23 Aralık 2020 Çarşamba

ÇIPLAK ARAMANIN TÜZÜĞÜ

İnsan denilen mahluk nasıl da zalim, nasıl da vahşi; özellikle kendi türüne kendi hemcinsine karşı. 

Bu vahşet ve zalimlik çok çeşitli şekillerde olabiliyor. İşkence ,cinayet, tecavüz insanın insana zulmünün akla ilk gelenleri. Son günlerde insanın insana zulmünün çok bilinmeyen bir türü de konuşulur hale geldi. Bazı polis ve cezaevi uygulamalarında insanların soyundurularak arandıklarına ilişkin haberler, insan tabiatındaki vahşiliğin nerelere varabileceğini bir kere daha gösterdi.

Bir kere daha gösterdi diyorum; çünkü (en azından benim için) yeni bir şey değil. 12 Eylül 1980 darbesi döneminde gözaltına alınan 650 bin dolayında insan çırıl çıplak işkence tezgâhlarına yatırıldılar. Kürt illerindeki köy baskınlarında erkekler çırıl çıplak soyularak hakaretlere uğradılar. Diyarbakır cezaevinde erkek tutsaklar, cinsel organlarından birbirlerine bağlanıp trencilik oynamaya, birbirlerinin ağzına işemeye, birbirlerinin kıçına yakılmış sigara sokup sönmesini beklemeye zorlandılar. Bunca zulüm arasında çıplaklık ayrıntı gibiydi.

Zulüm Diyarbakır cezaeviyle sınırlı değildi. Ülkenin diğer cezaevlerinde ve sorgu merkezlerinde de zulüm kol geziyordu. Tutuklu ve hükümlülere eziyet etmemek karşılığında mahpus yakınlarından rüşvet alan cezaevi komutanları vardı. İdam cezası vermemek karşılığında sanık yakınlarından rüşvet sızdıran yargıçlar türemişti. Teğmen Ömer Yazgan, rüşvetçi hâkimin kararıyla asılmıştı. Darbe, her şeyin piyasalaştırıldığı neoliberal kapitalizmin darbesiydi; insan hayatı ve işkence görmeme hakkı da pazara düşmüştü. Bunca zulüm arasında çıplaklık ayrıntı gibiydi. 

Ayrıntı gibiydi çıplak arama ve teşhir. Metris cezaevinde duruşmaya, avukat veya ziyaretçi görüşüne, revire gidiş gelişlerin olmazsa olmazıydı çıplaklık. Fonda Müşerref Akay ve İbrahim Tatlıses’in pespaye şarkıları türküleri eşliğinde soyunmaya zorluyorlardı. Soyunmayı kabul etmeyenleri dayaktan geçirip koğuşa sokuyorlar; ziyaretçilere ve avukatlara, kendimizin çıkmak istemediğimiz yalanını söylüyorlardı. Mahkemeye çıkarmaları gerektiğinde ise zorla soyuyorlardı. Soymakla kalmıyorlar, vücut derinliklerine de el atıyorlardı. Elbette direniyorduk zulme. 

Çıplaklık zulmü kadın tutsakları da kapsıyordu. Barış Davası sanıkları arasında, yaşı 60’ı geçmiş (İstanbul Belediye Başkanı Ahmet Isvan’ın eşi) Reha Isvan da vardı. Reha Isvan, bu ahlaksızlığı şöyle anlatmıştı:

Beni ilk soyacakları gün polis odasında en az sekiz kişi vardı, polis ve gardiyan. Arama bahane. Görüşe çıkarken ve dönerken arıyorlar. Beni bir günde altı kez soydular. Ama görüşte önü iki camlı kutu gibi bir şeyin içine giriyorsunuz. Oradan telefonla diyelim eşinle konuşuyorsun. Arkanda askerler var. Görüşmecinle aranda iki kat camdan başka demir parmaklık var. Bir yanda polis de telefonu dinliyor. Tüm telefonlar dışarıda bir komisere bağlı. Her an kesebilirler konuşmayı. Yani kısaca, görüşmede, karşındakiyle en ufak bir temas olanağı yok. Bu görüşten sonra yine polis odasına alınıp ‘soyun’ diyorlar. Bana ilk ‘soyun’ dediklerinde şöyle düşündüm: Amaçları tepkimi görmek. Öfkelenip direneceğim, onlar da zapta geçirecekler. Odadakilere bakıp güldüm. ‘Tam striptiz yapılacak hava ama müzik uygun değil’ dedim. Çünkü hoparlörde arabesk çalıyordu. Çok seviyorlar arabesk müziği. ‘Hafif batı müziğiyle daha iyi olur’ dedim. ‘Nereye kadar isterseniz soyunayım. Çünkü benim için hiçbir anlamı yok’ dedim. Bu bana hakaret gibi gelmiyor. Gençlerin buna tepki göstermelerini anlıyorum, saygı duyuyorum. Ama 60 yaşında bir kadın soyunsa ne olur, soyunmasa ne olur?..” (Milliyet, 24 Şubat 1986.)

***

Aradan onca yıl geçmiş, yine çıplaklık zulmü konuşuluyor. TBMM’deki bütçe görüşmelerinde HDP Kocaeli Milletvekili Ömer Faruk Gergerlioğlu “Uşak’ta gözaltına alınan 30 üniversite öğrencisi kadının çıplak aramaya maruz bırakıldığı” iddiasını gündeme getiriyor. İktidar partisi AKP Grup Başkanvekili Özlem Zengin, Gergerlioğlu’nu Meclis’i terörize etmekle suçluyor, “Çıplak arama yoktur; ne münasebet çıplak arama, hem de bahsettiği kadınlar mütedeyyin kadınlar” diye karşılık veriyor. 

Uşak Emniyeti, Milletvekili Gergerlioğlu hakkında suç duyurusunda bulunmuş; Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı da çıplak arama zulmünü teşhir edenler hakkında soruşturma başlatmış. Şaşırtıcı değil bu tepkiler. 12 Eylül darbecileri de işkence haberlerini yalanlıyorlar, “İşkence resmi politikamız değildir” diyorlardı. İşkencenin resmi politika sayılması için illa anayasada veya yasalarda düzenlenmiş olması gerekirmiş, işkenceyi resmi politika olarak benimseyen devlet varmış gibi, kendilerince hokkabazlık yapıyorlardı.

Özlem Zengin’in 12 Eylül faşistlerinden miras yalanlamasıyla çıplak arama zulmü örtülmüş olmuyor elbette. Çıplak arananlar konuşuyor, Gezi Parkı davasında beraat eden TMMOB Mimarlar Odası İstanbul Büyükkent Şube yöneticilerinden Mücella Yapıcı anlatıyor: “Çıplak arama yok öyle mi? Siz de hiç utanma arlanma yok mu? Bir parkı savundum diye beni 60 yaşımda aşağılayıcı bir şekilde çıplak aramaya maruz bıraktınız ve bunu başka kadınlar yaşamasın diye açık açık ifşa etmek zorunda kaldım...Açtığım dava hâlâ devam ediyor...Susun bari...

Sadece Mücella Yapıcı ve Uşak’taki üniversite öğrencileri çıplak aranmadılar. AKP iktidarı döneminde çıplak aramaya ilişkin nice haberler ekranları ve sayfaları kapladı. 

***

Bu anlatımlar, bu yalanlamalar bir yana, arama motoru google’a “çıplak arama mevzuat tüzük yönetmelik” diye yazın, görün karşınıza ne çıkar!

İlk olarak, “TC Cumhurbaşkanlığı Mevzuat Bilgi Sistemi” başlıklı sayfa açılır. Bu sayfada “CEZA İNFAZ KURUMLARININ YÖNETİMİ İLE CEZA VE GÜVENLİK TEDBİRLERİNİN İNFAZI HAKKINDA TÜZÜK” vardır. 


Bu tüzük 20 Mart 2006 tarihlidir; yani Recep Tayyip Erdoğan başkanlığındaki Bakanlar Kurulu tarafından çıkartılmıştır.

Bu tüzüğün “Arama, güvenlik tatbikatı ve sayım” başlıklı 46’ncı maddesinde çıplak aramanın nasıl yapılacağı, beden çukurlarına nasıl müdahale edileceği anlatılmaktadır. 

Bu tüzük, 29 Mart 2020 tarihli Resmi Gazete’de Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın kararıyla yayımlanan yönetmelikle ayrıntılandırılmıştır. Ayrıntılarını ben aktarmayayım; merak eden, zahmet edip google’a sorsun lütfen! 

Bilinsin ki, işkence resmi politika olarak düzenlenmemiş olsa da, bir çeşit işkence olan çıplak arama resmi politikadır!!! Resmi politikada çıplak aramaya detaylı arama da deniliyor!

***

Çıplaklık zulmü insanlık tarihi kadar eskidir. O kadar geriye gitmeye ne hacet! Vahşi kapitalizmin darbesi 12 Eylül’ün üzerinden 40 yıl geçti, yine çıplaklık zulmü konuşuluyor. Hem de başörtüsünü hem ibadet hem siyaset hem de özgürlük belleyenlerin iktidarında.

Örtünmek, başını örtmekten çok daha eskidir, insanın tarihiyle başlar. Teolojiye göre cennette örtünme yok. Cennetin ilk sakinleri Adem ile Havva örtünmüyorlardı, utanç nedir bilmiyorlardı. Ne zaman ki cennetten kovuldular, çıplak olduklarını fark edince utançtan ilk önce örtünmek istediler, incir yaprağıyla örtündüler.

O gündür bugündür, insan hep örtülü olmak istiyor, özellikle avret yerlerini saklıyor. Hatta örtünmeyi abartan Müslüman kadınlar, saçlarının görünmesine bile tahammül edemiyorlar; “Baş kesilir, o zaman açılır” diyorlar. 

Ve bugün, başını örtmeyi ibadet, siyaset ve özgürlük sayanların iktidarında çoğunlukla başörtülü kadınlar çıplak aramaya maruz kaldıklarını ifşa ediyorlar. 

Bu ne yaman çelişkidir? 

Bu ne zalimliktir?

Hiç mi utanmazlar?

Dünyevi iktidar ve çıkar, bu kadar mı tatlıdır?


20 Aralık 2020 Pazar

DAMAT BERAT NEREDE?

Ekonomist Emin Çapa, sosyal medyada “Berat Albayrak’ın nerede olduğunu merak eden benden başka kimse yok mu?” diye sormuş.

Olmaz olur mu Emin Bey, olmaz olur mu? Merak eden çok kişi var. Şahsım olarak bizatihi ben de merak ediyorum. Hem gazeteci olarak meslek icabı hem de Berat Bey’in aldığı kararlardan fena halde etkilenmiş vatandaş olarak merak ediyorum. Ben de soruyorum “Damat Berat nerede?” diye.

Çok kimse soruyor “Damat Berat nerede?” diye ama nerede olduğunu bilen yok. En son 8 Kasım 2020 tarihinde, Instagram hesabından yayımladığı mesajla istifa ederken varlığından haber alınmıştı. Öyle bir istifa mesajıydı ki, “At izinin it izine karıştığı, Hak ve batılı ayırt etmenin zorlaştığı böyle çetin bir zamanda Allah sonumuzu hayreylesin” demiş; bu sözleri kayın babasına posta koyduğu yorumlarına bile yol açmıştı…

O günden beri Damat Berat ortalıkta yok. Oysa Hazine Bakanı iken öksürse haber olurdu. Bugün de artık bakan olmasa bile, tuvalete giderken görüntülense haber değeri taşır ama kimse nerede olduğunu bilmiyor ya da bilmezlikten geliyor.

Latife bir yana işin en acıklı tarafı da bu; yani medyanın yüzde 90 kadarının Berat Bey’in nerede olduğunu kurcalamaması. Sözüm ona medya dördüncü kuvvettir; yani halk adına iktidarları gözetler, eleştirir. Sözüm ona medya bekçi köpeğidir, bekçi köpeğinin bir tehlike sezinlediğinde havlayarak çobanı ve sürüyü uyarması gibi iktidarın yanlışlarını halka duyurur. Medyanın yüzde 90 kadarı bu görevini yapmıyor. Berat Albayrak’ın istifasını bile talimat gelmediği için 27 saat duyuramamıştı. (Bu anda aşağıdaki adreste kayıtlı yazıyı da okumanızı öneririm: http://rahmi-yildirim.blogspot.com.tr/2017/11/fahiseler-ve-gazeteciler.html)

İşin daha da acıklı tarafı, Cumhur İttifakı seçmenlerinin de olan biteni merak etmemesi; Hazine Bakanı’nın istifasını duyuramayan mecraları haber medyası zannetmesi. Ne demeli; öyle tencereye böyle kapak, öyle seçmen kitlesine böyle medya. Sahi ne demişti Damat Berat: “Cumhurbaşkanımız Ay’a 4 şeritli yol yapacağım dese inanacak seçmenimiz var.

***

Gerçekten Damat Berat nerede? Medyanın yüzde 90’ı kurcalamadığına göre belki Google bilir diyerek, internete girdim. Meğer Google’ın 2020 trendlerine göre Berat Albayrak ismi bu yıl en çok yapılan “aramalarda” ikinci sırada imiş. 

Berat Albayrak araması ikinci sırada imiş ama bir buçuk aydır nerede olduğunu Google da bilmiyor. Google da bilmeyince ortalıkta komplo teorilerinden geçilmiyor haliyle.

Bir rivayete göre, kaybolmuş filan değil, babasının Trabzon’daki evinde dinleniyor. 

Madem dinleniyor, şöyle kapıdan çıkarken ya da balkonda keyif çayı içerken görünse kıyamet kopmaz değil mi? Ama yok.

Gazeteci Murat Ağırel, Tanzanya’ya gidip döndüğünü söyledi ama öyle olsa bunun saklanacak nesi var ki? Ne doğrulanıyor ne de yalanlanıyor. Sahi Tanzanya’ya gittiyse, niçin gitmiş olabilir?

Başka bir komplo teorisine göre Kuveyt’e ekonomi danışmanı olmuş. Atılır da bu kadar atılmaz hani. Belki de doğrudur, kim bilir?

Odatv’ye göre İstanbul Nakkaştepe’de kendisine ofis kiralamış, çalışmalarını oradan yürütecekmiş. Bunun da saklanacak bir yanı yok değil mi? Ama ne doğruluyor ne yalanlıyor.


KRT Tv’de “Taşınmaz Hukuku”  programcısı Avukat Afşin Hatipoğlu, “Adam sağ mı, hasta mı, dövüldü mü, saklanıyor mu, bu adamın son durumu nedir?” diye sormuş, yanıt alamamış. (https://www.erguncel.com/berat-albayrak-nerede--133395)

Halk TV’de Ayşenur Arslan’ın Medya Mahallesi programına konuk olan anket şirketi MAK Yönetim Kurulu Başkanı Mehmet Ali Kulat, Berat Albayrak’ın ekonomik gidişattan dolayı değil, aile içi meseleden dolayı istifa ettiğini öne sürmüş. (https://www.cumhuriyet.com.tr/haber/berat-albayrakin-istifasi-aile-ici-mesele-1793231)

Aile içi mesele? Allah allah! Ne olabilir ki? Çarşı pazar alışverişinde mi ya da mesela (Allah bağışlasın) Hamza Salih’in altını kimin değiştireceği meselesinde mi anlaşamadılar acaba? Damat bundan dolayı istifa ettiyse cidden ayıp etmiş!

Fetullahçı Ekrem’e göre de, “Bir daha yapmayacağım” diye tövbe ettiği bir kabahati işlediği için aile içinde Berat’a format atılmış, format işleminin yüzde neden olduğu tahrişler henüz silinmemiş, Berat o yüzden görünmüyormuş… 

Walla Ekrem Dumanlı’ya inanmıyorum açıkçası. Cemaat arkadaşlarından Erkam Tufan’ın “Berat, konuşmaması için ev hapsine alındı” iddiasına da! 

Ekrem Bey, Erkam Bey, kendinize gelin! Osmanlı döneminde değiliz, “demokratik laik” Türkiye Cumhuriyeti’ndeyiz. Damatların (üstelik en güçlü oldukları günlerde) dilsiz cellatlar eliyle boyunlarına ipek kementlerin dolandığı ya da kafalarının kesildiği, şehzadelerin kafes arkalarına hapsedildikleri devirler geride kaldı. Siz hangi çağda yaşıyorsunuz? Kendinize gelin! Biraz da Pennsylvania’daki şatoda neler dönüyor, onu bildirseniz ölür müsünüz?

(Osmanlı tarihe karıştı diye biliyorum ama ya tarih bilgim doğru değilse ya da Osmanlı hortladıysa?)

Dediğim gibi, Damat Bey’in nerede olduğunu bir tek Emin Çapa merak etmiyor, ben de merak ediyorum. 

Gerçekten Damat nerede?


Not: Esra ile Berat'ın Düğünü başlıklı yazıyı da okuyabilirsiniz. Baki selamlar.


19 Aralık 2020 Cumartesi

“HAYATA DÖNÜŞ” KATLİAMI


Cezaevlerinde 20 yıl önce “Hayata Dönüş” adıyla katliam yapılmıştı. Mahkûmlarla görüşmelerde çözüme yaklaşıldığı saatlerde 20 cezaevinde birden başlatılan katliamda cezaevi duvarları dozerlerle yıkılmış, gaz bombaları ve zırh delici silahlarla gerçekleştirilen katliam canlı yayınlarla izlettirilmişti. Gazete manşetlerinde ise, katliam kurbanlarının ömür boyu unutmayacakları başlıklar atılmıştı.

Koğuş sisteminden F-tipi cezaevlerine geçişi protesto için başlatılan ölüm oruçlarına son vermek gerekçesiyle yapılan katliamda 32 kişi öldürülmüş, yüzlerce tutuklu ve hükümlü yaralanmıştı. Katliam, kendisi de defalarca hapse girmiş çıkmış Bülent Ecevit’in siyasi sorumluluğu altında yapılmıştı. Katliam öncesinde tutuklu ve hükümlüler ile siyasi yetkililer arasındaki görüşmelerde arabuluculuk yapan Zülfü Livaneli diyor ki: “1996 ölüm oruçlarında tutukluların isteklerini Refah Partisi hükümetine bile kabul ettirebilmiştik ama 2000’de Ecevit hükümeti kabul etmedi.


Derin bir iradenin eseri katliamdan üstlerinin emirlerini uygulayan erler sorumlu tutuldular. F tipi cezaevlerinin mimarlarından olan ve Operasyon sırasında Ceza ve Tevkifevleri Genel Müdürlüğü görevinde bulunan Ali Suat Ertosun’a ise 2004 yılında AKP hükûmetinin kararıyla 'Devlet Üstün Hizmet Madalyası' verildi.

Aşağıdaki yazı katliamın 6’ncı yıldönümünde kaleme alınmıştı.

***

İNSANIN ZULMÜNE DAYANMAZ YÜREK

İçinde yatmamış olana cezaevini anlatabilmek olanaksızdır. Ne anlatılırsa anlatılsın, dinleyene inandırıcı gelmez. İçeriye dair yazılı metinlerde ve sanat yapıtlarında anlatılanlar da inandırıcı bulunmaz, en iyimser yorumla abartılı bulunur.

Cezaevleri, toplumda suçlu duruma düşen kimselerin ceza olsun diye toplumdan koparılıp kapatıldıkları yerler.

Hukuk dilinde, ceza suçun bedelidir; cezadan amaç, suçlunun topluma kazandırılmasıdır. Yasalar, anayasalar, uluslararası sözleşmeler, kimsenin insan onuruyla bağdaşmayan cezaya tabi tutulamayacağını, mahkûma ve tutukluya işkence ve eziyet edilmeyeceğini söyler.

Ne ki, yasaların, insan hakları sözleşmelerinin diğer hükümleri ne kadar geçerliyse, cezaların infazı ile ilgili hükümleri de o kadar geçerlidir.

Çünkü, cezaevi, toplumun gerçek aynasıdır; sömürü düzeni ve yabancılaşmanın tortusu cezaevlerinde dibe çöker. Cezaevinin dışı nasılsa içi ondan beterdir. Egemen sınıfın diğer sınıfları sömürmesi ve ezmesiyle nitelenen kültürlerde toplumsal çelişkiler, içeride insanın yaşama hakkını tanımamaya varan ölçülerde vahşileşmiş biçimler altında yaşanır.

Toplumun varsılları soyluları, içeri düşmemenin yollarını bilirler; kazara düşseler bile, içeride de bir elleri yağda bir elleri balda olurlar ve ne yapar eder, dışarı çıkmanın yollarını bulurlar.

Cezaevi koğuşlarını, dışarıda en temel maddi-manevi gereksinmelerini karşılama olanağından yoksun yurttaşlar, işçiler, köylüler ve mevcut kültürü aşmak isteyen muhalifler doldururlar.

Birçok benzerleri gibi ülkemizde de cezaevleri ve cezalandırma politikası ilkel bir öç alma ve hınç güdüsüne dayalıdır. Verili kültür, dışarıda insan yerine koymadığını içerde hayvan yerine bile koymaz. Mademki içeri düşmüştür, serbestliğini elinden almak, kapatmak yetmez. Mademki içeri düşmüştür, ezilmelidir, aşağılanmalıdır, ıslah bahanesiyle dövülmelidir, havasından – güneşinden – sağlığından – kültürel gelişme olanaklarından yoksun bırakılmalıdır. Hatta, kötü muamele görmeme ya da en basit ihtiyaçlarını karşılama bedeli olarak sömürülmelidir.

Hele bir de sermaye düzenine karşı gelmişse, sömürüye – zulme karşı sesini yükseltmişse, çok daha ağır suçludur; mümkünse öldürülmeli, öldürülemiyorsa ölmekten beter edilmelidir. Sanki düzenin kaymağını hapishane personeli yemekte, içeri düşenler bu kaymağı ellerinden almaya kalkışmışlardır; öylesine ezilmeli ki, ya “ıslah” olur ya “geberir” ya da “gebertilir”. Nitekim çok “geberttiler”.

***

Mamak, Metris, Diyarbakır


Oysa çok şey istememişti 12 Eylül tutsakları. İnsan olarak muhatap alınmak, özel yaşamına ve kişiliğine saygı, yeterince beslenebilmek, hastalandığında tedavi edilmek, yatacak bir yatağı olması, kitap gazete, yeterince havalandırma, savunma hakkının kısıtlanmaması, yakınları ve avukatı ile görüşebilmek ve haberleşebilmek, keyfî ceza ve nakillere ve işkenceye maruz bırakılmamak…

Bunlar olanaksız şeyler değildi. Faşist Mussolini’nin cezaevlerinde bile mahkûmlar bundan daha ileri koşullarda yaşamışlardı. 12 Eylül buldozerinin ezdiği Türkiye’de Mussolini faşizminin pençesindeki İtalya’ya bile rahmet okundu.

 “Gebertme” politikası Türkiye’de 12 Eylül faşizmi döneminde kurumsallaştı. Devir, ABD’nin “our boys” diye sırtını sıvazladığı yerli Pinochet’nin “asmayıp da besleyecek miyiz?” dediği devirdi. ABD’nin Guantanamo, Vietnam’da  Paulo Condor, Irak’ta Ebu Garip cezaevleri modeli, Türkiye’de ilk, 12 Eylül döneminde uygulandı; Diyarbakır, Mamak ve Metris zindanları, en çok göze batan merkezler oldu. Amaç, siyasi tutsakları kişiliksizleştirmek, onursuzlaştırmak, ideallerinden vazgeçirmek, arkadaşlarına ihanete zorlamak, son çare olarak da punduna getirip fiziken yok etmekti.

Rutin hale gelen işkence ve dayak, açlık grevindeyken bile öldüresiye dövmek, havalandırmaya ve görüşe çıkarmamak, kitap ve gazeteden yoksun bırakmak, savunma hakkını kısıtlamak, kulakları sağır edercesine günün her saatinde marş dinletmek, arama adı altında tahrip ve yağma, muhbirliğe ve itirafçılığa zorlamak…

İnsan olanın aklına gelmeyecek aşağılık zulümler olarak, sırayla foseptik çukuruna indirip yedirmek, cinsel organlarından birbirlerine bağlayıp trencilik oynatmak, kıçına sokup çıkardığı copu arkadaşına yalatmak, birbirlerinin ağzına işemeye zorlamak, birbirlerinin kıç deliklerine yakılmış sigara sokturup sönmesini beklemek, kadın tutuklulara cinsel taciz…

Sonuç, ölüm oruçlarında ya da “operasyon” adı verilen katliamlarda ölen öldürülen onlarca tutsak. Sağlığını, ruhsal dengesini, yaşama enerjisini yitirmiş on binlerce insan kalıntısı. Yanı sıra, “Zincirin zulmün kâr etmediği, kırbacın kâr etmediği büyük tahammül” (Enver Gökçe) ile zulme teslim olmayıp birbirlerine ve ideallerine tutunarak hayatta kalabilen binlerce devrimci insan. Diyarbakır’daki zulmün, dışarıya adımını atar atmaz dağa çıkmak dışında seçenek tanımadığı binlerce militan…

12 Eylül faşizminin Mamak, Metris, Diyarbakır zindanları mazide kalmadı. İzleyen “sivil” iktidarlar döneminde, cezaevlerinde pasifikasyon politikasının dozunda eksilme olmadı; Ulucanlar ve Diyarbakır cezaevlerinde 12 Eylül dönemindekini aratmayacak nitelik ve nicelikte katliamlar yapıldı, onlarca insan öldürüldü. Hem de kendileri de cezaevinde yatmış Başbakanlar döneminde.

Diyarbakır Cezaevi’nde 1996 yılında 10 kişinin demir çubuklarla öldürüldüğü tarihte Başbakan Necmettin Erbakan’dı.

Ulucanlar Cezaevi’nde 1999 yılında 10 kişinin vahşice katledildiği tarihte Başbakan Bülent Ecevit idi. Oysa Ecevit, defalarca hapse girip çıktığı 12 Eylül döneminde diyordu ki: “Türkiye'de yönetimler istese de istemese de öteden beri 'geleneksel' olarak işkence yapılır. Açık rejimlerde yönetimler kararlılıkla üstüne yürürlerse işkence azalır. Kapalı rejim dönemlerinde ise büsbütün yaygınlaşır. Bu gerçekler bilinmezlikten gelinemez...” (Arayış Dergisi, sayı: 7)

***

Şimdi de F Tipi

Cezaevlerindeki katliamlara Başbakan sıfatıyla siyasi sorumlu olarak onay verirken ne Erbakan hatırladı bir zamanlar kendisinin de hapis yattığını ne de Ecevit.


Bülent Ecevit, bir zamanlar kendisinin de hapis yattığını unutmanın da ötesine geçti. Ömrünün son deminde son kez Başbakan olur olmaz ilk aklına gelen, “Hayata Dönüş” operasyonu oldu. Operasyonun hazırlığı bir yıl sürdü. Nihayet, 19 Aralık 2000 tarihinde 20 cezaevine birden baskın yapılarak, 32 tutuklu ve hükümlü öldürüldü; sağ kalanlar F tipi cezaevlerine dolduruldu. Ölüm oruçlarında ölenlerle birlikte ölü sayısı 122’yi buldu.

Mamak, Metris ve Diyarbakır’ın ilhamı ABD’den alınmıştı. F tipinin ilhamı ise daha çok AB’den. AB’nin ilhamı da ABD’den. F tiplerinin atası sayılan cezaevi modeli ilk, ABD’de bağımsızlığın hemen ardından 1778 yılında uygulanmış, sonra Avrupa’da daha çok geliştirilmişti. Kapitalizmin ihtiyaç duyduğu insan modeli, bireyci insandı. İki yüz yıl sonra Türkiye rotasını Avrupa’ya çevirdiğinde, tutuklu ve hükümlüyü, birey olarak diri diri mezara koyan F tipi cezaevi modeline en büyük desteği AB verdi.

Yasada “yüksek güvenlikli kapalı ceza infaz kurumları” olarak adlandırılan F tipi cezaevlerinin en önemli özelliği, tutuklu ve hükümlünün yasadaki ifadesiyle “teknik, mekanik, elektronik ve fizikî engellerle donatılmış, oda ve koridor kapıları sürekli kapalı tutulan (…) bir veya üç kişilik odalarda” barındırılması. “Barındırılacak” olanlar devletin güvenliğine veya anayasal düzene karşı suç işleyenler. Bir mitinge veya yürüyüşe katılmak, afiş asmak, yazı yazmak, bu suçu işlemek için yeterli sayılıyor. Bu “oda”ya kapatılmak için hüküm giymek de şart değil, henüz yargılanırken tutuklanmak yeterli. Dava beraatla sonuçlanırsa da geçmiş olsun.

Devlete sorulursa, “otel odası” konforunda. Soğuk, havasız, bir parça gökyüzünün bile yasaklandığı, içinde tuvalet, bir ranza ve masa-sandalye dışında hiçbir şeyin olmadığı, kapalı demir kapısıyla, ışığı bile geçirmeyen  mazgalıyla, kapının altında köpeğe verilir gibi ayakla itilen yemek tepsisiyle, “otel odası” ...

Sayıma gelen gardiyan ve yemek dağıtımında kapıdaki ızgarayı açan görevliden başka kimse yok. Yani, insan yok. Yine de, “iyileştirme” programına katılana, haftada beş saat süreyle, ortak mekânlarda en çok on kişiyle bir araya gelme hakkı(!). Kapının hangi saatlerde açılacağının keyfe bağlı olduğu bir hak. “İyileştirme” programları, bireyi köleleştirme, görüş ve ideallerinden vazgeçirmeye yönelik. Bedensel işkenceye açık, eziyet amaçlı aramalar, sürekli yanan lamba, tercih ya da reddetme olanağı olmayan dahili “müzik” yayını, sınırlı sayıda çamaşır, en fazla üç kitap…

Ortaçağ’da da vardı böyle “otel odası”. Ölmeden mezara koyarlardı, çürümeye terk ederlerdi. Feodalizm tarihe karışsa da, kapitalizmin senyörleri atalarının mirasını devraldılar. Düzen karşıtları ya yola gelecekler ya da intihar ederek veya çürüyerek ölecekler. Ölmeseler bile ölmekten beter olacaklar.

***

“Büyük tahammül” ve direnmenin onuru

Sermaye düzeninde cezaevlerinde amaç, cezayı çektirmek ve suçluyu topluma kazandırmak değil, intikam almak, siyasi tutukluları, hem kişilik olarak hem de fiziki olarak yok etmek. Dün Mamak, Metris ve Diyarbakır idi, bugün F tipi. Ama, zalimin zulmü varsa, direnmenin de onuru var.

İnsanları ölümü tercih etme noktasına getirecek derecede vahşi zulme karşı direnişte ölenler artık 100’lerle sayılıyor. F tipi zulme karşı direnişte ölenlerin sayısı 122’yi buldu. Sırada, tutuklu Sevgi Saymaz, tutuklu annesi Gülcan Gözoğlu ve Avukat Behiç Aşçı var; 270 gündür, F tipi zulme karşı ölüm orucundalar. Ömürlerini eksiltmeye koydukları direnişlerinde artık 30’lu kilolardalar.

Çok şey istemiyorlar. İtalya’da 19 yıl yattıktan sonra 8 ay önce Türkiye’ye gelen, cezaevinde sadece 29 gün kalan, hep hastanede yatan ve şimdi de 3 ay izinle evinde istirahat eden mafya ağası Oflu Süleyman’a tanınan türden ayrıcalık istemiyorlar. Tek istedikleri, BM Minimum Cezaevleri Standartları’nın kabul edilmesi, cezaevlerinin sivil izlemeye açılması, F tipi cezaevlerinde “tek kişilik ve 3 kişilik odalarda yatan 4 bin tutuklu ve hükümlünün birbirlerini daha çok görebilmesi için 3 kapı ve 3 kilidin gün içinde açık tutulacağına dair bir söz”. Hepsi bu.

Kabul edilmeyecek istekler değil. Ama, iktidarın vicdanı çoraklaşmış, kalbi taşlaşmış, kabul etmiyor. Yolsuzlukları ve yoksulluğu yenmek, emperyalizme bağımlılığı ortadan kaldırmak,  demokratikleşmek konusunda kararlılık sergilemek yerine IMF’ye, ABD ve AB’ye teslim olmuş, gücünü yalnızca cezaevlerine yetirebiliyor.

Sermaye iktidarının vicdanı çoraklaşmış, kalbi taşlaşmış. Ama, toplum da sessiz.

Suskunluk toplumu sarmalasa da, bilinmeli ki, geçmişteki ölümler herkes için bir sınavdı, yaklaşan ölümler de öyle.

Ölüme koşanlara tıkalı kulaklar hiç değilse Yaşar Kemal’in çığlığını duymalı.

Türkiye F tipiyle mücadele etmeli. Hapishaneye adam koyuyorsun, ikinci kez zulüm etmeye gerek var mı? Zaten zulümdür hapishane. Bu kadar zulümle Türkiye ayakta kalamaz! Türkiye insanoğluna karşı çok yanlış yapıyor. Türkiye daha merhametli, hoşgörülü, demokrat olmalı. Bana Kozan Hapishanesi'nde kara ekmek veriyorlardı yine de bugünkü hapisanelerden daha iyiydi. Hiç olmazsa arkadaşlarım beni görüyordu.” (Radikal, 18 Aralık 2006)

İçinde yatmamış olana cezaevini anlatabilmek olanaksızdır, ancak yatanlar bilir. Düzenin aktörü, figüranı, kemik yalayıcıları ise Başbakan olsalar bile bilmezler.

Bilinmeli ki, cezaevleri toplumun gerçek aynasıdır. İçerde ve dışarda ölüme yatanların anlattığı öykü, herkesin öyküsüdür.

Cezaevlerinde insanlar hâlâ ölüme yatacaklarsa, ölüme yatanlar ölecekse, ne yeni yıl kutlu olsun ne de Kurban Bayramı!

Rahmi Yıldırım

29 Aralık 2006


8 Aralık 2020 Salı

TANK PALET’İN ALTINDA EZİLEN AHLAK

Tank Palet Fabrikası’yla ilgili tartışmanın seyrine düzeyine bakıp ülkenin bugünü ve geleceği adına endişelenmemek mümkün değil. Bir konu ancak bu kadar saptırılır, olayın aslı kamuoyundan ancak bu kadar gizlenir ve bir tartışmada düzey ancak bu kadar düşer.


Tartışmanın düştüğü düzeyi biliyorsunuz. CHP Mersin Milletvekili Ali Mahir Başarır, bir televizyon programında, Sakarya Arifiye’deki Tank Palet Fabrikası’nın “50 milyon dolarlık yatırım ihtiyacı” nedeniyle Katar’a satılmasını eleştirirken, “Cumhuriyet tarihinde ilk kez devletin ordusu Katar’a satılmış” dedi. Ali Mahir Başarır daha sözünü bitirir bitirmez fabrikanın Katar’a satılmasını kastettiğini söyledi ama işitmediği laf, uğramadığı hakaret kalmadı. AKP Genel Başkanı’ndan başlayarak iktidarın her kademedeki yetkilisi yetkisizi, “Milletin ordusuna milletin önünde hakaret edilmiştir, bunun hesabı sorulacaktır” diye ucuz kahramanlık taslıyor. 

İktidara biat etmiş TOBB, TESK, TİSK, Hak-İş, TÜRK-İŞ, Türkiye Kamu-Sen, Memur-Sen gibi işçi, memur, esnaf, patron örgütlerinin genel başkanları Milli Savunma Bakanı’nı ziyaret ederek, milletvekilini hedef alan sosyal siyasi linç kampanyasında kendilerine düşeni yerine getirdiler. Radyo Televizyon Üst Kurulu RTÜK, anında karar verip, programın yayımlandığı Habertürk’e 5 kez yayın durdurma cezası kesti. Savcılık da sıcağı sıcağına inceleme başlattı. Görünen o ki, milletvekili hakkında ünlü TCK 301. Maddeden, TSK’ye hakaret suçlamasıyla dava açılacak.

(Reklama girmesin, 301. Madde konusunda uzman sayılırım. Cumhuriyet tarihinde bu maddeden TSK’ye hakaret suçlamasıyla yargılanıp beraat eden ilk kişiyim. Genelkurmay Başkanı Hilmi Özkök adına İkinci Başkan Orgeneral İlker Başbuğ’un şikâyeti üzerine 2005 yılında yargılandığım davanın duruşmalarında yaptığım açıklamalar SERMAYENİN PAŞALARI adıyla 318 sayfalık bir kitap olarak yayımlandı. Dönemin Başbakanı Erdoğan, eleştirilere, hakkımdaki beraat kararını gösterip yanıt veriyordu. Hey gidi günler hey!)

***


Eşşek gibi saf tutacak generaller!

Ali Mahir Başarır hakkındaki soruşturma nasıl seyreder bilemiyorum. Bu konuda bildiğim, emin olduğum şey, tartışmanın ahlaki düzeyinin düşüklüğü; milletvekilini “orduya satılmış dedi” diye suçlamanın haksızlığı, insafsızlığı. 

Türk Dil Kurumu (TDK) sözlüğüne göre, satmak “Bir malı değeri karşılığında alıcıya vermek”. Mecaz olarak da, “Bir çıkar karşılığında bir şeyi gözden çıkarmak, feda etmek”, “kendini veya başkasını olduğundan daha önemli ve değerli göstermek” anlamlarına geliyor. Satılmanın mecaz anlamı da “Para veya çıkar karşılığı, gizlice karşı tarafa hizmet etmek” olarak ifade ediliyor.

Tartışılan konu, bir fabrikanın özelleştirilmesi, yani satılması. Milletvekilinin bu tartışmada kastı da açık; fabrikanın satışından söz ederken “Cumhuriyet tarihinde ilk kez devletin ordusu Katar’a satılmış” deyivermiş, saniyesinde sözünü düzeltmiş, fabrikanın satılmasını kastettiğini söylemiş ama nafile. İktidar yetkilileri, “satılmış” sözcüğünden, “Para veya çıkar karşılığı, gizlice karşı tarafa hizmet etmek” anlamını çıkartıyorlar, tepindikçe tepiniyorlar. Aslında hepsi de Ali Mahir’in kastının hakaret olmadığını biliyorlar ama yavuz hırsız misali çarpıtmaktan geri durmuyorlar. Çünkü, Tank Palet Fabrikası’nda her ne halt döndüyse, değil tartışılmasına, anımsatılmasına bile tahammül edemiyorlar. Gerçekten gizlemek istedikleri haltlar olmasa, böyle bir kaşık suda adam boğmaya kalkmazlar.

Tepki gösterilen ifade bu ise, bu iktidar döneminde TSK’ye edilen hakaretlerin yanında Ali Mahir’in sürçü lisanı gerçekten çok masum kalır. 


Örneğin, AKİT Tv Haber Müdürü Murat Alan; alenen “O hizaya gelmeyen omzu çatal bıçak seti apoletli generalleriniz var ya, hepsi Erdoğan’ın arkasında eşşek gibi saf tutacaklar” diyerek hakaret etti. Aradan bir buçuk yıl geçti, hakkında iddianame yazılıp dava açıldığını duymadım; kuvvet komutanlarının kişisel tazminat davası açmalarıyla kaldı. “İyi ki bu generallerle savaşa girmemişiz” aşağılamasına karşı tazminat davası bile açılmadı. Bu iktidar döneminde askere daha nice hakaretler edildi ki, anımsatması bile züldür. Vatan uğruna can verdiği varsayılan şehitlerden “kelle” diye söz edildi, daha ötesi yok!

***


Kumpas davalarındaki satış

Hadi hakaret tartışmasını bırakalım; satmak sözcüğünün öteki anlamıyla, yani karşı tarafa hizmet etmek anlamıyla kimin kimi sattığına gelelim. Örneğin kumpas davalarına. Bugün kaç kişi anımsar kumpas davalarını? Sözüm ona Türkiye’nin kanlı provokasyonlarla yüklü geçmişiyle hesaplaşılacaktı; ipi ve kökü dışarda darbeci faşistlerden hesap sorulacaktı. O palavrayla asıl olarak bağımsızlıkçı, cumhuriyete ve demokrasiye bağlı askerler tasfiye edildi; sahte delillerle tutuklanıp hapislerde tutuldular, sonra da sokağa atıldılar. Evet, sahte delillerle kotarıldı bu davalar. Muhalif bir kaynak yerine resmi kaynağa bakalım. Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanlığı resmi internet sitesinde, 10 Soruda 15 Temmuz Darbe Girişimi ve Fetullahçı Terör Örgütü başlıklı bir belge var. Bu belgede “Kumpas Davaları” başlığı altında “Ergenekon, Balyoz, Selam-Tevhid, Tahşiye, Askeri Casusluk davalarında sahte delil ve kurgu mahkemeler ile rakiplerini tasfiye ettiği ortaya çıktı” deniliyor.  Peki bu kumpas davalarının savcısı kimdi? Yanlış anlamayın, Zekeriya Öz’ü sormuyorum; millet adına savcı olduğunu söyleyen siyasetçiyi soruyorum. O siyasetçi ki, emperyalizmin taşeronu Cemaat’e ne istediyse verdi, karşılığını 17/25’te gördü. TSK’de de ne istediyse verdi, karşılığını 15/16 Temmuz gecesi gördü…

***


Tank Palet’in gizli kararnamesi nerede?

Tekrar fabrika konusuna gelelim. Aslında ortada bir satma satılma, ticari alış veriş olup olmadığı bile tam olarak bilinmiyor. Cumhurbaşkanı Erdoğan 21 Eylül 2019’da Amerika ziyareti öncesi gazetecilerin sorularını yanıtlarken Fox TV muhabirinin sorusu üzerine önce Fox Tv’yi yalan yayın yapmakla suçlamış, ardından Sakarya’daki fabrikanın 25 yıllığına 50 milyon dolarlık yatırım ve geliştirme amacıyla kiralandığını açıklamıştı. AKP Genel Başkanı da bugün aynı şeyi tekrarlayıp duruyor; fabrikanın satılmadığını, mülkiyeti Milli Savunma Bakanlığı’na bağlı kalmak üzere işletmesinin Türk şirketi BMC’ye 25 yıllığına devredildiğini, BMC’nin de Katarlı yatırımcılarla ortaklık ilişkisi kurduğunu söylüyor.


AKP Genel Başkanı herhalde doğruyu söylüyordur. Benim bildiğim savunma sanayiine, hiçbir surette “yabancılar”ın karıştırılmaması gerektiğidir. El testeresiyle ne kadar marangozluk yapılırsa el silahıyla da vatan o kadar savunulur değil mi?

Hem Katar’ın askeri veya sınai teknoloji birikimi nedir ki, ulusal savunmanın çok önemli bir projesine ortak ediliyor?

Devlet o kadar mı meteliksiz kaldı da Katar’ın 50 milyon dolarına muhtaç oldu?

Özelleştirme, satış, işletme hakkı devri… Hangisi ise, BMC/Katar ortaklığı TSK’ye 250 Altay tankı üretecekmiş. Tanklar nerede, fabrika yerinde duruyor mu?

Bir de, AKP yetkilileri ve medyası, fabrikanın 19 Aralık 2018 tarihli 481 sayılı Cumhurbaşkanı kararı ile özelleştirme kapsamına alındığını, 14 Mayıs 2019 tarihli 1105 sayılı Cumhurbaşkanı kararı ile işletme hakkının devredildiğini, her şeyin şeffaf olduğunu ve bütün sürecin kamuoyu ile paylaşıldığını söylüyorlar. 

Madem her şey şeffaf, 1105 sayılı karar nerede? Resmi Gazete’de yayımlanmadı da ondan soruyorum. Şeffaflığın eksik bırakılan bu kısmı ne anlama geliyor? Bir yazar epeydir ısrarla “Türkiye 15 yılda 2 trilyon dolarlık ihale yaptı. Komisyon alınmadan tek bir ihale yapılmadığı biliniyor. Uzmanların yaptığı hesaplamalara göre 15 yılda asgari 200 milyar dolarlık komisyon alındı. Bu paralar, Katar, Malezya ve Singapur bankalarına yatırıldı.” diye yazageliyor. Şeffaflığın eksik kalan kararnamesi yazarın vurguladığı komisyonlarla ilgili olabilir mi?

Yazının girişinde Tank Palet Fabrikası tartışmasındaki ahlaki düzey düşüklüğünden endişe duyduğumu söylemiştim. Bitirirken (medya için “bekçi köpeği” denir ya, bekçi köpeklerinden özür dileyerek), Namık Kemal’in Hürriyet Kasidesi’ndeki dizeyi anımsamadan edemiyorum: “Köpektir zevk alan sayyad-ı bi insafa hizmetten!

Tank Palet Fabrikası satıldı mı satılmadı mı? Tartışma bitecek gibi görünmüyor. 

Bir de sözcüğün ticari anlamıyla satılık, kiralık, ihraç malı ordulardan söz ediliyor ki, yazsam mı acaba?