtından indirmek için O’nun aklı, bilgeliği ve ateşi paylaşmaya tahammülsüzlüğünü tahrik eder. Bir sabah ateşe benzeyen narteks çiçeğini alıp ateşin yandığı kutsal ocağa gider. Ocak nöbetçileri uykudadır. Prometheus, ateşin yokluğu fark edilmesin diye narteks çiçeğini ocağa bırakır, ateşi alıp Olympos’tan aşağı atlar; ateşi insanlara armağan eder. O güne değin vahşi bir hayat süren insan ateşle aydınlanır, ateşin bilgisiyle hayatını kolaylaştırır…

Ateşin ve aklın insanları güçlendirdiğini gören Zeus’un intikamı gecikmez. Hem Prometheus’u ve kardeşlerini hem de insanları cezalandırır. Kardeşlerden Menoitos’u yerin dibine kapatır; Atlas’ı, gök kubbeyi omuzlarında taşımakla cezalandırır. Sıra Prometheus’a gelmiştir. Zeus, Demirciler Tanrısı olarak atadığı oğlu Hephaistos’a, Prometheus’u Kafkas Dağı’na çırılçıplak zincirleme emri verir. Hephaistos denileni yapar. Bir kartal kayalara zincirli Prometheus’un ciğerlerini yer. Gece ciğerler yerine konur. Ertesi gün kartal tekrar ciğerleri yer. İşkence sürer gider; ta ki, Herakles gelip kurtarana değin. Prometheus, kendisini ilahi işkenceden kurtaran Herakles’e “Zeus tahtından düşmedikçe işkencenin sonu yok!” der.

Prometheus’un üçüncü kardeşi Epimetheus’un cezasına gelince. O’nun payına Pandora ile, yani bir kadın ile nikâh düşer. Böyle cezaya can kurban demeyin! Baştanrı Zeus, o güne değin sadece erkeklerden müteşekkil insanlara eza cefa olsun, kötülük olsun diye bu cezayı kesmiştir. Bunun için Hephaistos’a tanrıça görünümlü, endamı yerinde, çekici bir kadın yaratmasını buyurur. Hephaistos toprak ile suyu karıştırıp yoğurur, kadını şekillendirir. Zeus’un kızlarından Athena, kadına hediye olarak zekâ verir. Afrodit güzellik ve baştan çıkarıcılık bağışlar. Hırsızlar ve Haberciler Tanrısı Hermes ise kadına “bütün tanrılardan armağan” anlamına gelen Pandora adını verir, ayrıca konuşma ve kandırma yetisi armağan eder. Zeus’un armağanı ise kapalı bir kutudur. Hermes, Pandora’yı Epimetheus’a götürür; kapalı kutuyu verirken Zeus’un emrini iletir: Kutu açılmayacaktır! “Önceden gören) Prometheus, Zeus’tan hiçbir armağan almaması için Epimetheus’u uyarmıştır ama boşuna. Epimetheus, Pandora’nın güzelliğine, çekiciliğine, zekâsına, tatlı diline kanar; Pandora’yı eş olarak kabul eder. Zeus’un intikam planı kusursuz işlemektedir. Balayının bitimine yakın merakına yenilen Pandora, kocasını kandırır, çeyizindeki kutunun kapağını kaldırırlar. Kapağın kaldırılmasıyla birlikte şimşekler çakar, yıldırımlar dünyayı ateşe boğar; Poseidon yeryüzünü depremlerle çatırdatır, denizleri kabartıp toprağı ve üzerindekileri yutmaya başlar. Çünkü kutu kötülük doludur; serbest kalan açlık, hastalık, keder, ıstırap, yalan, riya, afetler, savaş, şehvet vs. insanları felakete götürecek kötülükler dünyaya yayılır. Kutunun kapağını kapatırlarsa da boşuna. Tüm kötülükler dışarı çıkmış, kutuda sadece umut kalmıştır. O gündür bugündür, insan o umutla yaşamaktadır. Oysa insan kötülüklere karşı savunmasızdır ve “Umut en son kötülüktür. Çünkü işkenceyi uzatır!” (Nietszche)

***

PROMETHEUS’TAN ŞEYTAN’A PANDORA’DAN HAVVA’YA

Halkların inançları birbirlerine ne kadar benziyor değil mi? Semavi inançta da Tanrı ateşten Şeytan’ı, çamurdan ilk insan Âdem’i, sonra Âdem’in kaburga kemiğinden kadını yaratır. Âdem ve karısına, cennetteki bilgelik ağacının meyvesini yasaklar. Şeytan, kadının aklını çeler, o da kocasını bilgelik ağacının meyvesini yemeye kandırır. Yasağı çiğnemenin cezası olarak cennetten kovulurlar. A’raf (Cennet ile Cehennem arasındaki dağ) suresinden özetle:

And olsun ki, sizi yarattık, sonra size şekil verdik. Sonra da meleklere, “Âdem için saygı ile eğilin!” dedik. İblis saygı ile eğilmedi. 

Allah, “Neden saygı ile eğilmedin?” dedi. 

Şeytan “Ben ondan hayırlıyım. Çünkü beni ateşten yarattın. Onu ise çamurdan yarattın” dedi.

 Allah, “İn oradan aşağılık! Büyüklük taslamak haddine değil!” dedi. 

Şeytan, “Beni azdırmana karşılık bana mühlet ver! Yemin ederim ki, onları saptırmak için senin yolunun üzerinde oturacağım; pusu kurup onlara önlerinden, arkalarından, sağlarından sollarından sokulacağım” dedi.  

Allah “Sen mühlet verilenlerdensin!” dedi. 

Sonra Allah “Ey Âdem! Sen ve eşin cennette kalın! Dilediğinizi yiyin! Fakat şu ağaca yaklaşmayın! Yoksa zalimlerden olursunuz!” diye buyurdu. 

Şeytan, gizlice kendilerine vesvese verdi; “Rabbiniz, melek olmayasınız, cennette ebedî kalmayasınız diye size bu ağacı yasakladı” dedi. Bu sûretle onları kandırarak yasağa sürükledi.

Ağaçtan tattıklarında kendilerine avret yerleri göründü; üzerlerini cennet yapraklarıyla örtmeye başladılar. 

Allah onlara, “Ben size bu ağacı yasaklamadım mı?” diye seslendi. 

Dediler ki: “Rabbimiz! Biz kendimize zulmettik. Bizi bağışlamaz ve acımazsan ziyan edenlerden oluruz.” 

Allah dedi ki: “Birbirinize düşman olarak yeryüzüne inin! Orada yaşayacaksınız, orada öleceksiniz ve oradan (mahşere) çıkarılacaksınız.” (A’raf, 11/25, Diyanet meali)

***

AKLEN VE DİNEN NOKSAN KADIN

Rivayet edilen hadislere göre de:

Güneş tutulması sırasında küsuf namazına duran Allah Resûlü buyurdu ki: “Ey kadınlar topluluğu! Sadaka verin ve çokça istiğfar edin! Çünkü cehennem ehlinin çoğunluğunu sizin teşkil ettiğinizi gördüm.” 

Bunun üzerine aralarından bir kadın “Ey Allah’ın Resûlü, bize ne oluyor da cehennemin çoğunluğunu teşkil ediyoruz?” dedi. 

Allah Resûlü “Siz çok lanet eder, eşlerinize nankörlük edersiniz. Sizin dışınızda aklı ve dini noksan olup da akıllı bir adama galip gelebilen başka kimse görmedim!” buyurdu. 

Kadın “Ey Allah Resûlü, akıl ve din noksanlığı nedir?” dedi. 

Allah Resûlü “Akıl noksanlığı iki kadının şahitliğinin bir adamınkine denk olmasıdır. Bu akıl noksanlığıdır. Ayrıca hayızdaki kadın günlerce namaz kılmaz, oruç tutmaz. Bu da din noksanlığıdır!” buyurdu… 

Akıl ve din noksanlığıyla malul olunca da, sapkınlık ve nankörlük etmemesi, kocasına itaat etmesi için kadına emirler, yasaklar, dövmek dahil cezalar (Nisa 34). Bir de şekli belirsiz tesettür… 

***

ÇARE ZEUS’U TAHTINDAN İNDİRMEK

Tanrıya itaatsiz titanlar şeytanlar, ateşten ve çamurdan yaratılanlar, insana yasaklanan bilgelik, sapkınlığa eğilimli kadınlar… Dediğim gibi halkların inançları arasında çokça fark yok. Allah’ın kadını ve erkeği birbirine dost kılmak yerine neden düşman kılıp kovduğu sorusunun yanıtı da yok. Çünkü hikmetinden sual olunmaz. Şeytan, insanları azdıracağını açıkça söylediği halde Allah niye mühlet vermiştir? İlk günahı neden erkek değil de kadın işlemiştir; böylece kadın neden sapkınlık, uğursuzluk ve kötülük kaynağı kılınmıştır? Bu soruların hikmeti de öyle. O gündür bugündür neden erkekler kadınları günahtan korumak için kendilerini “helâk” ederler sorusu da ha keza. 

Uzun lafın kısası ve daha doğrusu, erkekler kadınları günahtan korumak için kendilerini helak etmiyorlar. Cennetten “birbirine düşman” olarak kovulduktan bu yana erkek egemen dünyada süregelen kavgada kadınlar iktidar mücadelesinde din kisvesi altında araçsallaştırılıyor, kavganın özü bundan ibaret!

Hristiyan dünyasında yüzlerce yıl uğursuzluğun felaketlerin nedeni olarak aşağılanan yakılan cadılar, erkek vahşetinden ve zorbalığından laiklik reformu sayesinde nispeten rahat nefes aldılar. Kilise laikliği kabullenip iktidar iddiasından vazgeçti, kanlı mezhep savaşları sona erdi. 

İslam coğrafyası ise kendi orta çağının cehenneminde kötülük ve cehalet zebanilerinin tutsağı olarak kaldı. Türkiye’nin tıknefes laiklik ve cumhuriyet deneyimi insana ve kadına dört başı mamur bilgelik kazandırmaya yetmedi. Daha doğrusu Türkiye hiçbir zaman laik olmadı. Herkesi Müslüman, Sünni, Hanefi, Türk olmaya zorlayan, başka etnik ve dini aidiyetleri yasaklayan, itiraz edenin başını ezen rejim laiklik zannedildi. (Hoş, halkın çoğunluğu da öyle dosdoğru bir laiklik filan talep etmedi…)

Sözün özü Türkiye’de de Pandora’nın kutusu hep açık kaldı. Ucube laiklik, çok değil aradan seksen yıl geçtikten sonra siyasal İslam ile ikame edildi, usul usul teokrasiye yelken açıldı. Cumhuriyet’in ilk yüz yılı sona ererken Pandora’nın kutusundan bir kere daha kadının nasıl bir örtüye sokulacağı sorunu çıktı. Anayasa’nın artık doğrudan dini gerekçeye dayandırılması isteniyor. 

Çare, Prometheus’un dediği üzere Zeus’u tahtından indirmekte, yeryüzündeki işbirlikçilerini layık oldukları yere göndermekte. Aksi halde, insana reva görülen işkencenin sonu gelmeyecek!

Not: Görseldeki resim bir kitap kapağıdır. 15/16 Temmuz gecesini anlatıyormuş. İlk fırsatta okuyacağım.

11 Aralık 2022 Pazar

BEDDUANIN GÜCÜNE İNANAN GENELEV SAHİBİ İLE İNANMAYAN İMAMIN KISSASI

Rivayet olunur ki,

Süleyman Demirel’in Başbakan olduğu yıllarda, 

Anadolu’nun bir ilçesinde uyanık bir müteahhit, Merkez Camii’nin tam karşısındaki boş arsayı satın alır, genelev inşa etmek ister.

Merkez Camii imamı ve cemaat bu girişimden son derece rahatsız olur; vaziyeti kaymakama şikâyet ederler.

Kaymakam şikâyeti valiye, o İçişleri Bakanı’na, o da Başbakan Demirel’e havale eder.

Demirel gerekli istişareleri yaptıktan sonra, genelevin inşasına izin verir.

Demirel’den umduklarını bulamayan imam ve cami cemaati son çare olarak vaziyeti gazetecilere duyururlar.

Gazeteciler ilk fırsatta Süleyman Demirel’e genelev inşaatına neden izin verdiğini sorarlar. Demirel’in yanıtı tam da kendisine yakışan kıvraklıkta bir nüktedir:

- Ne yani, yapılmasın da bizi mi yapsınlar?

***

Rivayet denilse de bir parça hakikat payı olduğu kuşkusuzdur.

Rivayetin devamı da vardır.

Caminin karşısındaki arsayı satın alan müteahhit inşaata başlar. İmam ve cemaatin ricasına dil dökmesine, “Tapulu, imarlı, Başbakan’dan izinli mülküm size ne?” diyerek aldırış etmez. İmam ve cemaat çaresiz beddua üstüne beddua ederler. Her namaz sonrasında inşaatın önünde saf tutup bedduayı bağıra çağıra tekrar ederler. Ama inşaat son hızla devam eder. Nihayet genelevin boyası badanası da tamamlanır, odalar tefriş edilir, açılış günü ilan edilir vs…

Açılış günü ne olsa iyi? Yağmurlu bir gündür. Fırtına çok kuvvetlidir. Şimşekler çakmakta, gök yıldırımlarla yarılmakta, göz gözü görmemektedir. Derken genelevin çatısına yıldırım isabet eder, bina yanıp kül olur…

Başta İmam olmak üzere, cemaat hayatlarından memnun, mesrur, öyle sevinçliler. “Ya işte böyle. Bedduamızı duamızı yalvarmamızı kabul eden Allah adamı işte böyle yapar, cin çarpmıştan beter eder. Hamd olsun keremine inayetine!” nidalarıyla şükür namazına dururlar. Şükür namazı günler sürer, bir türlü ardı gelmez…

Genelev inşaatı kül olan müteahhit ise mahkemeye gider, imam ve cemaatten davacı olur, uğradığı zararın imam ve cemaatten faiziyle tahsil edilmesini talep eder. Gerekçesi hayli muhkemdir: “Her gün inşaatın önünde beddua ettiler, sonunda Allah dualarını kabul etti ve inşaatım yıkıldı, zararımı tazmin etmelerini istiyorum…”.

İmam ve cemaat şaşırırlar, tazminat ödemek işlerine gelmez. Bir çıkış yolu da bulamazlar. Sonunda ateist bir avukatın akıl vermesiyle şöyle savunurlar kendilerini: “Bu olayın bizim dualarımızla beddualarımızla ne ilgisi olabilir?.. Allah-ü Teala bedduamızı kabul ediyorsa, hayır dualarımızı da kabul eder ama bugüne kadar hiçbir bedduamız ve hayır duamız kabul olmadı. Dualarımızı kabul etse, böyle fakru zaruret yoksulluk içinde olur muyuz? Dualarımız kabul olsa, İslam ümmeti birbirini kırar mı? Biz her namaz sonrasında İslam ümmetinin barış ve refaha kavuşmasını niyaz ediyoruz ama her yerde Müslümanlar birbirlerini öldürüyor. Ölen de öldüren de tekbir getiriyor. Dolayısıyla şikâyetçinin iddiası yersizdir. Binası bizim bedduamızla yanmamıştır. Şikayetçi, çatısına kuru ahşapları dizmiş, yıldırımdan dolayı tutuşan tahtalar yanınca bütün binası yanmıştır. Tazminat talebinin reddine karar verilmesini talep ederiz.

Yargıç ne yapsın? Bir yanda genelev inşa eden müteahhit, karşılarında namazında niyazında imam ve cemaat. Aşağı tükürse sakal yukarı tükürse bıyık. İşin içinden çıkamamış. Sonunda şu hükme varmış, kapatmış dosyayı, istifa dilekçesini eklemiş: 

Nasıl bir hüküm vermem gerekir bilmiyorum. Ortada çok garip bir durum var… Taraflardan birisi duanın bedduanın gücüne inanan bir genelev sahibi; diğeri ise duanın gücüne inanmayan ve inkâr eden bir imam ve cami cemaati…”.

***

Dedim ya, rivayettir. Azıcık da olsa hakikat payı vardır.

Gündemdeki rezaletlerin utançların haberleri bu rivayetleri çağrıştırdı. 

Gündeme ne kadar uymuştur, bilemiyorum.

Sağlıkla ve iyilikle kalın!


8 Aralık 2022 Perşembe

TARİKATLARIN VE SARAYIN ÇOCUK GELİNLERİ

Gün geçmiyor ki insanım diyen herkesi yerin yedi kat dibine sokacak, dehşete düşürecek, kan donduracak bir utancın haberiyle sarsılmayalım.

Son haber, BirGün Gazetesi yazarı Timur Soykan’ın imzasıyla geldi. Habere göre, Nakşibendi Halidiye koluna bağlı İsmailağa Cemaati’nin bir lideri, 6 yaşındaki kızını 29 yaşındaki müridiyle ‘imam nikahıyla’ evlendirmiş. Kızcağız, gelinlik giydirilip saçı taranarak müridin evine gönderilmiş; evcilik oyunu diye tecavüze uğramış; 13 yaşındayken nişan ve düğün yapılmış; 14 yaşında buluğa erip kanamaları düzensizleşince hastaneye götürmüşler; doktor polise haber verince, adliye olaya el atmış, kemik yaşı tespiti istenmiş; gerçek yaşı ortaya çıkmasın diye 21 yaşındaki başka bir kadın kemik testine sokulmuş; 18 yaşındayken resmi nikâh kıyılmış. Talihsiz kız/kadın sosyal medyaya girdiğinde başına gelenlerin farkına varmış; şikâyetçi olmuş. Şikâyeti değerlendiren İstanbul Anadolu Cumhuriyet Başsavcılığı soruşturmayı 30 Ekim 2022 tarihli iddianameye dönüştürmüş, sanıkların 27 yıla kadar hapislerini istemiş…

***

MÜNFERİT DEĞİL VAKA-İ ADİYE

İnsanın inanası gelmiyor gerçekten. Bir anne baba nasıl olur da bebeğini çocuğunu böyle bir iğrençliğe kurban eder? Anne baba, yaşlı genç, evli bekâr, inançlı inançsız, bu haber karşısında kanı donmayacak, dehşete düşmeyecek kişi var mıdır?

İyimser ruh haliyle, “Bu olay karşısında kanı donmayacak kimse olamaz” denilebilir. Ne var ki hayat, bu kadarcık iyimserliğe bile izin vermiyor. Çünkü böyle bir olayı kan dondurucu iğrençlik olarak görmeyen devasa bir güruh var. Çünkü ne yazık ki bu iğrençlik, kimilerinin hafifletmeye çalıştığı gibi “münferit, sıra dışı, bireysel, tekil” bir olay değil; topyekûn yüzleşilmesi gereken vaka-i adiye, yani sıradan bir olay. Aynen böyle yaşanmasa da benzer nice olay haberlere konu oldu. 

Ensar Vakfı’na bağlı yurtlarda kalan yaşları 8-10 arasında değişen 45 çocuğun cinsel istismara uğramasının ve olayı denetlemesi soruşturması gereken görevlilerin terfi ettirilmesi belleklerde taptaze. Dönemin ilgili bakanı Sema Ramazanoğlu “Bir kere rastlanmış olması, hizmetleri ile ön plana çıkmış bir kurumu karalamak için gerekçe olamaz” diyerek olayı hafifletmeye çalışmıştı.

Sakarya’nın Akyazı ilçesinde Halvetiye tarikatı bünyesindeki Uşşaki Cemaati şeyhinin 12 yaşındaki kız çocuğuna cinsel istismardan 10 yıl 5 ay hapis cezasına çarptırılması geçen yılın haberi. Rezalet ortaya çıktığında utanmaz şeyh olayı örtbas edebilmek için kendisini Hz. Muhammed yerine koyup kızın babasına “Ebubekir olmak istemez misin?” diye sormuş.

Antalya’da Akdeniz Üniversitesi Bilgisayar Mühendisliği Bölümü öğrencisi Mehmet Sami Tuğrul’un Nakşibendilerin İskender Paşa koluna bağlı ALİM-Der’e ait kaçak tarikat yurdunda aşçı tarafından başı kesilerek katledilmesinin; cenaze töreninde baba Halil Tuğrul’un “Bugün bizim Şeb-i Aruzumuz, bunu düğün gecesi olarak düşünüyoruz. Önü vahşet gibi biz arkasındaki rahmete talibiz” diyerek cinayeti tevekkülle kabullenmesinin üzerinden bir yıl geçti. Cinayete ilişkin dava (nedense) basına kapalı olarak sürüyor.

Elâzığ Fırat Üniversitesi Tıp Fakültesi 2. sınıf öğrencisi Enes Kara’nın cemaat yurdunda yaşadığı baskılardan dolayı yaşamına son vermesinin üzerinden aylar geçti.

Erzurum’da yatılı Kur’an kursunda 7 çocuğu istismar eden kişinin 119,5 yıl hapis cezasına çarptırılması iki ay öncesinin haberi.

Bunlar deyim yerindeyse, buz dağının su üstündeki kısmı. Altta daha feci bir rezalet var. Rezaletin bir boyutu da, belki de en önemli boyutu, iktidar ve medyasının bu gibi rezaletlere ve vahşete konu olan tarikatları cemaatleri himaye etmesi, vahşet ve rezaletleri önemsizleştirmesi. 

***

İĞRENÇLİĞE POLİTİK MEDYATİK HİMAYE

Yerli yersiz her vesileyle Allah, Peygamber, Kur’an, din iman sömürüsü yapan AKP iktidarının tutumu malum; ülkeyi hukuk devletine değil din devletine sürüklüyor. Tarikat cemaat oylarına tamahkârlıkla İstanbul Sözleşmesi’nden çıktı. AKP iktidarı altı (6) yıl önce de çocuk yaşta evlilikleri meşrulaştırmak için bir af tasarısını Meclis’e sunmuş; ancak tepkiler üzerine geri çekmek zorunda kalmıştı. O tasarı yasalaşmış olsaydı, bugün konuşulan sapık da aftan yararlanmış olacaktı. İktidarın zihniyetinde bir değişiklik yok, sık sık “erken yaşta evlilik” diye nabız yokluyor. Milli Eğitim Bakanlığı MEB’in öğrencilere yönelik yaz okulu, yaz kampı, okuma yarışması, gezi ve seminerler, sosyal, sportif, mesleki ve teknik kurslar düzenlemek üzere protokol imzaladığı dinci vakıf ve kuruluşlar, TÜGVA, TÜRGEV, Ensar Vakfı, Türkiye Diyanet Vakfı, Hayrat Vakfı, İnsan Vakfı, İlim Yayma Cemiyeti vs. olarak sıralanıyor. Bunlar bilinenleri. Bilinmeyen kim bilir başka hangi dinci kuruluşlar vardır.

Egemen medyada ve akademi dünyasında da iktidarınkine paralel bir görmezlikten gelme, önemsizleştirme, daha vahimi sahiplenme ve mazur gösterme çabası var.

Örneğin “saltanat teknesi” Hürriyet’in GYY Ahmet Hakan’a göre 6 yaşındaki kız çocuğunun evlendirilmesi “sıra dışı bir sapıklık, pedofili vakası” imiş. En radikalinden en ılımlısına, İslamcı mahallede böyle bir olaya cevaz yokmuş.

Ahmet Hakan’ın rezaleti kendi mahallesinden tarikatlardan uzaklaştırmaya çalışması (kabul edilemez olsa da) anlaşılır, AKİT’in sergilediği iğrençlik karşısında saygıya değer bir savunma refleksi. Hiç değilse, “İnsanlığımdan utandım, kanım dondu” diye cümle kurmuş.

AKİT ise iğrenç olayı “iftira” olarak görüyor. Yazı İşleri Müdürü Ali Karahasanoğlu, Cüppeli adlı şarlatanın bile iğrençliği lanetlemesine tepkili; Cüppeli’yi artık Atatürkçü takılmakla eleştiriyor, din kardeşine atılan iftiraya ortak olmakla suçluyor ve “Bu nasıl İslam kardeşliği?” diye azarlıyor.

AKİT’in iğrençliğe ortak olması, “iftira” demesi şaşırtıcı değil. İnsanlık dışı nice katliamlara, cinayetlere sahip çıktı. Çocuk istismarcısı suikastçı Hüseyin Üzmez bu gazetenin köşe yazarıydı…

İğrençlikte ortaklık AKİT ile sınırlı değil ne yazık ki. İslamcı mahalle okumuş yazmışlarının manşetinde her gün neredeyse sadece, hangi yaşta evlenileceği, hangi şartlarda nasıl cima yapılacağı konuları var. Evlilik akdi ile fiili evliliğin bir olmadığını, çocuklar arasında da nikâh, büyük küçük arasında da nikâh kıyılabileceğini söyleyen İslamcı inanç önderlerinden geçilmiyor. Kadınların giyimine kuşamına kafayı takmış olmaları başlı başına bir akıl ve ruh sağlığı sorunu. Sapıklıkları yüzlerine vurulunca “İslami değer ve yargılara sahip insanları tahkir etmeye yönelik iftiralar” diyerek üste çıkıyorlar. Öyle ki, iki yıl önce 41 kişinin öldüğü Elâzığ depremini çocuk yaşta evliliğin yasaklanmasıyla açıklayan prof unvanlı ilahiyatçı bile çıktı. Adı batasıca bir prof, “Gayretullaha dokunmak edebiyat değildir. AIDS, ebola virüsü… Avustralya, Çin gayretullaha dokundu azap geldi. Maazallah, biz de zinayı, livatayı yasallaştırarak, Allah’ın helal kıldığı yaşta evliliği tecavüz sayarak, mutlu yuvaları bozarak gayretullaha dokunmayalım” diye ahkam kesti.

(Ara not: Allah’ın evi Kâbe de, depremler ve başka afetler nedeniyle sanırım 50/60 kez yıkıldı, yeniden yapıldı. Bu kafaya göre neden acaba?)

***

OSMANLI SARAYINDAKİ BEBEK ÇOCUK GELİNLER

Dediğim gibi, hayat “Bu olay karşısında kanı donmayacak kimse olamaz” iyimserliğine izin vermiyor ne yazık ki. Çünkü bu iğrençlik, “münferit, sıra dışı, bireysel, tekil” bir olay değil. Tersine, topyekûn yüzleşilmesi gereken sosyolojik teolojik bir dram, akıl ve ahlak tutulması var ortada. Rezaletin tarihsel arka planı da var. Ecdat ecdat diye bağırıyorlar böğürüyorlar ya, ecdatları da böyleydi.

Ecdat belledikleri Osmanlı’nın saraylarının tarihi, buluğ çağına ermeden evlendirilen veya nişanlanan kız çocuklarının bebeklerin dramatik öyküleri ile doludur. Osmanlı sarayında nice bebek çocuk yaşta kızlar, vezirler ve paşalarla evlendirilmişti. 

Bebek yaşta başlayan evlilik rekoru, (1603-1617 yılları arasında halife padişah olan) Sultan Ahmet’in kızı Ayşe’ye aittir. Sultan Ahmet’in Kösem Sultan’dan doğma kızı Ayşe (ki Dördüncü Murat ve Deli İbrahim’in ablasıdır), 3 (üç) yaşındayken Sadrazam Nasuh Paşa ile evlendirilmiş; kocası idam edilince daha altı (6) yaşındayken dul kalmış; sonrasında yedi (7) kere daha evlendirilmiş ve nihayet 50 yaşındayken vefat etmiş.

Ayşe Sultan, Osmanlı sarayındaki bebek çocuk yaşta evlilik geleneğinin ilkiydi ama sonuncusu değildi. Kardeşi Padişah Halife İbrahim’in kızı Fatma Sultan, iki buçuk yaşındayken Yusuf Paşa ile evlendirildi. Vezirliğe terfi eden Yusuf Paşa düğün merasiminden sonra Girit Adası’nı fethetmekle görevlendirildi. Yusuf Paşa kış ortasında donanmayı sefere çıkarmanın makul olmayacağını izah etmeye başlamıştı ki, sözünü bitiremeden İbrahim Han, Girit Serdarı’nı cellâtlara teslim etti. Cellâtlar işini bitirir bitirmez Halife Padişah pişman oldu, damadının cansız bedenine kapandı; “Ne güzel kırmızı elma gibi yanakları varmış, yazık ki kıydım” diye ağladı. 

Halife Padişah’ın kızı kocasız kalmazdı elbette. Dört yaşındaki dul Fatma Sultan, bu kez Musahip Fazlı Paşa’yla evlendirildi; 15 yaşında bir kere daha dul kaldı. 

Halife Padişah İbrahim’in diğer kızı Beyhan, iki (2) yaşındayken Vezir-i Azam Ahmet Paşa ile evlendirildi. Bir yıl sonra Halife Padişah sarayın sefahat harcamalarını karşılamak için samur ve amber vergisi koyunca isyan çıktı. Halkın tepkisini öfkesini çalan Yeniçeriler “Kelle isterüz” diyerek saray kapısına dayandılar. Damat Vezir-i Azam Ahmet Paşa, meşhur cellat Kara Ali tarafından boğularak idam edildi. Cesedi uyuz bir beygire bağlanıp Atmeydanı’nda çınar altına atıldı. Paşa’nın cesedi Yeniçeriler tarafından parça parça edildi; Ahmet Paşa tarihe “bin parça” anlamına gelen “hezarpare” lakabıyla kaydedildi. Kocası öldürülünce üç (3) yaşında dul kalan Beyhan Sultan, önce İbrahim Paşa ile, onun ölümünden sonra Bıyıklı Mustafa ile evlendirildi. On yıl süren evlilik Bıyıklı Mustafa’nın ölümüyle sona erdi; çok geçmeden Beyhan Sultan da öldü…

***   

Yinelemek uygun düşerse, okula başlama yaşındaki bir kız çocuğunun hayatı karartılmış. Ne yazık ki bu iğrençlik, “münferit, sıra dışı, bireysel, tekil” bir olay değil. Tersine, kimileri için ecdat yadigârı bir gelenek, vaka-i adiye, sıradan bir olay; sosyolojik teolojik bir dram. Bu iğrenç gelenek ve zihniyetle, sosyolojik teolojik dramla, akıl ve ahlak tutulmasıyla topyekûn yüzleşip hesaplaşmadıkça, yerin yedi kat dibinde utanmaktan acı çekmekten kurtuluş yok!


Not: AKP iktidarının çocuk yaşta evlilikleri meşrulaştırmak için af tasarısını gündeme getirdiği günlerde kaleme alınmış “DAHA ÇOCUK MU?” başlıklı yazının da okunmasını öneririm.

http://rahmi-yildirim.blogspot.com.tr/2016/11/daha-cocuk-mu-tecavuze-mi-ugramis.html


3 Aralık 2022 Cumartesi

ALEVİLERİN KAYYUMLARLA BİTMEYEN SINANMASI

İslam içi sayılmakla birlikte Alevilik, heterodoks (farklı) ve batıni bir inanç öğretisidir. Sünni ve Şii yorumuyla ortodoks (egemen) İslam mülk sahibi sınıfların iktidarını kutsayıp meşrulaştırırken Alevilik tarih boyunca mülksüzlerin, baldırı çıplakların, göçebe yoksul köylülerin, yani ezilenlerin inancı olarak yaşandı yaşanıyor. 

Ezilen halkların ve inanç topluluklarının tarihi isyanlar ve katliamlar tarihi olduğu kadar uzlaşma, teslimiyet, asimilasyon, işbirlikçilik ve nihayet ihanet tarihidir. Alevi-Bektaşi-Kızılbaş tarihinde de isyanlar ve katliamların yanı sıra uzlaşma, teslimiyet, işbirlikçilik ve ihanet de vardır.

Hızır Paşa söylencesi, Alevi-Bektaşi-Kızılbaş tarihinde ihanetin öyküsü olarak simgesel değer yüklüdür. Okur yazar olup bilmeyen yoktur herhalde. Söylenceye göre, Pir Sultan Abdal’ın genç muhiplerinden Hızır, devlette görev almak için pirinden himmet ister; “Pirim himmet eyle İstanbul’da medrese tahsili göreyim, devlet katında yükseleyim, bozuk düzene karşı çıkayım!” der. Abdal Pir Sultan, “Hızır, Hızır, sana himmet eylerim ama bil ki, bozuk düzende düzgün çark olmaz; sen devlet katında yükselince aslını unutursun, günü gelir devlet için beni bile astırırsın!” diye karşılık verir. Hızır, “O nasıl söz pirim, üzerimde emeğin var, Allah’tan korkarım” der ve ruhsat ister.  

Pirinden ruhsat alan Hızır İstanbul’a gider, tahsilini tamamladıktan sonra devlet hizmetine girer; rütbesi yükselir, paşa olur, sonunda Sivas’a vali olarak atanır. Osmanlı paşası Hızır, Pir Sultan’ın öngördüğü gibi aslını unutmuştur, halka zulmeder; huzursuzluk ayyuka çıkınca pirini anımsar ve ayağına getirtir, sofrasına buyur eder. Pir Sultan “haram lokmadır” deyip el sürmeyince Hızır Paşa öfkelenir, pirini zindana attırır; öfkesi geçince, içinde “şah” olmayan üç deyiş söylerse affedeceğini bildirir. Pir Sultan her şiirinde şahı anınca Hızır Paşa pirini idam ettirir…

***

Hızır Paşa adıyla efsaneleşen bu öykü gerçekten böyle mi yaşanmıştır, bilinmez. Belki de kastedilen Hızır Paşa değil de gerçekten yaşadığı bilinen, Alevi-Bektaşi tarihinde kayıtlı adıyla Sersem Ali Baba’dır. Yani, Anadolu’nun Alevi-Kızılbaş katliamlarından akan kanla sulandığı dönemin Osmanlı padişahlarından Kanuni’nin veziri kayın biraderi devşirme Server Ali Paşa.

Server Ali Paşa, Kanuni Sultan Süleyman’ın haremindeki kadınlardan Mâh-ı Devrân Sultan’ın ağabeyidir. Mâh-ı Devrân Sultan, televizyon dizisi Muhteşem Yüzyıl’da Hürrem Sultan’ın rakibesi, Kanuni’nin (cellatlara boğdurduğu) oğlu Mustafa’nın annesi yani. 

Muhteşem Yüzyıl dizisinin "adalet ve kanun adamı" diye tanıttığı Kanuni döneminde olsun, ya da dedesi Bayezid, babası Yavuz Sultan Selim dönemlerinde olsun, Anadolu halkı hep isyan halindeydi. Geçmişi ezen-ezilen ve sınıf mücadelesi açısından değil, “şanlı tarih” penceresinden görenlerin eserlerinde de kayıtlıdır isyanlar. Mesela, Türkçü milliyetçi Yılmaz Öztuna, 12 ciltlik eserinde Kanuni dönemini anlatırken, “İsyanların çoğu, devlet memurlarının zulüm ve haksızlıklarından çıkmış, sonradan gayrimemnunlar ve şüpheli niyet besleyenler de ilk nüvenin etrafına toplanmıştır.” diye belirtir. (Türkiye Tarihi, C: 6, s: 173) 

Prof. Dr. Faruk Sümer’in yazdığına göre de, 1526 yılında “Mohaç Savaşı’nın yapıldığı gün, Anadolu’da kan gövdeyi götürüyordu.” (Oğuzlar Türkmenler, s. 172) 

O yıl, yani Osmanlı’nın Mohaç zaferini kazandığı yıl Anadolu’nun yoksul göçebe Türkmen Alevi-Kızılbaş halkı Kalender Çelebi öncülüğünde ayaklanmıştı. Kalender Çelebi o tarihte Hacı Bektaş Dergâhı'nın başındaydı. “Kalender, Hacı Bektaş Veli’nin torunlarındandı ve etrafına 30 bin kişi toplamıştı.” (Yılmaz Öztuna, Türkiye Tarihi, C: 6, s. 174) 

İsyana dirlikleri ellerinden alınan Türkmen sipahiler de katılmıştı. Osmanlı’nın o güne kadar karşılaştığı en ciddi en geniş katılımlı ayaklanmaydı. Kanuni’nin şehzadeliğinde arkadaşı, padişahlığında sadrazamı ve eniştesi devşirme İbrahim Paşa isyanı bastırmakla görevlendirildi. İbrahim Paşa Yeniçeri ordusunu da yanına alarak yola çıktı. Osmanlı’da oyun çoktu. Dirliklerinin geri verileceği sözüne kanan sipahiler Kalender Çelebi’yi terk ettiler. Elbistan’da 1527’de yapılan çarpışmada Kalender Çelebi öldürüldü, isyan sona erdi.

Kalender Çelebi’nin katlinden sonra Hacı Bektaş Dergâhı’nın postu 25 yıl boş kaldı. Ancak huzursuzluk devam ediyordu. Osmanlı bu kez, dergâhı (güncel adlandırmayla) kayyum atayarak denetim altına almayı yeğledi; Kanuni, kayın biraderi Server Ali Paşa’yı postnişin olarak Hacı Bektaş Dergâhı’nın başına atadı. Kayyum paşa, Alevi-Bektaşi tarihine Sersem Ali Baba adıyla kaydedildi.

***

BEKTAŞİLERLE KIZILBAŞLAR BİRBİRLERİNİ KIRDILAR

Sersem Ali Baba, Osmanlı’nın Alevileri ve Hacı Bektaş Dergâhı’nı denetim altında tutmak için atadığı ilk kayyum değildi. Daha önce de 1501 yılında Padişah Bayezid, Alevi-Bektaşi tarihine Balım Sultan adıyla geçen kayyumu postnişin olarak dergâhın başına geçirmişti. Balım Sultan, dergâhın başına atandıktan sonra pir-i sani (tarikatın ikinci kurucusu) olarak Hacı Bektaş-ı Velî’nin yolunu yeniden düzenledi, tarikatın edep ve erkânını kurumsallaştırdı; 1517’de Hakk’a yürüdüğünde türbesini Yavuz’un kumandanları yaptırdı.

Osmanlı padişahının özel ordusu Yeniçeri’nin resmi inancı Bektaşilik idi. Anadolu tarihinin kırılma yılı 1514’te Çaldıran Ovası’ndaki savaşta, Osmanlı padişahı Sünni Yavuz’un Bektaşi Yeniçeri ordusu ile Safevi Şahı İsmail’in Kızılbaş ordusu birbirlerini kırdılar. Yavuz, Anadolu’nun Alevi Türkmen Kızılbaşlarının yarıya yakınını katletti.

Savaşı Şah İsmail kazansa Anadolu’nun inanç haritası belki biraz farklılaşırdı ama tarihin akışı çok farklı olmazdı. Çünkü Alevilik, Sünnilik ve Şiilik gibi iktidar inancı değildir. Yüzlerce yıl kölelerin, köylülerin, işsiz şehirli yoksulların (komünizme çok yakın) inancı olarak yaşanan Hristiyanlık ne zaman ki Roma’nın resmi dini ilan edildi, kendisi olmaktan çıkıp zıddına dönüştü. Alevilik de devletleştiği anda kendisi olmaktan çıkar. Şah İsmail’in Alevi Kızılbaş devleti, daha Şah hayattayken zıddına dönüşmeye başladı; ölümünden sonra oğlu döneminde İran’ın yerleşik inancı tarafından teslim alındı, Şii devleti oldu. 

İlk kez yaşanan bir süreç değildi zıddına dönüşüm. Osmanlı devleti de benzer süreçten geçti. Ertuğrul Gazi (öldükten sonra Otman Gazi) liderliğindeki aşiret fetih ve gazalarla devletleşirken, Abdal Musa yolunu ayırdı, Osmanlı’nın egemenlik alanı dışına çıkıp Antalya’ya çekildi; uzlaşmayı seçen Geyikli Baba Osmanlı’nın başkenti Bursa’da kaldı; Edebali ise kuruluş ürecindeki devletin şeyhi, yani ruhani lideri oldu. Padişahın özel ordusu olmak üzere devşirilmiş Hristiyan gençleriyle kurulan Yeniçeri Ocağı’na tarikat olarak Bektaşilik seçildi… (İşbu serencamı Derviş Ahmet, nam-ı diğer Âşık Paşaoğlu (1393-1484) kaleme aldı; Menakıb u Tevârih-i Âl-i Osman adıyla kitaplaştırdı.) 

***

Başta söylediğim gibi, ezilen halkların ve inanç topluluklarının tarihi isyanlar ve katliamlar tarihi olduğu kadar uzlaşma, teslimiyet, işbirlikçilik, asimilasyon ve nihayet ihanet tarihidir.

Şu günlerde, Alevilik inanç değil kültür sayılıyor, Kültür ve Turizm Bakanlığı bünyesinde Alevi Bektaşi Kültür ve Cemevi Başkanlığı kuruluyor; Alevi inanç önderi dedelere ulufe niyetine maaş, cemevlerine yardım vaad ediliyor ya. Tarihin tekerrür edeceğine kuşku yok. Osmanlı’dakine benzer şekilde iktidar kapısında ikbal arayan Sersem Ali Çelebi zuhur etmekte gecikmedi; daha nice Sersem Ali Çelebi çıkar! Bakalım hangi Alevi Bektaşi inanç önderleri makama rüşvete tamah edip kayyum olurlar; hangileri Pir Sultan Abdal gibi haramdan uzak dururlar?

Eşit yurttaşlık ve laiklik talebinde ısrar edecek insan evlatlarına selam olsun!

26 Kasım 2022 Cumartesi

İHVANCI HAYALİN İFLASI YA DA “GRAND STRATEJİ"

AKP Genel Başkanı Recep Tayyip Erdoğan ne maharetli diplomasi sihirbazıymış da haberim yokmuş. Daha doğrusu matbuat ahalisinin çoğu biliyormuş da ben bilmiyormuşum. Sağ olsunlar, yozdaş medya personeli yazdı da ben de haberdar oldum Erdoğan’ın diplomasi maharetinden. Meğer Erdoğan, “Grand Strateji” üstadıymış. Dahası, “Pro-aktif diplomasi” uyguluyor, kendisine karşı da “Uzun Oyun Stratejisi” uygulanıyor…

***

Grand Strateji, Uzun Oyun Stratejisi, Pro-aktif diplomasi… Bunlar da nereden çıktı?

Hani Erdoğan “bu can bu tende oldukça yüzü yüzüme rast gelmesin, ne cenazeme ne mezarıma” diplomasisi(!) uyguluyordu; dünya yıkılsa yüzüne bakmaz, elini sıkmaz, aynı masaya oturmazdı ya.

Örneğin İsrail liderleri; öldürmeyi iyi bilirlerdi.

Mesela Suudi Arabistan veliaht prensi Muhammed Bin Selman (MBS). Gazeteci Cemal Kaşıkçı’nın Suudi Arabistan İstanbul Başkonsolosluğu’nda vahşice katledilmesinin emrini veren kişi. Erdoğan medyasında manşetten yıllardır “Katil Prens” başlıklarıyla hedefteydi.

Birleşik Arap Emirlikleri (BAE). Suudilerle birlikte 15 Temmuz darbe girişiminin finansörü; manşetten “Şerefsiz bunlar” diye yaftalanıyordu.

Mısır Devlet Başkanı Abdülfettah El Sisi; İhvancı Mursi’yi darbeyle devirmişti. Erdoğan “Benim için Mısır’ın Cumhurbaşkanı Mursi’dir. BM’de Sisi ile aynı masaya oturmadım. Oturursam kendimi inkâr ederim” demişti. Hatta, aradan altı yıl geçtikten sonra 2019 İstanbul belediye seçiminde meydanlarda “Sisi mi, Binali Yıldırım mı?” diye sormuştu…

Yıllara yayılan bu posta koymalar muhafazakâr mahallede İslamcı siyasetin icabı “ilkeli dik duruş” olarak alkışlandı, efsaneye dönüştürüldü. Son üç beş ayda ise alkışların övgülerin yerini derin hayal kırıklığı ve eşine az rastlanır oportünizm aldı. Çünkü Erdoğan, “öldürmeyi iyi bilirsiniz, katil, şerefsiz, darbeci” dediklerinin hepsiyle kucaklaştı, musafaha yaptı.

***

Musafahanın ilk perdesinde dışişleri bakanları, meclis başkanları ziyaretlerinin ardından Erdoğan BAE’ye gitti. BAE’nin Türkiye’deki dinamik yatırım ortamına büyük katkılar sağladığını ifade eden Erdoğan, “Ziyaretimizin amacı bu potansiyeli hızlıca hayata geçirmektir” diyerek 13 anlaşmaya imza attı (14 Şubat 2022).

Kucaklaşma sırası İsrail’deydi. İsrail Cumhurbaşkanı İsaac Herzog Ankara’ya geldi. Erdoğan “Bu ziyaretle beraber ikili ilişkilerimizi, geleceğe yönelik çok daha fazla bir zemine olumlu istikamette oturtmanın gayreti içinde olacağız” dedi (9 Mart 2022). Ardından Erdoğan New York’ta İsrail Başbakanı Yair Lapid ile görüştü.

Musafaha sırası Cemal Kaşıkçı’nın katiline gelmişti. Önce Kaşıkçı davası dosyası Suudi Arabistan’a devredildi (7 Nisan 2022). Hemen ardından Erdoğan, Suudi Arabistan Kralı Selman bin Abdülaziz Al Suud’un davetlisi olarak Riyad’a gitti; “Hadimü’l Haremeyn’in daveti üzerine Suudi Arabistan’a ziyaret gerçekleştirdik. Tarihi, kültürel, beşeri bağlara sahip iki kardeş ülke olarak aramızdaki her türlü siyasi, askeri, ekonomik ilişkilerin artırılması ve yeni bir dönemin başlaması için gayret içerisindeyiz” dedi (29 Nisan 2022).

Bu ziyaretin ardından “katil prens” MBS Ankara’ya geldi. Erdoğan MBS’yi öyle bir karşıladı, kucakladı, ağırladı ve uğurladı ki; o yaştaki bir insan ancak evladını öyle kucaklar. Öylesine bir musafaha ve muhabbet yani. Resmi açıklamada “Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan ile Veliaht Prens Muhammed bin Salman bin Abdülaziz Al Saud arasında resmi görüşmeler, iki ülke arasındaki mükemmel ilişkilerin derinliğini bünyesinde barındıran samimiyet ve kardeşlik ortamında gerçekleştirilmiştir” denildi (21 Haziran 2022).

Nihayet musafaha sırası Mısır’ın “zalim, darbeci” lideri Sisi’ye geldi. Erdoğan, Katar Emiri’nin moderatörlüğünde Doha’da Sisi ile tokalaştı (20 Kasım 2022). Öyle sıradan bir el sıkışma değil. Erdoğan iki eliyle kavramış Sisi’nin elini, öylesine muhabbetli ve mütebessim! Mabeyin gazetecilerinin sorusu üzerine “Temennim odur ki, bakanlarımızla başlayan süreci, daha sonra inşallah üst düzey görüşmelerle iyi bir noktaya taşıyalım istiyoruz” diye açıkladı el sıkışmasını.

Musafaha sırasında şimdi “katil Esed” var. Erdoğan, “Esad ile görüşme olabilir, siyasette küslük dargınlık olmaz. Eninde sonunda uygun şartlarda adımları atarız” diyor.

***

YAZIKLAR OLSUN MÜSLÜMANLARA MI?

Dediğim gibi, Erdoğan’ın bu musafahaları kucaklaşmaları şeriatçı mahallede hayal kırıklığı yarattı. Kendisi de hayal kırıklığı yaşıyor mu, bilemiyorum. Ama aklını dimağını şeriatla, İslam enternasyonalizmiyle, hilafetle bozmuş İslamcılar derin hayal kırıklığı içindeler.

Örneğin, Akit Gazetesi Yazı İşleri Müdürü Ali Karahasanoğlu, “Yazıklar olsun biz Müslümanlara! Keşke o fotoyu görmeseydim! O fotoğrafı görünce yıkıldım” diyerek kayda geçirdi hicranını. Şeriatçı misyoner Hakan Albayrak da, Erdoğan’ın Sisi ile çift elle tokalaşmasını “bağrına taş basarak sineye çektiğini” yazdı. Ahmet Taşgetiren ise ona buna bağırarak dış politika yapılamayacağını, “reel” ile “ideal”i dengelemek ve dünyanın şartlarını da göz önüne almak gerektiğini söyleyerek teselli etmek istedi ama nafile. İslamcı şeriatçı mahallede derin bir hüzün ve “gücümüz yetmedi” ağlaşması var.

Oysa bu denli ağlaşmaları gerekmiyordu. İktidar beslemesi diğer medyalardaki yozdaşlarına baksalar, kendilerini rahatlatacak izahatı bulmakta hiç zorlanmazlardı.

Örneğin Hürriyet Gazetesi personeli Abdülkadir Selvi’ye göre, hayal kırıklığına ne gerek var? Erdoğan’ın kucaklaşmaları “Grand Strateji” gereği. Yani Büyük Strateji! (Abdül’ün kulağına bu tumturaklı sözcükleri kim fısıldadı, merak ediyorum.)  Grand Strateji’de Erdoğan’ın attığı adımlar dış politikadaki kazanımları hazmetme ve bir statükoya kavuşturma çabası. Bu çaba, Putin’in ev sahipliğinde Esed ile kucaklaşmayla taçlanacak.

Sabah Gazetesi’nden Prof. Dr. Burhanettin Duran’a göre de, Erdoğan’ın kucaklaşmaları “pro-aktif diplomasi”. Yani Erdoğan hem Ukrayna krizinde arabulucu oluyor hem ikili ilişkileri toparlıyor hem de “Siyasette küslük olmaz” diyerek Sisi’den sonra Esed ile görüşmeye hazırlanıyor…

Yine Sabah Gazetesi’nden Bercan Tutar ise, “CIA’nın ‘Uzun Adam’a karşı ‘Uzun Oyun’ Stratejisi” geliştirdiğinden söz ediyor. Bercan’a göre Kemal Kılıçdaroğlu’nun resmi kurumlara ani baskınları ve bu kurumları itibarsızlaştırma girişimleri, Türk Tabipleri Birliği’nin TSK’ya yönelik kimyasal silah iddiası, Taksim’deki saldırının PKK/YPG tarafından yapılmadığı görüşü “Uzun Oyun Stratejisi” kapsamındaki faaliyetler…

***

SUYA DÜŞEN HİLAFET HAYALİ

Grand Strateji, Pro-aktif diplomasi, Uzun Oyun Stratejisi… Daha neler neler…

Dediğim gibi, süzme şeriatçı mücahitler ağlaşmak yerine bitişik komşu yozdaşlarının sayfalarına ekranlarına baksalar, moral bozukluğunu hayal kırıklığını dengeleyecek, kendilerini rahatlatacak izahatı fazlasıyla bulurlardı. Ama akılları dimağları İhvancı İslam enternasyonalizmiyle bloke olduğundan bu gibi kavramlar akıllarına gelmedi; bundan sonra da gelmez.

Şu da aşikâr ki, yozdaş medyanın kanaat bezirgânları Erdoğan’ın U dönüşlerini ne kadar yüceltirlerse yüceltsinler, -kendileri de biliyorlar ki- ortada ne Grand Strateji var ne de Pro-aktif diplomasi. Olan biten, dış politika ve diplomasi yerine ikame edilmiş İhvancı İslamcı hayalin iflasıdır.

Neydi o hayal? Özetle, dirilen Osmanlı’nın mirasçısı Türkiye İslam dünyasının lider ülkesidir, Erdoğan veya Türkiye’nin başkanı her kimse o da halifesidir. Yanı sıra İslam ortak pazarı, İslam dinarı filan. Necmettin Erbakan’ın başlattığı Milli Görüş hareketi içinde Erbakan’ın kendisi, Erdoğan ve arkadaşları hep bu hayal ve heyecan ile siyaset yaptılar.

Arap Baharı sürecinde nasıl da canlıydı o hayal! 12 Eylül 1980 darbesi öncesinde kimi solcuların “akşama kalmaz” dedikleri devrim kadar yakın bir hayaldi İhvancı enternasyonalizm ve hilafet. Kobani düştü düşecekti, birkaç haftaya kadar Şam’da Emevi Camii’nde şükür namazı kılınacak, Selahaddin Eyyubi’nin kabri başında Fatiha okunacaktı. Ama olmadı, olacağı yoktu zaten. Karahasanoğlu Ali’nin de belirttiği gibi güç yetmedi bu hayali gerçekleştirmeye.

***

MURSİ ŞEHİT ERDOĞAN GAZİ

Erdoğan’ın bu hayali gerçekleştirmesi mümkün değildi. Arap Baharı kışa evrildi, Mısır’da darbe ile devrilen İhvan hiçbir Arap ülkesinde tutunamadı; Filistin'de HAMAS yönetimindeki Gazze şeridine kadar daraldı, liderleri müritleri Türkiye’ye sığındılar. İhvancılar, “Mursi şehidimiz Erdoğan gazimiz” tesellisiyle ağlaşırken, devletler arası siyasetin kadim kanunları hükmünü icra etti, gecikerek de olsa Erdoğan bu fotoğrafları vermeye mecbur kaldı. Ne için? Suud hanedanından, BAE ve Katar’dan gelecek üç beş milyar dolar borç, swap vs karşılığında. Değer miydi? İhvancı hayal bu denli ucuz mudur, bilemem.

Türkçe’de bu gibi durumlara uygun hayli özdeyiş var. Tükürdüğünü yalamak, kirlettiği testiden su içmek, bükemediği bileği öpmek, kof kabadayılık vs… Nitekim Sisi ile musafahadan bu yana muhalefet gün aşırı bu özdeyişleri Erdoğan’ın başına kakıyor. Kof kabadayılık hariç, hepsi de uyar ama sorun bu tür sığ eleştirilerin çok ötesinde. İlk kez Erdoğan’ın başına geldiği de söylenemez. Erdoğan’ın farkı, kararlarının ve attığı adımların merkezindeki İhvancı zihniyet nedeniyle (kör parmağım gözüne) kabul olmayacak duaya durması, rüyaya dalması ve bunu dış politika yerine ikame etmesi. Türkiye çok zararını gördü bu “pro-aktif” ihvancılığın; bölge halklarına da çok kan ve gözyaşı döktürdü. Sonuçta devletler arası siyasetin kanunları, devletler arasında ezeli/ebedi dostlukların değil çıkarların olduğu yasası, dış politikada Firavun/Musa masallarıyla edilen duaya yer olmadığını sert bir şekilde anımsattı; “öldürmeyi iyi bilen” İsrail liderleriyle, “şerefsiz” BAE yönetimiyle, “katil” Suudi prensiyle, “darbeci zalim” Sisi ile Erdoğan’ı kucaklaştırdı. Sırada, “kendi halkını ve şehirlerini bombalayan” Esed ile kucaklaşma var. İşin tuhafı, Sisi “Aman ne iyi oldu Erdoğan ile tokalaştım” havasında olmadığı gibi Esad da Erdoğan’ın uzattığı eli tutmaya nazlanıyor. Neredeeen nereye!

Aslında Erdoğan’ın rüyası Gezi direnişiyle sona ermişti. Türkiye’de Gezi direnişi sonuçsuz kaldı ama hemen ardından Mısır’da İhvan darbeyle devrildi. Erdoğan, canlı yayında İhvan liderinin kızı Esma için göz yaşı dökerken kâbusa dönen kendi rüyasına da ağlıyordu.

Rüya sona erdi, sabahı şerifleriniz hayrolsun Erdoğan! Gerçeğin çölüne hoş geldin! Değmezdi üç beş milyar dolar borç gelecek diye fani dünyanın oportünizmine bel bağlamak. “Kendimi inkâr etmiş olurum” sözlerini anımsıyor musun? Hakikaten değmezdi yalan dünya siyasetine. Geçmiş olsun! Oysa, ne güzel laiklik tavsiye ediyordun İslam coğrafyası liderlerine. Mısır’a gittiğinde “Devlet tüm inanç gruplarının inancını teminat altına alır. Hepsine eşit mesafededir. Hatta hatta daha ileri gidiyorum dinsizin bile, ateistin bile inancına devlet saygı duyacaktır. Onu da güvence altına alacaktır. Laik devlet budur” demiştin. Hatırladın mı? Ölü gözünden yaş imam evinden aş çıkmayacağı özdeyişine karşın bir temenni işte: Keşke başkalarına tavsiye etmekle kalmayıp Türkiye’de inşa etseydin laikliği. Keşke Araplar ve Müslümanlar arasındaki anlaşmazlıklarda taraf olmak yerine arabuluculukla yetinseydin. Baki selamlar.


19 Kasım 2022 Cumartesi

AKP’NİN SÜNNİ AÇILIMINA TEPKİ

Alevi Katılım Partisi AKP’den seçimler öncesinde Sünnilere mavi boncuk 

- Kültür ve Turizm Bakanlığı bünyesinde 'Sünni Kültür ve Cami Başkanlığı' kuruldu.

- Camilerdeki hizmetlerin maliyeti devlet tarafından karşılanacak.

- Hoparlörle ezan yasağının kaldırılması, Ramazan Bayramı’nın resmi tatil ilan edilmesi planlanıyor.

- Cumhurbaşkanı Haydar Zülfikâr: “Herkesten daha fazla Sünniyiz!

- Sünni paketine şeyhlerden ve imamlardan tepki: “Hükümet samimi değil. Çözüm eşit yurttaşlıkta, laiklikte ve demokraside!

ANKARA (SÜNAJANS)- İktidardaki Alevi Katılım Partisi AKP’nin Sünniliği folklorik kültürel miras sayan, camilere Kültür Bakanlığı bünyesinde statü öngören icraatı Sünni cemaati tatmin etmedi. Cumhurbaşkanı Haydar Zülfikar’ın “Herkesten daha fazla Sünniyiz, Ramazan Bayramı’nı resmi tatil ilan edeceğiz” vaadine Sünni imamlar şeyhler ve inanç önderleri, “Hükümet samimi değil. Laikliğe uygun adımlar atılsın, zorunlu din dersi kaldırılsın, Diyanet lağvedilsin, Dede Okulları kapatılsın!” diye karşılık verdiler.

SÜNAJANS muhabirinin AKP ve hükümet çevrelerinden derlediği bilgilere göre, bir kamuoyu anketinde 25 milyon dolayında tahmin edilen Sünnilerin yalnızca yüzde 12’sinin seçimlerde AKP’ye oy verdiği saptandı. AKP, Sünnilerden aldığı oyu artırabilmek ve iktidarda kalabilmek için Haziran 2023 seçimleri öncesinde yeni bir açılım paketini gündemine aldı. Alevi Diyanet İşleri Başkanlığı camilere ‘ibadethane’ statüsü verilmesine ve Diyanet’te Sünnilerin de temsil edilmesine sıcak bakmıyor. Diyanet’in ibadethane ve temsil formülüne sıcak bakmaması nedeniyle hükümet ve AKP çevrelerinde Sünni meselesine çözüm için Kültür ve Turizm Bakanlığı bünyesinde 'Sünni Kültür ve Cami Başkanlığı' kurulması kararlaştırıldı. 

Bu karar doğrultusunda, Resmi Gazete’de yayımlanan 112 sayılı Cumhurbaşkanlığı Kararnamesi ile Kültür ve Turizm Bakanlığının görev ve yetkileri arasına "Sünni kültürünün araştırılması ve camilerle ilgili iş ve işlemleri yürütmek" ibaresi eklendi; bu görevi yerine getirmek üzere bakanlık bünyesinde 'Sünni Kültür ve Cami Başkanlığı' kuruldu. Kararnameye göre başkanlık, Sünnilik hakkında araştırmalar yapacak, akademik çalışmaları destekleyecek, camilerin ihtiyaçlarını belirleyecek, camilerdeki hizmetlerin etkin ve verimli yürütülmesini koordine edecek. 

Sünni Kültür ve Cami Başkanlığı’nın görev alanındaki çalışmalarını değerlendirmek ve önerilerini Başkanlığa bildirmek üzere Danışma Kurulu kurulacak. Danışma Kurulu başkan ve üyeleri, Sünnilik yolunda araştırmaları ve çalışmalarıyla temayüz etmiş kişiler arasından Cumhurbaşkanınca üç yıllığına seçilecek. Danışma Kurulu üyelerinin ve toplantıya davet edilen kişilerin ulaşım ve konaklama giderleri Bakanlık bütçesinden karşılanacak.

***

Cumhurbaşkanı Haydar Zülfikar: Herkesten daha fazla Sünniyiz!

AKP Genel Başkanı ve Cumhurbaşkanı Haydar Zülfikâr, ALHABER ekranında gelişmeleri değerlendirirken, Sünni açılımını bu kez başaracaklarını, camilerde hoparlörle ezan yasağını kaldıracaklarını, camilerin elektrik ve suyunun belediyelerce karşılanacağını söyledi. Haydar Zülfikar, Ramazan Bayramı’nı resmi tatil ilan edeceklerini, Alevi İlahiyat fakülteleri bünyesinde Yüksek Sünni Enstitüleri açılacağını ve imamların bu enstitülerde eğitileceğini, okullarda zorunlu din dersi müfredatında Sünniliğin de anlatılacağını belirterek “Biz herkesten daha fazla Sünniyiz” dedi. 

***

Sünnilerden Tepki: Çözüm Laiklikte ve Eşit Yurttaşlıkta!

Sünni inanç önderleri şeyhler ve imamlar ise Cumhurbaşkanı Haydar Zülfikar’ı ve AKP hükümetini samimiyetsizlikle suçladılar. 

Şeyhler ve İmamlar adına bir açıklama yapan Prof. Dr. Ahmet Mahmut Ünlü, Sünni meselesinin ancak eşit yurttaşlık, laiklik ve demokrasi ile çözülebileceğini vurguladı. Camilere bütçeden kaynak aktarımını, imamlara maaş bağlanmasını rüşvet sayıp reddedeceklerini bildiren Ünlü, devletten iane değil özgürlük istediklerini belirtti. Alevi Diyanet’te temsil ve imamların Yüksek Sünni Enstitülerinde eğitilmesi önerisini de eleştiren Ünlü, “Devlet zahmet etmesin. Biz kendi kendimizi eğitiyoruz. Devlet eliyle din eğitimi ve hizmeti olmaz. Çözüm eşit yurttaşlıkta, laiklik ve demokrasidedir. Zorunlu din dersi kaldırılmalı, Dede Okulları ve Diyanet lağvedilmelidir. Devlet bütün inançlara ve inançsızlara aynı uzaklıkta olmalıdır; inkâr asimilasyon ve baskıdan vazgeçmelidir.” dedi. 

***

AKP Sünniliği sapkınlık olarak görüyor

Ensar Vakfı Başkanı Hayrettin Toraman da, hükümetin her seçim öncesinde Sünni açılımı ilan etmesini samimi bulmadıklarını belirterek şu görüşleri dile getirdi: “Sünnilerin sorununu bilmeyen yok. Temel sorun AKP’nin Sünniliği sapkın bir mezhep olarak görmesidir. Tartışılacak bir şey yok. Sorunu çözmek istiyorsa, zorunlu din dersini kaldıracak, Diyaneti lağvedecek, camileri ibadethane olarak tanıyacak, Sünni vakıf mallarını iade edecek, ayrımcı tutumdan vazgeçecek, Sünniliği tanıyacak. Ama Cumhurbaşkanı samimi değil, Sünnileri oyalama derdinde; Sünniliği resmi olarak tanıyan şahsiyet olarak tarihe geçmek istemiyor. Herkesten daha fazla Sünni olduğunu söylüyorsa biz de soruyoruz. Kaç Sünni milletvekilin var? Kaç Sünni valin var? Ayrımcılık pratikte çözülerek aşılır.


Not: Sekiz yıl önce aşağıdaki adreste yayımlanan yazının güncellenmiş tekrarıdır; elbette asparagastır!!! Empati denemesi sayılması rica olunur!

http://rahmi-yildirim.blogspot.com/2014/11/hoparlor-ile-ezan-yasagina-son-akpden.html


17 Kasım 2022 Perşembe

KÜRTLER ÖZGÜR DEĞİLSE…

Şunu en başta vurgulayalım: İster devlet ister devletle savaşan bir örgüt; kim yapmış olursa olsun, sivil halkı hedef alan silahlı eylemler terör eylemidir. Köylerde, kasabalarda, kentlerin en kalabalık caddelerinde meydanlarında, stadyumda parkta vs yerlerde bomba patlatmak, sivilleri kurşunlamak tartışmasız terör eylemidir, insanlık suçudur. Siyasi mesaj amacı taşıması o eylemi terör eylemi olmaktan çıkarmaz.

İstanbul İstiklal Caddesi’nde altı kişinin katledildiği onlarca kişinin yaralandığı bombalı saldırı hiç tartışmasız terör eylemidir. Saldırının haberi ekranlara düşer düşmez akla ilk PKK’nin veya IŞİD’in gelmesi de nedensiz değildir. Çünkü her ikisi de bu tür terör eylemlerinin olağan şüphelisidir, sicil kayıtları terör eylemleriyle fazlasıyla doludur.

***

RESMİ AÇIKLAMALAR NE KADAR İNANDIRICI?

Resmi açıklamaya göre bombayı “PKK/PYD/YPG’nin özel istihbarat elemanı” olarak eğittiği kadın patlatmış. Kadın “Talimatı Kobanê’den alıp Afrin üzerinden Türkiye’ye girdiğini” itiraf etmiş. Yakalanmasaymış öldürülecekmiş ya da Yunanistan’a kaçırılacakmış…

İktidar ve medyada üslenmiş besleme kalemşorlar resmi açıklamalara inanmamızı istiyorlar ama resmi açıklamayı şüpheyle karşılamak için yeterince deneyimliyiz. Geçmişte benzer nice terör eyleminden sonra o kadar çok yalan söylediler, kamuoyunu o kadar aptal yerine koydular ki, terörü önlemek ve güvenliği sağlamakla resmen görevli olanların bile terörün neresinde olduklarına ilişkin şüphe zihnimizi hep meşgul etti. 

İstiklal Caddesi saldırısının kendisi ve saldırıya ilişkin resmi açıklamalar da bir dizi çelişki ve yanıtlanmaya muhtaç onlarca soru içeriyor. Esasen resmi açıklamaların bunca soruyu akıllara düşürmesi başlı başına bir sorundur; ülkenin nasıl uğursuz senaryolara provokasyonlara açık olduğunun işaretidir. İktidarın, PKK’nin (veya IŞİD’in) yanıltmalarına manipülasyonlarına provokasyonlarına karşı zihnimizi bilincimizi berrak tutabilmek için kuşkulanmaktan sormaktan başka çare yoktur.

***

YANIT BEKLEYEN SORULAR

Eylem kararını gerçekten PYD/YPG mi verdi? Bölgede ABD’nin şemsiyesi altında barınabilen PYD/YPG, (tam da Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın ABD Başkanı Biden ile yapacağı görüşmenin hemen öncesinde) hamisini zor durumda bırakacak bir adımı atmış olabilir mi? 

İktidar seçimler öncesinde Suriye Kürtlerine operasyon yapmak istiyor, ancak bunun için ABD’den beklediği izni alamıyor da sınır ötesi operasyonun altyapısı mı hazırlanmak isteniyor?

PKK’nin (aradan 24 saat geçtikten sonra olsa da) İstiklal Caddesi saldırısını sahiplenmemesi ne anlama geliyor? PKK’nin “biz yapmadık” demesi elbette kendisini aklamaya yetmez. Örgüt zaten “PKK böyle bir şey yapmaz” dedirtecek sicile sahip değil; geçmişte bu tür saldırıları doğrudan ya da dolaylı olarak sahiplendiğini belirtmeye gerek yok.

Resmi açıklamada öne sürüldüğü gibi saldırı PKK tarafından gerçekleştirildiyse, eylemci kadın öldürülecek idiyse, sonradan öldürmek yerine neden ‘intihar eylemcisi’ kullanılmadı?

Resmi açıklamada öne sürüldüğü gibi eylemci kadın “PKK/PYD/YPG’nin özel istihbarat elemanı” olarak eğittiği bir militan ise, neden kamuflaj kıyafetiyle eyleme gönderildi; bombayı bıraktıktan sonra neden hızlıca kaçarak kendisini belli etti? Eylem kıyafetini yok etmek yerine, delil olmak üzere neden kaldığı eve kadar taşıdı? Kadının eylem tarzı ve yakalanma biçimi hiç de “özel olarak eğitilmiş istihbarat elemanı” tanımına uymuyor. Selahattin Demirtaş’ın ifadesiyle “Bombacı diye yakalanan, istihbarat eğitimi aldığı duyurulan ve ‘her şeyiyle’ ‘İşte buradayım, beni yakalayın’ diyen, yakalandığında da şaşkın ördeğe dönüp üstüne New York yazılı tişört geçirilip fotoğraf çektirilen kişi gerçekte kim? Bu katliamı kimin adına yaptı?

Eylemci kadının giysisindeki ‘New York’ yazısından Amerikan bağlantısı kurulabildiğine göre aynı mantıkla cep telefonundaki arama kayıtlarından hareketle bir MHP ilçe başkanı da göz altına alınmış olmalıydı. Öyle ya; değil arama kaydı, telefonun aynı bölgede sinyal vermesinin bile mahkumiyete yeterli delil sayıldığı bir ülke burası. Arama kaydı MHP ilçe başkanına değil de HDP veya başka bir muhalefet partisinin ilçe başkanına ait olsaydı, neler olurdu neler? Canlı yayın araçları eşliğinde operasyon, muhalefeti terörle eşleyen resmi açıklamalar, muhalefeti şeytanlaştıran besleme medyatörler vs...

Hürriyet gazetesi yönetmeni, “bomba patlar patlamaz akla ilk olarak seçimi getirmenin insanlıktan çıkmak” olduğunu yazmış. O da biliyor ki, bomba patlar patlamaz akla hemen seçimin gelmesi nedensiz değil. IŞİD’in 10 Ekim 2015 Ankara Katliamı’ndan sonra dönemin Başbakanı Ahmet Davutoğlu “Ankara’daki terör saldırısı sonrasında anket yaptık, kamuoyunun nabzını tutuyoruz, oylarımızda yükseliş trendi var” demişti. Bu sözler terörist saldırılardan en çok kimin medet umduğu, kimin çıkar sağladığı sorusunun yanıtıdır. Bilinir ki, demokrasiye kapalı faşizme açık iktidarlar terörden beslenirler, sorgulama güdüsünden yoksun yığınlar nezdindeki meşruiyetlerini terör sayesinde kazanırlar. Öyle ki, 251 kişinin katledildiği darbe girişimi bile (daha girişim bastırılmamışken) “Allah’ın lütfu” sayılmıştı.

***

‘GÜVENLİ BÖLGE’NİN GÜVENSİZLİĞİ

Sorular çelişkiler dizisi uzatılabilir. Kısaca değerlendirmek gerekirse: Kürt sorunu çözümsüz bırakıldıkça bu tür terör eylemlerinin gündemden çıkmasını beklemek boşunadır. AKP iktidarının Kürt meselesini barışçı çözüme kavuşturmak yerine Suriye ve Irak sınırlarından öteye 30 kilometre derinliğinde “güvenli bölge” oluşturma politikası çözüm değil çözümsüzlüktür. 

ABD’nin Irak ve Suriye’deki rejimi değiştirme politikalarına ve savaşlarına (Osmanlı’yı diriltme ve Şam’da zafer namazı rüyasıyla) taşeronluk, ABD ile birlikte “eğit donat” projesiyle cihatçı örgütler ve ordular kurmak, sınır kapılarını bunlara teslim etmek, Suriyeli Kürtleri düşman saymak çözüm getirmedi; tersine, Türkiye’deki çözümsüzlüğü daha geniş bir coğrafyaya taşıdı. Alt emperyalist refleksle Ortadoğu’daki savaş girdabına dalmak, Türkiye’yi Ortadoğu’nun Asya’nın Afrika’nın çöplüğüne çevirdi; Afganistan, Irak, Suriye gibi terör saldırılarının eksik olmadığı bir bölge ülkesi haline getirdi.

Erdoğan iktidarının hedeflediği güvenlik şeridi, İdlib’ten başlayıp İran-Türkiye-Irak üçgenindeki Kandil dağlarına uzanıyor. Güvenli bölge politikasından vazgeçip TSK’yi geri çekmek de bu bölgeleri terör kaynağı olmaktan kurtarmayacak; bu kez Erdoğan iktidarının beslediği cihatçı çeteler terörü Türkiye’ye taşıyacaklar. Halihazırda zaten terör üretiyorlar. Öyle ki, mabeyin yazarı Abdülkadir Selvi, Afrin harekâtı sonrasında Erdoğan’ın “Afrin’e ÖSO ile birlikte girdik. Ancak bazı gruplarda ganimet gibi bir anlayış var” dediğini yazmıştı (Hürriyet, 22 Mart 2018).

Bugün de bölgeden gelen haberlere göre Afrin’de, maaşlarını Türkiye’nin ödediği Özgür Suriye Ordusu (ÖSO) bayrağı altındaki gruplar, her türlü gayrimeşru işlere bulaşmışlardır. Ganimet, ev baskınları, yağmalama, kaçakçılık, fidye için adam kaçırma suçları birbirini izlemektedir. Hatta ÖSO içindeki gruplar kirli kazanç uğruna birbirleriyle de çatışmaktadırlar. Hattanın da ötesi, geçen ağustos ayında Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu’nun “Muhalefetle Suriye’deki rejimi bizim bir şekilde anlaştırmamız lazım. Aksi takdirde kalıcı barış olmaz” açıklaması sonrası sokağa çıkan ÖSO çetecileri Türkiye bayrağı yaktı, TSK’nin araçlarını taşladı…

Bitirirken vurgulamalı ki, iktidar yetkilileri ve besleme medyatörleri istedikleri kadar resmi açıklamalara inanmamızı tavsiye etsinler; İstiklal Caddesi saldırısı bağımsız bir kurul tarafından soruşturulmadıkça, zihnimizi meşgul eden sorular geçerli bir yanıt bulamayacak. Sınır ötesi askeri operasyonlar ve “güvenli bölge” politikası çözüm değil çözümsüzlüktür. İktidar yetkilileri istedikleri kadar “ayakkabı numaralarına kadar biliyoruz, terörle mücadelede başarı üstüne başarı” propagandası yapsınlar, Kürtler özgür değilse, Türklerin sahip oldukları haklara sahip değilse, ne saldırılar biter ne de terör. Belki slogan olacak ama Kürtlere özgürlük ekmek barış demokrasi yoksa siyam ikizi ağabeyi kardeşi Türklere de yoktur!

Türkiye’deki Amerikan üslerini ve işbirlikçiliği görmeyip, Amerikan yardımını Suriye Kürtlerinin başına kakarak “Amerikan silahıyla birbirimizi vurmayalım, kucaklaşalım” çağrısı ve propagandası yapmak da en hafif deyişle siyasi oportünizmdir.


31 Ekim 2022 Pazartesi

TAYYİP ERDOĞAN PATAVATSIZ MI?

Entelektüel mahallenin kıdemlisi Murat Belge, Recep Tayyip Erdoğan’ın “patavatsızlık rekoru” kırdığını yazmış. Gerekçesi, Erdoğan’ın Mehmet Ali Çelebi’ye AKP rozeti takarken, kaç çocuğu olduğunu sorup tek çocuk yanıtı alınca, “Çocuk çok önemli, sayıları artırmak lazım, bak PKK’nin 5 tane, 10 tane, 15 tane var” demesi. (T24, 22 Ekim 2022 tarihli yazısı)

Yazısının devamında Belge, bu sözlerde kastın Kürtler olduğunu, Anadolu Ajansı ve yandaş medyanın bile bu “yakışıksız” sözleri sansürlediğini kaydetmiş; patavatsızlığın Erdoğan için istisna olmadığını, “prompter”a bakmadan konuşuyorsa her an bir “gaf” yapabileceğini vurgulamış…

Ağır entelektüel ile kalem yarıştırmak haddime değil de, bana sorulursa, Erdoğan patavatsız filan değil, gaf maf da yapmıyor. Türk Dil Kurumu’na göre patavatsız “Ettiği lafın nereye varacağını, kime dokunacağını düşünmeden saygısızca konuşan, davranışlarına dikkat etmeyen kimse” demek. Gaf da “Yersiz, beceriksiz, zamansız söz veya davranış, patavatsızlık.”

Eklemek uygun olursa, patavatsızlık veya gaf, kişinin kendisinin de istemediği bir söz ve davranış demektir. Patavatsızlık eden pot kıran kişi, devirdiği çamın, ettiği saygısızlığın farkına vardığında kendisini mahcup hisseder, kızarır bozarır, özür diler, durumu kurtarmaya çalışır vs. Erdoğan’ın ise böyle bir derdi yok! Çünkü Erdoğan, kendisinin ve ait olduğu mahallenin ölçülerine göre çam devirmiyor, patavatsızlık etmiyor. Erdoğan o sözleri gaflet anında ağzından kaçırmadı; aklından geçeni aklına geldiği gibi söyledi.

***

İktidarının ilk yıllarında Erdoğan böyle konuşmuyordu. Devletin dizginleri tümüyle elinde olmadığı için kendisini yeterince güçlü hissetmiyordu Erdoğan; öyle olunca da takiye yapmak, yani olduğundan biraz farklı görünmek ihtiyacındaydı. Öyle ki, ziyaret ettiği bazı Müslüman ülkelere laikliği bile tavsiye ediyordu. O yıllarda hakiki düşünce ve eylemini ağzından kaçırması patavatsızlık veya gaf sayılabiliyordu. Devletin tüm dizginlerini eline geçirdikten bu yana Erdoğan artık takiye yapmıyor, “el alem ne der” kaygısı duymadan aklından geçeni olduğu gibi söylüyor. 

Zaten “içi dışı bir” Erdoğan’ın, halk deyişiyle “delisi dışında”. Yani karşımızda çoktandır rol yapmayan, hakiki harbi Erdoğan var. Öyle olduğu içindir ki, çok rahat bir şekilde, Çelebi’nin doktora çalışması yapan eşine “Olmaz ya… Bu işin kariyeri çocuk doğurmak. Sayıları artırmak lazım. Allah'tan isteyelim” diyebiliyor. 

Çünkü Erdoğan’ın ve mahallesinin kadına biçtiği rol öncelikle çocuk doğurması ve anne olması. Bunu tavsiye etmek, PKK dolayımıyla Kürtlerin çok çocuk yaptıklarını söylemek Erdoğan için patavatsızlık veya pot kırmak değil, o mahallenin bir normalini dile getirmek. Bu sözleri ve devamını patavatsızlık rekoru veya gaf sanıp şaşırma görevi ise, takiye yıllarında Erdoğan’dan demokrasi uman ağır entelektüele düşüyor! 

Oysa ortada şaşılacak bir şey yok. İnsan beklemediği ummadığı bir söze eyleme şaşırır. Ağır entelektüel şaşırdığına göre hâlâ Erdoğan’dan pozitif bir şeyler umuyor bekliyor galiba. Geçmişte de çok şey ummuştu, yazılarıyla destek vermişti. Hayal kırıklığına uğrayınca da kendisini kandırılmış hissettiğini söylemiş, “Daha önce bizim desteklediğimiz, doğru işler yapan adam uydurma bir Tayyip Erdoğan’mış! Biz aklımızı falan kullanmıyorduk” diyerek pişmanlığını dile getirmişti.

(Bu bahsi burada bırakalım, yoksa yazı uzar gider. Dediğim gibi, ağır entelektüel ile kalem yarıştırmak haddime değil!)

***

Erdoğan patavatsız veya değil. Asıl merak ettiğim, Erdoğan’ın felsefe, tarih, coğrafya, teoloji vs. alanlarındaki söylemi ve eylemi. 

En birikimli olduğunu sandığım teoloji alanında örneğin. 15/16 Temmuz 2016 gecesi başından geçenleri anlatırken, yaşadıklarını Hz. Muhammed’in başına gelenlerle kıyaslaması. ATV-A Haber ortak canlı yayınında şöyle anlatmıştı: “Damadım, eşim, kızım, torunlarım... Hep beraber çıktık ve Dalaman'a ulaştık. Meğerse bizden önce Dalaman'a gelmişler, bizim uçağı incelemişler. Fakat çok ilginç şeyler oluyor. Uçağa girmişler, bakmışlar, çıkmışlar. Bizim bu olanlardan haberimiz yok. Biz indik, hemen uçağa geçtik. Daha sonra öğreniyoruz. Hani Nur mağarasındaydı, sevgili Peygamberimiz, Ebu Bekir Sıddîk ile birlikte mağaradaydı. Ama mağaranın kapısını örümcek örüyor. Ve gelip bakıyorlar ki örümcek ağ örmüş. "Burada örümcek ağ ördüğüne göre herhalde buraya girip çıkmış değildir" diyorlar ve müşrikler dönüp gidiyorlar. Bunlar da gelip bakıyorlar. Uçağın içinde kimseyi göremeyince dönüp gidiyorlar. Onların arkasından biz iniyoruz. Tabi bizim üç ayrı noktada bekleyen uçağımız var. Çünkü hedef saptıracağız. Dalaman'daki uçakla beraber hareket ediyoruz.

O gece Dalaman’da yaşananlar gerçekten Erdoğan’ın anlattığı gibi mi, olmuştur, bilmiyorum. Varsayalım ki Erdoğan’ın anlattığı gibi olsun. İslam tarihine azıcık aşina olanlar bilir. Erdoğan’ın anlattığı hikâye ile İslam Peygamberi’nin başından geçenler eşleşmez. Kur’an’da (Tevbe 9/40) bildirilen hadise, Nur mağarasında değil, Sevr mağarasında geçer. Nur, peygambere ilk vahyin geldiği Hira mağarasının bulunduğu dağın adıdır. 

İkincisi, peygamber ve arkadaşı Mekke’den Medine’ye hicret sırasında Sevr mağarasının içindeyken müşrikler mağaranın önüne gelirler, örümcek ağını görünce içeri girmeden dönerler. Dalaman’da ise Erdoğan, mağara ile kıyasladığı uçağın içinde değildir; eşi, kızı, torunları ve damadı ile Ebubekir arasında ne alaka? Tasası bana düşmez de en birikimli donanımlı olduğunu sandığım dinler tarihini bile çarpıtan bir zihniyet tarafından yönetilmek fena halde ağrıma gidiyor.

Çarpıtma dinler tarihi ile sınırlı değil. Felsefe, tarih, coğrafya, matematik, fen bilimleri vs. her alanda her an bir çarpıtma ile karşılaşmak mümkün. Nice nice vukuatı birikti. Nedense, Osmanlı padişahı II. Abdülhamid’e özel ilgisi var. İstanbul Yıldız Sarayı’nda 20 Mart 2016 tarihinde yaptığı konuşmada aynen şöyle dedi: “Bütün buralar Yıldız Sarayı yapılıp kendisinin hal fermanı da ne yazık ki burada imzalanmış. Ve burada hal edilmek üzere ne yazık ki yola çıkmış. Ve ondan sonrada hal fermanını imzalayarak kendisini ne yazık ki idam etmişler.

Ortalama genel kültür bilgisi olanlar bilir, Abdülhamid idam filan edilmedi, tahttan indirildikten sonra 76 yaşında kalp yetmezliğinden yatağında öldü ama Erdoğan’a göre idam edildi…

***

Abdülhamit demişken. Erdoğan, 26 Eylül 2022 Pazartesi akşamı kabine toplantısı sonrası “Sultan Abdülhamit 33 sene gram yer kaybetmeden Osmanlı'yı yönetti” dedi. Gerçi arazi ölçü birimi gram değil metrekaredir ama olsun. Peki ama Abdülhamit döneminde bugünkü Türkiye’nin iki katı genişliğinde toprak kaybedilmişken, “gram yer kaybetmedi” demek ne menem bir şeydir?

Dediğim gibi böyle nice vukuatı birikti. Ne menem bir şey olduğunu biliyorum ama yazmak gelmiyor içimden. Belki ağır entelektüel nasıl bir şey olduğunu yazar, ekstradan bilgileniriz!

Ağır entelektüel bir teşhiste bulunur mu bilemem. Devlet Bahçeli yıllar önce ne menem bir hadise ile karşı karşıya olduğumuzu ilan etmişti. Ben Bahçeli’nin teşhisiyle ilgili haberin adresini vermekle yetineyim. (https://www.yenicaggazetesi.com.tr/-47307h.htm)

Bitirirken, Gazeteci Yazar Mehmet Yakup Yılmaz, yazısının başlığında “Bu saatten sonra Erdoğan’a kim inanır?” diye sormuş (T24, 31 Ekim 2022).

Bu da soru mu şimdi? Paylamak gibi olmasın. Ne demişti damat vezir: “Seçmenimiz diyor ki, Cumhurbaşkanımız çıksa, şuradan Ay’a kadar 4 şeritli yol yapacağım dese, Vallahi inanırız!

Bu palavraya inanacak seçmen kitlesi öyle çok ki? Hüsamettin Cindoruk’un söylediğine göre, Adnan Menderes iktidarı döneminde de “İsmet Paşa asker kaçağı” propagandasına bile inanıyorlarmış. 


21 Ekim 2022 Cuma

CEHALET VE KÖTÜLÜĞÜN KISKACINDAKİ TÜRKİYE

Türkiye ancak askeri darbe döneminde rastlanabilecek boğucu bir atmosferde nefes alıp veriyor. Aradaki fark, askeri diktanın bir avuç sermayedar dışında toplumun tümünü baskı altına almasına karşılık sivil diktanın toplumu neredeyse yarı yarıya birbirine karşı kutuplaştırması, muhalefeti düşmanlaştırması. 

Askeri diktanın cuntası gücünü devletin zor tekelinden alıyordu. Sivil diktanın Cumhur İttifakı ise, gücünü ve meşruiyetini seçimlerden alıyor; bu da sözüm ona demokrasi oluyor!

Cumhur İttifakı (Cİ), eşit ve adil olmayan koşullarda yapılan seçimlerle kazandığı iktidarını koruyabilmek için (özellikle ülke seçim sürecindeyse) toplumu din ve etnik aidiyet ekseninde kutuplaştırmaya, ayrıştırmaya, muhalefeti düşmanlaştırmaya zorunlu hissediyor kendisini. Çünkü, başta ekonomik kriz, yolsuzluk ve hırsızlıklar, her türden kayırmacılık ve ayrımcılık olmak üzere işlediği günahları ve suçları gündemden düşürebilmek için dinden ve zorbalıktan başka silahı yok.

***

SEÇİMİ KAYBETME KORKUSUYLA TIRMANAN KÖTÜLÜK

Olağandışı veya üstü bir olay çıkmazsa seçimlerin gelecek yıl yapılması gerekiyor. Alışageldiği üzere Cİ siyasi ömrünün en kritik seçimine az bir süre kala eskisinden daha vahim şekilde toplumu geriyor. Olasıdır ki, Cİ yöneticileri ve kurmayları, dürüst, eşit ve adil bir seçimden umutlu değiller; sandıktan çıkamazlarsa bir daha iktidar yüzü göremeyeceklerini, dahası kendilerinden hesap sorulacağını düşünüyorlar. Bu vehim ve korkuyla seçim öncesinde baskıyı artırıyorlar, alan temizliği yapıyorlar, ülkeyi cehaletin ve kötülüğün kıskacına alıyorlar.

Cehalet ve kötülük yönetiminin eseri olarak, demokrasinin asgari kurallarının geçerli olduğu ülkelerde anormal diye nitelendirilen olaylar, Türkiye’nin normali ve rutinidir ki, saymakla bitmez.

İngiltere’de İçişleri Bakanı, resmi bir belgeyi muhatabına kişisel e-posta hesabından göndermiş; orada bu işlem kural ihlaliymiş, bakan hata ettiğini söyleyip istifa etmiş. Böyle bir gerekçeyle istifa edilmesi inanılır gibi değil. Hele İngiliz Başbakan’ın ekonomiyi idare edemediği gerekçesiyle istifa etmesi hiç inanılır gibi değil. Herhalde asıl gerekçe başkadır da, istifa için görünüşte başka bir yanlışlık bulunamamıştır. Yine de saygıya değer şaşırtıcı bir siyasi refleks.

Burada yani Türkiye’de ise, İçişleri Bakanı’nın neredeyse her gün bir mücrimle samimi fotoğrafı çıkıyor; “yıkın, ayaklarını kırın, mahkeme kararı arkadan gelsin” diyecek kadar hukuk bilincinden ve siyasi ahlaktan yoksun ama değil istifa etmek, koltuğu en sağlam bakan biliniyor. 

Ticaret Bakanı kendi bakanlığı ile fahiş fiyattan ticaret yapıyor, yani kendi şirketinden bakanlığına fahiş fiyattan mal satıyor; değil hesap vermek, özür dilemeye bile yanaşmıyor.

Ekonominin durumu İngiltere’dekinden de beter ama bizde hükümetin başının bu gerekçeyle istifasını beklemek rüyada görülse hayra yorulmayacak bir iyi niyetten ibaret. Değil böyle bir centilmenlik, Amasra kömür ocağında ihmal ve tedbirsizlikten meydana gelen katliamda 41 işçi can vermiş; hükümetin başı, başka ülkelerde önlemler sayesinde kaç on yıldır tarihe karışmış olan grizu faciasının sorumluluğunu “kader” diyerek Allah’a havale ediyor. (Madem kader, neden soruşturma yapılıyor ki, Allah’ı mı soruşturacaklar haşa?)

***

SEÇİM ÖNCESİNDE ALAN TEMİZLİĞİ

Dediğim gibi, eşit koşullarda dürüst ve adil bir seçimden umudu kalmamış olmalı ki, Cİ ortakları, özgür koşullarda namusluca seçim kazanmak (kaybederlerse de efendice iktidardan çekilmek) yerine kurnazlıkla ve baskıyla kazanmayı hedefliyorlar; yaklaşan 2023 seçimleri öncesinde ülkeyi cehaletin ve kötülüğün kıskacına alıyorlar, toplumu kutuplaştırıyorlar, seçime hazırlık olmak üzere alan temizliği yapıyorlar.

Alan temizliğinin başında, seçimi yönetecek olan kurulların yeniden oluşumu geliyor. Yüksek Seçim Kurulu YSK’nin niteliği malum. Seçim Yasası’nda Nisan 2022’de yapılan değişiklikle ilçe seçim kurullarında “kıdemli hâkim” zorunluluğu kaldırıldı, kıdemsiz hâkimin atanması sağlandı. Atanacak kıdemsiz yargıçların, adliyeye Cİ örgütlerinden devşirilmiş eski avukatların olacağı sır değil. Bu yasa ile AKP Genel Başkanı’nın devlet olanaklarıyla seçim kampanyası yürütmesi de sağlandı; bu absürtlüğe, eşitsizliğe adaletsizliğe itiraz Anayasa Mahkemesi’nce reddedildi. Sadece kendine Müslümanlık böyle bir şey!

Seçime yönelik alan temizliği kapsamında, düzensiz göçmenlerin ve sığınmacıların T.C. uyruğuna geçirilerek seçmen listelerine kaydedildiği de sır değil. Konuyla yakından ilgilenenlerin söylediğine göre bu yolla sadece İstanbul’da 300 bin dolayında yabancı uyruklu kişi seçmen listelerine kaydedildi. Aynı şekilde sahte seçmen üretimi de kuruntu değil vaka-i adiyedir.

***

ELEŞTİREL MEDYAYI SUSTURMA YASASI

Alan temizliğinin medyaya ilişkin ayağında ise sansürün tahkim edilmesi var. Cİ iktidarı internet yayıncılığını düzenleyen yeni bir yasayı yürürlüğe soktu. Bu yasa ile Türk Ceza Yasası’nın 217’nci maddesine şöyle bir fıkra da eklendi: “Sırf halk arasında endişe, korku veya panik yaratmak saikiyle, ülkenin iç ve dış güvenliği, kamu düzeni ve genel sağlığı ile ilgili gerçeğe aykırı bir bilgiyi, kamu barışını bozmaya elverişli şekilde alenen yayan kimse, bir yıldan üç yıla kadar hapis cezasıyla cezalandırılır. Fail, suçu gerçek kimliğini gizleyerek veya bir örgütün faaliyeti çerçevesinde işlemesi hâlinde, birinci fıkraya göre verilen ceza yarı oranında artırılır.

Her şeyden önce, bu paragraftaki Türkçe dilbilgisi sefaleti, topluma reva gördükleri cehaletin kötülüğün yobazlığın ifadesi! Bir kere “gerçeğe aykırı bilgi” olmaz. Türk Dil Kurumu Sözlüğü’ne göre bilgi: “1) İnsan aklının erebileceği olgu, gerçek ve ilkelerin bütünü, bili, malumat. 2) Öğrenme, araştırma veya gözlem yolu ile elde edilen gerçek. 3) İnsan zekâsının çalışması sonucu ortaya çıkan düşünce ürünü, malumat.” Bir sözcük örgüsü gerçeğe aykırı ise onun adı bilgi değil yalan, palavra, martaval vs olur. “Abdülhamit 33 yıllık saltanatında gram toprak kaybetmedi” palavrası gibi… Bilginin ne olduğunu bile bilmeyen siyasi cehaletle ne tartışılabilir ki?

İkincisi, yalanı üreten değil yayan kişi suç işlemiş olacak. Bu da siyasi cehaleti ve kötülüğü tamamlayan hukuk cehaleti işte!

Üçüncüsü, “dezenformasyonla mücadele yasası” diye pazarladılar; şu beş koşul birlikte gerçekleşirse suçun işlenmiş olacağını söylediler: 1) Yayılan haber gerçek olmayacak, 2) Ülkenin güvenliği ve kamu sağlığı ile ilgili gerçekdışı haber olacak, 3) Halk arasında panik, korku ve endişe oluşturma kastı taşıyacak, 4) Kamu barışını bozmaya elverişli olacak, 5) Bunlar aleni biçimde yapılacak. 

Bir de eleştirileri zayıflatmak için, beş koşulun beşinin birlikte gerçekleşmesinin çok zor olduğunu, dolayısıyla sansür endişesine yer olmadığını söylediler. Kim inanırsa artık! 

Aslında söyledikleri doğru. Gerçekten de bu beş koşulun birlikte gerçekleşmesi öyle kolay değil. Sade bir yurttaş veya bir muhalefet partisi beş koşulun beşini birden kotarıp kamu düzeni ve barışını bozamaz, ülke güvenliğini tehlikeye düşüremez. Böyle bir suçu ancak devlet gücünü elinde bulunduranlar işleyebilirler. Nitekim iktidarıyla medyasıyla gün aşırı bu suçu işliyorlar. Güncele ilişkin palavraların yanı sıra, Gezi Direnişi sırasında Kabataş’ta türbanlı bacının taciz edildiği, camide içki içildiği yalanını bile utanmadan tekrarlıyorlar. Sanki Cİ iktidarı kendi medyasının yalanlarını düşünerek çıkarmış gibi bu yasayı! Çünkü yasa hakkıyla uygulansa, kendilerinden ve medyalarından başka suçlu çıkmayacak ortaya…

***

Yasa hakkıyla uygulansa kendilerinden başka suçlu çıkmayacak ama elbette kendileri için çıkarmadılar bu faşizan yasayı; kendileri gibi düşünmeyen herkesi ve siyasi muhalefeti susturmak için çıkardılar. Aslında siyasal eleştiriyi suç saymak için böyle bir yasa çıkarmaları şart değildi. Türk Ceza Yasası’nda ve ilgili diğer yasalarda düşünce ifade ve basın özgürlüğü ile öteki temel hak ve özgürlükleri kullanılamaz hale getiren faşizan maddeler fazlasıyla var. Ama gün geliyor bu maddeler aşınıyor, meşruiyetini yitiriyor, yenilenmesine ihtiyaç duyuyor iktidarlar. Bu da öyle bir ihtiyaç.   

Yasanın sahipleri bir de suçu ve suçluyu yargının tespit edeceğini söyleyerek eleştirileri zayıflatmaya, endişe duyanları rahatlatmaya çalışıyorlar. Gezi davasındaki skandal kararlar, Ergenekon ve Balyoz davalarında üretilen sahte deliller, delile bile gerek olmadan “her ne kadar delil yoksa da ileride ortaya çıkması muhtemel delillere binaen mahkumiyetine” (Elâzığ Ağır Ceza Mahkemesi kararı) gibi kararlar ortadayken, bu sözlere inanıp rahatlayan çıkar mı acaba?

***

SUSTURAMAYACAKLAR!

Dediğim gibi, böyle bir yasaya gerek yoktu ama mevcut yasa(k)lar yıprandıkları aşındıkları meşruiyetleri zayıfladığı için böyle bir yasa çıkardılar. Amaç, faşizmin kitabi tanımına uygun olarak, kendileri gibi düşünmeyen herkesi ve siyasi muhalefeti susturmak; kamusal tartışmanın ve diyalogun sınırını resmî kurumların açıklamalarına kadar daraltmak. Nitekim, Cumhurbaşkanlığı İletişim Başkanlığı bünyesinde Dezenformasyonla Mücadele Merkezi kurulmuş. İletişim Başkanı sıfatını taşıyan zat, Amasra’daki grizu faciasıyla ilgili olarak, “dezenformasyona itibar edilmemesini, yalnızca bakanların ve resmî kurumların açıklamalarının dikkate alınmasını” ihtar etmiş.

Radyo Televizyon Üst Kurulu RTÜK’ün Cİ çoğunluğu da, bir milletvekilinin canlı yayında Diyanet İşleri Başkanlığı ve imam hatip okullarıyla ilgili haklı eleştirisinden dolayı TELE1’in yayını durdurmuş. Seçime yaklaşıldıkça kim bilir daha ne absürt sansür kararları alınacak!

Bitirirken, Askeri Darbelerin Asker Muhalifleri Derneği ADAM-DER’in bildirilerinde sıkça vurgulandığı üzere, “Askeri darbelere teslim olmadığımız gibi siyasal İslamcı faşizmin karanlığına da teslim olmayacağız. Kültürler ve halklar coğrafyası ülkemizin gerçekten demokratikleşmesi ve barışa kavuşması için darbelere, diktatörlüğe, hukuksuzluğa, devlet terörüne, baskıya ve sansüre, emek sömürüsüne, ayrımcılığa karşı mücadeleyi her meşru zeminde sürdüreceğiz.


19 Eylül 2022 Pazartesi

OSMANLI ŞANLI MI KANLI MI?

Başka ülkelerde de kamuoyu sahte gündemle Türkiye’deki kadar oyalanır mı, sanmıyorum.

Türkiye’de gerçek gündemin ilk sırasında ekonomi bulunuyor. Ekonomi gündeminin ilk sırasında da geçim sıkıntısı var. Ekonominin durumu içler acısı, 2001’dekinden daha derin bir kriz içinde, kişi başına milli gelir aralıksız sekiz yıldır düşüyor. Açlık sınırı ilk kez asgari ücretin üzerine çıktı. Asgari ücret temel ücret haline geldi; çalışanların yarısı asgari ücrete talim ediyor. Dört kişilik bir ailenin tüm bireyleri asgari ücretle çalışsa bile ailenin toplam geliri yoksulluk sınırına ulaşamıyor. Reel işsizlik yüzde 20’lerde; nüfusun 4’te 1’i sosyal yardımla ayakta durabiliyor. Milli Eğitim Bakanlığı istatistiklerine göre okul çağındaki 1 milyon 201 bin çocuğun okul kaydı yok…

Gerçek gündemin diğer başlıkları bir yana, sırf bu tablo bile vicdan sahibi her iktidarı utançtan yerin dibine sokmaya yeter. Gel gör ki, İslamcı Türkçü faşizmin muktedirleri utanmak şöyle dursun, pişkin pişkin ‘geçici sıkıntı’ deyip sabır tavsiye ediyorlar; yeterince sabredemeyen seçmenlerine bu dünyanın imtihan dünyası olduğunu tebliğ ediyorlar. Tarikat uluları ve 657 sayılı kanundan maaşlı Diyanet evliyaları da fiyatları yükseltenin Allah olduğunu yumurtluyorlar. Bu palavraların yanına promosyon olarak Osmanlı hayranlığı, “vatansever Vahdettin”, “Ulu Hakan Abdülhamit Han” safsataları ikram ediliyor… 

Bu iktidar iletişiminin en hayret verici yanı ise, ekonomik bunalımın en çok ezdiği yoksul kitlenin İslamcı Türkçü faşizmin sunduğu safsataları alkışlaması. İslamcı Türkçü faşizmin siyasi liderleri, tarikat uluları, din bezirgânı kanaat önderleri her bahaneyle ne zaman “binlerce yıllık şanlı tarih, ecdat Osmanlı, cennetmekân Abdülhamit Han…” diye söze başlasalar, salonları ve meydanları dolduran yoksullar çılgınca alkışlıyorlar.

***

"Zaferlerle dolu binlerce yıllık şanlı tarihimiz, ecdadımız Osmanlı…” safsatalarını çılgınca alkışlıyorlar; “durun, Osmanlı sandığınız gibi değil” diye söze başlamaya yeltenenleri ellerinden gelse anında parçalayacak derecede kin ve nefret saçıyorlar. 

Çünkü ne yazık ki, halkımızın dörtte üçü fazlasıyla ırkçı, ümmetçi, milliyetçi, (kibar deyişle) sağcı, muhafazakâr ve dindar. Çoğunlukla eğitimsiz, Osmanlı’ya yönelik en sade eleştirel bir tümce karşısında bile şaşırıp şok geçirecek, ecdadına küfredilmiş gibi zıvanadan çıkacak derecede tarih bilgisinden ve bilincinden yoksun. Tarih bilgisi bilinci absürt Tarkan, Kara Murat, Malkoçoğlu, Battal Gazi filmlerinde gördüklerinden ibaret. Dahası, “şanlı ecdadımız” diye bağırmalarına karşılık, üç Osmanlı padişahının isimlerini sayamayacak denli cahil ve kendi soy ağaçlarını bile üç göbek ötesine götüremeyecek kadar da köksüzler. 

Çünkü, Cumhuriyetin ilk yıllarındaki tıknefes aydınlanma ne ideolojide ne de sosyal hayatta Osmanlı’dan kopuşu sağlamaya yetmedi. Halkın en az dörtte üçü, padişahları evliya zannediyor, ecdadın “şanlı” tarihiyle avunuyor, Osmanlı tarihiyle (bizzat yaşamışçasına) övünüyor, gurur duyuyor. Cemaatten cemiyete, kuldan bireye ve yurttaşa terfi edemediği, güven dolu bir gelecek umudu taşımadığı için yüceltilmiş geçmişte yaşıyor, bugünün kavgasını tarih üzerinden veriyor…

***

İslamcı Türkçü faşizmin siyasi liderleri, tarikat uluları, din bezirgânı kanaat önderlerince efsunlanan kalabalıklara “şanlı” diye belletilen Osmanlı’nın ve tarihin aslında sınıf savaşımlarının tarihi olduğunu anlatmanın bir yararı olur mu?

Mesela, ihtişamıyla gururlandıkları Osmanlı’nın feodal nitelikli bir hanedan ve egemen sınıf devleti olduğunu;

Osmanlı’nın halkın tamamı değil bir aile (hanedan) olduğunu;

Hanedanın en büyüğü padişahın temsil ettiği egemen sınıf blokunun seyfiye, ilmiye, kalemiye mülkiye gibi devşirme zümrelerden oluştuğunu; 

Egemen sınıf blokunun toprağa bağlı reayayı sömürmekle, savaş ve ganimet geliriyle, gayrimüslim halklardan haraç ve cizye alarak beslendiğini;

Müslümanlar dışındaki halkların zimmî (yani ikinci sınıf teba) sayıldıklarını, haraç ve cizye ödediklerini, şehirlerde atla gezemediklerini, yüksek bina yapamadıklarını, çanlarını kilise duvarının dışından işitilecek şekilde çalamadıklarını, bazı devirlerde sokağa ayaklarına çıngırak takarak çıkmak zorunda kaldıklarını;

Alevilerin gayrimüslimler kadar bile hak sahibi olamadıklarını, sürekli katliamlara uğratıldıklarını;

Türk halkının “Etrâk-ı bî idrâk = İdrâksiz Türkler” diye aşağılandığını;

Merkezi otorite zayıfladıkça iratçı devlet beylerinin derebeyleştiklerini; 

Ta kuruluştan itibaren ağır vergiler ve zulümden bunalan halkın fırsat buldukça isyan ettiğini,

“Şanlı” Osmanlı padişahlarının cephede küffar kanından çok halk ayaklanmalarını bastırırken kan döktüklerini;

Hanedanın kendi içinde bile kan dökücü olduğunu; aile içi katliamı kanunlaştırdığını; 36 padişahtan 6’sının sonraki padişahın fermanıyla idam edildiğini; idam edilen padişahlardan Genç Osman’ın öldürülmeden önce bir de ırzına geçildiğini ve “padişahını seven millet” deyiminin bu iğrençlikten geldiğini; Padişah Üçüncü Mehmet’in tahta oturur oturmaz 19 erkek kardeşini boğdurduğunu; 40’tan fazla sadrazamın da aynı şekilde kellelerinin kesildiğini…

Bunları ve daha fazlasını, Abdülhamit’in despotizmini, Vahdettin’in İstiklal Harbi düşmanlığını ve İngiliz zırhlısıyla kaçtığını anlatmak, ırkçı ümmetçi milliyetçi kitleyi Osmanlı hayranlığından caydırmaya yeter mi?

Cumhuriyet döneminde bir başbakan asıldı diye ağlaşan sağcı kanaat önderlerinin ve kalabalıkların onlarca sadrazam ve padişah kellesinin koparıldığı kanlı bir devri “şanlı” belleyip yüceltmeleri, özlem duymaları ne tuhaf değil mi?

Soruyu ve yazıyı uzatmaya gerek yok. 

"Hangi Osmanlı, şanlı mı kanlı mı?" sorusunun yanıtı dünün ve bugünün sınıf ve iktidar mücadelesiyle ilgilidir. Hangi Cumhuriyet sorusunun yanıtı da öyle.

Bugün Osmanlı’yı yücelten İslamcı Türkçü faşistler aslında kendi iktidar ilişkilerini ve kitle iletişimlerini yüceltiyorlar, iktidarlarının ömrünü uzatmaya çalışıyorlar. Tarihçi Eric Hobsbawn’ın deyişiyle “Nasıl haşhaş, eroin bağımlılığının hammaddesiyse, tarih de milliyetçi, etnik ya da fundemantalist ideolojilerin aslî ögelerinden birisidir. Amaca uygun bir geçmiş yoksa, her zaman için yeniden icat edilebilir.” (Tarih Üzerine, Bilim ve Sanat Yay. 1999, s.9.)

Eklemek uygun düşerse, ‘şanlı ecdat’ retoriğiyle geçmişin yüceltilmesi tarihte yaşanmış katliamları, ayıpları unutturmayı kolaylaştırdığı gibi bugün yaşanan kötülükleri gözlerden saklamaya da yarar.

Bitirirken minik bir soru:

Bugün Osmanlı’yı yüceltenler, Abdülhamit ve Vahdettin’e sahip çıkanlar, İstiklal Harbi’nde hangi safta olurlardı? Kuvâ-i Milliye’nin saflarında mı yoksa Kuvâ-i İnzibâtiyye’nin mi?