5 Aralık 2014 Cuma

GERİCİ HORTLAK ZORBA


           Milattan önce beş binli yıllardı. Tarımsal üretim yaparak uygarlığı başlatan Sümerler, kurumuş ağaç gövdesinin rahatça yuvarlanmasından esinlenerek tekerleği keşfettiler. Tekerleğin icadını, kızak ve araba yapımı izledi. Topluluklar ve ülkeler arası iletişimde ve ulaşımda devrim yaşandı. Uygar hayata adım atmak yerine yaban hayat ve yayan yürüyüşte inat eden zorba cemaat lideri acayip sesler ve el kol işaretleriyle itiraz etti, tekerleğin oba yurduna girişini yasakladı. Antropoloji, paleontoloji, etnoloji, filoloji, arkeoloji uzmanlarının araştırmaları sonunda, acayip sesler çıkaran zorba cemaat liderinin “Tekerleğe düşmanlığım her geçen gün artıyor” demek istediği anlaşıldı.  
***

Milattan önce dört binli yıllardı. Üretimi artıran insanlık, ihtiyaçtan fazlasını biriktirmeye başlamıştı. Biriktirmeyi ticaret izleyecekti. Biriken ve değiş tokuş edilen ürünün kaydı gerekiyordu. İnsanlık anlam yüklü sesleri işaretledi, yazıyı keşfetti. Yazı, üretimin ve sosyal hayatın deneyimlerini, bilgiyi ve düşünceyi kaydetmeyi, kaydedilen bilgiyi anımsamayı, ülkeler ve kuşaklar arasında paylaşmayı sağladı. İnsanlığın belleği güçlendi. Deneyim, düşünce ve bilgi paylaşımının egemenliği için tehlikeli olacağını sezen zorba lider, “Yazıya düşmanlığım her geçen gün artıyor” diyerek, yazının ülkesinde kullanımını yasakladı.
***

Milattan sonraki ilk yüzyıldı. Yazının kaydedildiği kil tabletlerin saklanması ve taşınması çok zordu. Papirüs ise dayanıksızdı. Çinliler, bambu, keten, kenevir liflerini suda ezerek keçeleştirdiler, nişasta kattıktan sonra merdaneden geçirip kurutarak kâğıt ürettiler. Kâğıt, düşünce bilgi ve deneyimin kaydında ve paylaşımında devrime yol açtı; Çinlileri o çağda en ileri uygarlığın sahibi yaptı. Kâğıdın taşıdığı bilginin kölelerin zihnini aydınlatmasından çekinen zorba lider, “Kâğıda düşmanlığım her geçen gün artıyor” diyerek, kâğıt kullanımını yasakladı.
***

Milattan sonra üçüncü yüzyıldı. Çinliler, kâğıt üzerine elle yazmak zahmetinden kurtulmak için mermer levhayı oyup kabartarak matbaayı icat ettiler. Kitap basımı için artık aylar ve yıllarca elle yazmak zorunlu değildi. Matbaa, Uygurlar aracılığıyla batıya doğru yolculuğa çıktı. Dokuzuncu yüzyılda Müslüman uygarlığının başkenti Bağdat’ta da matbaa kuruldu. Hıristiyan dünyasında ise 15’inci yüzyılda harfler metal kalıplara döküldü. Nihayet Johannes Gutenberg, kâğıdı parçalamayacak yumuşaklıkta, basım sırasında dağılmayacak sertlikte kurşun, antimon ve kalay karışımı metal kalıbıyla 1455 yılında ilk kitap baskısına başladı. Matbaanın çoğalttığı bilginin reayanın zihnini aydınlatmasından korkan zorba halife “Matbaaya düşmanlığım her geçen gün artıyor” dedi. Gutenberg matbaası zorba halifenin ülkesine üç asır sonra girebildi.
Zorba halifenin matbaaya düşmanlığı nedensiz değildi. Matbaa, tapınak merkezli dinsel ideolojiyi zayıflattı, uygarlık rotasında en görkemli aydınlanma yolculuğunu başlattı. Kitabın ulaştığı kitle büyüdü, dolaştığı coğrafya genişledi. Toprak kölesi emeğinin sömürüsüne dayalı feodalizm çözüldü, “özgür” işçi emeğinin sömürüsüne dayalı kapitalizm zafer kazandı. Ümmet millete, cemaat cemiyete dönüşürken, teokrasinin yerini laik demokrasi aldı. Ortaya çıkan demokrasi sermayenin demokrasisiydi. Ama emek demokrasisi fikri de insanlığın kazanımı haline geldi.
***

Yazıyı, kâğıdı, matbaayı icat ederek aydınlanma yolculuğuna çıkan insanlık, buhara, kömüre, demire, elektriğe hükmetmeyi de öğrendi. Refahı arttıkça beyni gelişti; telgrafı, telefonu, sinemayı, radyoyu, televizyonu, bilgisayarı ve nihayet interneti icat ederek dünyayı “küresel köy” haline getirdi. Allahtan halife padişah zorbalığının pek hükmü kalmamıştı. Telgraf, radyo, televizyon ve internetin Osmanlı coğrafyasına girişi matbaa kadar gecikmedi. Türkiye de küresel köyün bir mahallesi oldu. Ne var ki küresel köyün Türkiye mahallesinde 21’inci yüzyılda zorba hortladı, mahalleye muhtar oldu. Radyoya, televizyona, kâğıda, matbaaya düşmanlıkla yetinmiyor; sosyal medyanın toplumların baş belası olduğunu zırvalıyor; “İnternete düşmanlığım her geçen gün daha da artıyor” diyor.
***

İyi niyetli demokratlar, hortlak zorbanın neanderthal kalıntısı olabileceğini söylüyorlar.  Çok ayıp bir benzetme. Çünkü neanderthaller çok zeki ve gelişkin bir insan türü. İlla benzetmek lazımsa, olsa olsa insanî evrimin ilk basamağında kalmış Sahelanthropus tchadensis olabilir. Pithecantropus Erectus olduğu da düşünülebilir. En doğrusunu antropologlar, paleontologlar bilir.
Hortlak zorba yazıya, kâğıda, matbaaya, internete düşman olsa da kullanmaktan geri durmuyor. Yani kendisine serbest, kıllarına kullarına ve diğer ahaliye yasak. Gericilik tam da böyle bir şey.

Taksideki mürteci
Sakallı, şalvarlı adam taksiye biner.
Koltuğuna yerleşince sürücüye: “Radyoyu kapat efendi! Dinimizde alkış ve teganni mekruhtur, şeytan işidir. Asr-ı saadette radyo mu vardı?” der.
Sürücü kibarca radyoyu kapatır, arabadan iner ve adamın kapısını açarak:
- İnin! der.
Sakallı adam sürücüye sorar:
- Neden?
Sürücü yanıtlar:
- O devirde taksi de yoktu, in aşağı. İster yayan yürü, istersen deve bekle!

Fıkra hortlak zorbaya ne kadar uydu, okuyucunun takdiri. Lakin taksiden indirilmesi şart.

26 Kasım 2014 Çarşamba

KÖLN RADYOSU’NUN 50’NCİ YAŞINI KUTLADIK



Köln Radyosu, ekmek parası uğruna memleketten uzak düşmüş, başlangıçta “gurbetçi” iken giderek Almanya’yı “acı vatan” bellemiş Türkiyeli insanlara seslenen radyo.





Öncesindeki tek tük yolculuklar dışında Türkiye’den Almanya’ya işçi göçünün başlangıcı 1961. O yıllarda iletişim olanakları bugünkü gibi değil. Cep telefonuyla haberleşmeyi bırakın, sabit telefonla haberleşmek bile çok zor. Telgraf veya mektupla bir parça haber iletiliyorsa ne mutlu.
İşte o namüsait şartlarda Köln’de kurulu kamu yayıncısı Batı Alman Radyo Televizyonu WDR'nin bünyesinde, Türkiyeli göçmen işçilere yönelik ilk radyo yayını 2 Kasım 1964 tarihinde yapıldı. Yayının sürüp sürmeyeceği bilinmediğinden olsa gerek, ilk yıllarda arşiv oluşturulmamış. Bu yüzden ilk yıllardaki yayının kayıtları yok. Arşiv kaydına 1969’da başlanmış.
Öyle ya da böyle, Köln Radyosu Almanya’daki Türkiyelilerin gözü kulağı dili, gurbette sığındıkları, anavatandan haberlerle birlikte yanık türkülerini dinledikleri, dertlerine derman sordukları, anadil özlemini ve memleket hasretini dindirdikleri ana kucağı olmuş.
Türkiyeli göçmenler on yıllarca her akşam, WDR Köln Radyosu’nun yayınını memleketten gelen mektup gibi dinlemişler. Çalışma saati denk düşmeyenler banttan dinlemişler.
***

On yıllar on yılları kovaladı. Almanya “acı vatan” olmaktan çıktı, gurbet duygusu kalmadı. Üçüncü dördüncü ve hatta beşinci kuşaktan Türkiyeli göçmenler sular seller gibi Almanca konuşuyorlar. Çanak antenler Türkiye’den (Türkçe veya Kürtçe) yayınları evlere taşıyorlar. Başta Hürriyet olmak üzere Türkçe gazeteler bayide bulunabiliyor. Daha da inanılmazı, Alman gazeteleri zaman zaman Türkçe başlıklar atıyorlar!
İşte Türkiye ile Almanya arasındaki mesafenin sıfırlandığı bu koşullarda, Türkiyeli göçmenlerin ilk göz ağrısı WDR Köln Radyosu 50’nci yaşını kutladı.
1970’li yıllarda İsveç, Hollanda, Fransa, Danimarka, Belçika vb. ülkelerde başlayan ana dilde yayınlar, 2000’lerde 30 yılı dolduramadan sona erdiler. Türkiye’ye ana dilde yayın ve eğitim dayatan Avrupa kamu hizmeti yayıncılığından uzaklaştı. İsveç Devlet Radyosu, Türkçe yayını 2006’da sona erdirdi; diğer ülke yayınları da izleyen yıllarda sustu.
Türkiye, dayatmayla da olsa 2004’ten itibaren ana dilde yayın ve eğitimi gündemine almışken Avrupa kamu yayıncılarının ana dilde yayını sona erdirmeleri, neoliberal kapitalizmin şaşırtmayan ikiyüzlülüğünün göstergesiydi.
***
Tüm olumsuz koşullara karşın, Köln Radyosu 50’nci yaşını kutladı. Radyo’nun eş yöneticisi Ayça Tolun’un söylediğine göre, Köln Radyosu kendi alanında 50’nci yıla ulaşmayı başaran tek radyo ve öyle de kalacak. Çünkü an itibariyle Avrupa’da 50’nci yıla ulaşan başka bir göçmen kanalı yok.
Köln Radyosu’nun 50’nci yaşı, farklı kuşaktan dinleyicilerin de katıldığı bir sanat ve eğlence şöleniyle kutlandı. WDR’nin 600 kişi kapasiteli salonundaki yaş günü şölenine WDR yönetici ve çalışanları, Alman parlamentosunun Türkiye kökenli milletvekilleri ve göçmen örgütlerinin temsilcileri de katıldı.
Radyo’nun şu anki yapımcılarından Tuba Tunçak’ın koordine ettiği, Evren Zahirovic’in sunduğu şölen gerçekten görkemliydi, sanat ve eğlence yüklüydü. Evren Zahirovic Köln Radyosu'nun Türkiye'den göç etmiş ve daha sonra burada yaşamaya karar vermiş, dededen toruna kuşaklar boyunca yayın yaptığını belirterek, "20'nci Yüzyıl'da yayına başlayan Köln Radyosu 21’inci yüzyılda Almanya'nın renkli toplumsal yaşamında dinleyicilerine hizmet vermeyi sürdürüyor" dedi.
***

WDR Köln Radyosu ekibine katılalı tam 26 yıl oldu. Radyo yayını demek hayatın her kesiminden ses aktarmak demek. Ben de elimden geldiğince cumhurbaşkanından sokaktaki en sade insana kadar her kesimden insanın sesini aktarmaya çalıştım. Köln Radyosu’nun yanı sıra İsveç, Hollanda, Fransa devlet radyolarının dinleyicilerine de ses ve haber aktardım. Neoliberalizmin kanunları hükmünü icra etti, yaklaşık on yıldır sadece Köln Radyosu kaldı.
Köln Radyosu’nun 50’nci yıl şöleni, efsaneleşen açılış parçası Gülnihal ile başladı. Şölen, nostalji, hüzün ve coşku yüklüydü. Gece boyunca Gülnihal farklı müzik topluluklarınca farklı tarzlarda yorumlandı. Rock’tan tangoya, Türk sanat müziğinden halk müziğine, İstanbul’dan Viyana’ya, Anadolu’dan Avrupa’ya (hatta Latin Amerika’ya) bir müzik ziyafeti sunuldu.
İlk yayınlardan kesitlerin de ekrana verildiği gecede, radyoyu ete kemiğe büründüren Örsan Öymen, Turhan Dikkaya, Murat Gençosman, Erdal Çetin, Türkiyeli göçmenlerin dert babası Fuat Bultan rahmetle anıldı. Radyonun efsane sesleri Ulya Üçer, Dores von Stritzky, Yüksel Pazarkaya, Ergun Gülen geceye katılanlar arasındaydı; Varlık Özmenek ve Osman Okkan’ın da kulakları sık sık çınlatıldı. Şölene katkıda bulunan, sanatçılar, müzik ve eğlence topluluklarının ziyafetlerinden fırsat bulundukça, radyonun stüdyolarına konuk olan Bülent Ecevit. Zülfü Livaneli, Köln Bülbülü Yüksel Özkasap ve Barış Manço’nun isimleri de anıldı.
Şölenin finalinde eş yönetmen Ayça Tolun, Köln Radyosu’nun şimdiki emekçilerini tek tek anarak sahneye çağırdı. Radyonun emekçileri arasında olmak sevindiriciydi.

İşte (Copyright: WDR/Sachs) etiketiyle ve nice yaşlara temennisiyle Köln Radyosu'nun 50’nci yaş gününden kareler:

1 Köln Radyosu'nun 50. Yıl Galası'nı Evren Zahirovic sundu.



 Galanın selamlama konuşmasını, WDR'in Radyo Yayınları Müdürü Valerie Weber yaptı.


Şölenin müzikal bölümünü oryantal caz grubu FisFüz, Gülnihal ile açtı.


Türk ve Alman müzisyenlerden oluşan Fisfüz, müziğinde Doğu ile Batı'yı buluşturdu.


Şölen için hazırlanan kısa filmler Köln Radyosu'nun tarihine ve bugününe ışık tuttu.


Bağlama üstadı Kemal Dinç, performansıyla dinleyicileri büyüledi. Çift jandarma türküsü ise Köln Radyosu muhabirlerinden eski jandarma subayını duygulandırdı.


Kabaretist, oyuncu Fatih Çevikkollu gösterisinde Köln Radyosu ile ilgili anılarını anlatırken çok başarılıydı. Özellikle ilk kuşaktan baba ile oğul arasındaki diyaloglar izleyenleri kahkahaya boğdu.


Köln Radyosu sunucularından Çelik Akpınar, Evren Zahirovic ile birlikte 50 yılın dinleyici mektuplarından bir seçki sundu.


Gecede sadece Köln Radyosu ekibinin değil, dinleyicilerin anıları da tazelendi


Tango Ala Turka Anadolu'nun geleneksel çalgı ve tınıları ile Latin Amerika’nın ritimlerini buluşturdu.


Tango Ala Turka'nın solisti Türkçe tangolardan tadımlık eserler seslendirdi.


Kent Coda rock ritimleri ile coşturdu.


Öğünç Kardelen Christoph Guschlbauer ile birlikte "Dağlar Dağlar"ı seslendirdi.


WDR Funkhaus Orchester'in Yaylı Sazlar Dörtlüsü de şölene Türkçe tınılarla katıldı


Kelebek muhabiri Leyla da Evren Zahirovic'in konuğuydu.


Köln Radyosu sunucusu Hülya Topcu-Erdoğan salondaki Köln Radyosu müdavimleri ile söyleşti.



Eş Yönetici Ayça Tolun Köln Radyosu'nun geçmişine ve günümüzdeki perspektifine değindi.


Ayça Tolun'un çağrısıyla Köln Radyosu ekibi sahneye çıkarak izleyicileri selamladı.


50. Yıl Şöleni'ni editör Tuba Tunçak koordine etti.


Kapanışta Köln Radyosu ekibi ve dinleyiciler Gülnihal'i birlikte seslendirdiler…


Kapanıştan sonraki kokteylde ekibin beş kafadarı birlikteydi. Soldan sağa Murad Bayraktar, Erhan Merttürk, Rahmi Yıldırım, Ceyhun Kara, Attila Azrak.




13 Kasım 2014 Perşembe

HOPARLÖR İLE EZAN YASAĞINA SON

AKP’DEN SÜNNİ AÇILIMI
Alevi Katılım Partisi (AKP)’den seçimler öncesinde Sünnilere mavi boncuk
- Camilerde hoparlörle ezan yasağı kalkıyor.
- Hükümet camilere ibadethane statüsü konusunda vakıf formülü üzerinde duruyor.
- Ramazan Bayramı’nın resmi tatil ilan edilmesi planlanıyor.
- Başbakan Haydar Zülfikâr: “Herkesten daha fazla Sünniyiz!”
- Sünni paketine imamlardan tepki: “Hükümet samimi değil. Zorunlu din dersi kaldırılsın, Diyanet lağvedilsin, Dede Okulları kapatılsın!

ANKARA (ALAJANS)- Her seçim öncesinde Sünni açılımı başlatan Alevi Katılım Partisi (AKP) hükümeti, Haziran 2015 seçimleri öncesinde camilerin statüsü konusunda adım atmayı planlıyor. Diyanet ‘ibadethane’ statüsüne sıcak bakmadığı için hükümet, vakıf formülü üzerinde duruyor. Başbakan Haydar Zülfikâr, Sünni açılımını bu kez başaracaklarını, camilerde ezan ve hoparlör yasağını kaldıracaklarını belirterek “Biz herkesten daha fazla Sünniyiz” dedi. İmamlar ise hükümeti samimiyetsizlikle suçlayarak “Çözüm gerçek demokrasi ve laikliktedir. Zorunlu din dersi kaldırılsın, Dede Okulları kapatılsın, Diyanet lağvedilsin!” diye tepki gösterdiler.

ALAJANS muhabirinin AKP ve hükümet çevrelerinden edindiği bilgiye göre, bir kamuoyu anketinde, 15-20 milyon dolayında tahmin edilen Sünnilerin yalnızca yüzde 12’sinin seçimlerde AKP’ye oy verdiği saptandı. AKP, Sünnilerden aldığı oyu artırabilmek ve anayasayı değiştirecek çoğunluğa ulaşabilmek için Haziran 2015 seçimleri öncesinde yeni bir açılım paketini gündemine aldı.  Diyanet İşleri Başkanlığı camilere ‘ibadethane’ statüsü verilmesi ve Diyanet’te Sünnilerin de temsil edilmesine sıcak bakmıyor. Diyanet’in ibadethane ve temsil formülüne sıcak bakmaması nedeniyle hükümet ve AKP çevrelerinde Sünni meselesine çözüm aranıyor. AKP’nin Sünni açılım paketinde şu başlıkların öne çıktığı bildiriliyor:
- Camilere statü konusunda Kültür Bakanlığı bünyesinde “Sünnilik Kültür ve İnanç Merkezi” adıyla kurul benzeri bir yapılanmaya gidilmesi.
- “Kamu yararına dernek” statüsünde Sünni Vakfı kurulması.
- Camilerdeki hizmetin finansmanı ve Sünni Vakfı’nın desteklenmesi için genel bütçeden ödenek ayrılması, 1500’e yakın Sünni imama maaş verilmesi.
- Camilerin elektrik ve suyunun belediyelerce karşılanması, ezan ve hoparlör yasağının kaldırılması.
- İlahiyat fakülteleri bünyesinde Yüksek Sünni Enstitüleri açılması ve imamların bu enstitülerde eğitilmesi.
- Ramazan Bayramı’nın resmi tatil ilan edilmesi.
- Zorunlu din dersi müfredatında Sünniliğin de tanıtılması.

İmamlardan açılıma tepki: 'Hükümet samimi değil. Diyanet kaldırılsın! Dede Okulları kapatılsın!'
AKP’nin her seçim öncesinde gündeme getirip sürüncemeye bıraktığı Sünni açılım paketi, Sünni imamların tepkisine yol açtı. İmamlar adına bir açıklama yapan Prof. Dr. İzzettin Batan, Sünni meselesinin ancak laiklik ve demokrasi ile çözülebileceğini vurguladı. Sünni Vakfı’na bütçeden kaynak aktarımını, imamlara maaş bağlanmasını rüşvet sayıp reddedeceklerini bildiren Batan, devletten iane değil özgürlük istediklerini belirtti. Diyanette temsil ve imamların Yüksek Sünni Enstitülerinde eğitilmesi önerisini de eleştiren İzzettin Batan, “Devlet zahmet etmesin. Biz kendi kendimizi eğitiyoruz. Devlet eliyle din eğitimi ve hizmeti olmaz. Çözüm laiklik ve demokrasidedir. Zorunlu din dersi kaldırılmalı, Dede Okulları ve Diyanet lağvedilmelidir. Devlet bütün inançlara ve inançsızlara aynı uzaklıkta olmalıdır; inkâr asimilasyon ve baskıdan vazgeçmelidir.” dedi.

“AKP Sünniliği sapkın mezhep olarak görüyor”
Ensar Vakfı Başkanı Hayrettin Toraman da, hükümetin her seçim öncesinde Sünni açılımı ilan etmesini samimi bulmadıklarını belirterek şu görüşleri dile getirdi: “Sünnilerin sorununu bilmeyen yok. Temel sorun AKP’nin Sünniliği sapkın bir mezhep olarak görmesidir. Tartışılacak bir şey yok. Sorunu çözmek istiyorsa, zorunlu din dersini kaldıracak, Diyaneti lağvedecek, camileri ibadethane olarak tanıyacak, Sünni vakıf mallarını iade edecek, ayrımcı tutumdan vazgeçecek, Sünniliği tanıyacak. Ama Başbakan samimi değil ve Sünnileri oyalama derdinde, Sünniliği resmi olarak tanıyan şahsiyet olarak tarihe geçmek istemiyor. Herkesten daha fazla Sünni olduğunu söylüyorsa biz de soruyoruz. Kaç Sünni milletvekilin var. Kaç Sünni valin var? Ayrımcılık pratikte çözülerek aşılır.”

Not: Cumhuriyet Gazetesi Muhabiri Emine Kaplan’ın “Cemevine vakıf formülü” başlıklı haberine nazire olup elbette asparagastır.


11 Kasım 2014 Salı

ATATÜRK’TEN MUHAMMED’E

EN İYİ VATANSEVERDEN EN İYİ MÜSLÜMAN'A
Ankara’nın merkezi semti Kızılay, metronun da merkezi.
Batılı ülkelerde kullanıma girdikten 150 yıl sonra hizmete girebilmiş Ankara Metrosu’nun Kızılay durağında cami de var.
Metro’daki Şeyh Şamil Camii’nde günün her saatinde ibadet edene rastlamak mümkün. Camideki ibadete en geniş katılım Cuma namazında sağlanıyor. Bu da normal.
Bütün camilerde olduğu gibi Şeyh Şamil Camii’nde de Cuma namazı için iç mekân yetmiyor. Neredeyse bütün koridorlar dizüstü çökmüş, secdeye varmaya hazır insan kalabalığıyla dolu.
Bu noktada kıblenin tutturulup tutturulamadığından, hijyenden, kesif ayak kokusundan filan söz etmek anlamsız.
Şeyh Şamil Camii’nin bir özelliği de, ışıklı panosunda her gün bir ayetin veya hadisin tebliğ edilmesi. Geçenlerde aklımda kaldığı kadarıyla şöyle bir hadis yazılıydı kırmıza renkli akan harflerle:
“En iyi Müslüman işini en iyi yapandır!”
Doğrusu çok bir şey ifade etmedi bana. Bir kimsenin işini olabildiğince iyi yapması için peygamber nasihatine gerek olmadığını düşündüm. O andan itibaren ışıklı pano zihnimden silindi.
Ne ki tam silinmemiş. Aradan iki gün geçmişti; Atatürkçülüğünden Kemalistliğinden asla şüphe edilmeyecek taşfırın Kemalist bir derneğe yolum düştü. Dernek binasının koridorunda K. Atatürk imzalı bir özdeyiş yazılı idi:
“En iyi vatansever işini en iyi yapandır.”
Moda deyişle, ancak bu kadar pişti olur.
İşini en iyi yapmak için Muhammed’in veya K. Atatürk’ün nasihati şart olmasa gerek. Kendini bilen insan zaten işini en iyi yapmalıdır değil mi!
Her neyse. Türkiye, hemen her konuda en iyinin en doğrunun ne olduğu konusunda Atatürk’ten alıntılarla nasihat bombardımanına tutulmaktan çok yoruldu. Bunun toplum mühendisliği ve jakobenlik olduğu, toplumun bu gibi devlet zoruyla destekli yönlendirmelerle at gözlüğü takmaya zorlanmasının demokrasiyle bağdaşmayacağı konusunda çok fikir üretildi. Hayli de etkili oldu ki, artık Atatürk’ten alıntılara pek rağbet edilmiyor.
İyi mi oldu diye sorulursa, ileriye yönelik olumlu bir değişim olmadığı meydanda.
Atatürk’ten özdeyişlerin yerini çok daha yoğun bir ağırlık ve karşı konulmazlıkla hadisler aldı. Yani 80 yıl önce sarf edilmiş sahih cümlelerin yerini 1400 yıl önce söylendiği rivayet edilen, gerçekten söylenip söylenmediği belli olmayan hadisler.
1920'lerin 30’ların referansıyla Türkiye’nin ileriye gitmesinin, özgürlükçü bir rotaya girmesinin mümkün olmayacağı son 30 yıldır söylenegeldi. 
Söylenenler çoğunca isabetliydi de. Söylenenler doğru olmasına doğruydu da, 80 yıl öncesinin referanslarını 1400 yıl önce söylendiği rivayet olunan özdeyişlerle ikame etmek; diğer bir deyişle, ideolojik politik sosyal haritada Atatürk adını kazıyıp yerine Muhammed yazmak, Atatürk’ü Muhammed ile aşmak pek de akla uygun ve bilimsel değildi. Muhammed’i dillerinden düşürmeyen siyaset esnafının gırtlağa dek battığı yolsuzluk ve hırsızlıklar ayrıca işaret edilmeye değer.
Belki kimileri incinecek ama okullarda günde bir kere okunan, Atatürk’ün anıldığı andı kaldırırken günde beş vakit bangır bangır Muhammed’i zikretmek ne kadar demokratik?
Fikri hür, irfanı hür, vicdanı hür bireyler olarak, eşit yurttaşlık bilinciyle, düşünce, ifade, inanç ve inançsızlık özgürlüğü çerçevesinde, tüyleri diken diken kabartmadan tartışmaya değmez mi?

8 Kasım 2014 Cumartesi

PADİŞAH MI DİKTATÖR MÜ?

Kırpık bıyıklı psikopat magandadan söz ederken ne demeli?
Padişah dense mi uyar yoksa diktatör dendiğinde mi?
Doğrusu çok net bir fikrim yok.
Bazen padişah diyorum bazen de diktatör.
Bir arkadaş, padişah sözcüğünün yandaşları nezdinde iltifat yerine geçtiğini söyledi.
Hak verdim. Söylediği doğru.
Mesela geçen Kurban Bayramı’nda Fatih Camii’nde bayram namazı kılan Davutoğlu Ahmet Efendi, “Fatih Sultan Mehmet Han” derken öylesine hamasi bir coşku içindeydi ki, o kadar olur.
Ümmetçi milliyetçi derneklerin risalelerinde de Fatih’i İstanbul’un Fethi sırasında at üstünde surlardan içeri girerken veya Haliç’e doğru dellenirken gösteren resimlerden geçilmiyor.
Recep Tayyip Erdoğan da Başbakanken Muhteşem Yüzyıl dizisindeki (haremde tuttuğunu beceren) padişah tiplemesine öfkesini “ Bizim öyle bir ecdadımız yok. Biz öyle bir Kanuni öyle bir Sultan Süleyman tanımadık. Onun ömrünün 30 yılı at sırtında geçti.” sözleriyle dile getirmişti.
Başbakan “ecdadımız” diyerek padişahlara sahip çıkarken, Osmanlı hülyasıyla kafaları dumanlı yeniçeri giysili kalabalıklar da mehteran eşliğinde diziyi protesto etmişler, “Bizansın çocukları, Osmanlının torunlarından rahatsız”, “Osmanlıya uzanan eller kırılsın” yazılı dövizler taşıyıp taşkınlık yapmışlardı. Ayasofya’da namaz kılmayı da ihmal etmemişlerdi.
Yani, dörtte üçü sağcı, ümmetçi, milliyetçi ve ırkçı halkımızın padişahları evliya gibi gördüğü, ecdat bildiği, dolayısıyla padişah hitabını iltifat saydığı doğru. Öyle ki, mutfakta bile padişah ve bendelerinin gölgesi dolaşır. Padişah lokması, vezir parmağı, hünkâr beğendi filan gibi.
***

Halkımız padişah hitabını neden iltifat sayar? Çünkü, Cumhuriyetin ilk yıllarındaki tıknefes aydınlanma, ne ideolojide Osmanlıdan kopuşu sağlayabildi ne de sosyal hayatta. Burjuva aydınlanmasına tepkili dindar kalabalıkların tarih bilinci, resmi eğitim müfredatındaki ırkçı hamasi hikâyelerle, absürt Kara Murat, Malkoçoğlu filmleriyle oluştu. Ne cemaatten cemiyete dönüşüm sağlanabildi ne de kuldan bireye terfi edilebildi. Güven dolu gelecek umudu taşımayan kalabalıklar aslında hiç de bilmedikleri geçmişe takılı kaldılar. Bu yüzden bugünün ideolojik politik kavgası da Osmanlı hayaleti veya 1400 yıl önceki olaylar üzerinden veriliyor.
Bu durumda, Osmanlı hayaletine meftun kalabalıklar “şanlı” zannettikleri tarihin sınıf savaşımlarının tarihi olduğunu ne ölçüde kavrayabilirler?
Mesela, ihtişamıyla gururlandıkları Osmanlı’nın bir egemen sınıf devleti olduğuna,
Padişahın temsil ettiği egemen sınıf blokunun toprağa bağlı reayayı sömürerek, savaş ve ganimet geliriyle, gayrimüslim halklardan alınan haraç ve cizye ile beslendiğine,
Ta kuruluştan itibaren ağır vergiler ve zulümden bunalan halkın fırsat buldukça isyan ettiğine,
Ecdat ve evliya bilinen padişahların cephede küffar kanından çok halk ayaklanmalarını bastırırken kan döktüklerine ne derece ikna olurlar?
Orucun hangi hallerde bozulacağını bile 1400 yıldır kavrayamamış kalabalıkların bu gerçekleri kavrayacaklarını sanmak aşırı iyimserliktir.
Sınıf mücadelesi bağlamında aydınlanmaları olasılığı sıfıra yakın olsa bile, hiç değilse, ecdat ve evliya bildikleri padişahların aynı zamanda evlat ve baba katili olduklarını bilince çıkarabilirler mi?
Bu bilince varmaları da zor olsa da bilmeliler ki, egemen sınıf bloku içindeki iktidar mücadelesinde ilk kan bizzat hanedana ismini veren Osman Gazi tarafından döküldü. Padişah hiyerarşisinde ilk sıraya yerleştirilen İkinci Mehmet, yani Fatih, hanedan içi katliamı kanunlaştırdı, vezir katliamını da başlattı. Kanuni öz oğullarını katletti. Üçüncü Mehmet, tahta çıkar çıkmaz 19 erkek kardeşini bir gecede katletti. Toplam 36 Osmanlı padişahından 6’sı bir sonraki padişahın fermanı ve şeyhülislamın fetvasıyla idam edildi. Padişah Genç Osman öldürülmeden önce bir de ırzına geçildi, “Padişahını seven millet” deyimi bu olay üzerine telaffuz edilip toplumsal belleğe kaydedildi.
Tarih kitaplarında kayıtlı bu hakikate karşın, “Padişahım çok yaşa!” diye el etek öpen kulların torunu bugünkü kıl taifesi, saray içi iktidar kavgasında onlarca sadrazam ve padişah kellesinin koparıldığı, halktan milyonlarca kişinin katledildiği kanlı geçmişi “şanlı” belleyip yüceltiyor. Kafalarındaki padişah resmi, şanlı cihangir, şair ve dindar hükümdar, evliya ve halife algısından ibaret; o yüzden ecdat biliyor, en küçük eleştiriye, ecdadına küfredilmiş gibi tepki gösteriyor.
Güncel sınıf savaşımında da modern padişahın yanında yer alıyor. Soma’daki katliamı o da fıtratın icabı sayıyor. Türkiye’de fıtrat olanın Avrupa’da Amerika’da niye fıtrat olmadığını sorgulamıyor. O da yolsuzluğu hırsızlığı ahlâksızlık olarak görmüyor. Öyle ki, 800 lira aylıkla açlıktan nefesi kokuyor ama rüşvetçi vezirin kolundaki 800 bin liralık saati kendi kolundaymış gibi savunuyor. Özelleştirmenin yağma ve talan olduğunu bilince çıkarmıyor… Bu soygun ve ahlâksızlığın güncel mimarını Peygamber diye kutsayıp mabadının kılı olmayı onur sayıyor…
Bu durumda kırpık bıyıklı psikopat magandaya sınıf bilinci bağlamında padişah desen de fark etmez diktatör desen de! Ki, halkımızın diktatörlüğü de öyle kötü bir şey olarak görmediği malum.
Uzun sözün kısası, ha padişah demişsin ha diktatör.
Belki de en doğru olanı, ‘kırpık bıyıklı terbiyesiz şahsiyet’ veya ‘kırpık bıyıklı psikopat maganda’ deyip bırakmak. 

4 Kasım 2014 Salı

IŞİD NE YAPIYOR? PADİŞAH NE DİYOR?

Cumhuriyet tarihinin en büyük hırsızlık yolsuzluk soruşturmasını din ve ahlak nutuklarıyla örtbas etmeyi; haramzadelere kamu kesesinden rant, yandaş yoksula sadaka dağıtmayı AK Müslümanlar içlerine nasıl sindiriyorlar, bilemiyorum.
Padişahın kamu kesesinden donattığı iftar sofrasına oturmakla AK Aleviler sevap mı kazandılar, onu da bilemiyorum.
Kendi payıma o sofrayı helal etmiyorum, zehir zıkkım olsun diyorum.
***

Padişah, iftar sofrasında yine din ve ahlâk, huzur ve kardeşlik nutku çekmiş. Kureyş’in iç iktidar kavgasını bugünlere taşıyıp bol bol ahkâm kesmiş.
Hamasi nutkunda demiş ki, “300 bin insanı, kadınları, çocukları, acımasızca katleden bir katile, sırf Nusayri olduğu için göz yummak, ona karşı sessiz kalmak, Hazreti Hüseyin'in hatırasına hürmetsizliktir.
İyi hoş da bu nutku dinleyen AK Aleviler veya televizyondan izleyen AK Müslümanlar kendi kendilerine sormuşlar mıdır acaba? “Padişahım, doğru söylüyorsun da, sen bu katille dost kardeş değil miydin? Darfur’da 300 bin Müslüman’ı acımasızca katleden Ömer El Beşir’i bağrına basmak da Hazreti Hüseyin’in hatırasına hürmetsizlik değil midir?”
Sanmıyorum ki, AK Müslümanlar böyle bir vicdani duyarlık göstermiş olsunlar. Zira AK Müslümanlığa göre:
- Benim diktatörüm iyidir, çünkü alnı secdelidir.
- Benim hırsızım âlâdır, en fazla günah işleme özgürlüğünü kullanmıştır.
- Benim teröristim terörist değil mücahittir.
Zihniyet bu olunca, tutarlı, sorgulayıcı ve eleştirel tutum beklemek boşunadır.
***

KUR’AN’A SAYGISIZLIK!
Aynı şekilde eminim ki, padişahın, “Acımasızca baş kesen terör örgütlerine, sırf Sünni diyerek sempati beslemek, Hazreti Kur'an'a açık bir saygısızlıktır” sözlerinde tutarlılık olup olmadığı da sorgulanmamıştır.
Malum, padişah kulları ve kılları tarafından “İkinci peygamber” ve hatta hâşâ “Allah’ın bütün vasıflarını üzerinde toplayan lider” olarak biliniyor; kendisine dokunmak bile ibadet sayılıyor. Kendisi için her gün iki rekât şükür namazı kılan kılları bile var.
Padişah, din adına kafa kesenlere sempati duymanın Kur’an’a saygısızlık olduğunu söylüyor da AK Müslümanlar Allah’ın bu konuda ne dediğini biliyorlar mı acaba?
Bildiklerini sanmıyorum. Bilenleri de görmezlikten geliyorlardır. Zira “Onlar, yalana çok kulak verirler ve çok haram yerler.” (Maide/42)
Biliyorlar veya bilmiyorlar. Hırsızın elinin kesilmesini emreden Allah bir de buyuruyor ki, “Allah’a ve Resûlüne karşı savaşanların, yeryüzünde bozgunculuk çıkarmaya çalışanların cezası; öldürülmeleri yahut asılmaları veya ellerinin ve ayaklarının çaprazlama kesilmesi yahut o yerden sürülmeleridir.” (Maide/33)
Ya işte böyle!
“Allahın bütün vasıflarını taşıyan” padişahın “Din adına kafa kesenlere sempati Kur’an’a saygısızlıktır” diye kendince kestiği ahkâma karşı Allah’ın emri çok net.

Her şeyi herkesten daha iyi bildiğini sanan padişah ahkâm kesmek yerine sesini kesmeli! 

15 Ekim 2014 Çarşamba

ADAM-DER’DEN TBMM’YE SESLENİŞ



16 Ekim 2014

Sayın Milletvekilleri,

Askeri Darbelerin Asker Muhalifleri Derneği (ADAM-DER), 12 Mart 1971 ve 12 Eylül 1980 darbeleri dönemlerinde, görüşlerinden dolayı, haklarında mahkeme kararı olmaksızın, darbecilerin keyfi kararlarıyla ordudan atılan, işkenceden geçirilen, sivil hayatta açlığa ve işsizliğe mahkûm edilen askerleri temsil etmektedir.
TBMM 10 Mart 2011 tarihinde oybirliğiyle kabul ettiği 6191 sayılı yasa ile darbe dönemlerinde mağdur edilen askerlerin özlük haklarının iade edilmesini kararlaştırdı. Geçmiş hükümetlerin hiçbir yakınlık göstermedikleri darbezede askerlere ilk kez el uzatılması dolayısıyla, yasa mağdur askerler tarafından umut ve sevinçle karşılandı. Yasayı uygulamakla yükümlü hükümet de Yüksek Askeri Şura (YAŞ) kararlarıyla mağdur edilmiş askerlerin gözyaşlarının dindiğini, bu nedenle aldıkları hayır dualardan sevinç duyduklarını söylediler.
Ancak 28 Şubat sürecinde YAŞ kararlarıyla mağdur edilmiş askerlerin gözyaşları dinerken, yasanın mağdurlar aleyhine yorumlanmasıyla 12 Mart 1971 ve 12 Eylül 1980 darbelerinin mağduru askerler yasadan yararlandırılmayarak ikinci kez mağdur edildiler.

Bu vesileyle bir kez daha 6191 sayılı yasanın yanlış yorumlanarak yol açılmış mağduriyete dikkatleri çekmek istiyoruz.

GEÇİCİ MADDE 32 MAĞDURLARI
Askeri darbeler Türk Silahlı Kuvvetleri (TSK) içerisinde de ağır insan hakları ihlallerine yol açtı. Darbeciler, kendileriyle aynı görüş ve inançta olmayan binlerce askeri mahkeme kararı olmadan, keyfi kararlarla TSK’den çıkardılar.
27 Mayıs 1960 darbesinden sonra 235 general ve 4 bin 171 subay,
12 Mart 1971 darbesinde 600 dolayında subay astsubay ve öğrenci asker,
12 Eylül 1980 darbesi hazırlık sürecinde 30 dolayında öğrenci asker,
12 Eylül 1980 darbesi sonrasında 397 subay, 176 astsubay, 447 öğrenci asker,
1984 yılından itibaren 900’ü 28 Şubat sürecinde olmak üzere 615 subay, 928 astsubay, idari kararlarla ordudan uzaklaştırıldı.

27 Mayıs 1960 darbesinin muhatabı askerlerin hakları,
a) 5 Ağustos 1960 tarih ve 42 sayılı yasa,
b) 11 Temmuz 1973 tarih ve 1782 sayılı yasa,
c) 10 Kasım 1981 tarih ve 2551 sayılı yasa,
d) 12 Aralık 1992 tarih ve 3854 sayılı yasa ile iade edildi;
Göreve devam etmiş olsalardı elde edecekleri mali haklar” tanındı

İzleyen darbelerin kurbanı askerlerin yaralarının sarılması için ilk ve tek adım 10 Mart 2011 tarihinde atıldı. TBMM, bu tarihte kabul ettiği 6191 sayılı yasa ile TSK Personel Kanunu’na Geçici Madde 32'yi ekledi. Geçici Madde 32, 22 Mart 2011 tarihli Resmi Gazete’de yayımlanarak yürürlüğe girdi. Yasadan yararlandırılacak olanlar, kanun metninde “12 Mart 1971 tarihinden bu kanunun yayımı tarihine kadar, yargı denetimine kapalı idari işlemler veya Yüksek Askeri Şûra Kararları ile Türk Silahlı Kuvvetlerinden ilişiği kesilenler veya vefatları halinde hak sahipleri” olarak ifade edildi.
Geçici Madde 32’den yararlanmak için 4 bin 606 kişi başvurdu. Bunlardan çok büyük çoğunluğu 28 Şubat mağduru 1542’sinin başvuruları kabul edildi. Yasa kapsamının tereddüde mahal bırakmayacak derecede açık ifade edilmemesi ve uygulamada hak sahipleri aleyhine yorumlanması nedeniyle geride çok geniş bir mağdur kitlesi kaldı.

Özetle vurgulamak gerekirse:
1-     Yasanın hak başlangıcı tarihini 12 Mart 1971 olarak belirlemesine karşılık, 12 Mart 1971 darbecilerinin işkenceden geçirdiği (rütbeli veya öğrenci) hiçbir asker yasadan yararlandırılmadı. 12 Martzede askerlerin başvuruları “mahkeme yolu açıkmış” gerekçesiyle reddedildi. Oysa bu askerlerin Danıştay’a başvuruları bir buçuk yıl bekletilmiştir. Bu arada 20 Temmuz 1972 tarihli Resmi Gazete’de yayımlanan 1602 sayılı kanunla Askeri Yüksek İdare Mahkemesi kurulmuş ve ilişiği kesilen askerlerin başvuruları bu mahkeme tarafından görüşülerek reddedilmiştir. Öyle ki, ilişiği kesen sicil amiri daha sonra AYİM üyesi olarak da, mağdur askerin açtığı davayı reddetmiştir. Bu durum, hukukun en temel ilkeleri arasında yer alan doğal yargıç ve yargı bağımsızlığı ilkesine aykırıdır.

2-      Darbe dönemleri dışında sözde yargı denetimine açık, Bakan onaylı kararnamelerle ilişiği kesilmiş hiçbir rütbeli asker yasadan yararlandırılmadı.

3-      Darbe dönemleri dışında sözde yargı denetimine açık, Kuvvet Komutanı onaylı Yüksek Disiplin Kurulu kararlarıyla ilişiği kesilmiş hiçbir öğrenci asker yasadan yararlandırılmadı.

4-      12 Mart ve 12 Eylül darbecilerinin görüşlerinden dolayı okullarından çıkardıkları öğrenci askerlerin hiçbiri yasadan yararlandırılmadı. Öğrenci askerlerin başvuruları, “yasa kapsamı dışında” gerekçesiyle reddedildi. Oysa, Geçici Madde 32 metninde “TSK’dan ilişiği kesilenler” denilmekte ve yürürlükteki yasalara göre asker kişi olan öğrencilerin Geçici Madde 32 kapsamında olmadıklarına ilişkin bir ifade bulunmamaktadır.

5-      Yargı bağımsızlığının tümüyle askıya alındığı darbe dönemlerinde darbecilerin emirleri dışına çıkamayan mahkemeler eliyle mağdur edilmiş askerler yasadan yararlandırılmadı.

Yasa kapsamının mağdurlar aleyhine yorumlanmasından kaynaklanan bu sonuç, Anayasa’nın eşitlik ilkesine ve Türkiye Cumhuriyeti’nin imzacısı olduğu ayrımcılığı yasaklayan uluslararası sözleşmelere aykırıdır. Çok daha vahimi, umutları boşa çıkan darbe mağduru askerler ikinci kez mağdur edilmişlerdir. Ayrımcılık ve mağduriyet üç yıldır sürmektedir.
Muhalefete mensup milletvekilleri bu ayrımcılığın giderilmesi için kanun teklifleri sunmuşlardır. TBMM’yi bu kanun tekliflerini görüşme gündemine alarak ayrımcı uygulamayı sona erdirmeye, Geçici Madde 32’nin yol açtığı mağduriyeti telafi etmeye çağırıyoruz.
Saygılarımızla!

Askeri Darbelerin Asker Muhalifleri Derneği

ADAM-DER YÖNETİM KURULU

4 Ekim 2014 Cumartesi

KOBANİ’DE ÇANAKKALE SAVUNMASI


Kobane’de tam olarak ne olduğu belli değil. Şehirde çatışmalar sürüyor deniyor. Sınırın Türkiye yanında ise Suruç’ta gerginliğin tırmandığı, HDP İstanbul Milletvekili Sabahat Tuncel ve HDP Şırnak Milletvekili Faysal Sarıyıldız’ın Kobani'ye gittiği bildiriliyor.
Şimdi Ankara’daki arkadaşımız Rahmi Yıldırım ile konuşuyoruz.
Öncelikle Kobani’ye bakalım. Haberler çelişkili. Ankara’ya ulaşan haberlere göre Kobani’de neler oluyor?
Senin de söylediğin gibi haberler çelişkili. Ancak IŞİD’in Kobani’yi ele geçiremediği kesin. IŞİD üç haftadır sürdürdüğü kuşatmayı başarıyla tamamlamış ve Kobani’yi ele geçirmiş olsa, bunu çoktan ilan ederdi. Benzetmek gerekirse Türk tarihinde Çanakkale savunması nasıl bir değere sahipse, Kürtler için de Kobani direnişi öyle bir değer kazandı. Ancak bu direnişte bölgedeki Arap ve Türkmen aşiretlerinden destek alamıyorlar. Bu yüzden kentin IŞİD’in eline düşmesi durumunda sivil katliamı olmaması için Kobani’deki sivil halkı Suruç’a gönderdiler, kent içi savunmaya odaklandılar.
Bu arada ABD öncülüğündeki koalisyon güçlerinin dün gece Kobani’yi kuşatan IŞİD mevzilerine bomba yağdırdığı haberleri de ajans bültenlerine düştü. Ancak bu yöndeki haberlerin tarafsız gözlemcilerce doğrulanmadığını belirtmekte yarar var.

Suruç’ta gerginlik var deniyor, kimle kim arasında ve neden?
Suruç ilçesinde öğle saatlerinde sınır hattında toplanan bir grup, Kobani’ye geçmek istedi. Jandarma, Kobani’deki çatışmalardan dolayı sınırın riskli olduğu gerekçesiyle grubu barikat kurarak durdurdu. Buna karşın grup ilerlemek istedi. Bunun üzerine jandarma biber gazı ve basınçlı su ile müdahale etti. Slogan atarak sınıra yürümek isteyen grup taşla karşılık verdi. Gerginlik, jandarmanın kalabalığı dağıtmasıyla sona erdi.

HDP İstanbul Milletvekili Sabahat Tuncel ve HDP Şırnak Milletvekili Faysal Sarıyıldız’ın, Kobani'ye gittiği belirtiliyor. Döndüler mi? Orada ne yaptılar?
Sadece Sabahat Tuncel ve Faysal Sarıyıldız değil, diğer HDP milletvekilleri İbrahim Ayhan, İbrahim Binici, Kemal Aktaş, Ertuğrul Kürkçü ve Diyarbakır Büyükşehir Belediye Başkanı Gültan Kışanak da Mürşitpınar Sınır Kapısı’ndan Kobani'ye geçtiler. HDP heyetini sınır kapısında PYD Eş Başkanı ve Kobane Kantonu yöneticileri karşıladı. Kobane kantonu yöneticileri direnişin sürdüğünü, kenti IŞİD’e bırakmayacaklarını söylediler. HDP milletvekilleri ziyaret ve bayramlaşmanın ardından Suruç’a döndüler.

Bir de Cumhurbaşkanı’nın açıklaması var. ISİD le PKK bir diye. Buna tepki var mı?
Henüz doğrudan özel bir tepki yok. Çünkü, Cumhurbaşkanı Erdoğan ve AKP hükümetinin buna benzer açıklamaları alışılmış şeyler. Kaldı ki, Meclis’ten geçen tezkerede PKK ve IŞİD birlikte anılmış ve “terör örgütü” olarak nitelenmiş olsalar da, AKP hükümetinin IŞİD ile PKK’yı bir tutması söz konusu değil. AKP liderliğinin IŞİD’i “Bölgedeki Şii ayrımcılığına karşı öfkeli gençlik hareketi” olarak tanımladığını anımsamakta yarar var. Başbakan Davutoğlu, tezkere onaylandıktan sonra Kobani’yi korumaya söz vermişti. Ama tezkereden bu yana iki gün geçti; Davutoğlu’ndan bu sözüne uygun bir adım yok. Ajans bültenlerine düşen bir son dakika habere göre, Suriye’deki Kürtlerin lideri PYD Eş Başkanı Salih Müslim bugün Türkiye’ye gelerek bazı görüşmeler yaptı.

Hatay'ın Reyhanlı İlçesi'ndeki Cilvegözü Sınır Kapısı, bayramın ilk günü tüm giriş-çıkışlara kapatıldı. Neden?
Cilvegözü Sınır kapısı, hasta, yaralı, cenaze nakli gibi acil durumlar dışında tüm giriş-çıkışlara kapatıldı. Kapıda bayramın dördüncü gününe kadar hiçbir aracın giriş çıkışına izin verilmeyecek. Neden böyle bir karar alındı? Doğrusu bilmiyorum. Geçerli bir nedeni mutlaka olmalı. Ama, tam da bayram gününde neden böyle bir karar alındığı sorusuna resmi bir yanıt yok.

Not: WDR Köln Radyosu'ndaki söyleşinin metnidir.

28 Eylül 2014 Pazar

İLKER BAŞBUĞ DARBE MAĞDURU DEĞİLDİR!

Eski Genelkurmay Başkanı Emekli Orgeneral M. İlker Başbuğ’un “Biz de darbe mağduruyuz” ifadesini esefle kınıyoruz!
28 Eylül 2014
Medyada yer alan habere göre, eski Genelkurmay Başkanı Emekli Orgeneral Mehmet İlker Başbuğ, yargılandığı davadaki hukuksuzlukları eleştirirken “Biz de darbe mağduruyuz” demiştir.
Türk Silahlı Kuvvetleri’nin 26’ncı genelkurmay başkanının 26 ay tutuklu kaldığı yargılamayı değerlendirirken, hukuk devleti ilkeleriyle bağdaşmayan haksızlıkları ve komploları eleştirmesi saygıya değerdir. Hukukun herkese ve bir vakitler dokunulamaz zannedilen kişilere de lazım olduğu gerçeğinin en çarpıcı ifadesi olarak da ibret vericidir. Bu vesileyle, ülkemize derin acılar çektirmiş darbelerle ve darbeci zihniyetle hesaplaşma amacı taşımadığı ortaya çıkan Ergenekon Balyoz ve benzeri yargılamaların adil yargılanma hakkı gözetilerek sonuçlandırılmasını, sanıklar arasında sahte kanıtlarla mağdur edilenlerin ayıklanarak aklanmalarını diliyoruz.
Eski genelkurmay başkanının yargılamalardaki hak ihlallerini eleştirirken sadece kendisine yapılan haksızlığa odaklandığı dikkati çekmektedir. Cezaevi yaşantısının insanları olgunlaştırmasına karşın, eski genelkurmay başkanının cezaevinden ülkemizin topyekûn demokratikleşmesine ilişkin bir bilinç edinemeden tahliye olduğu anlaşılmaktadır. Daha acı olanı ise genelkurmay başkanlığı ile taçlandırdığı askeri kariyerinde dört darbeyi bizzat yaşamış ve rütbesinin elverdiği ölçüde görev yapmış olduğu için darbe dönemlerinde ne gibi acılar yaşandığını çok iyi bilmesi gerekirken, “Biz de darbe mağduruyuz” diyerek bu acıları hafifletmesi ve kendisine siper edinebilmesidir.
12 Mart 1971 ve 12 Eylül 1980 faşist darbelerinde kalpleri emekçiler ve ezilenlerle birlikte çarptığı için kıyılan askerler olarak vurguluyoruz ki,
Darbe mağduriyeti, işkenceli sorgulardan geçirilmektir.
Darbe mağduriyeti, cezaevlerinde ve mahkeme salonlarında işkence altında yargılanmak, emirle hüküm kuran mahkemeler tarafından hayatı karartılmak, darağaçlarında sehpayı tekmelemektir.
Darbe mağduriyeti, tutukluluk sonrasında işsizliğe ve açlığa mahkûm edilmektir.
Bu zulmün ve gaddarlığın yaşatılmasında Emekli Orgeneral Mehmet İlker Başbuğ’un kişisel olarak görev üstlenip üstlenmediği bilinmemektedir. Ancak, Mehmet İlker Başbuğ’un Orgeneral rütbesiyle Genelkurmay İkinci Başkanı, Kara Kuvvetleri Komutanı ve nihayet Genelkurmay Başkanı olarak içinde yer aldığı komuta kademesinin, bu zulmün ve hak ihlallerinin bir parça telafisi için siyaset ve yargı düzlemlerinde atılmak istenen adımları engellediğinin yakın tanığıyız. Keza, ülkemizde başta düşünce ve ifade özgürlüğü olmak üzere temel hak ve özgürlüklerin kullanılmasına karşı suç duyuruları da Mehmet İlker Başbuğ’un mesleki sicilinde kayıtlıdır.
Eski Genelkurmay Başkanı Emekli Orgeneral Mehmet İlker Başbuğ’dan tanığı olduğu, doğrudan veya dolaylı olarak katıldığı darbeler ve yol açtığı zulümlerin telafisini engelleme konusunda bir özeleştiri ve açık sözlülük olgunluğu beklemiyoruz. Böyle olmakla birlikte, “Biz de darbe mağduruyuz” ifadesini esefle kınadığımızı bildiriyoruz.
 Emekli Orgeneral Mehmet İlker Başbuğ, yargılandığı davanın mağduru olabilir; ancak asla bir darbe mağduru değildir. Başbuğ’u, darbe mağduriyetini kendisine siper etme basitliğinden uzak durmaya çağırıyoruz.
Askeri Darbelerin Asker Muhalifleri Derneği

ADAM-DER Yönetim Kurulu

20 Eylül 2014 Cumartesi

MUSUL REHİNELERİ NASIL SERBEST KALDI? OPERASYONLA MI PAZARLIKLA MI?


IŞİD MUSUL REHİNELERİNİ SERBEST BIRAKTI.
Cumhurbaşkanı Erdoğan: Operasyonla
Başbakan Davutoğlu: Temas ve çalışmayla
20 Eylül 2014

IŞİD, 101 gün önce rehin aldığı Türkiye’nin Musul Başkonsolosu ile beraberindeki 48 kişiyi serbest bıraktı.
Konsolosluk personelinin serbest kaldığını, Başbakan Ahmet Davutoğlu resmi ziyaret için gittiği Azerbaycan’da açıkladı. Davutoğlu gezisini yarıda keserek, Şanlıurfa’ya geçti; konsolosluk personelini uçağına alarak Ankara’ya götürdü. Ankara’daki karşılamada son derece duygusal bir atmosfer yaşandı. Serbest kalan rehineler ve Türkiye’deki yakınları özlemle kucaklaştılar. Başbakan Davutoğlu, apronda kurulan kürsüde yaptığı konuşmada, “Şimdi bayram zamanı” dedi. Muhalefeti ve muhalif medyayı suçlayan Davutoğlu, “Acı ve keder üzerinden siyasi operasyon yapmaya kalkanların maskeleri inmiştir” dedi.
Şimdi bu gelişmeleri konuşmak üzere Ankara’dayız. Rahmi Yıldırım var hattımızda.
Konsolosluk personelinin serbest bırakılması konusunda Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan ve Başbakan Ahmet Davutoğlu'nun açıklamaları arasındaki farklılık dikkat çekiyor. Erdoğan “operasyon” derken, Davutoğlu “temas ve çalışma” diyor. Konsolosluk personelinin serbest kalmalarıyla ilgili ne gibi ayrıntılar var?
Cumhurbaşkanı Erdoğan “Konsolosluk personeli, Önceden planlanmış, tüm detayları hesap edilmiş, tam bir gizlilik içinde yapılan başarılı bir operasyonla kurtarılmıştır” diyor.
Tabii “operasyon” denilince akla filmlerdeki gibi vurdulu kırdılı silahlı çatışmalı sahneler akla geliyor. Ancak konsolosluk personeli böyle bir operasyonla kurtarılmadılar. Başbakan Davutoğlu’nun kullandığı ifadelerle söylemek gerekirse “sürekli temas ve çalışma” ile serbest kalmaları sağlandı.  Davutoğlu, bir soru üzerine, MİT’in kendi yöntemleriyle gerçekleştirdiği çalışmayla vatandaşların yurda döndüğünü söyledi. Eski Cumhurbaşkanı Abdullah Gül de "Sürecin hassasiyeti dikkate alınarak, örtülü bir çalışma yapıldığını” belirtti. Yani, konsolosluk personeli IŞİD ile Türkiye arasında yürütülen bir müzakere ve ikna sürecinde serbest kaldılar.

Soru: Müzakere diyorsun da, müzakere biraz da pazarlık demektir. Konsolosluk çalışanları nasıl bir pazarlıkla serbest kaldılar? Mesela fidye veya takas söz konusu mu?
Yanıt: Resmi kaynakların gayriresmi açıklamalarına göre, IŞİD ikna edilirken fidye ödenmedi, takas (yani rehinelerin serbest bırakılması karşılığında Türkiye’de soruşturulan IŞİD üyelerinin serbest bırakılması) gündeme gelmedi. Hatta IŞİD hiçbir koşul öne sürmedi. IŞİD’in ikna edilmesinde bölgedeki Sünni Arap aşiretleri belirleyici rol oynadı.
IŞİD yanlısı haber sitelerinde yapılan yayınlarda da örgütün Türkiye’ye karşı kötü niyet taşımadığı, “Üç aylık müzakere sürecinde varılan mutabakat üzerine Musul konsolosu ve çalışanlarının serbest bırakıldığı, serbest bırakma karşılığında fidye alınmadığı” ifade edildi.
Resmi açıklamalar böyle olsa da, tam da ABD öncülüğündeki koalisyon kendisine karşı harekete geçmeye karar vermişken IŞİD’in kendisi için kalkan olabilecek rehineleri karşılıksız bırakmış olamayacağını,
Bu gibi olaylarda rehinelerin bir menfaat olmaksızın bırakılmalarının “hayatın olağan akışına uygun” olmadığını, 
Rehinelerin nasıl bir menfaat karşılığında serbest bırakıldıklarına ilişkin gerçeğin aradan yıllar geçtikten sonra ortaya çıktığını, çıkacağını belirtmekte yarar var.

Soru: Peki Türkiye IŞİD’e nasıl bir menfaat sağlamış veya söz vermiş olabilir? Örneğin IŞİD’e karşı Batılı ülkelerin oluşturduğu koalisyona Türkiye katılmıyor. Konsolosluk rehineleri bunun karşılığında bırakılmış olabilir mi?
Yanıt: IŞİD yanlısı internet sitelerindeki yayınlarda tam da buna dikkat çekiliyor. Türkiye’nin koalisyona katılmayı reddetmesi, “müzakere sürecinde dönüm noktası” olarak nitelendiriliyor.
Bu konuyla ilgili olarak, AKP hükümetinin IŞİD’e karşı hayırhah bir dil kullandığını göz önünde bulundurmak gerekiyor.
Türkiye’nin IŞİD’e karşı oluşturulan koalisyona katılmama gerekçesi olarak Musul rehinelerinden söz ediliyordu. Yine aynı şekilde AKP hükümet yetkilileri bu nedenle kamuoyu önünde IŞİD’i terörist olarak nitelemiyorlardı.
Bugün rehineler serbest bırakıldıktan sonra bile gerek Cumhurbaşkanı Erdoğan gerekse Başbakan Davutoğlu IŞİD aleyhine bir söylemden kaçındılar.
Yani IŞİD ile hükümet yetkilileri arasında inanç ve ideoloji akrabalığı da var. Bu bağlamda, rehinelerin serbest kalması karşılığında IŞİD’e bir menfaat sağlanmışsa, bunun nasıl bir şey olduğu bugün için belirsiz.
Yine bu bağlamda, rehineler bırakıldığına göre, Türkiye’nin IŞİD karşıtı koalisyona katılmasının önünde bir mazeret kalmadığı yorumları da bugün için çok geçerli değil.

Soru: IŞİD rehineleri serbest kalırken, bir yandan da IŞİD saldırıları üzerine Suriye’deki Kürtler Türkiye’ye sığınmaya çalışıyor.
Yanıt: Suriye sınırında Urfa’ya komşu bölgelerdeki Kürtler Türkiye’ye sığınmaya çalışıyor ama hükümet Kürtlerin sığınmasına pek de sıcak bakmıyor. Bugüne değin, sığınmacılara kapıyı hep açık tutan hükümet Kürtleri püskürtmek için polisiye önlemler uyguladı; ancak dün sınırı açmak zorunda kaldı. İki günde 60 bin kadar sığınmacı geldi. Sığınacak Kürt sayısı 150 bin kadar tahmin ediliyor. Hükümet Sözcüsü Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç ise bu çapta bir sığınmanın “Türkiye için maddi manevi yıkım” olacağını söyledi.
Bülent Arınç böyle dese de, belirtmeli ki bunun on katı kadar, yani bir buçuk milyon dolayında Suriyeli sığınmacı var Türkiye’de.


Not: WDR Köln Radyosu’nda yapılan söyleşinin metnidir.

19 Eylül 2014 Cuma

TAYYİP ERDOĞAN PSİKOPAT DEĞİLDİR!

Sayın Recep Tayyip Erdoğan Çankaya Köşkü’ne çıktıktan sonra kurulan Yeni Türkiye’ye uyum sağlayıncaya değin yazmama kararındaydım. Yazsam, eski alışkanlıkla ve kadir bilmezlikle çok sayın Erdoğan’ı kötülemiş olurdum. Henüz uyum sağlayabilmiş değilim ama HaberTürk gazetesinde bir köşe yazısına rastlayınca yazmadan edemedim.
Efendim Dr. Neva Çiftçioğlu Banes, HaberTürk’teki köşesinde “Psikopat” başlığı altında Amerika Psikiyatri Derneği’nin bir makalesinden söz etmiş. Bu makaleye göre psikopati, en tehlikeli kişilik bozukluğu. Çünkü, kişileri yönlendirmede, olayları manipüle etmede psikopatların üzerine yok. Zeki ve kurnaz olmanın yanı sıra hiç utanmadan yalan söylüyorlar, yetenekli olmadıkları halde kendilerini çok başarılı şekilde pazarlıyorlar. En çok dikkat çeken bir özellikleri de aslında hiç duygulanmadıkları halde, gözyaşı dökerek ağlayabilmeleri.
Bir kişi şu 10 davranışı yapıyorsa psikopat olduğuna hükmedilebilirmiş.
1. Kanunları, kuralları ve toplum değerlerini hiçe saymak.
2. Başkalarının haklarını ihlal etmek.
3. Empati kuramamak.
4. Hatalarını kabul etmemek.
5. Aniden beliren saldırgan tavırlar sergilemek.
6. Hissetmediği halde duygusallaşmış rolü yapmak.
7. Suç işleyeceği zaman çok önceden zekice planlar kurarak kendi gibileriyle ekipleşmek.
8. Doğa ve özellikle hayvan sevmemek.
9. Kinci ve intikamcı olmak.
10. Kendine göre kurallar oluşturarak çevresindekilere uyması için baskıda bulunmak.
Dr. Neva Hanım’ın yazısı dışında, psikopati üzerine yazılmış kitaplarda da hemen hemen aynı davranış özelliklerinden ve antisosyal kişilik bozukluklarından söz ediliyor. Özetle, kanun nizam tanımamak, ahlaki dini toplumsal değerleri önemsememek, empati ve vicdan eksikliği, insanlarla sağlıklı ilişki kuramamak, sorumsuzluk, acımasızlık, duygusuzluk vs…
***

Dr. Neva Çiftçioğlu Banes’in yazısı gerek gazete sayfalarında gerekse sosyal medyada öyle bir ilgiyle karşılandı ki artık o kadar olur. Meğer millet psikiyatriye ne kadar da meraklıymış.
Pskiyatriye ilgi ve merak iyi de, yazının Recep Tayyip Erdoğan’ın öfkeli haliyle pek sevimli görünmediği fotoğrafları eşliğinde paylaşılması hoş olmadı. Hele bir de kinayeli yorumlar yapılması. Cidden ayıp! Milletin ağzı hakikaten torba değilmiş.
Arkadaşlar, bir şey ima etmeye gerek yok. Hamdolsun Recep Tayyip Bey’in himmetiyle eriştiğimiz ileri demokrasi devrinde düşünce ve ifade hürriyeti var! Neler söylenmedi ki Sayın Erdoğan için? Yalancı, cahil, ampul, katil, terörist, Hitler ve hatta (affedersiniz) hırsız. Bunların hepsi söylendi. Söylendi de ne oldu. Bir şey olmadı. Mahkemeler “sert eleştiridir” deyip geçtiler.
Yani demem o ki, Tayip Bey psikopat ise açık açık yazmanın bir mahzuru yok.
***

Tayyip Erdoğan’ın kanun tanımazlığı
Şahsen ve bizatihi ben, on yüz milyon kere sayın Recep Tayyip Erdoğan Bey’in psikopat olmadığı kanaatindeyim.
For example kanun tanımazlık iddiası.
Doğru! Pek sayın Erdoğan’ın da bazen kanun tanımadığı oluyor.
İyi de sormak gerekmez mi “niye tanımıyor” diye?
Sormasanız da ben anlatayım efendim.
2008 yılıydı. Dönemin Başbakanı imzasıyla TBMM’ye sunulan bir tasarı kanunlaştı. Dönemin Cumhurbaşkanı kanunu imzaladı. Kanun 8 Şubat 2008 tarihli Resmi Gazete’de yayımlandı. 5728 sayılı bu Kanun’un 580’inci maddesi diyordu ki, “Bu Kanun hükümlerini Bakanlar Kurulu yürütür.”
Diyeceksiniz ki, “Ne var bunda?”
Haklısınız. Hükümet tasarı sunar. TBMM kanunlaştırır. Cumhurbaşkanı imzalar. Resmi Gazete’de yayımlanır. Başbakan ve bakanlar kanunu uygular. Uygulamazlarsa suç işlemiş olurlar…
Haklısınız da bu kanun bildiğiniz kanunlar gibi değildi. Ben olsam ben de uygulamazdım. Hatta psikopat olarak yaftalanmayı göze alıp sizler de uygulamazdınız.
Kafanız karışmasın. Bu Kanun’un 538’inci maddesi, Türkiye Odalar ve Borsalar Birliği Yasası’nda ‘Genel sekreterin aşağıda belirtilen nitelikleri haiz olması gerekir’ başlıklı bendini değiştiriyor ve şöyle bir şart öngörüyordu:
“(d)TCK’nın 53’üncü maddesinde belirtilen süreler geçmiş olsa bile; kasten işlenen bir suçtan dolayı beş yıl veya daha fazla süreyle ya da devletin güvenliğine karşı suçlar, Anayasal düzene ve bu düzenin işleyişine karşı suçlar, milli savunmaya karşı suçlar, devlet sırlarına karşı suçlar ve casusluk, zimmet, irtikâp, rüşvet, hırsızlık, dolandırıcılık, sahtecilik, güveni kötüye kullanma, hileli iflas, ihaleye fesat karıştırma, edimin ifasına fesat karıştırma, suçtan kaynaklanan malvarlığı değerlerini aklama, kaçakçılık, vergi kaçakçılığı veya haksız mal edinme suçlarından hapis cezasına mahkûm olanlar.”
Yani öyle bir kanun maddesiydi ki, hırsızlık, rüşvet ve bilumum suçlardan hüküm giymeyi, oda ve borsa genel sekreterliği için zorunlu koşul haline getirmişti.
İşte dönemin Başbakanı Recep Tayyip Bey, bu kanunu uygulamadı.
Şimdi bu durumda “İşte bak, kanun tanımıyor, o halde psikopattır” demek yakışık alır mı?
Yakışmaz tabii!
***

Kafanız karıştı değil mi?
Valla, aslında benim de kafam karışık.
Uygulamadığı bu kanunu tasarı olarak sunan da kendisiydi.
Niye böyle bir kanun çıkardı, sonra neden uygulamadı?
Bilemiyorum doğrusu. En doğrusunu kendisi bilir.
***

Türkiye Cumhurbaşkanı’na “psikopat” dedirtmem!
Kanun tanımazlık bahsi böyle.
Yalancı, sorumsuz, merhametsiz, duygusuz, empati yoksulu, kindar ve intikamcı, doğaya ve hayvanlara karşı zalim olup olmadığı, aniden saldırganlaşıp saldırganlaşmadığı, sahte gözyaşı döküp dökmediği, olayları manipüle edip etmediği, yetenekli olmadığı halde kendisini başarıyla pazarlayıp pazarlamadığı bahisleri de öyle.
Netice-i kelam, Recep Tayyip Erdoğan psikopat değildir!
Dünya lideri Türkiye Cumhurbaşkanı’na “psikopat” dedirtmem!
Türkiye halkları, böyle beyefendi bir lideri kendilerine nasip ettiği için Allah’a şükretmelidirler vesselam!

25 Ağustos 2014 Pazartesi

ÜLKÜCÜ MİLLİYETÇİ HAREKET VE DÜRÜSTLÜK

İslamcı harekette tutarlılık ve ahlak diye bir şey aranmaması gerektiği, İslamcı partinin tek başına iktidar döneminde yeterince görüldü.
Görüldü ki, İslamcı siyaset de selefleri ölçüsünde ikiyüzlüdür, oportünisttir, entrikacıdır, hilekârdır, ilkesizdir, mülkiyetçidir, sermaye birikimcisidir, emperyalizm işbirlikçisidir.
Ümmetçi dinci hareket böyledir de ülkücü milliyetçi hareket(ler) farklı mıdır?
Nerdeee?
Türkiye, Balkan Harbi’nden 2000’li yıllara değin milliyetçi partiler tarafından yönetildi. Milliyetçi (çoğu zaman ırkçı) liderlerin yönetiminde de Türkiye gün yüzü görmedi. Türk ve Müslüman olmayan topluluklar halklar ırkçı ümmetçi politikalarla baskı altına alınırken, emekçi sınıflara 141-142 sopası sallandı. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra emperyalist odakların kuklası resmi / yarı resmi milliyetçi hareketler, sola, daha açık deyişle komünizme karşı silahlı güç olarak kullanıldı. Vahşi kapitalizmin miladı 1980’de sol hareket fiziken ezilince ülkücü milliyetçi hareket stratejik/taktik önemini yitirdi. Nitekim, 12 Eylül 1980 darbesi sonrasında ülkücü milliyetçi hareketin liderleri, “Fikrimiz iktidarda ama biz zindandayız” diye sitem ettiler. O gündür bu gündür, paramiliter milliyetçi hareketin pratikte fazlaca önemi yoktur. Önemi kalmadığı içindir ki, ülkücü milliyetçi hareketin lider kadroları çoğunlukla mafya âleminde sivrildiler.
Irkçı milliyetçi hareket önemsizleştikçe ilkesizliği, tutarsızlığı daha bir görünür oldu. Hatta iktidar ortağı olduğu dönemlerde bile tutarsızlıktan ilkesizlikten geri durmadı. 2001 yılında MHP iktidar ortağıydı. Türkiye, ekonomik kriz yangınında kavruluyordu. İktidardaki MHP’nin üst düzey bir yöneticisi basın toplantısı düzenleyip feryat etmişti:
- Ülkemiz dilenci durumuna düştü. Komünistler nerede? ‘Kahrolsun emperyalizm’ derlerdi. Çıksınlar yollara, yürüsünler. Eski komünistleri özledik, arar olduk.
***

Neyse, konumuz memlekette hâlâ komünist kalıp kalmadığı değil. Mevzu o ise, Türkiye’de komünistler hiç tükenmeyecektir, ilgililere ilanen tebliğ olunur!
 Asıl üzerinde durulması gereken nokta, komünist mahalle nüfusu yüzde 1’i bile bulmazken ülkücü milliyetçi mahalle nüfusunun şimdilik yüzde 17’yi geçmesidir. Ümmetçi mahalle nüfusuyla birlikte yüzde 70’e yaklaşıyor ki, felaket bir orandır.
Ülkücü milliyetçi mahalle nüfusu bu denli artmışken, siyasi ve ahlaki tutarlılık da aynı ölçüde artmış mıdır? Asıl onun üzerinde durulmalıdır.
Bin dereden su getirmeye gerek yok, Cumhurbaşkanı seçimindeki duruşa bakmak yeterlidir.
Sol olmasa da sol sayılan CHP ile taşfırın milliyetçi MHP ortak aday gösterdi. CHP’nin önemli sayıda seçmeni sandığa gitmedi; ama sandığa gidenleri siyasal İslamcıTayyip Erdoğan’a oy vermedi.
MHP seçmeni ise sürpriz yapmadı. Tam da 2010 Anayasa referandumundaki gibi davrandı. Özellikle İç Anadolu, Karadeniz ve Doğu Anadolu’daki MHP seçmenleri Tayyip Erdoğan ile Ekmeleddin İhsanoğlu arasında bölündüler. MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli’nin seçim bölgesi Osmaniye’deki sandık sonuçları ortadadır. Sonuçta Tayyip Erdoğan, MHP’li seçmenden aldığı stratejik destek sayesinde çok kritik bir seçim zaferi daha kazandı.
***

Böyle bir sonuç karşısında siyasi centilmenlik, bir parça özeleştiri gerektirir değil mi?
Ülkücü milliyetçi siyasette özeleştiriye, tutarlılığa yer olmadığı bir kere daha görüldü.
MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli sözüm ona feryat ediyor. Tayyip Erdoğan’ın 10 Ağustos seçimini kazandıktan sonra başbakanlık görevini bırakmamasını anayasa ihlali olarak değerlendiriyor ve ekliyor: “Hukuk cumhurbaşkanı tarafından boğazlanmaktadır. Anayasa Mahkemesi yaşanan anayasa felaketine sessiz ve tepkisiz kalmamalıdır. Anayasa Mahkemesi Başkanı’nın suskun ve durgun vaziyette gelişmeleri seyretmesi anlaşılır gibi değildir.
İyi hoş da Tayyip Erdoğan’ın Anayasa’yı katletmesine karşı Anayasa Mahkemesi’ni tepki göstermeye çağıran Devlet Bahçeli, Tayyip Erdoğan’ın Cumhurbaşkanı yemini edeceği 28 Ağustos günü ne yapacak dersiniz.
Ne yapacağı ortada, törene katılıp Erdoğan’ı alkışlayacak.
Sermayenin, emperyalizmin paramiliter silahlı gücü olarak solculara komünistlere karşı işledikleri günahları unutmadan ülkücülere milliyetçilere soru:
- Anayasa Mahkemesi’ni tepki göstermeye çağırırken TBMM’de Tayyip Erdoğan’ı alkışlamak dürüstlük müdür?
- Ülkücü milliyetçi hareket ne zaman dürüst olacaktır?
- Ülkücülüğün temel ilkesi egemen sınıfın ücretsiz vurucu gücü olmak mıdır?
Sorulacak çok soru var da…
Bu kadarına bile yanıt verecek ahlaki ve siyasi dürüstlük var mıdır?