5 Ağustos 2019 Pazartesi

MEHMETÇİK GAZETECİDEN MÜMİN GAZETECİYE


MEHMETÇİK GAZETECİDEN MÜMİN GAZETECİYE
SETA ANDICININ ANALİZİ
Biz gazetecilerin başında yeterince bela var. Kölece çalışma koşulları, sosyal güvence yokluğu, sendikasızlık, işsizlik, sansür, patron baskısı, iktidar zulmü, hapislik, örgütlü mücadele eksikliği…
Ahlak coğrafyasındaki negatif koordinatıyla SETA (Siyaset Ekonomi ve Toplum Araştırmalar Vakfı), gazetecilerin en taze baş belalarından biri oldu.
SETA kendisine atfettiği düşünce kuruluşu misyonuyla iktidarın ihtiyaç duyduğu konularda raporlar hazırlıyor. Şu an koordinatörlüğünü Prof. Dr. Burhanettin Duran yürütüyor. Tanıdık bir isim, Sabah gazetesinde köşesi var.
Anlaşılacağı üzere SETA (Louis Althusser’in deyimiyle) AKP iktidarının ideolojik aygıtlarından biri. Malum, Karl Marx’ın deyişiyle “Toplum­daki maddi gücü yöneten sınıf, aynı zamanda entelektüel gücü de yönet­ir. Maddi üretim araçlarını kendi tasarrufunda tutan sınıf aynı za­manda zihinsel üretim araçları üzerinde de kontrole sahiptir.” SETA ve benzeri kuruluşlar da siyasal İslamcı sermayenin AKP olarak somutlanan iktidar bloku adına ideoloji ve rıza üretiyorlar; iktidarın “organik entelektüel” gereksinmesini karşılıyorlar; hükümet politikalarını akademik bir dille meşrulaştırmaya çalışıyorlar.
***

SETA’DAN MEDYA ANDICI
SETA bugüne değin “düşünce kuruluşu” misyonuyla 500’den fazla rapor hazırlamış. ‘Uluslararası Medya Kuruluşlarının Türkiye Uzantıları’ başlıklı son raporu öncekilerin hepsinden daha fazla ses getirdi. Hepsinden fazla ses getirmesinin nedeni, BBC Türkçe, Deutsche Welle Türkçe, VOA (Amerika’nın Sesi), Sputnik Türkiye, Independent Türkiye, CRI Türkiye ve Euronews Türkiye gibi medya kuruluşlarını incelemesi ve bu mecralarda çalışan emekçileri listelemesi.
Raporda bu medya mecralarında 15 Temmuz darbe girişimi, PKK ile savaş ve HDP’li vekillerin tutuklanmaları, Türkiye’nin Suriye politikası (Fırat Kalkanı ve Zeytin Dalı operasyonları), mega projeler (Yavuz Sultan Selim Köprüsü ve İstanbul Hava Limanı) ve ekonomik dalgalanma konulu haberler derlenmiş ve haber dili incelenmiş. İlgili haberlerin tamamı değil, iktidarın hoşuna gitmeyen haberler elbette. Sonra bu haberleri üreten gazetecilerin mesleki geçmişleri, daha önce çalıştıkları mecralar ve sosyal medya paylaşımları tespit edilmiş. (SETAcılar bu tespit için -hiç utanmadan- adı geçen kuruluşlardan personel listesi istemişler, liste verilmeyince haberlerdeki imzalardan yola çıkarak 130 kadar gazeteciyi listelemişler.)
Burhanettin Duran, sunuş yazısında raporun yabancı basının Türkçe servisleri aracılığıyla Türkiye’nin global alanda nasıl resmedildiğini ve bu medya organlarının Türkiye algısı üzerinde nasıl bir siyasi iklimin etkili olduğunu anlamayı amaçladığını” belirtmiş. Duran, rapor açıklandıktan sonra yapılan eleştirileri yanıtlamak için kaleme aldığı yazısında da Amacımız, ülkemizde faaliyet yürüten uluslararası medya kuruluşlarının yayın politikalarını bilimsel olarak göz önüne sermekti” diyor. (Sabah, 12 Temmuz 2019.)
Raporun sahibi böyle iddia etse de, akademisyen diliyle yazılmış 196 sayfalık rapor, bilimsel bir medya ve politika analizi değil, düpedüz istihbarat metni olarak kaleme alınmış; adı geçen mecralarda çalışan gazeteciler sözcüğün gerçek anlamıyla fişlenip ihbar edilmişler. Esasen başlıktaki “uzantıları” ifadesi, gazetecilerin SETA tarafından “beşinci kol” sayıldığını gösteriyor ve ihbardan başka bir anlamı çağrıştırmıyor.
***

SETA ANDICINDA FİŞLENEN GAZETECİLER
Gazetecilerin sosyal medya paylaşımlarından seçilen örnekler, SETA’nın kafasındaki ölçütü ve niyeti gözler önüne seriyor:
“Cumhurbaşkanı Erdoğan’a hakaretten yargılanan Evrensel gazetesi genel yayın yönetmeni Fatih Polat’ı savunan paylaşımları retweet ederek tekrar dolaşıma sokmuştur.” (s:34)
T24, Bianet, Evrensel, Cumhuriyet, Diken, BirGün, DW Türkçe ve Sınır Tanımayan Gazeteciler gibi hükümet karşıtı söylemleriyle ön plana çıkan mecraların haberlerine yer verdiği görülmektedir. Türkiye’nin önemli toplumsal meselelerinden biri olan kadın cinayetleri, kadına şiddet, kadın meclisleriyle ilgili de çokça paylaşım yapmıştır. Bunun yanı sıra Demirtaş ve Öcalan ile ilgili paylaşımları dikkat çekmektedir.” (s:36)
“…genellikle Cumhuriyet, Evrensel, Gazete Duvar ve Sınır Tanımayan Gazeteciler’in (RSF Türkçe) içeriklerine sosyal medya hesabında yer vermektedir. Haber içerikleri hükümetin yolsuzluk yaptığı iddiaları, basın özgürlüğü ve işçi hakları üzerine yoğunlaşmıştır. Araştırmacı-gazeteci olarak çalışan … spekülatif konular üzerinden hükümete yönelik yaptığı suçlayıcı iddialarla dikkat çekmektedir.” (s:64)
“Paylaşımları ve yazılarına dayanarak hükümete eleştirel bir çizgiye sahip olduğu ve CHP’yi de AK Parti karşısında yeterince güçlü bir muhalefet partisi olarak görmediği söylenebilir.” (s:71)
“Sosyal medya hesabı incelendiğinde Türkiye’de basın özgürlüğünün olmadığına yönelik Twitter paylaşımlarının mevcut olduğu görülmüştür.” (s:72)
“Türkiye’de basın özgürlüğü ve insan hakları konusunda zafiyet olduğunu iddia eden paylaşımlarda bulunmaktadır. Cumhurbaşkanına hakaret suçlamasıyla yargılanan gazetecilerin açıklamalarına bu minvalde sıkça yer vermiştir. HDP’li milletvekillerinin devlet baskısına uğradıklarını iddia ettikleri çeşitli tweetleri retweet etmesi dikkat çekmektedir.” (s:74)
“Twitter paylaşımları ve haberlerinden hükümet karşıtı bir profile sahip olduğu anlaşılmaktadır. Birçok paylaşımında doğrudan Binali Yıldırım ve Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ı suçlamaktadır. Türkiye’de basın özgürlüğü ve adalet sistemi hakkında oldukça eleştirel bir bakış açısına sahip olduğu anlaşılmaktadır. AK Parti’nin 24 Haziran seçimleri öncesi öne sürdüğü seçim vaatleriyle 11 Şubat 2019’da bile dalga geçen paylaşımlar yapmaktadır. Kıraathanelerde kek ve çay dağıtımı konusunu İran’ın 40. yıl kutlamaları üzerinden dahi hatırlatarak ‘kek mühim…’ tweetiyle her iki tarafı da kinayeli bir dille yermiştir.” (s:74)
 “Bu çelişki ...’nin düşünce özgürlüğünü herkes için bir hak olarak görmekten uzak olduğunu ve hükümete yönelik eleştirilerinde samimi olmadığını göstermektedir.” (s:94)
 “Twitter hesabından Necmettin Erbakan, Ahmet Kaya gibi toplumun farklı kesimlerini temsil eden kişiler için başsağlığı dilekleri iletmiştir. (…) Türkiye’de toplumsal kutuplaşma olduğundan kurum ve kişilerin toplumsal erozyona uğradığından zaman zaman şikayetçi olan paylaşımlarda bulunmuştur.” (s:176)
“Twitter hesabında BirGün’ü ve Marksizmi desteklediğine dair paylaşımları mevcuttur.” (s:184)
“Zaman zaman hükümeti uyguladığı ekonomi politikaları nedeniyle eleştirmekte ve bu eleştirilerini faiz gibi konular bağlamında daha çok İslami temellere dayandırmaktadır.” (s:185)
Özetle, SETA raportörlerinin tek ölçütleri var: muhafazakâr sermayenin ve siyasal İslam’ın AKP olarak somutlanan iktidar blokuna yandaş olup olmamak. Bu ölçüte göre, açık kaynak ve sosyal ağ analizi yutturmacasıyla, kim ne paylaşmış, hangi medya mecralarına ve hangi siyasi oluşumlara yakınlık duyuyor, daha önce nerelerde çalışmış, Twitter’da kimleri takip ediyor, kimlerin mesajlarını retweet etmiş? Bütün bunlar istihbaratçı titizliğiyle saptanmış. İktidarın hoşuna gitmeyen habercilere nasıl “beşinci kol, casus, ajan, hain” yaftası vurulur, hemen hepsi daha önce çalıştıkları yerlerden iktidar baskısı nedeniyle kovulmuş hainler nasıl oluyor da hâlâ gazetecilik yapıyorlar sorularının yanıtı niteliğinde bir fişleme ve ihbar raporu çıkmış ortaya.
***

SETA ANDICINDA YABANCI MEDYA
Aynı ölçüt, incelenen medya mecraları için de geçerli. Rapor ‘Uluslararası Medya Kuruluşlarının Türkiye Uzantıları’ başlığını taşıyor; amacı, Türkiye’de faaliyet yürüten uluslararası medya kuruluşlarının yayın politikalarını bilimsel olarak göz önüne sermek. Amaç masumane görünüyor ama içerik hiç de masum görünmüyor. Türkiye’de faaliyet gösteren uluslararası medya kuruluşları mercek altına alınırken de medya etik ilkelerine göre değil, AKP iktidar blokuna destek verip vermediklerine göre seçim ve inceleme yapılmış. Yukarıda sıralandığı üzere BBC Türkçe, Deutsche Welle Türkçe, VOA (Amerika’nın Sesi), Sputnik Türkiye, Independent Türkiye, CRI Türkiye ve Euronews Türkiye incelenmiş ama örneğin CNN, FOX, Bloomberg, Rudaw, Al Jazeera Türk, Reuters, El-Şark El-Evsat, Mehr görmezlikten gelinmiş.
İncelenen medya mecralarındaki haberlerin de tümü değil, iktidarın hoşuna gitmeyen, eleştirel nitelikli haberler mercek altına alınmış. Bu mecralara ilişkin değerlendirmeler de, tek tek gazeteciler için yapılan değerlendirmelere paralel, yani ihbar niteliğinde. Bir iki örnek bile, SETAcıların dürüst bir inceleme yapmak yerine hedef gösterici bir seçim yaptıklarını gözler önüne sermeye yetiyor.
“Yaşanan kur dalgalanması yalnızca Ankara’ya yönelik olumsuz eleştiriler ekseninde aktarılmıştır.” (s:29)
“Haberler her ne kadar bu krizin sorumlusu olarak doğrudan Cumhurbaşkanı Erdoğan’ı işaret etmese de yorumlarına başvurduğu kişiler aracılığıyla Türkiye yönetiminin krize neden olduğunu aktarmıştır.” (s:142)
 “YouTube hesabını aktif olarak kullanan yayın organı Mehmet Ali Alabora, Barbaros Şansal, Tolga Savacı gibi hükümet karşıtlığıyla tanınan kişilerin röportajlarına yer vermiştir.” (s:83)
 “Özellikle BirGün, Cumhuriyet ve Evrensel gazetelerinin analitik bir tavırdan öte refleksif bir şekilde hükümete yönelik muhalif tepkilerinin DW Türkçe’ye sirayet ettiği görülmektedir.” (s:79)
SETA raporunda mercek altına alınan mecralardan sadece CRI Türk’ten (Çin Uluslararası Radyosu Türkiye) olumlu söz edildiği görülüyor: “Haber dili olarak değerlendirildiğinde CRI Türk’ün ele alınan konu başlıklarında hem hükümetin hem de hükümet karşıtı kesimlerin düşüncelerini aktarmaya çalıştığı ancak diğer yayın kuruluşlarının düzenli ve sürekli olarak hükümet karşıtı bir politika ekseninde haber ürettiği gözlemlenmiştir.” (s:193)
***

YABANCI MEDYA NEDEN MUTEBER?
AKP iktidar blokuna gözü kapalı destek vermedikleri için listelenen mecralarla ilgili olarak raporun girişinde, şöyle bir tespit yapılmış: “AK Parti ile başlayan sıçrayış dönemi dünya kamuoyunun gözlerini Türkiye’ye çevirmiştir. Sonrasında yaşanan Gezi Parkı Şiddet Eylemleri ve 15 Temmuz darbe girişimi Türkiye iç siyasetine olan ilgiye ivme kazandırmıştır. Birçok uluslararası medya organı –başta Doğan Medya’ya ait mecralar olmak üzere– Türkiye’deki hükümet karşıtı medya organlarıyla iş birliği yapmıştır. Doğan Medya Grubu’nun Demirören Holding’e satılmasından sonra ise uluslararası medya organlarının Türkiye uzantılı haber mecralarında fark edilir bir haber artışı gerçekleşmiştir.” (s:10)
Bu saptama, adı geçen mecraların mercek altına alınmasına niçin ihtiyaç duyulduğunun itirafı olması bakımından raporun kilit cümlesi niteliğinde. Bu mecralardaki haber trafiğinin arttığı kabul ve itiraf edildiğine göre, “Haber trafiğindeki artışın kaynağı nedir?” sorusu önem kazanır ve “bilimsel” incelemeyle bu artışın nedenlerini araştırmakla başlanması gerekir ama SETA’nın raporunda bu sorunun yanıtı yok. Yanıt sayılabilecek tek paragraf olarak, kapitalizm döneminde uluslararası ilişkilerde kamu diplomasisin önem kazandığı ve devletlerin kamu yayıncılığına yöneldikleri, kamu diplomasisinin Soğuk Savaş döneminde propaganda olarak uygulandığı, küreselleşme döneminde ise devletlerin yumuşak gücünü temsil ettiği söyleniyor. Paragrafın devamında uluslararası medyanın da Soğuk Savaş döneminde devlet merkezli propaganda amacına hizmet ettiği, küreselleşme döneminde ise “uluslararası kamuoyu için ortak bir bilgi havuzu oluşturma ve bu bilgileri dağıtım görevi üstlendiği” belirtiliyor. (s:10)
Kilit soruya SETAcıların yanıtı bundan ibaret. “Emperyalist yayın” demeye getirmişler ama diyememişler. Hepsi de devletler arası anlaşmalarla faaliyet gösterdiklerinden “emperyalist dış güçlerin yayın organları” diyememişler olsa gerek. Böyle diyemeyince en kolay ama en ahlak dışı yola sapmışlar, sosyal medya paylaşımlarına varana kadar gazetecileri fişleyip ihbar etmişler. İhbar ederken, gazetecilerin geçmişte de iktidara karşıt yayın organlarında çalıştıklarını döne döne vurgulamayı ihmal etmemişler: “Mecranın bünyesinde çalıştırdığı personellerin geçmişte çalıştığı ağlara bakıldığında ise neredeyse tüm çalışanlarının daha önce mevcut hükümete karşı eleştirel tonda haber üreten mecralarda çalışmış olması dikkat çekmektedir. Çalışanların network haritasına bakıldığında BirGün, Cumhuriyet, Hürriyet, Radikal, CNN Türk, NTV, Star, Habertürk, Aljazeera Türk ve TRT’nin bu haritada bulunduğu görülmektedir.” (s:102)
Kilit soruya SETAcıların vermekten kaçındıkları yanıt sır değil. Bu yanıta geçmeden önce hatırlatmalı ki, bugün SETAcıların emperyalist propaganda aygıtı gibi gösterdikleri yabancı medya “uzantıları” AKP iktidarının ilk on yılında övgü dolu haber ve yorumlar yayımlıyorlardı; AKP’yi Müslüman demokrat ve ılımlı İslam etiketiyle İslam dünyasına pazarlıyorlardı.
(Bu vesileyle geçerken belirtelim; ister yerli ve milli isterse yabancı ve gayrimilli, medyada gerçekler piyasa tanrılarının çizdiği sınırlar içerisinde temsil edilir. Geniş bilgi için DÖRDÜNCÜ ORDU MEDYA adlı kitabımıza bakılabilir.)
Adı geçen medya mecralarındaki haber trafiğinin neden arttığı sorusunun yanıtı sır değil. Haber trafiği arttı, çünkü siyasal İslamcı iktidar nispeten laik karakterli ana akım medyayı çökertti; kamu bankalarından açtığı kredilerle yandaşlarına peşkeş çekti, medyanın yüzde 95’ini kendi uzantısı haline getirdi; dördüncü güç geleneği zaten zayıf olan medyanın habercilik refleksini köreltti.
İktidar medyayı tek sesli hale getirdikçe, muhalif medya çalışanlarını hapse attıkça, ana akım medyanın habercilerini ve yazarlarını işten attırdıkça gazetecilik açığı olağanüstü büyüdü. Böyle olunca habere ve eleştirel yorumlara talep arttı; talep dijital medya ve “Uluslararası Medya Kuruluşlarının Türkiye Uzantıları” tarafından karşılandı. SETA raporunda da ihbar ve itiraf edildiği üzere, uluslararası medya kuruluşları alternatif haber ve yorum talebini karşılamak için Türkçe servislerini çökertilen eski ana akım medyadan kovulmuş gazetecilerle tahkim ettiler. AKP uzantısı medyanın yorumcu diye ekranlara çıkardığı, köşe yazdırdığı embeddet polemikçilerin karşısına sosyal medya yorumcuları ve yurttaş gazetecileri çıktı.
Sonuçta AKP iktidarı Türkiye medyasının yüzde 95’ini elinde tutuyor ama gerek iç kamuoyu gerekse uluslararası kamuoyu yüzde 95’e değil, SETAcıların “ana akım dışında radikal ve marjinal” dedikleri yüzde 5’e itibar ediyor. AKP iktidarının “yerli ve milli” söylemiyle yeniden yapılandırdığı medya haberden uzaklaştıkça, halk Türkiye’de olan biteni sosyal medyadan, “marjinalleşen” yüzde 5’ten ve yabancı medyanın uzantılarından öğrenmeye çalışıyor. SETA esnafı ise egemen AKP medyasının neden inandırıcı olamadığını araştırmak yerine halkın kulak verdiği gazetecileri fişleyip ihbar ediyor. SETA raporu medyanın yüzde 95’ine hükmedip inandırıcılığını yitirmenin, marjinalleşmenin öyküsü, itirafı ve çaresizliğidir aslında!
***

ETİK FUKARASI RAPORUN TUTARSIZLIĞI
Bilimsel araştırma adı altında gazetecileri “beşinci kol, casus, ajan, hain” diye yaftalayıp ihbar etmenin ahlaki bir yönü olamaz. Böyle bir raporda ciddiyet, dürüstlük ve tutarlılık aramak boşunadır. Nitekim SETAcılar da raporlarını hazırlarken ne dürüst olmuşlar ne de tutarlı.
Örneğin, raporun hemen her sayfasında yabancı medyanın Türkiye ‘uzantıları’ tek sesli olmakla, sadece muhalefet kanadına yer vermekle suçlanıyor. Raporun sonuç bölümünde bile aynen şöyle deniliyor: “Türkiye’de yayın yapan yabancı medya organlarının tamamına yakını tek sesli bir profil çizmektedir. Medya organlarının ilan ettikleri yayın ilkeleri doğrultusunda tarafsız ve çok sesli bir haber aktarım dili geliştirmeleri gerekmektedir. (…) İncelenen mecraların tek sesliliğini kırması için çalışan profilini çeşitlendirmesi ve toplumun farklı kesimlerini yansıtan kişilere bünyesinde yer vermesi gerekmektedir.” (s:195)
SETA böyle iddia etmesine ve önermesine karşılık, kamu yayıncısı sıfatıyla çok sesli olması zorunlu TRT dahil Türkiye medyasının neredeyse tamamının tek sesli yayın yaptığını, muhalefete kapalı olduğunu görmezden geliyor. Öyle bir tek seslilik ki, manşetlerde başlıklar aynı; köşe yazıları çoğu zaman ortak başlık ve içerikle sayfaya yerleştiriliyor; ekranlarda matruşka benzeri polemikçiler birbirleriyle çene yarıştırıyorlar…
Rapor içeriği itibariyle de çok ciddi mantık hataları ve çelişkiler barındırıyor. Örneğin şöyle bir saptama yapmışlar: “BBC Türkçe dolar kurunun değişimini yorum yapmadan haber olarak geçtiği gibi kamuoyunu olumsuz yönde etkileyecek haberler de paylaşmış, doların yükselişini uzun soluklu bir ekonomik krizin habercisi olarak sunmuştur.”
“Haberlerde yer verilen yorumlarda ise krizin aşılsa da kalıcı izler bırakacağı belirtilmiştir.”
Burada haberin yorumsuz aktarıldığı, yani doğruluğu kabul ediliyor; buna karşılık, ‘kamuoyunu olumsuz yönde etkileyecek haberler’ ifadesiyle sansür öneriliyor. Bu mantığa göre, kamuoyunun olumsuz etkilenmemesi için ekonomik krizle ilgili haberler paylaşılmamalı, doların değerlenmesi “uzun soluklu bir ekonomik krizin habercisi olarak” sunulmamalı. Kriz aşılsa da kalıcı izler bırakacağı şeklinde yorumlara yer verilmemeli.
SETA’nın en küçük bir eleştiri yöneltmediği AKP medyası tam da böyle yapıyor zaten. Haber vermiyor. Kriz yok, geçici bir türbülans var, dolardaki artış uzun soluklu bir krizin habercisi değil. Dış güçlerin tüm saldırılarına karşın ekonomi sağlam, dünya Türkiye’nin mega projelerini kıskanıyor. Çalışana emekliye, işçiye köylüye memura esnafa işverene müjde üstüne müjde. İşsizlik yok. Yolsuzluk ve nepotizm yok. Kadın cinayetleri takdiri ilahi. Çocuk istismarları abartılmamalı. Şehitler ölmez vatan bölünmez…
***

RAPOR CEHALETLE DE MALUL
Rapor SETA esnafının sadece kötü niyetini, tutarsızlığını, akademik namus ve etik fukaralığını değil, yer yer cehaletini de gözler önüne seriyor. Örneğin Independent Türkçe’ye katkıda bulunan bir akademisyeni fişlerken şöyle bir cümle kurmuşlar: “Sık sık Gazete Duvar’ın haberlerini paylaştığı ve özellikle Demirtaş’ın tutukluluğuyla ilgili eleştirilerde bulunarak AİHM’in verdiği beraat kararını desteklediği görülmüştür. (s:185)
AİHM’nin ceza mahkemesi olmadığını, beraat veya mahkûmiyet kararı vermediğini asgari hukuk bilgisi olan herkes bilir ama akademisyen kılıklı SETA esnafı galiba asgari hukuk bilgisinden de yoksun. Kurdukları cümle dilbilgisi açısından da sorunlu. Bir mahkeme kararı beğenilir veya beğenilmeyip eleştirilebilir ama desteklemek neyin nesi?
SETA esnafının ihbarnamesinde etik fukaralığına, tutarsızlığa, cehalete dair benzer nice örnek var. Bu kadarı yeter!
***

SETA RAPORU GAYRİMEŞRUDUR
Yinelemek uygun düşerse, SETA raporu medyanın yüzde 95’ine hükmedip inandırıcılığını yitirmenin, marjinalleşmenin öyküsü, itirafı ve çaresizliğidir aslında.
SETAcıların raporu gazeteciliği suç saymakta, haberciliği yadsımaktadır. Çünkü SETA esnafı sermayenin halifesine paranın padişahına biat etmişlerdir. Bu yüzden medya etiğinden, akademik namustan nasipsizdirler; halkı nesnel gerçeğin haberinden yoksun bırakmaya, göz boyamaya dayalı “yerli ve milli” soslu totaliter faşist bir zihniyetle sakatlanmışlardır. Din istismarıyla takviyeli totaliter faşist siyasi kültür, “fikri hür, irfanı hür, vicdanı hür” bireylere düşmandır, insanların vicdanlarını ve akıllarını üst iradeye teslim etmelerini bekler. Totaliter faşist kafa, gazeteciden de yaşanan nesnel gerçeğe değil üst iradeye sadakat bekler. Dün sözüm ona laik sermaye iktidarları dönemindeki andıçlarla habercilerin Mehmetçik Gazeteci olmaları isteniyordu; bugün siyasal İslamcı sermaye iktidarı döneminde SETA ihbarnamesiyle Müm’in Gazeteci olmaları isteniyor.
SETA raporu çok zalimce hazırlanmış bir ihbar rapordur; haberciliği suç saydığı, gazetecileri suçun faili olarak fişlediği için gayrimeşrudur.
Piyasanın tanrılarına, sermayenin halifesine, paranın padişahına biat etmeyen, meslek namusuna halel getirmeyen, sermayenin değil emeğin barış ve demokrasinin habercisi gazetecilere selam olsun!


18 Temmuz 2019 Perşembe

KANLI PAZAR’IN PROVOKATÖRÜ Mehmet Şevket Eygi


KANLI PAZAR’IN PROVOKATÖRÜ MŞE’nin ARDINDAN
Kanlı Pazar’ın provokatörü Mehmet Şevki Eygi (MŞE) 86 yaşında toprağa girdi. Tabutunu AKP Genel Başkanı Recep Tayyip Erdoğan da omuzlamış. Erdoğan mesajında Eygi’ye “Ülkemizin yetiştirdiği en önemli mütefekkir ve münevverlerden biri” diye iltifat etmiş.
Erdoğangillerin Mehmet Şevket Eygi’ye muhabbetleri nedensiz değil; elli altmış yıl önceye uzanan cihat ve dava arkadaşlığı vardır aralarında. O cihat ve dava arkadaşlığının en önemli ortak gazalarından (siz suç ortaklığı diye okuyun) biri de Kanlı Pazar’dır.
***

Elli yıl önce İstanbul’a gelen Amerikan donanmasını ve NATO’yu protesto eden solculara milliyetçi mukaddesatçı güruhun saldırısı tarihe “Kanlı Pazar” olarak geçti.
Kanlı Pazar öncesinde sol eğilimli onlarca örgüt, Amerikan donanmasına ve NATO’ya karşı protesto yürüyüşü ve miting için çağrıda bulunuyordu. Emperyalizme ve Sömürüye Karşı İşçi Yürüyüşü” adıyla 16 Şubat 1969 günü yapılacak yürüyüş Beyazıt’tan başlayacak, Taksim’de sona erecektir. İşte bu yürüyüşe karşı harekete geçen Amerikancı milliyetçi mukaddesatçı örgütler “Dinimize hakaret ediliyor” propagandasıyla 14 Şubat’ta “Bayrağa saygı” mitingi düzenlediler; solculara ölüm çağrıları yaptılar. Komünizmle Mücadele Dernekleri Başkanı İlhan Darendelioğlu mitingte “Memlekete ihanet eden hainleri toprağa gömme zamanı gelmiştir” diye haykırdı.
MŞE o tarihlerde Bugün ve Babıalide Sabah gazetelerinin sahibiydi; şeriat övgüsü ve laiklik karşıtı yazılarıyla tanınmıştı; ABD emperyalizminin yanında saf tutmuştu. Sosyalist bloku kuşatma amaçlı Yeşil Kuşak politikasının yerel işbirlikçisiydi: “Rusya ve Çin Allah'ı inkâr ediyor; Amerika ise Allah'a inanıyor. Amerika'da İslamiyet'i yayma hürriyeti var. Amerika ehvendir. Rusya kızıl kafirdir, Amerika ise ehli kitaptır.” (Bugün, 30 Mart 1969)
Bu duruşuna uygun olarak, 1968/1971 yıllarında sahibi olduğu gazeteler aracılığıyla Büyük cemaatli sabah namazları hareketini başlattı. Daha önceden İstanbul’daki büyük bir caminin ismini veriyor, filan tarihte burada sabah namazında buluşalım diye çağrı yapıyordu. Kendi ifadesiyle “Ateist kızıl anarşistler terör hareketleri yaparken, Müslümanlar böyle medenî, mânalı, dinin ruhuna uygun hareketler içindeydi.” (haber7.com, 21 Kasım 2004)
***

SOLCULARA ÖLÜM ÇAĞRISI
Amerikan filosunun gelişi öncesinde MŞE’nin sahibi olduğu gazetelerde haftalarca solculara karşı seferberlik niteliğinde yayınlar yapıldı. Manşetlerde, “Komünistler karışıklık çıkarmaya hazırlanıyor” (Bugün, 8 Şubat 1969), “Tarihimizin en kara günü. Beyazıt kulesine kızıl bayrak asıldı.” (Bugün, 12 Şubat 1969), “Milletin sabrı tükenmek üzere” (Bugün, 13 Şubat 1969).
MŞE Endonezya’daki solcu katliamını alkışlayacak derecede sola düşmanlık ve nefret yüklüydü; aylar boyu Endonezya’daki komünist kıyımını övüp örnek göstermişti: “Önümüzde taze ve ümit verici bir örnek vardır. Endonezya'daki komünist kıyımı. Yüzbinlerce komünist öldürüldü. Karada vahşi hayvanlar, denizde balıklar insan etine doydu. Korkunç bir komünist kıyımı oldu. Fakat Endonezya kurtuldu.” (Babıalide Sabah, 31 Ekim 1967)
Komünistlerin etinin vahşi hayvanlarca yenmesine bu denli sevinen MŞE bu yazılarını Kanlı Pazar’dan bir yıl sonra Müslüman Endonezya Kızılları Nasıl Temizledi adıyla kitaplaştırdı.
Eygi ve din kardeşleri sola nefret duyarken Amerika aşkıyla hülyalıydılar aynı zamanda. “Amerikan filosu, dost ve müttefiki olduğumuz için limanlarımızı ziyarete gelmektedir... buna karşı girişilecek hareketler kanuna karşı gelmek bir yana milli iradeye ve çoğunluk kararına karşı çıkmak manasını taşımaktadır.” (İsmail Oğuz, Babıali’de Sabah, 10 Şubat 1969)
Amerika aşkı bahsinde Eygi’nin gazeteleri yalnız değildi. Son Havadis gazetesi de aynı paralelde kışkırtıcı yayınlar yapıyordu ve yazarları, Amerika aşkında Eygi ve arkadaşlarından geri kalmıyorlardı. Son Havadis’te manşetten “Kızıl bayrak olayı infial yarattı” başlığı altında solcular vatan haini olarak nitelendiriliyor, “Bir avuç kızıl veledle başa çıkılamayınca bu devletin ve memleketin asıl sahipleri harekete geçmek zorunda değil midirler? Böyle bir tepkinin sertlik derecesi önceden tahmin edilemez… Bu haklı öfkenin harekete geçeceği gün uzak görünmüyor.” deniliyordu. (13 Şubat 1969)
Aynı gün gazetenin yazarlarından Tekin Erer “Dost filo, hoş geldin” başlıklı yazısında “Amerikan 6. Filosu, Sovyetlere karşı Türk karasularını koruyacak, bizim yanımızda seve seve çarpışacak, can verecek filodur. Sovyetler boş durmuyorlar, el altından para dağıtarak satın aldıkları bazı adamları ortalığa salıveriyor, bunları 6. Filo aleyhine kışkırtıyorlar.” diyordu. Aynı gazetenin yazarlarından Orhan Seyfi Orhon ise sıkıyönetim ilan edilmesini istiyordu.
***

MŞE’NİN CİHAD ÇAĞRISI
Amerika aşkıyla solculara duyulan kin ve nefretin sonucu olarak nihayet manşetten “Kızıl bayrak asanlara son ihtar” yapıldı. MŞE de “Namaza Davet” başlıklı yazısında 16 Şubat’ta (yani “Emperyalizme ve Sömürüye Karşı İşçi Yürüyüşü”nün başlayacağı yerde ve aynı günde) Beyazıt Cami’inde kılınacak toplu namaz için çağrıda bulundu: “Cihad yapmalı. Malıyla, canıyla, ilmiyle diliyle her şeyiyle Allah için, Din için, Kur'an için Resul (S.A.) için savaşmalı. (…) NOT: Dikkatli olalım. Tahrikler yapılabilir. Kapılmayalım. Sadece namaz, o kadar. Kafirler bizim cemaatimizi görünce hapı yutarlar zaten. Metodumuz adem-i şiddettir.” (Bugün, 14 Şubat 1969)
Kanlı Pazar’a bir gün kala, Eygi’nin gazetesinin manşetinde “Kızılları boğmanın vakti geldi” deniliyordu. Bayrağa Saygı mitingine ilişkin haberin üst başlığında “Müslüman-Türk’ün 500 yıllık şehrine kızıl bayrak çeken moskof uşaklarına İstanbul halkının muhteşem cevabı” ve “Kızıl emperyalizmin para ile tutulmuş uşaklarını en ufak kıpırdanışta gebertmek için and içildi” cümleleri yer alıyordu. (Bugün, 15 Şubat 1969)
Aynı gün Babıalide Sabah’ın manşetinde ise “Ya tam susturacağız ya kan kusturacağız” başlığı atılmıştı. Kanlı Pazar günü ise Babıalide Sabah’ın manşetinde “Müsamaha devam ederse komünistleri halk kendisi ezecektir” başlığı okunuyordu.
O günlerde MŞE, ne gibi olaylar çıkacağını tahmin etmiş olsa gerek, Suudi Arabistan’daydı. Ama hemen her gün yazıları gazetede yer alıyordu. Kanlı Pazar günü Bugün’deki yazısının başlığında “Cihada Hazır Olunuz” diye çağrıda bulunuyordu: “Bilmiş olunuz ki, büyük fırtına patlamak üzeredir. Müslümanlar ile kızıl kafirler arasında topyekûn savaş kaçınılmaz hale gelmiştir. İmtihan günleri gelip çatmıştır. Kaderden kaçmak, kurtulmak ne mümkün. (…) Komünizm küfrüne karşı derhal silahlan. İslam’da askerlik ve cihad ihtiyari değildir, mecburidir. (…) Stalin ve benzeri deccallerin piçleri olan kızıl veletler sokaklara dökülüp Türkiye'yi yıkmak isterlerse bütün Müslümanları karşılarında bulmalıdırlar. Onlarda taş, sopa, demir, molotof kokteyli mi var? Biz de aynı silahları kullanmaktan aciz değiliz. (…) Herkes vazifeye koşsun, herkes komünizm küfrüyle savaşa hazırlansın. Komünistler ve onları destekleyen hain şahıs ve müesseseler kahr edilsin. Bir Müslüman yüz komüniste bedeldir. Müslümanlar, komünizmle çarpışan devlet kuvvetlerine yardımcı olsunlar. Not: ‘Bir şeyler’ olursa, silahlar patlar patlamaz, vazifeye koşmağa çalışacağız. İnşallah kızıl kafirlerin, Deccal uşağı dinsizlerin tepelerine birer intihar uçağı gibi ineceğiz...”
Aynı yazısında Eygi, Genelkurmay Başkanı Cemal Tural’dan övgüyle söz ediyor ve darbeye teşvik ediyordu: “Kaderi ilahi bu kumandana ilahi bir hizmet verirse, müslümanlar ona yardımcı olsunlar. Bilsinler ki seçimsiz başa geçecek iktidar, onları doğrayacaktır.”
***

AMERİKAN DONANMASINA DOĞRU NAMAZ VE KANLI PAZAR
MŞE’nin öncülük ettiği kışkırtıcı yayınlara paralel olarak dönemin etkili sağcı dinci örgütleri Milli Türk Talebe Birliği (MTTB) ve Komünizmle Mücadele Dernekleri (KMD) de Kanlı Pazar’a hazırlandılar. Dernek merkezlerindeki toplantılarda görev dağılımı yapıldı, şehitlik yeminleri edildi, kamyonlarla sopalar tedarik edildi, hatta saldırı sırasında yanlışlıkla birbirlerine vurmasınlar diye mavi kurdeleler dağıtıldı. Saldırgan güruh 16 Şubat sabahı Beyazıt Camii’nde toplandı.
Solcu 76 örgütün katıldığı yürüyüş öğleden sonra Beyazıt Meydanı’nda başladı; 30 bin dolayında kişi Amerikan donanmasını protesto etmek üzere Sultanahmet, Sirkeci, Karaköy, Tophane üzerinden Taksim’e doğru yürüyüşe geçti. Yürüyüş boyunca “Bağımsız Türkiye”,  Emperyalizme Hayır, Sosyalizme Evet”, “Köylüye Toprak Yok, Amerikan Üslerine Toprak Çok”, “Vietnam’da Barınamayan, Türkiye’de tutunamaz”, “Amerikalı it evine git” sloganları atıldı.
Saldırgan güruhun ikinci toplanma bölgesi Dolmabahçe idi. Amerikan donanmasının gelişi dolayısıyla bölge askeri yasak bölge ilan edilmişti ama vilayet ve emniyet yetkilileriyle görüşmeler sonunda yasak delindi; Dolmabahçe Meydanı’nda Amerikan donanmasına karşı öğle namazı kılındı.
Emperyalizme ve Sömürüye Karşı” yürüyenlerin Taksim’e topluca girişlerine izin verilmedi. Birkaç yüz kişilik topluluklar halinde Taksim’e giren gruplar karşılarında demir çubuklar, sopalar ve bıçaklarla silahlanmış güruhu buldular. Günün sonunda Türkiye İşçi Partisi üyesi Ali Turgut Aytaç ve Duran Erdoğan öldürüldü ve yüzlerce kişi yaralandı. Ertesi gün Günaydın ve Hürriyet gazetelerinin ilk sayfalarında yayımlanan fotoğraf, saldırının devletin müsamahası ve gözetiminde gerçekleştiğinin kanıtıydı. Fotoğrafta Ali Turgut Aytaç bıçaklanırken, birkaç metre ötedeki polis cinayeti seyretmektedir...
***

MŞE ÖZEL HARP GÖREVLİSİ MİYDİ?
Kanlı Pazar, hamaset ve fanatizm yüklü ilkel duygularla kışkırtılan kalabalıkların ne denli vahşileşebileceklerinin örneklerinden biriydi. Tıpkı 6/7 Eylül’de, Maraş ve Çorum katliamlarında, Sivas Madımak’taki gibi. Hepsinin ortak noktalarından biri de, kıyıcı güruhun eyleminin iktidar tarafından “halk hareketi” olarak mazur görülmesidir. Kanlı Pazar sırasında İstanbul Valisi olan Vefa Poyraz, o gün olanları İrticai bir hareket değil. Taksim'de ani bir halk hareketi, ani bir karşılaşma oluyor, iki kişi maalesef hayatını kaybediyor” diye açıklamıştı.
Kanlı Pazar’ın bir numaralı provokatörü MŞE, bu olaydaki rolünden dolayı son nefesine kadar vicdani rahatsızlık veya pişmanlık duymadı. Vicdani rahatsızlık veya pişmanlık bir yana, “Bugün aynı şartlar olsa yine aynı şeyi hiç tereddütsüz yapardım” diyebildi. (Yeni Şafak, 11 Nisan 2006)
Böylesine vahim bir günahtan üzüntü duymamak, tersine aynı günahı işleme kararlılığı nasıl bir vicdansızlıktır; yanıtı sosyal psikiyatrlara düşer. Belki de Eygi ve din kardeşlerinin derin bağlantılarıyla ilişkilidir. Eygi’nin o yıllardaki misyonuyla ilgili olarak, Türk Silahlı Kuvvetleri TSK’nin en üst kademelerinde görev yapmış, eski Genel Kurmay İstihbarat Başkanı E. Korg. İsmail Hakkı Pekin “Fetullah Gülen, Mehmet Şevket Eygi 1959’da Özel Harp Dairesi’nde görevlendirildi. Görevleri, Yeşil Kuşak projesi çerçevesinde komünizmle mücadele faaliyetleriydi.” demişti. (Aktaran Tunca Bengin, Milliyet, 10 Aralık 2018)
MŞE, Pekin’in açıklamasınaİftiralarınızı ispat ederseniz bana, edemezseniz size ait olacak yedi sıfatı tekrar ediyorum: Şerefsiz, namussuz, alçak, müfteri (iftiracı), yalancı, vicdanı ve kalemi satılık veya kiralık, haysiyetsiz, pislik, rezil, saldırgan köpek, fitneci” gibi ağır sıfatlarla karşılık verdi. (Milli Gazete, 16 Aralık 2018)
Siyasal İslamın kanaat önderlerinden Abdurrahman Dilipak ise konuya ilişkin yazısının başlığında “Hepimizi kullandılar!” diye itirafta bulundu. Dilipak, “Gülen de, M. Şevket Eygi de Özel Harp tarafından kullanılmış! Kullanılmayan mı vardı ki! Eygi ‘eleman’ iddialarını şiddetle reddediyor. ‘Kullanılma’ya gelince, bir zamanlar herkesin ‘Gülenci’ olması gibi, hepimiz komünizmle mücadelede ‘gönüllü’ değil mi idik!.” diye yazdı. (Yeni Akit, 26 Aralık 2018)
İslamcı medyanın etkili isimlerinden Yeni Şafak Genel Yayın Yönetmeni İbrahim Karagül de yazısının başlığında “Evet, hepiniz kullanıldınız” diyerek tartışmaya katıldı. Karagül, geçmişte kimlerin, hangi çevrelerin ne amaçla kullanıldığının açıkça ortaya serilmesini istedi ve “Bugün kimler kullanılıyor?” diye sordu. (Yeni Şafak, 27 Aralık 2018)
General Pekin’in açıklamaları elbette kanıtsız; ancak bu gibi ilişkilerin belgesi kanıtı olmaz zaten. Belge kanıt, hayatın kendisidir. MŞE’nin hayatı yeterli kanıttır. General Pekin’in söz ettiği tarihte Fetullah Gülen 17 yaşındadır. Bu yaştaki birinin devletin en ciddi ve derin kurumu tarafından istihdam edildiği savı inandırıcı görünmüyor. Ancak, Ogün Samast’ın aynı yaştayken Hrant Dink’in üzerine salındığı da bir vakıadır. Keza Hüseyin Üzmez de lise öğrencisiyken 1952 yılında dönemin etkili gazetecilerinden Ahmet Emin Yalman’a suikast düzenlemişti.
***

Hüseyin Üzmez denilince anımsamamak olası değil.
Milliyetçi mukaddesatçı mahallenin kanaat önderlerinden Hüseyin Üzmez, 70’li yaşlardayken, 13 yaşındaki kız çocuğunu cinsel istismardan hüküm giymişti. MŞE ise, Üzmez öldükten sonra kaleme aldığı yazıda din kardeşini savundu, peşkirciliğine soyundu. Eygi, Hüseyin Üzmez için, “Geçtiğimiz yıllarda, küçük bir kızla ilişkisi yüzünden mü’min ve Müslim bir gazeteci maalesef Müslüman kesimde linç edilmiş, bitirilmiş, yerin yedi kat dibine sokulmuştur. Bu, adaletsizlik, insafsızlık ve aşırılık olmuştur.” demişti. (Vahdet, 29 Şubat 2016)
Günahkâr, provokatör  MŞE aynı yazıda ifade etti ki, “İman kardeşliği, talakı olmayan bir nikah gibidir, bozulamaz.” Bu cümleyi şu anlamda kurmuştu: “Mü’mini tekfir edenin kendisi de kafir olur. Adam mü’min, fakat fâsık-ı mütecahir, yani büyük günahları açıkta, açıkça işliyor. Böylesinin gıybeti yapılabilir ama imanı olduğu ve kaldığı müddetçe kardeşlikten atılamaz, silinemez. Mü’minin günahları gizli saklı kapalı ise tecessüs edilemez ve gıybeti yapılamaz. İnsanların gizli günah ve ayıplarını araştırmak haramdır. Olgun mü’min, olgun olmayan iman kardeşlerinin gizli günah, ayıp ve kötülüklerine karşı karanlık gece gibi olur. Bu gizli günah ve ayıplar öğrenilirse, ifşa edilmez, açıklanmaz, aksine setr edilir, gizlenir.
Yani özetle, “Benim hırsızım, benim sübyancım, benim teröristim, benim ahlaksızım iyidir, çünkü Müslümandır, iman kardeşimdir. Açıkça büyük günahlar işlese de, madem ki imanlıdır, Müslümandır, kardeşimdir.” zihniyeti.
Bu zihniyetin yazıya dönüşebilmesine insanın inanası gelmiyor. En iyimser ruh haliyle “Müslümanlık bu mu?” diye isyan edesi geliyor insanın ama galiba bu ruh hali de epey saf ve kendini kandırma hali. Ne yazık ki, kendisini Müslüman sayan ahalinin çok büyük çoğunluğu bu zihniyettedir; bu zihniyetle hayatı kendisine zehir ettiği gibi, iktidarı ele geçirdiğinde başkalarına da hayatı zehir etmektedir.
***

HİTLER HAYRANI MŞE
MŞE bir de Hitler hayranıydı. MŞE’ye göre “Hitler Sovyetler Birliğini yıkabilseydi, Türk dünyası hür olacaktı. Arap ve İslam dünyası da. Hilafet yeniden kurulacaktı.” Kanlı Pazar günlerinde MŞE “Hitler Müslümanların Vefalı bir Dostuydu” başlığı altında şöyle yazmıştı: “Hitler binlerce papazı kestirmişti. Buna rağmen Müslümanlara sonsuz haklar vermişti. Eğer Hitler müttefiklerin propagandalarındaki gibi ‘Dinsiz ve Allah’tan korkmayan bir kimse olsa idi o zamanlarda binlerce Müslüman din kardeşimiz gönüllü olarak Hitler’in askeri olurlar mıydı? Hitler Müslümanlara hiçbir zarar vermemiştir. Onun ordusundaki Müslümanlar günde beş vakit namazlarını eda etmişlerdir. (…) Ordusunda Müslümanlara sonsuz selahiyetler vermiş ve onları çok sevmiştir.” (Bugün, 12 Ocak 1969)
Hitler dışında MŞE’nin gönlü Amerikan emperyalizminden yanaydı, ehl-i kitap ve ehven-i şer olduğu için Amerika’yı tercih ettiğini anlatıyor ve eleştiri olarak en fazla ABD’nin yanlış yolda olduğunu söylüyordu. Bir yazısında, sağın ve İslam’ın neden ABD safında yer aldığını açıklarken “1960’lı, 70’li yıllarda, Allahı inkâr eden Marksist felsefeye bağlı neo kolonyalist Sovyetler Birliği ile, paralarının üzerinde “Biz Allaha güveniyoruz” yazılı ABD elbette bir değildi.” diyordu. (Milli Gazete, 21 Ocak 2019)
***

ŞERİATÇI FAŞİST MŞE
Ve elbette MŞE faşist bir şeriatçıydı, hilafet yanlısıydı; ülkenin Halife-i Resûlullah, Emîrü'l-mü'minîn, İmam-ı Kebir tarafından yönetilmesini istiyordu. Ancak halife olacak kişinin bildiğimiz anlamda genel seçimle işbaşına gelmesine de karşıydı; halife olacak kişinin en fazla 12 kişilik bir heyet tarafından seçilmesini, gerekirse istihareye yatılmasını öneriyordu. “İslam’da başkanlık ve memuriyet” başlığı altında aynen şöyle yazmıştı:
“Halife seçimi, demokratik sistemde olduğu gibi halkın oylarıyla, genel seçimle, seçim kampanyasıyla, propaganda yaparak, nutuklar atarak, duvarlara afişler yapıştırarak, seçim şarkıları besteletip terennüm ettirerek, davul zurna çalarak, ey ahali ne olur Allah aşkına beni seçin diye bağırıp yalvararak, cart curt nutuklarla, alkışlarla, sloganlarla, kampanya için açık veya gizli yüz milyonlarca dolar, hattâ milyar dolar harcamakla olmaz. Müslümanların içindeki altı, yahut on, bilemediniz on iki âqil, ehil, yüksek, temiz, ziyalı, tecrübeli, birikimli şahsiyet bir seçim şûrası oluşturur, bunlar Ümmetin başına Kur'ana, Sünnete, Şeriata uyacak ehliyetli, muktedir, sâlih, âbid, müdebbir muhterem bir zatı seçmek için gayret ve cehidlerini sonuna kadar sarf edeceklerine Kitabullaha el basarak şer'î yemin ederler. İçlerinden birini, yahut başka ehil bir Müslümanı seçerler, o muhterem önce kabul etmek istemez, israr üzerine istihare yapar ve aydınlık çıkarsa kabul ederek ateşten gömleği giyer, şehadete hazır olur.” (Milli Gazete, 14 Ekim 2012)
MŞE’nin yaşamındaki belki de tek olumlu davranışı İslam’da estetik aramak ve ezanı bed sesli müezzinlerin tasallutundan kurtarmaya çalışmak idi. O’na göre ezan bangır bangır bağırmak yerine daha düşük volümde musiki tadında okunmalıydı. Bu uğurda yüzlerce yazı yazdı. Ancak tüm çabasına karşın ne İslam’da estetik bulabildi ne de ezanı bed sesli müezzinlerin tasallutundan kurtarabildi.
Bitirirken belirtmeli ki, Kanlı Pazar’dan bugüne MŞE’nin ilham verdiği kadrolar bugün iktidardalar. Tek tek isim belirtmeye gerek yok.
Biz demokratlar sosyalistler, MŞE’yi Ülkemizin yetiştirdiği en önemli mütefekkir ve münevverlerden biri” olarak görmüyoruz, aşağıdaki dizeleri armağan ediyoruz:
‘Ne kendi eyledi rahat ne âleme verdi huzur;
Yıkıldı gitti cihandan, dayansın ehl-i kubur.’