26 Nisan 2020 Pazar

BAŞKASININ ACISINA BAKMAK

BAŞKASININ ACISINA BAKMAK
Ermeni tehciri/soykırımı konusunda resmi görüş dışındaki en sade yazıya verilen tepkiler, bilinçaltındaki ırkçı milliyetçi koşullanmaların ne denli köklü olduğunu gösteriyor.
Yazının paylaşıldığı mecralarda tepki olarak kimileri mecrayı terk etti, kimileri ırkçı milliyetçi önyargılarını ve tepkilerini açıkça dile getirdiler, kimileri de küfürlerini sıraladılar.
Oysa çok basit ve anlaşılır bir şey söylemeye çalıştım: 
Anadolu’da 105 yıl önce Ermeni halkı 1 milyon 500 bin dolayındaydı, yani toplam nüfusun yüzde 10’dan fazlasını oluşturuyordu. Üstelik bazı illerde Ermeniler nüfus olarak Müslüman halka yakın bir çoğunluktaydılar. Bugün ise Türkiye genelinde sadece 70 bin kaldılar. Yani yüzde 1 bile değil. Nereye kayboldu Anadolu Ermenileri? Ermenilerden kalan mal ve mülkler kimlerin eline geçmiştir?
Bu soruları dürüstçe yanıtlayabiliyor muyuz?
***

Soykırımın uluslararası sözleşmedeki tanımı bellidir. Anadolu Ermenilerinin maruz kaldığı akıbet de ortadadır. 105 yıl önce Anadolu nüfusunun yüzde 10’dan fazlasını oluşturan bir halk birkaç yıl içinde yok edilmiştir. İster tehcir densin ister soykırım, akıbet değişmeyecektir.
Resmi ideolojiye uygun olarak tehcir demek rahatlatıcı olabilir. Oysa uluslararası sözleşmeye göre tehcir de bizatihi soykırımın parçasıdır.
Savaş şartlarında sürüldüler” söylemine sığınmak da rahatlatıcı olabilir. O halde Ankara'daki, Afyon’daki, Kütahya’daki, Isparta’daki, Konya’daki, Tokat’taki Ermeniler de mi isyan etmişlerdi ki tamamen sürüldüler?
Savaş şartlarında olsa bile, bir bölümü isyan eden bir halkın kökünün kazınması, malına mülküne el konması hangi vicdana sığar? Kaldı ki, 1915 öncesinde Anadolu Ermenileri isyan halinde değildir. O yıllarda Ermeniler iki devletin egemenliği altındadır. Doğu’daki parça (Kars, Ardahan, Ağrı dahil) Rusya’nın, Anadolu’daki Ermeniler ise Osmanlı’nın egemenliğindedir.
1914’te Erzurum’da Ermeni Kongresi toplanmış; delegasyon, kongreye katılan İttihat Terakki temsilcisi Bahaeddin Şakir’e, Osmanlı’ya sadakat sözü vermiştir.
Osmanlı, Kasım 1914’te Alman emperyalizminin safında Rusya’ya savaş ilan edince, Ermeni halkı iki parça halinde olmanın ağır bedelini ödeme sürecine girmiştir. Rusya’nın egemenliğindeki Ermeniler haliyle Rus ordusuyla birlikte hareket etmiş ve Osmanlı’ya karşı savaşmıştır. Bugün resmi ideolojide Osmanlı’yı arkadan vurmakla suçlanan çeteler çok büyük çoğunlukla Rus egemenliğindeki Ermeni milisleridir.
Savaş ilanından sonra da Anadolu Ermenileri arasında ciddiye alınabilecek isyan belirtisi yoktur. Buna karşın 24 Nisan 1915’te Ermeni tehciri başlamıştır. Tam da o günlerde Van’da ek vergi için sayım baskısı isyana yol açmış, bu ortamda Rus ordusu 17 Mayıs 1915’te Van’ı işgal etmiştir. Savaşın seyri içinde Van, Osmanlı ve Rus orduları arasında el değiştirmiştir. Tarihsel kırılma anı olarak Erzurum’un Ruslarca işgali ise 16 Şubat 1916’da gerçekleşmiştir. Osmanlı ülkesindeki Rus işgali 1917 Bolşevik devrimiyle son bulmuştur.
Yani, tehcir öncesinde Anadolu Ermenileri arasında Osmanlı’ya topyekûn bir sadakatsizlik söz konusu değildir. Sadakatsizlik bir yana, Ermeniler sadık teba olarak devletin üst yönetimindedirler. Van’da ayrıksı bir hoşnutsuzluk vardır; 1894-95’te ciddi bir ayaklanma olmuştur. Ayaklanmanın bastırılmasından sonra Padişah tarafından bölgeye gönderilen Saadettin Paşa’nın raporuna göre, resmi Osmanlı ordusunun ve Hamidiye Alayları denen Kürt çetelerinin yağma ve soygunları isyanın temel nedenleri arasındadır. (Saadettin Paşa’nın Anıları adlı kitap, Ermeni sorunu konusunda nesnel görüş edinmek isteyen vicdan sahiplerinin mutlaka okumaları gereken bir eserdir.)
Sözün özü, resmi ideolojinin “Arkadan vurdular, savaş şartlarında devlet de tehcir etmek zorunda kaldı” söylemi ideolojik yanıltmadan öte bir değer taşımamaktadır. 24 Nisan 1915’te Doğu Anadolu Ermenileri sürgün edilirken, Çanakkale cephesinde Osmanlı ordusu saflarında şehit olanlar arasında Ermeniler de vardır. (Tabii bu cümleye, “gayrımüslimler şehit olmaz” diye itiraz edenler çıkacaktır. “Hıristiyan Alman generalinin emrinde savaşırken nasıl şehit olunur?” sorusunu da bi zahmet yanıtlasınlar artık!)
***

Sonuç olarak, bölgedeki Rus işgali sona erdiğinde geriye 105 yıldır kanayan bir yara kaldı. Devir halkların birbirine kırdırıldığı devirdi; Müslüman ahali de çok acılar çekti, çok evladını yitirdi. Bölgenin yerlisi Ermeni halkının ise kökü kazındı. Bugün hâlâ “Ermeni çeteleri arkadan vurdular” söylemine sığınılmaktadır. Varsayalım ki çeteler arkadan vurmuş olsunlar, bir halkı topyekûn yurdundan sürmenin mazereti olabilir mi? (Bugüne uyarlanırsa, PKK eylemleri gerekçesiyle Kürt halkını topyekûn cezalandırmak ne kadar ahlaki olur?)
Acılar yarıştırılmaz. Bir acının karşısına başka acılar çıkartılmaz.
Başkasının Acısına Bakmak adlı kitabın Amerikalı yazarı Susan Sontag, ülkesini yönetenlerin Vietnam savaşına tepkisini, “Beyaz ırk insanlık tarihinin kanseridir” diyerek dile getirmişti. Beyaz ırktan vahşilerin istilası ve katliamları sonucu Amerika kıtasının yerlileri, bugün toplam kıta nüfusu içinde yüzde 1’in de altındadır ve rezervasyon alanları denilen toplama kamplarında tutulmaktadırlar. Amerika yerlilerinin acısı bizim acımızdır.
Sömürgecilerin Afrika’daki zulmüne cinayetlerine, kitaplarda okunurken bile yürek dayanmaz. 20’nci yüzyılın ortasında Cezayir Bağımsızlık Savaşı’nda her 6 Cezayirliden 1’i Fransız sömürge ordusunca katledildi. Cezayir halkının acısı da, o savaş sırasında Türkiye’yi yöneten Menderes hükümetinin sömürgeciler yanında yer almasının utancı da bizimdir.
Osmanlı İmparatorluğu dağılırken Balkanlar’dan kovulan Müslüman Türklerin, Rus sömürgecilerince yurtlarından sürgün edilen Çerkeslerin, sosyalist Yugoslavya parçalanırken katledilen Boşnakların acıları da bizimdir.
Anadolu Ermenilerine devlet eliyle reva görülen katliamın karşısına Rusya destekli Ermeni çetelerince katledilen Müslüman ahalinin acısını çıkarmak meselenin hangi boyutunu açıklar? Geçmişle yüzleşmek yerine İttihat Terakki çetesinin yaşattığı, Türk ve Kürt zenginlerinin sahip çıktıkları utanca mazeret sıralamak, soykırımdan artakalan mülklere kimlerin konduğuna sessiz kalmak, hangi vicdana sığar?
Hele hoşa gitmeyen (aslında ayna tutan) yazı karşısında hemen yazarın onurunu sorgulamak, bir kalemde emperyalizmin maşası işbirlikçisi ilan etmek demokratlığın neresinde vardır?
Fikir tartışmasında fikir yarıştırmak yerine küfre başvurmak acizliktir, bilgisizliktir fikirsizliktir. Kınamaya bile değer görmüyorum. “Ermeni Meselesi açıldığında cumhuriyetçiler, Atatürkçüler ve laikler olarak neden Osmanlıyı bir AKP’liden daha fazla savunuyoruz?” diye sorgulayan arkadaşa teşekkür ediyorum.
Söylemem uygun düşerse, bu gezegende, “Başkalarının Acısına Bakmak” diye bir kitap yazılmıştır. Konusu, savaş başta olmak üzere toplumsal felaketleri fotoğraf olarak bellekte sonsuzlaştıran görüntülü iletişimin soldan eleştirisidir. Adı hakikaten çarpıcıdır. Ve elbette, bir acının yıldönümünde, salt kendi acısı, mağduriyeti ve şefkat beklentisiyle kavrulmak yerine “Başkasının Acısına Bakmak” gerektiğini ilham etmelidir. Ve elbette “Ateş düştüğü yeri yakar” bencilliğine kapılmadan, insan ve emek odaklı bir analize yöneltmelidir.
Ben, insanlığın yakasına korona gibi yapışan emperyalist diplomasinin, ümmetçi milliyetçi siyasetin, Türk ve Ermeni ırkçılığının söylemleri dışında hakikati aramayı, başkalarının acısını da yüreğimde hissetmeyi sürdüreceğim.
Evet, bu topraklarda gözümüz var; ama alıp götürmek için değil, en dibinde yatmak için” diyen Hrant Dink’in anısına saygıyla.
***

Bitirirken:
Kimi Türk ve Kürt zenginlerinin soykırım ifadesine karşı çıkmalarının maddi bir gerekçesi vardır. Çünkü, ilk sermaye birikimini gayrımüslim halkların mülklerini gasp etmekle sağladılar.
Soykırım deyince tüyleri diken diken olan milliyetçi, ulusalcı, ulusolcu kardeş. Bu ilk birikim günahından senin payına düşen nedir ki, böyle celalleniyorsun?
Kal sağlıcakla!

16 Nisan 2020 Perşembe

SİYASET KIRKPINARINDA BAŞALTI GÜREŞİ
Siyasette Tayyip Erdoğan’ın fedailiği dışında bir marifeti yok. Normal koşullarda yaşıyor olsak, bir sözcükle bile adını anmaya değmez ama ne yapalım ki, İçişleri Bakanı olarak hayatımızı etkiliyor. Birkaç cümleyle de olsa değinmek hayatın emri.
Kim bu Süleyman Soylu ya da kısaca SS?
Süleyman Demirel’in Doğru Yol Partisi’nde Gençlik Kolları’nda siyasete atılmış. Demirel sonrasında Tansu Çiller’in gözdeleri arasına girmiş.
2002 seçimlerinde Çiller’in silinmesinin ardından ANAP ve DYP’nin birleşmesiyle oluşturulan Demokrat Parti (DP)’ye katılmış. Mehmet Ağar liderliğindeki DP’nin 2007 milletvekili seçiminde hezimete uğramasının ardından Ağar’ın yerine genel başkan seçilmiş. “Devletin bekası uğruna bin operasyon” (muhalifleri katletme operasyonları) yapmakla övünen, “silahlı çete kurmak” suçundan hükümlü Mehmet Ağar’ın varisi yani.
SS de, ikamet ettiği sağcı mahallenin tüm siyasetçileri gibi ilkesiz, omurgasız, bugün dediğini yarını bile beklemeden inkâr edebiliyor. DP Genel Başkanı iken 2009 belediye seçimleri öncesinde Tayyip Erdoğan aleyhine çok sert bir söylem tutturdu, “Paçalarından yolsuzluk akıyor” bile dedi. Yerel seçimlerde hezimete uğrayıp, Ağar’dan bile düşük oy alınca koltuğu Hüsamettin Cindoruk’a kaptırdı ve sonrasında DP’den ihraç edildi.
DP’den ihraç edildikten sonra AKP’ye göz kırptı ve nihayet, 2012 yılında Tayyip Erdoğan tarafından AKP’ye üye kaydedildi. Bir zamanlar “Paçalarından yolsuzluk akıyor” dediği Erdoğan’ın himmetiyle 2015’te milletvekili seçildi; 2016 yılından beri de İçişleri Bakanı. SS, İçişleri Bakanlığı görevi boyunca, mensubu olduğu sağcı mahallenin refleksleriyle hayatımıza hükmetti, hükmediyor. Tek tek ayrıntı anımsatmaya gerek yok.
***

SS son olarak, herkesin can derdine düştüğü coronavirüs günlerinde ilkesiz ve omurgasız siyasetçi kimliğiyle hayatımızı bir kez daha etkiledi.
Muhalif belediyeler, yasaların verdiği yetkiyle bağış ve yardım kampanyaları düzenlediler; SS yasayı çiğneyerek engel oldu. Öyle ki, bir belediyenin 25 yıldır faaliyette olan aşevini bile kapattırdı; belediyelerin yardımlaşma hesaplarını bloke ettirdi.
Tepki çeken en son vukuatı sokağa çıkma yasağı ilan etmek oldu. Ne var ki, sokağa çıkma yasağı AKP’nin seçmen tabanı yoksullar tarafından ihlal edildi. İşte bu anda pek de beklenmeyen bir şey oldu. AKP içindeki Beyaz Müslümanlar, AK yoksullara “Zekâ özürlüler”, “Yasağı çiğneyen ayılar” diye hakaret ettiler. Dolayısıyla kamuoyunda fatura SS’e kesildi.
Ne ki SS, sağcı mahallede onca yıl siyaset etmenin kazandırdığı deneyimle karşılık vermekte gecikmedi. Önce “Amiral gemisinden saltanat kayığına düşenHürriyet gazetesine verdiği demeçte, “Zamanlaması açısından alınan karar, bakanlığımıza ait bir karardır. Eleştirileri aldım kabul ettim. Hakaretleri de kabul ettim.” dedi. (Oysa yasağı ilan ederken, “Sayın Cumhurbaşkanımızın talimatı” diyordu.)
Bu demecin ardından iktidar katından ve Saray’dan kendisine destek mesajları gelmesini bekledi. Ancak, destek bir yana, Saray’a en yakın gazetenin yazarları eleştirilerini peş peşe sıraladılar.
SS’e destek ülkücü MHP’li faşistlerin sahiplenmelerinden ibaret kaldı. Siyasetteki varlığını sürdürebilmesi için SS’e bu destek yeterliydi. Nitekim SS bu desteği arkasına almış olarak, önce sözlü olarak Tayyip Erdoğan’a istifasını sundu. Erdoğan “Sakın ha, biraz sabırlı ol!” diyerek vazgeçirmeye çalıştıysa da SS geri adım atmadı; özenle seçtiği cümlelerle istifasını sosyal medya hesabından açıkladı. İstifa metninde, “Sokağa çıkma yasağı kararının sorumluluğu, her yönüyle şahsıma aittir” diyerek yiğitlik gösterisinde bulundu. “Hayatımın sonuna kadar sadık olacağım Sayın Cumhurbaşkanım beni bağışlasın...Onurla yürüttüğüm İçişleri Bakanlığı görevimden ayrılıyorum...” cümleleri ise, aslında Erdoğan’ın kucağına bırakılmış saatli bombaydı.
Erdoğan’a kalsa istifayı kabul ederdi ve bakanlık görevini aynı sertlikle sürdürecek başka bir bakan atardı. Ama Erdoğan’ın gücü de bir yere kadar; iktidarını sürdürebilmek için sadece MHP’nin değil, BBP’nin desteğine bile ihtiyacı var. SS istifa ettikten sonra Erdoğan iki buçuk saat bekledi. Bu süre içinde SS’in istifa resti, MHP destekli seyyar timlerce sokaklarda desteklendi; sosyal medyada yüz binlerce destek mesajı paylaşıldı. Sonuçta Türkiye’nin kaderine hükmettiği 18 yıl boyunca buna benzer restleri elinin tersiyle itmiş Tayyip Erdoğan SS’in restini gördü, istifayı kabul etmedi.
***

İstifanın kabul edilmediği açıklanırken paylaşılan şu cümleler son derece önemliydi: “Sayın Süleyman Soylu, bugüne kadar başarılı çalışmalarıyla milletimizin takdirini kazanmıştır. Terör örgütlerinin ülkemizdeki eylem kapasitelerinin önemli ölçüde azaltılmasında Sayın Bakanımızın yürüttüğü kararlı mücadelenin büyük payı vardır.” Bu cümleler, SS’in MHP ve AKP tabanında kazandığı gücün kabul edildiği anlamına geliyordu.
Bir makam sahibinin istifasını sunması kendi takdiridir, fakat nihai karar sayın cumhurbaşkanımıza aittir. İçişleri Bakanımızın istifası kabul edilmemiştir, kendisi görevine devam edecektir.” gibi emredici cümleler ise Erdoğan’ın gücünü hatırlatma amaçlıydı.
Sonuçta kazanan SS oldu; istifası kabul edilse kazanan yine SS olurdu. Bu hamleyle ortaya çıktı ki, SS artık iktidardaki Cumhur İttifakı’nın MHP destekli güçlü bir ortağıdır. SS, istifasının kabul edilmediğinin açıklanmasından sonra da 12 saat boyunca istifa mesajını hesabında tutarak, arkasındaki desteği konsolide etti.
Her şeye karşın olan biten, ahlaki ve ilkeli siyaset değil, danışıklı dövüş veya tiyatro hiç değil, saray içi veliahtlık kavgasıdır. Yağlı güreş terimleriyle özetlemek uygun düşerse: Başpehlivan bellidir, hem de Ağa’dır. Kavga başaltı pehlivanlık kavgasıdır. Başaltına güreşen pehlivanlardan biri malum, Ağa’nın damadı; gücünü Ağa’dan alıyor, tribün desteği zayıf. Damada rakip olarak başaltına kispet giyen SS, tribün desteğiyle ve çayırdan çekilirim restiyle güç kazandı. Kırkpınar Ağası Tayyip Erdoğan SS’i caydırmakla ağalığını ve başpehlivanlığını tescil ettirdi ama böyle bir sonucu herhalde kendisi de istemedi…
Bakalım bu siyaset peşrevi nasıl sonuçlanacak? Ağa’nın, bir açığını bulduğunda SS’i çayır dışına iteceği akılda tutulmalı. Ağa’nın kendisine rağmen birilerinin güç kazanmasına, başaltına da olsa peşrev çekmesine tahammül etmediği defalarca görüldü.
Yazıyı noktalarken aklıma geldi: “Bu memlekette her şey olunur, rezil olunmaz.” (Murathan Mungan)