28 Ocak 2021 Perşembe

DARAĞACINDA BİLE ASALETİ ELDEN BIRAKMADILAR

Albert Camus’nun dediği gibi, “Önceden en inceden inceye tasarlanan cinayet idamdır. Hiçbir caninin eylemi, ne kadar ince hesapla hazırlanmış olursa olsun, bununla kıyaslanamaz. Çünkü, kıyaslanabilmesi için kurbanına kendisini öldüreceği günü önceden haber vermiş ve o andan itibaren kurbanını aylarca kendi merhametine terk etmiş bir caniye ölüm cezasının uygulanması gerekirdi. Böylesi bir canavara özel yaşamda rastlanmaz.”

Önceden en inceden inceye tasarlanan cinayete nice kahramanlar devrimciler kurban gitti.

Sokrates, Spartacus, Giordano Bruno, Bedrettin, Börklüce Mustafa, Torlak Kemal, Pir Sultan Abdal ve nice kahramanlar… Baldıran zehrini içerken, çarmıha gerilip çivilenirken, diri diri yakılırken, yapraksız bir dalda sallanırken, boynu vurulurken efendilere ve mütegallibeye boyun eğmediler, can telaşına düşmediler, aman dilemediler. Son nefeste bile elden bırakmadıkları asalet ve onurlarıyla insanlığın vicdanı oldular. Onları katledenlerin ise adları bile bilinmiyor.

Daha yakın tarihte Deniz, Yusuf, Hüseyin, Erdal ve nice devrimciler… İdam sehpasında dizleri titremedi. Ezilenlerin emekçilerin kurtuluşuna olan inançlarını haykırdılar, komünist devrimciye yakışan yüreklilikle sehpayı kendileri tekmelediler.

***

Önceki devrimciler gibi, Ömer, Erdoğan, Mehmet ve Ramazan da “en inceden inceye tasarlanan” cinayete kurban gittiler.

Ömer, Erdoğan, Mehmet ve Ramazan da yiğitçe karşıladılar ölümü; darağacına yürürken bile asaletlerini korudular.

Ömer Yazgan, Türk Silahlı Kuvvetleri’nde subayken sivil devrimci harekete katılmak üzere üniformasını kendi iradesiyle çıkartmıştı. Metin Adil Toraman ve Ali Aktürk adlı yoldaşlarının öldüğü eylem sonrasında tutsaklık günlerinde ölümü beklerken Ömer’e, ordu içindeki yoldaşlarını ele vermesi karşılığında idam cezasını bozmayı teklif ettiler. Ömer, bu teklifi hakaret saydı. Nihayet boynuna ilmiğin geçirilmesine dakikalar kala yazabildiği mektubunda, ailesine, yoldaşlarına şöyle seslendi: 


Halkımızın yazgısı bu değil. Çok evladını kaybetti. Ama bir gün kazanmayı da öğrenecek. Halkımızın mücadelesi haklıdır, meşrudur. Meşru olmayan, bu zorbaca düzeni sürdürmekten yana olan katillerdir. Diğer devrimciler sizlerin evladıdır. Tarih, biz zulme karşı çıkanları her zaman haklı çıkardı, çıkaracak.” 

Ramazan Yukarıgöz’ün gözlerinde de korkuyu boşuna aradı cellatlar. Son nefesinde annesine sevgisini ayrı bir mektupla ileten Ramazan, yoldaşlarına yazdığı mektupta şu satırlarla veda etti: 


Faşizme ve emperyalizme karşı halkın yanında yer almak gerekirdi. Ben de bunu yaparak halkın mücadelesine en ön saflarda katılmaya çalışarak sizlere ve halkıma olan görevlerimi her zaman elimden geldiğince yerine getirmeye çalıştım. Son görevimi de şimdi yerine getiriyorum. Benim için üzülmenizi, gözyaşı dökmenizi istemem. Devrimci olarak yaşadım, devrimci olarak ölüyorum. Ben halkımın mutluluğu için savaştım; adım hüzünle birlikte anılmasın!” 

Mehmet Kambur da son kez nefes alıp vermeden dakikalar önce yazabildiği mektupta bilimsel sosyalizme bağlı kaldığını, cellatlara iş bırakmayacağını vurguladı:


Ülkemin özgürlüğü uğruna canımı severek feda ediyorum. Son görevi yerine getirirken size ve halkıma layık olmaya çalışacağım. Son nefesimi verirken dahi köhne düzenin cellatlarına fırsat vermeden halka son mutluluk sloganını haykıracağım. Bundan hiç kuşkunuz olmasın.


Erdoğan Yazgan içlerinde belki de en neşeli ve muzip olanıydı. Babası, evlat sevgisiyle ısrarlı başvurularda bulunmuş, idamdan kurtarmak umuduyla akıl sağlığının tetkiki için Erdoğan’ın adli tıpa sevkini istemişti. Sonuçta adli tıpa sevk edilen Erdoğan akıl sağlığıyla ilgili bir rapora tenezzül etmedi, günü gelince yiğitçe çıktı darağacına. Erdoğan’ın ailesine, yoldaşlarına vedası, yaşadığı hayat gibi sade ve yalındı: “Beni hayat devrimci yaptı.”

***


Önceki devrimciler gibi, Ömer, Erdoğan, Mehmet ve Ramazan da “en inceden inceye tasarlanan” cinayete kurban giderken yiğitçe karşıladılar ölümü.

28/29 Ocak 1983 gecesi işlenen bu cinayetin tasarlanmasındaki en önemli başlıklardan biri de, rüşvetçi hâkimin kararıyla asılmış olmalarıydı. 

Cinayete ilişkin tasarı Danışma Meclisi’nden geçip Milli Güvenlik Konseyi’nde beklerken, kararı veren mahkemeden bir hâkim, başka bir davada idam cezası vermemek için rüşvet almak suçundan hüküm giydi ve hüküm kesinleşti. 


Yürürlükteki CMUK uyarınca, böyle bir durumda yargılamanın yenilenmesi gerekiyordu. Avukat Sadık Akıncılar, infazın durdurulması ve yargılamanın yenilenmesi için 27 Ocak 1983 tarihinde yıldırım telgrafla Askeri Yargıtay Başsavcılığı’na başvurdu. Telgrafın aynı gün saat 15.00’te yerine ulaştığı, cevabi ihbarnameyle kayıtlı. Askeri Yargıtay Başsavcılığı’nın da başvuruyu 28 Ocak 1983’te Milli Savunma Bakanlığı’na ilettiğine ilişkin resmi yazılar dosyada duruyor. Ancak, aynı günün akşamı toplanan Milli Güvenlik Konseyi (MGK) cinayetin işlenmesine karar verdi. 

***

Konsey tutanaklarında, yargılamanın yenilenmesi talebinden söz edilmiyor. 

Gazeteci olarak, yeniden yargılamaya ilişkin telgrafın neden dikkate alınmadığını araştırdım. 

Milli Güvenlik Konseyi Genel Sekreteri, Genelkurmay Başkanı Orgeneral Necdet Üruğ,  

MGK Kanunlar ve Kararlar Dairesi Başkanı Hâkim Tuğgeneral Muzaffer Başkaynak

MGK’nin infaz oturumunda sunumu yapan Adalet Komisyonu Başkanı Hâkim Albay İlhan Köseoğlu,

Her biriyle ayrı ayrı konuştum. Üçü de aynı şeyi söylediler: “Başvuru bize iletilmedi, telefonla iletilse hemen durdururduk, haberdar olsaydık, mümkün değil yapmazdık.

Bu araştırmanın sonucu ve infazın öyküsü 2 Aralık 1993 tarihli gazetelerde yayımlandı.

Özetle, yıldırım telgraflı başvuru Milli Savunma Bakanlığı’ndan öteye geçmemiş. ANKA Ajansı’nda çalışırken, Yazı İşleri Müdürü Özer Esmer’in imzasını taşıyan yazıyla iki kez Milli Savunma Bakanlığı’na, telgrafın akıbetini sorduk. Ancak, yanıt verilmedi.

***

Yıldırım telgraflı başvurunun neden işleme konmadığı sorusuna yanıt vermedikleri gibi, idam sehpasına çıkarken yazdıkları mektupları da on yıllarca vermediler. 


Ömer’in son mektubu 24 yıl sonra; Ramazan, Mehmet ve Erdoğan’ın mektupları da 26 yıl sonra ailelerine ulaştı. 

Aradan yıllar geçti, Ömerler’in idamına karar veren cunta üyeleri hakkında düzmece bir dava açıldı. ADAM-DER Başkanı Tuna Atalay dernek adına, kurucu başkan Rahmi Yıldırım da kendi adına, davanın düzmece niteliğini teşhir amacıyla müdahil olmak için başvurdular. Başvurular reddedildi ama avukatlar Ömer Kavili, Arif Ali Cangı ve Kazım Genç aracılığıyla ADAM-DER bütün duruşmalarda temsil edildi. 22 Kasım 2012 tarihli duruşmada ADAM-DER Kurucu Başkanı’nın sanıklar Kenan Evren ve Tahsin Şahinkaya’ya yönelttiği 13 sorudan biri de Ömer ve yoldaşlarının idamıyla ilgiliydi:

Teğmen Ömer Yazgan ile arkadaşları Erdoğan Yazgan, Ramazan Yukarıgöz, Mehmet Kambur, idam cezası vermemek karşılığında rüşvet almak suçundan hüküm giyen Hâkim Yüzbaşı Eyüp Menteş’in içinde yer aldığı sıkıyönetim mahkemesi tarafından idam cezasına çarptırıldılar. Kararı veren mahkeme heyetinde rüşvetçi hâkimin varlığının anlaşılması, yeniden yargılama gerektiriyordu. Savunma avukatları bu taleple 27 Ocak 1983 tarihinde yıldırım telgrafla başvuruda bulundular. Ancak, başkanı olduğunuz Milli Güvenlik Konseyi’ni 28 Ocak 1983 günü toplayarak idamın infazına karar verdiniz. Yeniden yargılamak yerine neden alelacele infaz kararı verdiniz?

Cunta şefi, sorulara yanıt verecek onur ve namusa sahip değildi. Erdoğan Yazgan’ın kız kardeşi Sabire Yazgan’ın soruları karşısında da cunta şefi sessiz kaldı. Sabire’nin soruları şöyleydi:

 - Bizim canlarımızı idam ederken, ‘Asmayalım da besleyelim mi?’ demiştiniz. Biz 32 yıldır vergilerimizle sizi besliyoruz. Kendinizi nasıl hissediyorsunuz?

- TBMM kararı olmadan ve rüşvet almış bir hâkimin verdiği kararın sizlerce onaylanmasıyla abimlerin idam edilmesi, sizinki gibi faşist bir rejim dışında olabilir miydi?

- Kendinizi abimlerin katili olarak hissediyor musunuz? 

- İstanbul’da evimizin kapısı çalındı. Babama, ‘Oğlunuz idam edildi, cesedi alacak mısınız?’ dediler. Sizin de kızlarınız var. Böyle bir ölüm haberi almak ister miydiniz?

- İzmit’e giden babam, abimin son mektubunu almak istedi. Savcı oyaladı. Akşam üzeri ‘Emir geldi, mektupları veremeyeceğiz’ dediler. O emri veren siz miydiniz?

- Abim yalnız donu üzerinde olduğu halde, cezaevinin battaniyesine sarılı olarak tabuta konuldu. Onlarca polis ve jandarma eşliğinde mezarlığa getirildi. Mezarlıkta bizler, zorla ve hileyle oradan uzaklaştırıldık. Abimin bedeni, o eski battaniyeye sarılı halde çukura atıldı. Abime karşı son görevlerimizi yerine getirmemizin engellenmesinde sizi suçlu bulmam doğru değil mi?

- Kendinizi nasıl hissediyorsunuz? Yüreksiz olduğunuz için mi bu sorulara yanıt vermiyorsunuz?

***

Ömer, Mehmet, Erdoğan, Ramazan… 

Darağacına yürürken bile asaletlerini korudular. 

Anadolu topraklarında başlayıp buluşan yaşam çizgileri, darağacında düğümlenerek sonsuzluğa uzandı; kendilerinden önce toprağa düşen Metin ve Ali’nin çizgileriyle bütünleşti.

Anılarına saygıyla!

Not: Başlıktaki ifade İnönü Alpat'tan alınmıştır.


21 Ocak 2021 Perşembe

SALGIN GÜNLERİNDE “HAŞERE” İTLAFI

Dünya covid19 salgınıyla cebelleşiyor. Türkiye’de de durum farklı değil. Dünya genelinde ölüm sayısı 2 milyonu geçti, hasta sayısı 100 milyona dayandı. Buna karşın her gün binlerce insanın ölmesi sermaye iktidarlarının çok da umurunda değil; nüfus planlaması fırsatı olarak baktıkları bile söylenebilir.

Covid19 salgını sadece sağlığı değil, ekonomiyi ve siyaseti de tehdit ediyor. Buna karşın Türkiye’de sermaye siyasetinin gündeminde hak ettiği ciddiyetle yer bulamıyor. Üç kuruşluk maske dağıtımını bile planlayamayan iktidar, salgınla mücadeleyi yönetemediği gibi şimdi bir de aşılama sürecinde çuvallamış durumda.

Cumhur İttifakı iktidarı salgınla mücadelede çuvalladığı gibi ekonomide, eğitimde ve siyasette de ülkeyi çıkmaza soktu. En rezil anket kuruluşlarının araştırmalarında bile ülkenin en önemli sorunları ekonomide kötüye gidiş, salgın ve işsizlik olarak sıralanıyor. Halkın ¾’ü ekonominin kötüye gittiğini söylerken, iyiye gittiğini söyleyenlerin oranı yüzde 10’u bile bulmuyor. Resmi araştırma kurumu TÜİK işsiz sayısını 4 milyon olarak açıklıyor ama biliniyor ki, gerçek işsiz sayısı 10 milyonun üzerinde. Zaten halkın 2/3’ü TÜİK’in verilerine inanmadığı gibi, salgın hastalıkla ilgili resmi açıklamaları da inandırıcı bulmuyor.

***

HDP’nin kapısına kilit

Halkın ¾’ünün gündeminde ekonomi, salgın hastalık ve işsizlik en üst sırada yer alırken, “en önemli sorun terör” diyenlerin oranı yüzde 10’un altında kalıyor. Buna karşın siyaset gündeminin ilk sırasında Halkların Demokratik Partisi HDP’nin kapatılması bulunuyor. 

Cumhur İttifakı ortakları AKP ve MHP genel başkanları HDP’yi PKK ile özdeşleştirerek, “terörist” etiketiyle şeytanlaştırıyorlar. (Bu iki siyasetçinin söyleminde şeytanlaştırmaya sınır yok; özellikle seçim öncesinde Millet İttifakı’nı oluşturan partileri ve seçmenleri de katarak, Türkiye’nin “terörist” oranını yüzde 50’ye çıkarabiliyorlar.) AKP Genel Başkanı, insan hakları savunucularını “aydın müsveddeleri” diyerek karalıyor; suç örgütü (mafya) liderinin dava arkadaşı MHP lideri daha ileri giderek, şeytanlaştırmaya karşı çıkanları “pislik, çürük şahıslar” olarak hedef gösteriyor. 


Günlük dilde, pislik temizlenir, müsvedde yırtılır silinir, çürük ayıklanır! Ve ne yazık ki, HDP’nin PKK dolayımıyla şeytanlaştırılması, şeytanlaştırmaya karşı çıkanların ayıklanıp temizlenmesi mesajları seçmenlerin büyük bölümünce (özellikle AKP ve MHP seçmenlerince) “siyaset icabı” denilerek normal sayılıyor. MHP liderinin “HDP’nin kapısına bir daha açılmamak üzere kilit vurulmalıdır” istemi de aynı seçmen kitlesince meşru görülebiliyor. 

Peki “HDP/PKK kâmilen itlafı gereken siyasi haşere sürüsüdür” söylemi? Bu çağrıyı da suç örgütü liderinin dava arkadaşlarından MHP Başkan Yardımcısı yaptı. Prof. unvanlı bu yaratığın çağrısı akıllara, Ruanda’da 1994 yılında yapılan soykırımı getirdi. 

***

Ruanda’da “hamam böcekleri” Türkiye’de “haşere sürüsü”

Vikipedi’ye göre, Fransa’nın körüklediği etnik gerilim sürecinde aşırı uçtaki Hutular, en ücra köylere kadar Interahamwe adı verilen yarı-askeri örgütler kurdular, Tutsileri ve ılımlı Hutuları fişlediler. Ekonomi silah üretemediği için katliamda kullanılmak üzere Çin’den yüz binlerce satır ithal edildi. Satır dağıtılamayanlara ise, sivri uçlu sopalar verilerek bunları yakında başlayacak olan “böcek” avında kullanmaları söylendi. Hutu hükümeti hazırlıkların farkındaydı ama önlem olarak hiçbir şey yapmadı. 

Nihayet 6 Nisan 1994’te radyodan şu çağrı yapıldı: “Siz Rugunga yakınlarında yaşayan insanlar, dışarı çıkın! Bataklıkta hamam böceklerinin sazdan kulübelerini göreceksiniz. Silahı olanlar hemen bu hamam böceklerine gitmeli, onları kuşatmalı ve öldürmelisiniz.” (Hürriyet, 8 Nisan 2019.)


Vikipedi’ye göre, “Çağrıya uyan Hutu milisleri, neredeyse ellerine geçen her aletle, balta, bıçak, satır, taş ile Tutsileri öldürmeye başladılar. Parası olan Tutsiler kurşun parası vererek, acısız ölümü satın alıyorlardı, olmayanlar ise en acımasız şekilde öldürülüyordu. Öldürmekten yorulan Hutular, Tutsilerin kaçmasını önlemek maksadıyla aşil tendonlarını kesiyor, dinlendikten sonra katliamlarına devam ediyorlardı. Kilisede rahipler, hastanede doktorlar, ellerindeki Tutsileri cellatlarına teslim ediyorlardı.

Ruanda’da üç ay süren katliamda 800 binden fazla Tutsi ve ılımlı Hutu bu şekilde katledildi. Tarihin en büyük soykırımlarından biri kabul edilen katliamda ölenler için her yıl Birleşmiş Milletler (BM) tarafından 7 Nisan’da Ruanda Soykırımı Kurbanlarını Anma Günü düzenleniyor. 

Dünyanın orasında burasında ve Türkiye’sindeki katliamlara ne kadar benziyor değil mi? Ruanda’da itlaf edilen “hamam böcekleri”, Türkiye’de itlafı istenen “haşere sürüsü”! 

Ne acı ki, açıkça soykırım çağrısı olan, vicdan sahibi herkesi isyan ettirmesi gereken bu söyleme ne Cumhur İttifakı mahallesinde itiraz eden çıktı ne de Millet İttifakı mahallesinde. Egemen medyada itiraz eden köşe yazarı sayısı ise bir elin beş parmağını bile bulmadı. Halkı birbirine kırdırmaya yönelik çağrıyı soruşturacak yürekli bir savcı da çıkmadı. PKK ile özdeşleşme hizalanma endişesi, en cesur liberalleri ve hukuk insanlarını bile öylesine sindirmiş, sessizleştirmiş.

Oysa, 6 milyon dolayında seçmendir “haşere sürüsü” olarak gördükleri. Haşere sürüsü olarak gördükleri muhakkaktır. Çünkü, en sağcısından solcusuna, Alevisinden Sünnisine, Türkünden Kürdüne, İslamcısından liberaline, Türkiye’nin en geniş yelpazesini oluşturan bir seçmen kitlesidir. PKK’nin tam güdümünde bir kitle de değildir; PKK’nin hendeklerinde sipere girmediği gibi İstanbul belediye seçiminde Abdullah Öcalan’ın telkinlerine de kulak asmadı. Partisi kapatılırsa daha da büyüyecek ve Cumhur İttifakı’na oy vermeyecek bir seçmen kitlesidir ki, Cumhur İttifakı iktidarının sürmesi bu seçmen kitlesinin seçim ve yasal siyaset dışına itilmesine bağlıdır. Mevcut partisiyle birlikte şeytanlaştırılmasının, haşere olarak görülmesinin başta gelen nedeni, Cumhur İttifakı’na olan bu mesafesidir. 

Meclis’in üçüncü büyük partisine ve seçmen kitlesine yönelik katliam çağrısı karşısındaki duyarsızlık sessizlik ürkütücüdür. İç barışın sağlanması, ülkenin asgari demokrasiye yelken açması isteniyorsa, muhalefet, toplumun her kesimi, yurttaşların bir bölümünü “itlaf edilmesi gereken haşere sürüsü” olarak gören zihniyete karşı sesini yükseltmelidir. 

***


Ana muhalefet CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu, cenaze töreni sırasında bir inek hırsızının saldırısına uğramış, linç edilmekten son anda kurtarılmıştı. Saldırgan hırsız serbest kaldıktan sonra AKP’lilerce eli öpülerek sahiplenilmişti. Eski ülkücüler Manisa Milletvekili Selçuk Özdağ ve TV programcısı Afşin Hatipoğlu ile gazeteci Orhan Uğuroğlu’na öldürme kastıyla saldıranlar da MHP üst yönetimi tarafından sahipleniliyor. Cezasız kalan bu saldırılar, muhtemel “terörist” ve “haşere sürüsü”nün ne kadar kalabalık olabileceğini gösteriyor. Meslektaşım arkadaşım Orhan Uğuroğlu ile Selçuk Özdağ’a ve Afşin Hatipoğlu’na geçmiş olsun dileklerimi iletiyorum.


18 Ocak 2021 Pazartesi

HRANT’IN KATİLLERİ VE DOSTLARI

Hrant’ın katilleri

Birbirine düşman edilmiş,“biri travma diğeri paranoya” içindeki iki halk arasında geleceğin barışı için çırpınan, travma ve paranoyayı Türkiye’ye yönelik emperyalist senaryoların etkisinden azade bir çözüme kavuşturmak için mücadele eden, kalbi solda atan Hrant Dink yok artık. 

Türkiye, Hrant gibi bir evladının yokluğunu duyumsadığında çok acı çekecek.


Daha önemlisi, eşi ve çocukları artık sabah kahvaltısında, akşam yemeğinde en sevdikleriyle birlikte olamayacaklar. Karısı kocasına, çocukları babalarına sarılamayacaklar. Doğup büyüdükleri ülkenin sokaklarında “güvercin ürkekliği” içinde de olsa, yağmur altında birlikte ıslanmayacaklar. Karısı ve çocukları, tabanı delik ayakkabıyla dolaşan Hrant’tan özel günlerde çam sakızı yetim armağanı hediye alamayacaklar. Gerçek dostları Hrant’la yarenlik edemeyecekler artık.

İnsanların, emekçilerin, halkların dostu Hrant Dink, artık toprak altında. 

Hrant, etnik kimliğinden ve iki halk arasında geleceğin barışını inşa etmeye çalışmasından ötürü hedef seçilmiş, bu yüzden Türk ve Ermeni ırkçılarının boy hedefi haline gelmişti. 

Bir özelliği daha vardı Hrant’ın, kalbi solda atıyordu. 12 Eylül döneminde işkenceden geçmiş, hapis yatmıştı. 

Hrant’ı daha dün anne kucağındaki bir yeni yetmenin vurduğu açıklandı. Ne ki, katil cinayeti tek başına işlemedi. Hrant kolektif bir cinayete kurban gitti.

Hrant, yıllara yayılan kolektif bir çabayla, her gün yavaş yavaş hedef yapılarak öldürüldü.

Kolektif cinayette herkesten fazla dahli olan kimi failleri tek tek sıralamak gerekirse:

- Gençlik yıllarında birlikte askere gittiği arkadaşları yedek subay çıkarken, sabıkası olmadığı halde omuzlarına rütbeyi çok görüp “sakıncalı piyade” yapanlar. 

- Sabiha Gökçen’le ilgili haberinden sonra Dink’i makamına çağırarak hem ihtar eden hem gözdağı veren yetkililer. 

- Yasalardaki 301 ve benzeri maddelerle demokrasiye tuzak kuran devlet ve hükümet. 

- Kurulan tuzaklara “Avrupa’da da var” demagojisiyle sahip çıkan muhalefet.

- Ermeni sorunu konusunda farklı görüşleri “Milleti arkadan hançerliyorlar” diye karalayarak toplumsal linç provalarına çanak tutan hükümet üyeleri.

- Yazdığı yazıyı anlamak acizliği içinde “Türklüğe hakaret” iddiasıyla şikâyetçi olan, bununla yetinmeyip mahkeme kapısında linç etmeye çalışan ırkçı barbarlar.

- Şikâyeti ciddiye alıp Dink’i yargılayan, şikâyetçi güruh gibi yazıyı okuyup anlamaya karşı dirençli, Orhan Pamuk ve Elif Şafak’a gösterdiği esnekliği Dink’ten esirgeyen hukuk sistemi. 

 - Ölümle tehdit edildiğini savcılığa bildirdiği halde, korunması için önlem almayanlar. 

- Tetikçi çocuğun memleketindeki katil üretme çiftliklerine seyirci kalan yetkililer.

- Önceki benzer cinayetleri aydınlatmakta aciz kalan hükümetler.

Liste daha da uzatılabilir. Ne kadar uzatılsa yine de eksik kalır.

Hrant, çok failli bir cinayete kurban gitti. Bu çok failli cinayet vasatında, birçok cinayet hâlâ karanlıkta. Uğur Mumcu cinayetinin aydınlatılması için verilmiş namus sözü de hâlâ ortada duruyor. 

* * *

Hrant’ın “dostları”

Tabanı delik ayakkabılarıyla kaldırıma serilen Hrant artık toprak altında. 

Hrant’ın katilleri belli. Ya dostları?

Meğer ne kadar çok seveni dostu varmış.

Cinayetin ardından “Hrant benim dostumdu, arkadaşımdı, şurada birlikte yemek yedik, burada birlikte keyif çattık” diye yazan ne kadar çok arkadaşı çıktı...

Hrant’ın ardından çok şey yazdılar, bir şeyi özenle gizlediler: Hrant’ın sol kimliği.

Gerçek dostları bağışlasınlar, ne kadarı samimi dost, kuşkuya düşmemek olanaksız.

Günlük hayatı paylaşmışlar, ailecek görüşmüşler. Ama Hrant, on gündür gazetesinde “Beni öldürecekler” diye feryat etmiş. Ölümle tehdit edildiğini onbir ay önce savcılığa bildirmiş. “Sokakta yürümekten ürkecek kadar” bu tehditlerden bunaldığını yazmış. 

Gazetesinde yazdıklarını, savcılığa bildirdiklerini herhalde dostlarıyla da paylaşmıştır. Ne ki, cinayetin ardından yazan “dostları”, Hrant’ın feryadını ancak öldürüldükten sonra köşelerine ekranlarına taşıyorlar. Aralarında genel yayın yönetmenleri de var. Biri bile gazetesinde, ekranında manşete çekmemiş feryadı.

Birçoğunun Başbakan’la, bakanlarla yediği içtiği ayrı gitmez. Anlaşılıyor ki, biri bile Başbakan’a söylememiş Hrant’ın aldığı ölüm tehditlerini. Başbakan şöyle böyle ama Hrant’a yönelik öldürme tehditlerine seyirci kalmazdı herhalde. Ne ki, “dostları” oralı olmamışlar.

Hrant Dink, can derdine düşmüşken ortada olmayan “dostları”, cinayetten sonra başroldeler.  Ne dostlarmış ama!!!

Popülizm diye hep sıradan insanları aşağılarlar. Bu da entelektüel popülizm olsa gerek. Yetmezmiş gibi bir de cinayetin ardından ekranlarda, köşelerde, cenaze kortejinde entelektüel rant devşirmektedirler. Romantik işportacı dostu herhalde yakında belgeselini de çekip pazarlar.

Gerçekten Hrant’ın dostları mıydılar, Hrant mı dostlarını seçmekte pek isabetli davranmadı, yoksa Hrant nesli tükenen türden herkesin dostu muydu? Gerçek dostlarına sormalı bu soruyu.

Oysa yakın dostu olmaları da gerekmiyordu Hrant’a kol kanat germeleri için. Gazetecilerin, aydınların sıkça öldürüldüğü bir ülkede yaşıyor olmanın deneyimiyle, hiç değilse mesleki dayanışma duyarlılığı gösterebilirlerdi. Köşelerinde yazmakla kalmayıp, on dört yıl önce bir gazetecinin yaptığı gibi doğrudan Başbakan’a da söyleyebilirlerdi.  

* * *

Aziz Nesin cinayetinin failleri yakalandı mı?


Henüz Madımak katliamı olmamış. Madımak katliamına dört ay var. Aziz Nesin hayatta ama, hakkında ölüm fetvası çıkmış. “Cuma” isimli bir dergi, fetvayı kapaktan duyuruyor. Aziz Nesin koruma altına alınmadığı gibi silah ruhsatı başvurusu da sümenaltı ediliyor. Uğur Mumcu öldürüleli bir ay ancak olmuş.

Tarih: 28 Şubat 1993

Yer: Başbakanlık

Konu: Başbakan Süleyman Demirel’in aylık olağan basın toplantısı.

Başbakan son bir aylık icraatını anlatmış, sıra soru yanıt bölümüne gelmiş. 

Başbakan’a sorular, bir süredir artık yazılı olarak önceden veriliyor.

Başbakan soruları yanıtlamaktan yana hayli cömert, hiçbir soruyu geri çevirmiyor. Önce soruyu okuyor, sonra yanıtını veriyor.

Gündeme ve Uğur Mumcu cinayetine ilişkin soruları yanıtladıktan sonra Başbakan Demirel, sona sakladığı soruyu okuyor:

ANKA Ajansı’ndan Rahmi Yıldırım. (Sayın Başbakan, gelecek basın toplantılarınızın birinde muhtemelen ‘Aziz Nesin cinayetinin failleri yakalandı mı?’ diye sormak durumunda kalacağız) diye bir soru var.

Sorudan rahatsızlığını belli eden Başbakan’dan yanıt:


Valla, fevkalade üzer beni. Ağzınızdaki lafı yel alsın. Tedirgin olmaya gerek yok. Bir cinayet şebekesinin bulunduğu mâlum. Böyle bir şeyi düşünmek bile akıldan geçmez. Siz düşünmezsiniz; ama ya böyle bir şey olursa? Bu faraziyeden hareketle ne tedbir bulabilirsiniz, ne çare? Herkes hukuk sisteminin güvencesi altındadır. Onun için falancayı hedef gösterir gibi bir soruyu yakışıklı bulmadım.”

Yanıt bu kadar ve Başbakan kalkmaya hazırlanıyor. Soru sahibi gazeteci el kaldırarak, “Sorumun tümünü yanıtlamadınız Sayın Başbakan” diye üsteliyor, sorusunu, Başbakan’ın okumadığı sorularla birlikte yineliyor:

Aziz Nesin’in öldürülmesi için açık çağrı yapılıyor. Bu tehditler karşısında ünlü yazar devletçe koruma altına alındı mı? İran kaynaklı tehditler konusunda İran hükümetinin dikkati çekildi mi?

Başbakan Demirel hayli sinirli. Manevi evladı Devlet Bakanı Cavit Çağlar, gazeteciye kin ve nefret dolu bir bakış gönderiyor. İçişleri Bakanı İsmet Sezgin de gazeteciye hayli sitemkâr bakıyor. Başbakan Demirel, son sözlerini söylüyor:

Her ikisine de cevap verme imkânım yok. Filanca adamı korumaya alın diye ben tayin etmiyorum. Güvenlik makamları bir değerlendirme yapmış ve mutlaka gereğine tevessül etmişlerdir. Yalnız, gelecek hafta öldürülürse size ne soralım diyemezsiniz. İnsanın kaderinden de beni sorumlu tutmayın! Türkiye’de her cinayetten hükümet sorumlu olursa işin içinden çıkılmaz. Dünyanın hiçbir yerinde böyle bir şey yok. Cinayet işlenmişse canisi vardır. Canisini bulur götürürsünüz. Cinayet işlenmemesi için tedbir alınır. Almıştır güvenlik makamları. Daha ilerisini söyletmeyin. Devlet görevlilerinin birçoğuna her gün tehdit mektupları geliyor. Burada durayım. Daha ilerisini söyletmeyin!

Basın toplantısı bitti. Ertesi gün gazeteler, Başbakan’la gazetecinin tartışmasını ayrı bir haber yaptılar. Bu tartışmanın etkisi oldu mu olmadı mı bilinmez, Aziz Nesin’e silah ruhsatı ve koruma görevlisi verildi. Aziz Nesin iki yıl daha yaşadı. Bu sorudan sonra gazetecinin işyerinde ne gibi bir sıkıntıyla karşılaştığı ise önemli değil. 

Bugün ise “dostları”, Hrant’ın can derdine düştüğünü öldürüldükten sonra köşelerine ekranlara taşıyorlar. Bir de ölüsünün üzerinden entelektüel rant devşirme ahlaksızlığı içindeler.

Hrant cinayeti mukadder değildi. Koruma altına alınması için gazetecilerin yazmalarına, Başbakan’a çıtlatmalarına da gerek yoktu. Başbakan kendiliğinden tedbir alabilirdi; ama almadı. O da, “Koruma talep etmemiş ki” mazeretine sığındı. 

Başbakan başka türlü de konuşabilirdi. Katilin “Cuma namazını kıldıktan sonra vurdum” sözlerine, ilk sorgudan sonra cebindeki bayrağı öpmesine takılıp, “Bana ‘Müslümanlar ve milliyetçiler cinayet işliyor’ dedirtemezsiniz” savunmasına da geçebilirdi. 

Hrant cinayeti durduk yerde işlenmedi.

Hrant’ın katilleri yukarıda sayılanlarla mı sınırlı?

Türkiye, Hrant’ın öldürülmesiyle kalbine saplanan zehirli hançerin farkında mı?

Türkiye, Hrant(lar)’ı yitirmekle neleri tükettiğini duyumsayacak mı?

Rahmi Yıldırım

26 Ocak 2007

Not: DEVŞİRMELER DÖNEKLER / Türk Medyasından Portreler adlı kitaba da giren bu yazı ilk olarak aşağıdaki adreslerde yayımlanmıştı.

http://www.gaxxi.com/medyaz/yazi/hrant%E2%80%99in-katilleri-ve--dostlari

http://www.suvaridergi.org/content/view/622/2/


6 Ocak 2021 Çarşamba

EKSİK SÖYLEDİN FİKRİ SAĞLAR

Sen ne söylersen söyle, söylediğin, karşındakinin anladığı kadardır” derler ya, kırk yılın siyasetçisi Fikri Sağlar’ın düştüğü durum da o hesap.

Katıldığı televizyon canlı yayınında Fikri Sağlar ne söyledi, medya nasıl servis etti, ırkçı ümmetçi mahalle nasıl anladı; aynı mahallenin siyasetçileri kanaat bezirgânları ve trolleri nasıl linç ediyorlar? Hepsi gözler önünde.

Fikri Sağlar’ın söyledikleri üzerinde tepinenlerin söz konusu programı izlediklerini ya da sonradan merak edip internetten baktıklarını sanmıyorum. Çünkü nasıl anlamak istiyorlarsa öyle anladılar; mahalle ahalisine öyle tercüme ediyorlar ve üzerinde tepiniyorlar. Fikri Sağlar’ın tam olarak ne söylediği umurlarında değil?

***


Programın ilgili bölümünü internetten bulup izledim. Fikri Sağlar o programda özetle, kamusal alanda hizmet verenle alan arasında güven ilişkisi olması gerektiğini belirtmiş; bu bağlamda, kendi tecrübesinden yola çıkarak, “türbanlı bir hâkimin karşısına gittiğimde haklarımı koruyacağı ve adaleti yerine getireceği konusunda kuşkum var, bunu aşabilmemiz lazım” demiş. Sonra, iktidara geldiklerinde inancından dolayı örtünen kadın yargıca saygı duyacaklarını vurgulamış; başörtüsünün militanlaşmanın ve ideolojik siyasal mücadelenin kılıfı olmasını eleştirmiş. Bu kadar…

Yargının ve diğer devlet kurumlarının siyasal İslam’ın işgaline uğramasına yönelik bu kadarcık eleştiri bile öylesine fırtına kopardı ki, Fikri Sağlar’ın ne din düşmanlığı bırakıldı ne de başörtüsü üzerinden cinsiyet ayrımcılığıyla suçlanması. Sonunda Sağlar hakkında soruşturma bile açıldı. (Mafya liderlerinin muhalif siyasetçilere ve kanaat önderlerine yönelik ölüm tehditlerine duyarsız kalan yargının Fikri Sağlar’a hemen soruşturma açmasına… Neyse, dilimin ucuna geleni yazmayayım.)

***

Yargıya hiçbir zaman güvenmedim

Başörtülü türbanlı bir yargıç tarafından yargılanmış bir yurttaş olarak, o programa katılmış olsaydım, Fikri Sağlar’ı ben de eleştirirdim. Hem de öyle bir eleştirirdim ki…

Öncelikle derdim ki: 

Fikri Bey Fikri Bey, başörtülü türbanlı bir yargıcın baktığı davada mağdur olmuşsunuz. 

Gazeteci yazar Işıl Özgentürk’e cezayı bastıran kadın yargıç da türbanlıymış.

Yargıç kürsüsünde başörtülü türbanlı bir yargıcın oturmasından duyduğunuz endişeyi ben de duydum. Milli Savunma Bakanı Hulusi Akar ile hasım olduğum davaya bakan yargıç türbanlıydı. İster istemez soru işaretleri çengellendi zihnimde, ama (aklıma geldiyse de) başörtüsü eksenli bir tartışma açmadım. Düşündüm ki, başörtülü türbanlı kadın yargıç yerine, cübbe içinde kravatlı düzgün traşlı ama süzme siyasal İslamcı bir militan da olabilir. Bu durumda sırf sarık, takke takmadığı için güven mi duymalıyım? Öyle ya, 2010 referandumundan sonra yargı Fetullahçı çete tarafından istila edildi; 15/16 Temmuz darbe girişimi sonrasında da adliye personeli mevcudu ikiye katlandı. Taze personelin AKP ve cemaatler kontenjanından atandığı, büyük çoğunluğunun erkeklerden oluştuğu sır değil. O halde sırf türbanlı başörtülü diye yargıca güvensizlik belirtmem ayıp kaçar… Bu akıl yürütmeyle reddi hâkim talebinde bulunmadım. Sonuçta türbanlı kadın yargıç doğrudan beraat kararı verdi.

Gazeteci Yazar Can Ataklı da, Cumhurbaşkanı’na hakaretten yargılandı. Can Ataklı, bir ceza beklemiş; ama “Bu türbanlı hâkim beni mutlaka cezalandırır” endişesine kapılmamış. “Yargı öyle ya da böyle kısa bir süre sonra üzerindeki yüklerden kurtulacak” diye akıl yürütmüş ve yargıya güvenmek istemiş. Sonuçta türbanlı yargıç beraat kararı vermiş.

Fikri Bey, siz mağdur olmuşsunuz ama, hem de iktidarın (1) ve (2) numaralı sahiplerinin taraf oldukları davalarda böyle kararlar veren başörtülü türbanlı yargıçlar da var. Kılık kıyafeti önemsemediğim sanılmasın. Sizin de söylediğiniz gibi türban siyasal bir duruşun bayrağı. Ama bunun dışına çıkanlar da olabiliyor. Yani genellemek doğru değil, her başörtülü de siyasal İslamcı değil.

Dahası Fikri Bey, benzer bir davada sanık olsanız, kürsüde oturan erkek yargıç sarık sarmadığı veya takke giymediği için rahat mı olacaksınız? Dini kıyafet giymeyen Fetullahçı yargıç ve savcıların hukuku nasıl katlettiklerini, nasıl zalimane davrandıklarını görmedik mi?

***

Dahanın da dahası Fikri Bey, varsayalım ki siyasal İslam iktidara gelmedi, “Atatürk ilke inkılaplarına bağlı” siyasetçiler hâlâ iktidardalar, adliyede taş fırın Atatürkçüler adalet terazisini ellerinde tutuyorlar. Siz de sanık sandalyesindesiniz. Ne hissederdiniz? Adaletin tecelli edeceğine güvenir miydiniz yoksa türbanlı başörtülü yargıç karşısındaki gibi tedirgin mi olurdunuz?

Ne hissederdiniz bilemem. Ben o yargıç ve savcılar tarafından da sorgulandım yargılandım. Kırk yıl önce, 12 Eylül 1980 darbesinden sonra kurulan sıkıyönetim mahkemelerinde yani. Yargıçlar savcılar işkence ile sorgulanmamıza kayıtsız kaldılar, cezaevinde işkence altında yargılamaya kalktılar. Ayrıntısına girmeyeyim, tektip cezaevi elbisesi giymediğimiz için duruşmalara almadılar, yazılı savunma verebildim ancak. Yazılı savunmamda, kurum olarak yargıya güvenmediğimi, Türkiye’nin geri kalmışlığında en ağır günahın hukukçulara ait olduğunu belirttim, “Yargıçların görevi işkencecilerin kanlı ellerini yıkamak değildir; sorun, engizisyon hukuku ile hümanist hukuk arasında tercih sorunudur” diye vurguladım. Yargıya onca güvensizlik belirtmeme karşın, sıkıyönetim mahkemesi beraat kararı verdi…

Bu kadar da değil Fikri Bey. AKP’nin iktidardaki ilk yıllarıydı. Rüşvet iddialarına adları karışan generallerle ilgili yazımdan dolayı, dönemin Genelkurmay Başkanı Hilmi Özkök ve İkinci Başkan İlker Başbuğ şikâyet ettiler, ünlü 301’inci maddeden yargılandım. Devir, kuvvet komutanlarının devir teslim törenlerinin naklen yayımlandığı, her an askeri darbe beklendiği bir devirdi. Duruşmalarda kurum olarak yargıya güvenmediğimi bir kez daha vurguladım. Yargıç, beni tekzip edercesine beraat kararı verdi. Devrin Başbakanı Tayyip Erdoğan, hakkımdaki beraat kararını dış dünyadan gelen eleştirilere karşı kalkan olarak kullandı.

Demem o ki Fikri Bey, eksik söylediniz. Eksik söylediğiniz için de başörtüsü türban üzerinden cinsiyet ayrımcılığıyla, dahası din düşmanlığıyla suçlanmaya kapı araladınız. Sorun, yargıya başörtülü türbanlı savcı ve yargıçların da atanmasının ötesinde. Türbanlı hâkimden kuşkunuzu belirtmek yerine “Akp hukuk sistemini parti üyeleri ile doldurdu, bu yargıya nasıl güveneyim?” deseydiniz şimdiki gibi lince tabi tutulmazdınız.

***

Asıl sarıksız erkeklerden kuşku duyulmalı

Tekraren belirteyim Fikri Bey, sizin de söylediğiniz gibi türban siyasal İslam tarafından bayraklaştırıldı; ama türban, başörtüsü aynı zamanda siyasal İslamcı erkeklerin aslında eve hapsetmeye çalıştıkları kadınların özgürlüğü. Bu sayede evden çıkabiliyorlar sosyal siyasal hayata katılabiliyorlar. Kendilerine atfedilen siyasal İslamcı militan kimliğinin dışına da çıkabiliyorlar, hayat buna zorluyor. Erkek hastaya bakmayan türbanlı sağlıkçılar geneli temsil etmiyorlar. Yani, genellemek doğru değil, her başörtülü türbanlı kadın siyasal İslamcı değil. İlla kuşku duymak gerekiyorsa, sırf sarık sarmadıkları, takke takmadıkları, cüppenin içindeki pantolon gömlek ve kravatla kürsüye çıktıkları için laik rejimin hukukçuları sanılan erkeklerden endişe edilmeli!


Bu vesileyle belirteyim, “Atatürk ilke ve inkılaplarının yılmaz savunucusu” generallerin ve siyasetçilerin iktidar yıllarında yargılanan Deniz, Yusuf, Hüseyin kendilerini idama mahkûm eden yargıya güvenmiyorlardı. 12 Eylül 1980 darbesi sonrasında Teğmen Ömer Yazgan’ı, Erdal Eren’i, Veysel Güney’i darağacına gönderenler değil başörtüsü takmak, kadın da değillerdi…

Muhterem Fikri Bey, gerçek laik rejimi görür müyüz, emin değilim; gerçek laik rejimde başörtülü kadın yargıç ve savcılardan endişe etmeyiz diye düşünüyorum. Kim bilir, belki de gerçek laik rejimde inanç sahibi yargıç ve savcılar dini siyasi kıyafetle mahkemeye çıkma gereği duymazlar, İngiliz yargısında olduğu gibi peruk takarlar. Bilmem anlatabildim mi?

Konu, kitaplar yazılsa bile bir şeylerin eksik kalacağı kadar derin. Bu yazıyı noktalarken iki soru da (içtenlikle yanıtlanması koşuluyla) siyaseten Müslümanlara ve gerçek dindarlara olsun:

İnancın şahitliğini yarım, vârisliğini yarım, aklen ve dinen eksik saydığı, evinde oturmaya memur ettiği kadının hâkimliği tam kabul edilir mi?

Başörtülü türbanlı kadın başka partideyse “vitrin mankeni” diye ötekileştirmek aşağılamak siyasi ve dini ahlakın neresine sığar? 


3 Ocak 2021 Pazar

BELBUKA KARAKOLUNA MASA SANDALYE ALALIM!


Van Kato Jirka bölgesinde yaklaşık 3 bin rakımda bulunan Belbuka Kalekol Üs Bölgesi Komutanlığı’nda görevli askerlerimizin masa ve sandalyelerinin olmadığını öğrenince nasıl üzüldüm nasıl üzüldüm bilemezsiniz! Fotoğrafı siz de görmüşsünüzdür, karakolun yoksulluğuna siz de üzülmüşsünüzdür tahmin ederim.

Koskoca İçişleri Bakanı karakola gelmiş, yeni yılı askerlerle birlikte karşılayacak. Ne güzel bir hassasiyet değil mi! Gelgör ki, o karakolda koskoca bakanın altına verecek bir sandalye bile yok. Yemek saati gelmiş, mecburen hep birlikte yer sofrasına bağdaş kurmuşlar. Karakol personeli nasıl üzülmüştür nasıl mahcup olmuştur. Yer sofrasındaki orgeneralin (Jandarma Genel Komutanı olsa gerek) yüz ifadesi nasıl da mahcup. Buna karşılık, İçişleri Bakanı Süleyman Soylu nedense hiç de mutsuz görünmüyor.

Jandarma kumandanının gizleyemediği o mahcubiyeti çok iyi bilirim. Ben de 1981-1982 yıllarında Suriye sınırında Urfa Suruç Harapnaz Bölük Komutanı idim. Göreve başlayalı henüz bir hafta olmuş. Bölük gerçekten yoksulluk içinde. Bölük komutanı makamındaki masa nuh nebiden kalma, sandalyeye giydirilmiş vinleks deri orasından burasından yırtılmış, sünger yırtıklardan fırlamış. Makam odası bu haldeyken, koğuşta, yemekhanede, karakollarda durum nasıldır, siz tahmin edin artık. O yıllarda Alparslan Türkeş’e en yakın generallerden biri olarak bilinen Tugay Komutanı Tuğgeneral Fazıl Bayraktar bölüğü denetlemeye geldi. Bölükteki sefaleti görünce “Bu bölüğü üsteğmen mi idare ediyor, çavuş mu?” diye hakarete yeltendi. Emrimdeki askerlerin de duyduğu bu ifade karşılıksız bırakılacak gibi değildi. “Sayın komutanım ileriki bir tarihte teftişe geldiklerinde, üsteğmen mi idare ediyor çavuş mu? Daha iyi müşahede edeceklerdir!” diye karşılık vermiştim. Denetleme bittiğinde Tuğgeneral Fazıl Bayraktar, alay komutanı ile tabur komutanına “Siz biraz uzaklaşın, üsteğmen ile yalnız konuşacağım” diye emir verdi. Alay Komutanı Ömer Koçyiğit ile Tabur Komutanı Ahmet Yıldırım uzaklaştılar, Fazıl Bayraktar ile başbaşa kaldık. Fazıl Bayraktar sosyalistliğimi kast ederek, “Bak üsteğmen, senin kim olduğunu sen de biliyorsun ben de biliyorum. Defterini düreceğim, ona göre!” dedi. Bu sözlere yanıt vermemeyi tercih etmiştim. Aradan üç ay geçti. Bölükte sefalet geride kalmıştı, askerler artık haftada bir gün, Suruç Halk Eğitim’in desteğiyle film bile seyrediyorlardı. Fazıl Bayraktar tekrar teftişe geldi. Gördüğü manzara karşısında gözleri yaşardı, “Harapnaz Bölüğü’nün makus talihini değiştiren üsteğmene takdirlerimi sunuyorum” diyerek takdirname verdi. Aradan birkaç ay daha geçti, bu kez Ankara’dan tutuklama emri geldi, defterim dürüldü…

Anlatmak istediğim Harapnaz anıları değildi, Belbuka Üs Bölgesi’ndeki masa sandalye yokluğunu görünce ister istemez Harapnaz anılarım depreşti. Hey gidi günler hey!

***

Tekrar Belbuka’ya dönelim. İçişleri Bakanı Süleyman Soylu’nun üs bölgesinde askerlerle yer sofrasında yemek yemesi özellikle sosyal medyada gündem oldu, tepkilere yol açtı. 

Sözcü Gazetesi yazarı Yılmaz Özdil, “38 yıldır bu memlekette gazetecilik yapıyorum, terörün en saldırgan dönemlerinde sınır karakolları gördüm, Türk askerinin postalını çıkarıp yerde yediğini ilk defa görüyorum” diyerek fotoğrafları eleştirdi.

Emekli Tuğamiral Türker Ertürk, “Gerçekten masa yok muydu? Yoksa halkı kandırmak ve istismar etmek için pazarlama tekniği midir?” diye sordu.

Gazeteci Zafer Arapkirli de olayı şov ve rezalet olarak nitelendirdi, “Hudut karakolundaki yer sofrası şov değil gerçekse, askerine adam gibi masada yemek yemeyi layık görmeyen karakol komutanı, alay tugay komutanı her kimse görevden alınsın!” dedi. Arapkirli, sorumlulara istifa çağrısında da bulundu.

Benzer başka eleştiriler de var. Bu eleştirilere Süleyman Soylu, “Belbuka Üst Bölgesi sadece PKK’nın değil, PKK yardakçıları Yılmaz Özdil ve medya faresinin de psikolojisini bozmuş anlaşılan... Bizim köyde şöyle söylerler; İt ürür kervan yürür!” diyerek yanıt verdi.

Walla, bu yanıtın karakoldaki masa sandalye yokluğuyla ne ilgisi var, anlayamadım. İt ürür kervan yürür ne demek? Böyle demek yerine, karakolda neden masa sandalye bulunmadığını açıklaması gerekmez miydi? Ayrıca Üst Bölgesi değil, Üs Bölgesi diye yazmalıydı. Neyse, Türkçe dersinde değiliz.

Başta da dediğim gibi, mezkûr karakolda masa sandalye yokluğuna, mecburen yer sofrasına bağdaş kurulmasına yüreğim sızladı! Muharebe sahası olsa anlarım, mecburen mevzide yer sofrası kurulur; ama fotoğraf muharebe sahasına ait değil. Karakol binasındalar ama ortada masa sandalye yok. Ne acı! Kırk yıl önce Harapnaz Bölüğü’nde bile kırık dökük de olsa masa ve sandalye vardı.

Eski bir zabit olarak kafam karışık, yüreğim kırık. Malum fotoğraftaki orgeneralin ve askerlerin koskoca İçişleri Bakanı’na oturacağı bir sandalye, dirseğini dayayacağı bir masa bile gösterememeleri moralimi çok bozdu! Fotoğraftaki orgeneralin mahcup yüz ifadesi gözümün önünden gitmiyor! Ne yapsam ne etsem? Belbuka Karakolu’na masa sandalye temini için kampanya mı başlatsam? Böyle bir kampanya başlatsam kanuna uygun olur mu?

Allah'ın bütün vasıflarını üzerinde toplayan” Cumhurbaşkanı liderliğinde Türkiye şahlanmışken ben de nelere kafa yoruyorum! Kayyum belediyelerine ziyaretler sırasında kimlere ne hediyeler ikram edildiği tartışmasına hiç girmeyeyim!

Bu vesileyle; 2021 barış ve sağlık yılı olsun desem, çok mu şey istemiş olurum?