20 Nisan 2017 Perşembe

AŞIK PEYGAMBER’DEN AŞIK İMAMA İNSANLIK HALLERİ

Referandumun hayhuyu içerisinde vatandaşın hakiki gündemi pek öne çıkmadı. “Arkadaşının eşi ile kaçan imam” başlıklı haber böyle bir gündeme işaret ediyor.  
Medyada yer alan habere göre, Bursa’nın İznik İlçesi Elbeyli Köyü imamı Mustafa T. arkadaşının eşi Funda Ş.’ye vurulmuş. Vurulmakla kalmamış, Funda’yı taktığı gibi koluna kaçırmış.
Haberden anlaşıldığı kadarıyla kaçırma yok, birlikte kaçmışlar. Yani olayda zorlama cebir şiddet yok. İki aşık bir olup samanlığı seyran eylemişler. Birlikte kaçtıktan sonra imam nikâhı kıyıp evlenmişler. Allah mesut bahtiyar mutlu etsin!
Lakin pek de mesut mutlu gitmemiş galiba hikâye. Tabii Türk filmlerinden aşinayız. Mutlaka bir kötü adam hikâyeye dahil olur, seyirciyi okuyucuyu çileden çıkarır.
Bu hikâyede aslında kötü adam yok. Ama birilerinin kötü adam rolünü oynaması gerek. Habere göre, aşıkların samanlığı seyran eylemeleri üzerine Funda’nın kocası Mehmet boşanma davası açmış, mahkeme boşanma kararı vermiş.
Buraya kadar normal. Kötü adam yok yani. Normalden, “kötü adam yok”tan kastım şu: Funda’nın eski kocası Mehmet “Ya benimsin ya kara toprağın” dememiş. “Seni başkasına yar etmem” diyebilirdi, dememiş. Daha beterini yapabilirdi yapmamış. Boşanmakla iktifa etmiş. Medeni adammış vesselam!
Kötü adam yok ama birinin bu rolü üstlenmesi gerek, yoksa hikâyenin tadı tuzu olmaz değil mi! Kötü adam rolünü Diyanet İşleri Başkanlığı üstlenmiş. Aslında kötü adamlık yapmamış Diyanet; sadece 657 sayılı yasanın gereğini yapmış. İmam hakkında idari soruşturma açmış, sonunda imam Mustafa’yı meslekten, yani imamlıktan ihraç etmiş.
Tabii bu noktada imamlık meslek midir, yoksa Allah rızası için ifa edilen bir meşguliyet midir? Hemşerim Hayrettin Toraman dahil, bilumum evliyaları seyyidleri şeyhleri münakaşaya davet ederim. Lakin, davete icabet etmezler; İbn’ül Sallama Hükümran’ın karşısına çıkmaya yürekleri ilimleri yetmez!!! Allah o evliya kılıklı iblisleri bildiği gibi yapsın, ateşten halk ettiği Şeytan hazretlerini de hak yoluna memur ve mecbur etsin, amin!
Hikâyemize dönecek olursak. İbn’ül Sallama Hükümran olarak derim ki: İmam Mustafa 657 sayılı kanuna tabi bir evliyadır. Talihsizliği Hicri 1’inci asırda, Miladi 7’inci asırda her metre karesi İslam kokan Medine’de yaşamamış olmasıdır.
***

Sözümüzün burasında duralım, mübarek asırda o mukaddes mahalde ne olmuş, onu anlatalım.
Hazreti Muhammed sabırla inşa edilmekte olan Medine İslam devletinin hem hükümdarı hem de o devletin Müslüman ahalisinin peygamberidir.
Kur’ân-ı Kerîm’de emredildiği üzere, Peygamberdir ama neticede o da insandır, Allah kuludur: “De ki: Ben de ancak sizin gibi bir insanım” (Fussilet 6, Mağara/Kehf 110).
Her insan gibi her kul gibi Hazreti Muhammed de uyumuş uyanmıştır.
Her kul gibi acıkmış karnını doyurmuştur.
Her kul gibi abdesthaneye girmiş çıkmıştır, mecburiyetten çömelerek bevletmiştir.
Eee, aşk da insana mahsus değil mi! Aşk meleği gönül sarayını kim uğruna ateşe verir, kimi kimin aşkı için süründürür, yalnızca Allah bilir!
Uzatmayalım, her kul gibi Muhammed de sevmiş sevilmiş, aşık olmuştur.
Gün olmuş, seferde gazvede mağlup ettiği hükümdarların kızlarıyla gerdeğe girmiştir.
Gün olmuş, hane halkının huysuzlukları karşısında aciz kalmış, çareyi Allah’a sığınmakta bulmuştur.
Ve gün gelmiş, gelinine bile aşık olmuştur.
***

Gelinine aşkı Allah’ın emriyle vuku bulmuştur. Hadise Hicret’in beşinci senesinde cereyan etmiştir. Hz. Zeynep binti Cahş, Resûl-i Ekrem’in  halasının kızıdır. Peygamber’in öz oğlu yerinde evlatlığı Zeyd ile evlidir. Bu evliliğin dünürlüğünü bizzat Resûl-i Ekrem yapmıştır.
Tabii kimi evliliklerde olduğu gibi Zeynep/Zeyd evliliğinde de geçimsizlik baş gösterdi. Zeyd, boşanmak istedi. Kur’ân-ı Kerîm’de anlatıldığı üzere Resûl-i Ekrem boşanmaya karşı çıktı. Bir gün Zeyd’in hanesini ziyaret ettiğinde kapıyı Zeynep açtı. Hz. Muhammed o anda Zeynep’e aşık olduğunu hissetti ama “El alem ne der!” korkusuyla duygularını açıklamaktan çekindi. Oysa çekinmesine gerek yoktu. Nitekim ayet nazil oldu: “İçinde, Allah’ın ortaya çıkaracağı bir şeyi gizliyor ve insanlardan çekiniyordun. Oysa kendisinden çekinmene Allah daha lâyıktı” (Ahzab 37).
Allah’ın emri üzerine Zeyd, karısı Zeynep’i boşadı. Zeynep’in iddeti dolduktan sonra Resûl-i Ekrem bir gün diğer zevceleriyle sohbet ediyordu. Bu esnada vahiy geldi. Cenâb-ı Hak şöyle buyuruyordu:Zeyd eşini boşayınca, onu seninle evlendirdik ki, eşlerini boşadıklarında, evlatlıklarının eşleriyle evlenmeleri konusunda mü’minlere zorluk olmasın. Allah’ın emri mutlaka yerine getirilmiştir” (Ahzab 37). “Allah’ın, kendisine farz kıldığı şeyleri yerine getirmesi konusunda peygambere darlık yoktur” (Ahzab 38).
Vahiy hali sona erince, Resûl-i Ekrem gülümsedi, “Allah'ın, onu bana gökte nikâhladığını, Zeynep'e, kim gidip müjdeler?” buyurdu. Tabii derhal Hz. Zeynep’e müjde uçuruldu...
Düğünlerinde ashabına ziyafet tertiplemek, Resûl-i Ekrem’in âdeti idi. Hz. Zeynep ile evlenirken de ziyafet verdi. Ashabtan Enes bin Mâlik’in annesi Ümmü Süleym, yağda kavrulmuş Medine hurması gönderdi. Gönderilen hurma küçük bir kap içinde, ancak Peygamber ve Zeynep’e yetecek kadardı. Bu esnada mucize gerçekleşti. Resûl-i Ekrem elini çanağın üzerine koyup bereket duâsı etti. Davetliler çanağın etrafında sırayla onar onar halkalanıp doyuncaya kadar yediler, çanaktaki hurmayı bitiremediler. Ümmü Süleym bu mucize kendisine anlatıldığında “Allah ondan bütün Medinelilerin yemesini dilemiş olsaydı, hepsi de yer ve doyardı” dedi.
Ziyafetin ardından davetliler çekildi. Gerdek için tüm şartlar hazırdı. Buharî ve Tirmizî’nin naklettiklerine göre Ebu Hureyre, sofradan kalkmak bilmedi. Ayet nazil oldu: “Ey iman edenler! Yemek için çağrılmaksızın ve yemeğin pişmesini beklemeksizin (vakitli vakitsiz) Peygamber’in evlerine girmeyin, çağrıldığınız zaman girin. Yemeği yiyince de hemen dağılın. Sohbet için beklemeyin. Çünkü bu davranışınız Peygamber’i rahatsız etmekte, fakat o sizden çekinmektedir. Allah gerçeği söylemekten çekinmez” (Ahzab 53).
Sözü uzatmayalım. Neticede Hz. Muhammed, Allah’ın emrini yerine getirdi!
Demem odur ki, Elbeyli Köyü İmamı Mustafa, talihsizdir. Asrı saadette yaşamış olsa, aşkından dolayı kınanmazdı herhalde. Buhari’nin naklettiği rivayete göre, o asır ki, Medineli ensar Mekke’den gelen muhacir kardeşine, “Bak, iki karım var, hangisini beğenirsen onu boşarım, iddeti bitince onunla evlenirsin” diye teklif edecek konukseverlik ve cömertlikteydi.
657 Sayılı kanundan maaşlı “evliyalar” teşkilatı Diyanet meseleye bir de bu açıdan baksa, daha isabetli bir karar verebilirdi. 
İbnü'l Sallama Hükümran Beyefendi 

15 Nisan 2017 Cumartesi

AŞK İÇİN SÜRÜNMEYE DEĞER Mİ?

“Aşk uğruna sürünüyor”
İnternette rastgele gezinirken rastladım bu başlık altındaki öyküye.
Sevmek, sevilmek isteyen bir İngiliz erkeği, kendine kız arkadaş bulmak için 88.5 km. dizlerinin üzerinde sürünmeye karar vermiş. Sırtında 'Beni sever misin?' yazılı bir pankart ve iplere bağlı 18 paket çikolatayla Londra'nın güneyinde sürünmeye başlamış...
Hikâyeye sempatimden, nasıl geliştiğini nasıl sonuçlandığını sorgulamadım.
Umarım, ermiştir muradına,
Erdiyse muradına biz çıkalım kerevetine...
***

Aşk için sürünmek...
Muradına erdiyse de,
Bu arkadaşın uğruna süründüğü aşk mıydı yoksa yalnızlığını giderecek  partner bulmak mıydı? Haberde tam belli değildi. Sadece partner idiyse, sürünmeden de bulabilirdi. Yollarda sürünmek yerine barlara takılması yeterliydi. Aşkı bulmak için süründüyse saygıya değerdir de...
Bulduysa asıl o zaman ebediyen sürünmeye başlamıştır sanırım.
Kim bilir şimdi ne sefil haldedir?
***

Nasıl bir aşk bulmayı umuyordu bu arkadaş?
Yusuf’u elde edemeyince, “Bana saldırdı” diyerek zindana attıran, sonra pişman olup “Hayat sözcükler kadarsa, varlığım Yusuf kadardır” dese de aşka vefasızlığını ve gadrini telafi edemeyen Saray Hanımağası Züleyha mı?
Ferhat aşkı uğruna dağı delmeye çalışırken, dağın öbür tarafında sarayda miskin miskin bekleyen Prenses Şirin mi? Düzmece haber nedeniyle Ferhat’ın intihar ettiğini öğrenince, bekleyerek aşkı yitirmenin, elden kaçırmanın acısıyla  kendisini kayalıklardan atan Şahbanu Şirin mi?
Ya da nihayet vuslat anında sihirli gelinliğin düğmelerini çözemeyince yanıp kül olan Kerem’in küllerini saçıyla toplarken kül olan Aslı mı?
İngiliz arkadaşın Mecnun olduğunu sanmıyorum ama sonunda Leyla bulduysa haline şükretsin. Kendisini Mecnun’a adayan, Mecnun kendisini çöle vurunca üzüntüden ölen Leylalar hâlâ var mı çağımızda? Ya da Leyla’nın mezarı başında "Ya Rab manâ cism ü cân gerekmez / Cânânsuz cihân gerekmez" diyerek ruhunu teslim edecek Mecnunlar?!
Bunun farkında olarak süründüyse umarım aşk tanrısı yardım etmiştir.
Umarım aradığını bulmuştur, belki de belasını bulmuştur!..
İngiliz arkadaş bilmeli ki, günümüzde aşk bir masaldan, efsaneden ibaret. “Ulaşıldıkça ulaşılmaz hasret”, yakınlaştıkça uzaklaşan seraptır aşk
Günümüzde ne Mecnunlara hayat hakkı var ne de Leylalara!!!
Hakikat böyle ifade edilse de,
En evvel aşk idi...
“Ben sana hep üşüyordum…
Çünkü kıştım, nakıştım, bakıştım..
İnkar etmiyorum da bunu..
Seni sevmek gibi büyük işlere kalkıştım.”
( Özdemir Asaf)

Aşıklara maşuklara çok selam sevgiyle...

14 Nisan 2017 Cuma

ARSIZA NURSUZA HIRSIZA EVET Mİ HAYIR MI?

Ankaralılar bilir.
Kızılay Meydanı şu günlerde evet mi hayır mı rekabetine sahne.
Meydanın dört bir yanında EVET / HAYIR çadırları otobüsleri mevzilenmiş.
EVET otobüslerinde muhafazakâr bir atmosfer,
kulakları sağır edercesine Osmanlı propagandası, mehter marşları...
HAYIR otobüslerinde modern Türkiye Cumhuriyeti atmosferi, marşları.
Başka bir ifadeyle,
Hangisine EVET?
Hangisine HAYIR?

Osmanlı’ya mı?
Türkiye Cumhuriyeti’ne mi?
Gerçi, ezilenler olarak ikisinde de mutlu olamadık ama,
Pazar günü,
Aklın bilimin sanatın özgürleşmesini hiç değilse vaat eden modernliği tercih edeceğiz elbette.
***

Bu anda siyaseti bir yana bırakalım!
Evinde istif ettiği milyar doları sıfırlama telaşındaki hırsıza,
Oğlunu sahte çürük raporuyla askerlikten muaf tutup,
Ödeyecek bedeli olmayan yoksul halk çocuklarını kirli savaşlarda ölüme gönderen,
Sonra da “Ne mutlu ki şehit oldular” diye goygoy yapan arsıza,
Madende kardeşini evladını yitirmiş emekçiyi tokatlayan nursuza,
Evladını polis “müdahalesi”nde yitiren anne babayı mezhebinden ötürü meydanlarda yuhalatan şerefsize,
“Afedersin Ermeni” diyebilecek kadar utanmaza,
Bitirmediği okul için diploma almış cahil sahtekâra,
Küresel köyün talancı kabadayısıyla bir olup komşu evini ateşe verecek kadar alçalmış namussuza,
Daha saymayayım...
“Onlar ki çok haram yerler çok yalan dinler” ayetini de hatırlatmayayım.
Ezcümle,
Sürekli yalan söyleyen arsıza hırsıza nursuza şerefsize utanmaza sahtekâra
EVET mi,
HAYIR mı?

13 Nisan 2017 Perşembe

15 TEMMUZ KONTROLLÜ BİR DARBE MİYDİ?

15/16 Temmuz gecesi kâbus gecesiydi. Ülke iç savaşın eşiğine geldi, F tipi darbe girişimi bastırıldı, iç savaş savuşturuldu (belki de ertelendi), 248 insan canından oldu. O gece insanlar can verirken, bir siyaset zorbası yaşanan kâbusu “Allah’ın lütfu” sayma telaşındaydı.
Kâbus gecesinin üzerinden dokuz ay geçti. Toplumsal belleğe kazınan görüntülerin dışında o gece neler olup bittiğini hakkıyla bilen yok; bilen(ler) varsa da anlatmaya yanaşmıyor(lar).
O geceyle ilgili toplumsal belleğe çizilen resim belli: FETÖ, ordu içindeki gücünü harekete geçirdi, darbeye teşebbüs etti; lakin Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın çağrısıyla halk meydanlara çıktı, darbeciler yakalandı, şimdi hesap verecekler...
Demokrasi destanı niyetine çizilen resim görünüşte doğru olmasına doğru da hakikatin tam bir resmi midir? Daha açık bir ifadeyle, o gece gerçekten demokrasi destanı mı yazıldı; yoksa Türkiye bir darbe uçurumundan diğerine mi yuvarlandı? Başka bir deyişle, o gece girişilen askeri darbe daha büyük bir resmin parçası mıydı? Daha net bir ifadeyle, 15 Temmuz aslında başlamadan önlenebilir bir girişim miydi? Ya da güncel siyaset esnafının diliyle ifade etmek gerekirse, 15 Temmuz kontrollü bir darbe girişimi miydi?
***

İDDİANAMELERE GÖRE 15 TEMMUZ
O gece neler olup bittiğine dair epey senaryo yazıldı. Nihayet iddianameler ortaya çıktı. Ne ki, hukuki analiz ve titizlikten yoksun, kes yapıştır yöntemiyle şişirilen binlerce sayfalık iddianamelerde hakikatin tam bir resmi çizilmedi.
Gerçekten de, 15 Temmuz’un ana iddianameleri Akıncılar Üssü ve Genelkurmay Başkanlığı iddianameleri, o gece neler olup bittiğine ilişkin soru işaretlerini silmek yerine daha da kalınlaştırdılar.
Resmi iddianamelere göre hikâye şöyle:
Üst akıl, taşeronları vasıtasıyla önce İstanbul Gezi Parkı’nda ağaçların kesilmesini bahane edip sokak eylemleriyle yönetimi değiştirmeye teşebbüs etti.
Bu ilk cümle hukuki bir iddianameyle değil ideolojik bir belgeyle karşı karşıya olduğumuzu gösteriyor. Bu ilk cümleyle ilgili olarak elbette çok şey söylenebilir. Biz “15 Temmuz kontrollü bir darbe girişimi miydi” sorusuyla devam edelim.
 Gezi’nin ardından üst akıl, 17/25 Aralık’ta başka bir taşeronu (yani FETÖ/PDY) eliyle bir kere daha teşebbüs etti; sonra seçimleri bekledi, seçimlerde beklediği sonuç çıkmayınca son çare olarak FETÖ/PDY’nin TSK içindeki gücünü kullanmaya karar verdi.
Bu amaçla, ilki 27 Aralık 2015’te olmak üzere Temmuz 2016’ya kadar Ankara’da Hava Kuvvetleri İmamı Adil Öksüz’ün eşgüdümünde bir düzineden fazla darbeye hazırlık toplantıları yapıldı; 6,7,8,9 Temmuz 2016 tarihlerinde de nihai toplantılar yapıldı, darbe günü ve saati olarak 16 Temmuz 03.00 tespit edildi.
Lakin 15 Temmuz saat 16.16’da Kara Havacılık Okulu’ndan bir subay MİT’e giderek, FETÖ üyesi askerlerin MİT Müsteşarı Hakan Fidan’ı almak için kuruma saldıracaklarını haber verdi.
Bunun üzerine bir MİT müsteşar yardımcısı Genelkurmay’a giderek İkinci Başkan Orgeneral Yaşar Güler ile görüştü.
Yaşar Güler’in Genelkurmay Başkanı Orgeneral Hulusi Akar ile görüşmesinden sonra MİT Müsteşarı Hakan Fidan karargâha çağrıldı.
Saat 18.10’da Hakan Fidan karargaha geldi. Durum değerlendirildi, 18.30’da havadaki tüm askeri uçakların inmesi emredildi, 19.05’te de tüm askeri uçuşlar yasaklandı.
Saat 19.25’te Ankara’nın en kritik askeri birliği 4’üncü Kolordu’ya zırhlı araçların kışla dışına çıkmaması talimatı verildi.
19.26’da Hakan Fidan, Marmaris’te bulunan Cumhurbaşkanı’nı aradı; ulaşamayınca koruma müdürü ile görüşüp Cumhurbaşkanı’nın güvenliğiyle ilgili bir problem olup olmadığını, ek güvenlik tedbirlerine ihtiyaç duyulup duyulmadığını sordu.
Darbeci cuntanın kilit isimlerinden Genelkurmay Personel Plan Yönetim Daire Başkanı Tuğgeneral  Mehmet Partigöç 19.26’da tüm bu görüşmelerden ve emirlerden haberdar oldu. Yine kilit isimlerden Genelkurmay Personel Daire Başkanı Korgeneral İlhan Talu da, Adil Öksüz’ün onayı ile, 03.00 olarak belirlenmiş başlama saatini 20.30’a çekti.
Saat 20.22’de Hakan Fidan karargâhtan ayrıldı.
Darbeci cuntanın başka bir kilit ismi Genelkurmay Stratejik Daire Başkanı Tümgeneral Mehmet Dişli saat 21.00’de Hulusi Akar’ın odasına girdi, “Operasyon başladı, herkesi alacağız, taburlar tugaylar yola çıktı” dedi. Hulusi Akar karşı çıkınca özel harekât timi içeri girip kelepçe taktı. Emir subayı Levent Türkkan silahını doğrulttu, Hulusi Akar “Sık ulan sık, ne yaparsanız yapın, bu girişiminizi desteklemeyeceğim” diyerek tepki gösterdi.
İddianamelere göre, bu andan itibaren F16 uçakları havalandı, Genelkurmay başkanı ve kuvvet komutanları derdest edilerek Akıncılar’da toplandı. Saat 22.28’de televizyonlarda İstanbul’da köprülerin trafiğe kapatıldığı haberleri başladı. 23.02’de Başbakan Binali Yıldırım, NTV’de “Bir kalkışma olduğu anlaşılıyor” diye açıklama yaptı.
00.20’de Cumhurbaşkanı uçağının takibi için Akıncılar’dan 2 adet F16 kalktı.
00.24’te Cumhurbaşkanı CNN Türk’te halkı meydanlara çıkmaya çağırdı.
01.30’da Cumhurbaşkanı’nın taşıyan helikopter Dalaman Havaalanı’na indi.
01.43’te Cumhurbaşkanı uçağı Dalaman’dan havalandı.
02.35’te TBMM bombalandı.
03.14’te TÜRKSAT tesisleri bombalandı.
03.20’de Cumhurbaşkanı uçağı İstanbul’a indi.
04.54’te Erzurum’dan 2 adet F16 darbecilere karşı havalandı, iddianamedeki ifadeyle “darbenin önlenmesi için ilk karşı harekat bu saat itibariyle başladı.”
09.06’da Hulusi Akar’ı taşıyan helikopter Çankaya’ya indi. Yanında Mehmet Dişli de vardı. Dişli, saat 16.30’a kadar Başbakanlık’ta oluşturulan kriz merkezinde görev yaptıktan sonra tutuklandı.
Nihayet 16 Temmuz 12.57’de Başbakan Binali Yıldırım, televizyonların canlı yayınında kalkışmanın bastırıldığını açıkladı.
***

BEKLENEN VE OLMASI İSTENEN KALKIŞMA
İddianamelerdeki bu anlatı, toplumsal belleğe nakşedilen resimle de uyumlu. Özetle, MİT Müsteşarı’nı hedefleyen hava harekâtı ihbarıyla başlıyor öykü. Genelkurmay, tüm askeri uçuşları ve Ankara’daki kışlalardan zırhlı araç çıkışını yasaklıyor. Cumhurbaşkanı’nın güvenliğiyle ilgili bir sıkıntı olup olmadığı da değerlendiriliyor.
Alınan bu kararlar gösteriyor ki, MİT’e saldırı istihbaratı, sıradan bir terör saldırısı olarak değil, darbe girişiminin parçası olarak değerlendirilmiş. Yoksa sırf MİT Müsteşarı’nın güvenliği için bu denli geniş kapsamlı önleme ihtiyaç duyulmazdı. Darbe kalkışması olarak değerlendirilmiş ama, kalkışmayı önleyecek asıl karar nedense “ihmal” edilmiş, yani TSK’ye ülke genelinde alarm verilmemiş. Genel alarm verilmiş olsa, tüm askeri personel kışlalarda kalacak, kalkışma muhtemelen kışla sınırları dışına taşmadan engellenmiş olacak, 248 insan canından olmayacaktı.
İkinci olarak, tüm askeri uçuşlar ve zırhlı araç çıkışı yasaklanmış ama bu olağanüstülükten nedense kuvvet komutanlarıyla jandarma komutanının haberleri olmamış. Görev başında olmaları gerekirken düğüne gitmişler, düğünün ortasında paketlenmişler.
Üçüncü olarak, MİT Müsteşarı saat 20.22’de Genelkurmay karargâhından ayrılmış. Genkur. Başkanı’nı derdest edecek kadar karargâha hakim cunta, Müsteşar’ı karargâhtayken tutuklamaya tenezzül etmemiş!
Dördüncü olarak, iddianamelerde cuntanın Fetullah Gülen’den sonraki ismi olarak gösterilen Adil Öksüz, darbe girişiminin merkez üssünde gözaltına alınıyor, onca delile karşın serbest bırakılıyor. İster istemez, 9 Mart 1971 cuntası içindeki MİT ajanı Mahir Kaynak geliyor akla.
Bütün bu hususlar önemli olmasına önemli ve kuşku uyandırsalar da, en önemlisi, F tipi cuntanın varlığı ve darbeye hazırlandığı biliniyor. İddianamelerde elbette böyle bir ifade yok ama biliniyor. 15 Temmuzdan birkaç ay önce Ağacın Kurdu ve İmamların Öcü adlı kitaplarda F tipi cunta mercek altına alınmış, darbe yapacak güçte olduğuna dikkat çekilmiş. Çok daha ilginci, uğursuz bir yazar gazetesindeki köşesinde “Gülen’in yeşil cübbesinin sırrı” (24 Mart 2016), “Cemaat’in ‘Hususiler’i darbe için Ankara’da toplandı” (2 Nisan 2016) başlıklı yazılarında darbe hazırlıklarına dikkati çekmiş. Nihayet “Cemaatçi askerlere son uyarı: Tavuk ‘tar’da sayılır!” başlığı altında Talat Aydemir ve Namık Kemal Ersun girişimlerini hatırlatarak, açık açık uyarmış: “Bir Anadolu deyimi. Tar, odun demek. Tavukların akşam kümese girmeden önce odunun üzerine çıkıp hizalandıkları anda çok daha kolay sayılabileceğini anlatır. (...) Devlet onları izliyor. İstihbaratıyla, tüm silahlı kuvvetler hiyerarşisi olarak komuta kademesiyle, hükümetiyle, emniyetiyle, halkıyla, siyasetçisiyle, STK’larıyla bir bütün olarak devlet ‘suç’ işlemelerini bekliyor. Yani TAR üzerinde hizalanmalarını. Teker teker sayacaklar hepsini. (...) Tekrar cemaatçi kripto askerleri uyarıyorum. Devlet ve komuta kademesi her şeyi biliyor ve suç işlemeye teşebbüs etmenizi bekliyor. Hayır, kimsenin; ne Devletin ne de TSK’nın bu olası kalkışmadan çekindiği yok.” (Fuat Uğur, Türkiye, 21 Nisan 2016, siyahlar FU’nun).
Yinelemek gerekirse, F tipi cuntanın varlığı ve darbeye hazırlandığı biliniyordu. Bir köşe yazarının bildiğini, köşesinde ayrıntısıyla yazdığını MİT’in, Genelkurmay’ın, hükümetin bilmemesi (moda deyişle) hayatın olağan akışına ters düşer!
***

15 TEMMUZ GECESİ AYDINLANIR MI?
Sonuç olarak, 15 Temmuz akşamı girişilen F tipi darbe girişimi bilinmeyen, ansızın geliveren bir kalkışma değildi. Biliniyordu, bilmenin ötesinde vuku bulması bekleniyor ve hatta isteniyordu. 15 Temmuz günü uçuş yasağı, zırhlı araç çıkış yasağı gibi darbecilerin uymayacakları emirler vermek yerine genel alarm verilmiş olsa, tüm askeri personel o gece kışlalarda kalacak, kalkışma muhtemelen kışla dışına taşmadan engellenecek, “demokrasi destanı” niyetine 248 insan canından olmayacaktı.
Buna karşın, Genkur. Başkanı ve tüm kuvvet komutanlarının derdest edildikleri, Başbakan ve Cumhurbaşkanı’nın kaçacak delik aradıkları bir kalkışma için “kontrollüydü” nitelemesi hakikate pek uygun düşmüyor. Kontrollü ifadesi, 15 Temmuz akşamı yapılan işlere aktif veya dolaylı olarak kısmen katılmayı ifade eder ki, Cumhurbaşkanı, hükümet ve TSK üst yönetiminin böyle bir katkısından söz edilemez. Olsa olsa, bildikleri, başlamadan önlemek ellerindeyken vuku bulmasını bekledikleri darbe girişiminde kontrolü elden kaçırdıklarından söz edilebilir.
Belirtmeli ki, kontrollü müydü kontrolsüz müydü tartışması başta Cumhurbaşkanı Erdoğan olmak üzere iktidar yetkililerinin eylem ve söylemlerinden kaynaklanıyor. Darbe girişimi daha tam bastırılmamışken “Allah’ın lütfu” sayıldıktan sonra içyüzünün aydınlatılması için iktidar hep ayak sürüdü. TBMM’de komisyon kurulmasına uzun süre direndi, kurulan komisyona üye vermeyi geciktirdi, Genkur. Başkanı’nı ve MİT Müsteşarı’nı komisyona göndermedi, komisyonun çalışma süresini uzatmaya yanaşmadı, şimdi de komisyon raporunu geciktiriyor. F tipi cuntanın iç iletişim programı ByLoc’a dahil siyasetçiler açıklanmıyor. Cumhurbaşkanı Erdoğan, “Şu an bildiklerimi söyleyemeyeceğim ama günü geldiğinde belki kitaba yazabilirim. Çünkü her bildiğinizi her zaman söyleyemeyebilirsiniz” diyor.
Sahi, mağduriyet istismarının ustası Erdoğan ve “dava” arkadaşları, kendilerine karşı girişilmiş bir eylemin içyüzünü aydınlatmaktan neden kaçınırlar?

Bilinen beklenen F tipi darbe kontrollü müydü kontrolsüz müydü, tartışmalıdır;  lakin 20 Temmuz’da Türkiye’nin maruz kaldığı T tipi darbenin kontrollü ve taammüden olduğu kesindir!

9 Nisan 2017 Pazar

HAPİSTEKİ GAZETECİLERE MEKTUP

Nerede nasıl ne zaman tanıştığımızın başkaları için önemi olmasa gerek. O nedenle anlatmaya gerek görmüyorum. İçerdekilere yazmak için özel tanışıklık da gerekmiyor değil mi!
Arkadaşın dostun olarak yazıyorum. Sadece sana değil, içerdeki düşünce tutuklusu hükümlüsü tüm insanlara yazıyorum.
Faşist darbe dönemlerinde Türk Silahlı Kuvvetleri’nden atılmış solcu sosyalist Kemalist askerlerin derneği Askeri Darbelerin Asker Muhalifleri Derneği ADAM-DER’in kurucu başkanı emekli üsteğmen olarak yazıyorum.
***

Azizim Güray,
Bu coğrafyada ne günahlar işlendi ki içerde hep birileri var.
Memleketin tapusunu gasp etmiş zorbaların içerdekilerle dışardakilerle derdi hiç bitmedi, bitecek gibi de görünmüyor.
Kavganın bugünkü etabında sizler içerdesiniz.
Kavganın hangi yılı olursa olsun, içerdekilere hep selam yollandı.
Şimdi sizlere selam yolluyoruz.
Hani, damdan düşenin halinden damdan düşen anlar derler ya!
Benim mektubum selamım da o hesap.
***

1970’li yıllarda Kara Harp Okulu’nda öğrenciydik. Ülkemizde sosyalist aydınlanmanın resmi/gayriresmi silahlı çeteler tarafından terörize edildiği yıllardı.
Sağ/sol kutuplaşması Harbiye’ye de yansımıştı. Kutuplaşmanın en önemli bir vesilesi de okunan gazete idi. Cumhuriyet okuyanlar solcu, Tercüman okuyanlar sağcı olurdu.
Lakin Cumhuriyet okumak o yıllarda yaşam pahasına tehlikeliydi. Harbiye’de ise okuldan atılmak demekti. Buna karşın 1978 devresinin neredeyse dörtte üçü Cumhuriyet okudu. Cumhuriyet okuru Harbiyeliler, teğmen oldular ama yüzbaşı olamadılar. Bu laf ne anlama geliyor, dışarı çıktığında anlatırım. O yıllarda Cumhuriyet okuru Harbiyelilerin çektikleri sıkıntılar sadece Cumhuriyet’te yayımlanmıştı. Mustafa Ekmekçi’nin ruhu şad olsun, ışıklar içinde yatsın, yıldızlar yoldaşı olsun! Darbeden sonra sosyalist askerlerin yargılandığı davada yazılarıyla savunma tanığıydı Mustafa Ekmekçi!
***

Cumhuriyet okumak, sosyalist olmak kaderimizdi; 12 Eylül darbesinden sonra TSK’den atıldık. Ordudan atılmakla kalmadık, işkenceden geçirildik, tutuklandık, sıkıyönetim mahkemesinde yargılandık. Berat ettikten sonra işsizler ordusunun neferleri olduk.
Yargılandığımız THKP/C Üçüncü Yol davasının ilk duruşması tam da cezaevlerindeki tektip elbise direnişine rastlamıştı.
Lafı uzatmayayım.
Cezaevindeki direnişten dışardakilerin haberi yoktu. Direnişi duyurmak için ilk duruşmada tektip elbiseleri yırtıp attık.
İşte o anda Cumhuriyet muhabiri Deniz Teztel vardı. Tarihe geçen o ünlü fotoyu çekti. O foto hâlâ faşist darbe döneminin simge fotosu olarak gazete sayfalarında televizyon ekranlarında hatırlatılıyor. Rahmetli Deniz’i saygıyla anıyorum.
***

Azizim Güray,
Dedim ya, içerde hep birileri var. Memleketin tapusunu gasp etmiş egemen sınıf zorbalarının düşünen insanlarla, kalbi emekçilerle ezilenlerle birlikte solda atanlarla derdi hiç bitmedi, bitecek gibi de görünmüyor. Nihai kavgaya kadar da içerde hep birileri olacak.
Malum, ziyaretin kısa olanı makbuldür derler.
Biz de ADAM-DER olarak sizleri ziyaret etmek çabasındayız.
Edirne’de tutuklu Selo ile görüşmemize izin vermedikleri gibi sizlerle görüşmeye de izin vermeyeceklerini elbette biliyoruz.
18 yıl önce Pınarhisar Cezaevi’nde “saray şartlarında misafirlik” günlerinde onbinlerce ziyaretçisiyle görüşen zorba, bugün düşünce tutuklularına telden tele de olsa mendil sallamaya el sallamaya izin vermiyor.
Vermediği izin onun olsun! Kuşun kanadıyla da olsa birbirimize mendil sallarız el sallarız!
Mektubun da kısa olanı makbuldür diyorlar.
Katılmıyorum ama Cumhuriyet editörünün altın makası eline aldığını hissediyorum.
ADAM-DER kurucu başkanı emekli üsteğmen olarak yazdım.
Meslektaşın ve Türkiye Gazeteciler Sendikası Disiplin Kurulu Başkanı olarak da yazacağım.
Sana ve düşünce tutuklusu tüm arkadaşlara bâki selamlar.