29 Mart 2019 Cuma

BEKA MESELESİ DEĞİL KÜRT MESELESİ


BEKA MESELESİ DEĞİL KÜRT MESELESİ
Tam 62 yıl önceydi; yani 1957 yılıydı. İktidarda Demokrat Parti DP, muhalefette CHP vardı. Ekonomik ve siyasi kriz baş göstermiş, DP erken seçim kararı almıştı.
DP liderleri Celal Bayar ve Adnan Menderes, seçim kampanyasında muhalefeti “memleketin ekonomik gelişimini önlemek”, “milli iradeden korkmak” ve “milli iradeye karşı sabotaj düzenlemek”; “fesat ocağı”, “kin ve husumet cephesi” kurmak ile suçluyorlar, seçimlerin beka meselesi olduğunu savunuyorlardı. DP liderleri iktisadi istiklal mücadelesi verdiklerini, Osmanlı İmparatorluğu dönemi dahil, ekonomide 1950’ye kadar yapılanların üç mislini yaptıklarını öne sürüyorlardı…Bu kampanyanın devamı olarak Menderes ve Bayar, seçimlerin ardından muhalefetin “kin ve husumet cephesi”ne karşı “Vatan Cephesi”ni kurmuşlardı. Menderes ayrıca ‘Ben bu millete odunu aday göstersem, onu mebus seçtiririm” diyordu… 
Aradan 62 yıl geçmiş… Bugünkü seçim kampanyasına ne kadar benziyor değil mi? Sanki aradan 62 yıl geçmemiş. Altı üstü belediye başkanı ve muhtar seçilecek; genel seçim değil, mahalli seçim yani. Ama iktidardaki AKP Genel Başkanı Recep Tayyip Erdoğan ve MHP Başkanı Devlet Bahçeli (ne ilgisi varsa) İstanbul’u, Ankara’yı ve diğer büyük kentleri Cumhur İttifakı alamazsa Türkiye’nin parçalanacağı, devletin elden gideceği yolunda propaganda yürütüyorlar.

Bahçeli ve Erdoğan, devleti ve ülkeyi kaptırmamak için Cumhur İttifakı’nı kurmuşlar, muhalefetin Millet İttifakı’nı “Zillet ve İllet İttifakı” diye karalıyorlar, terör ve ihanet cephesi kurmakla suçluyorlar.
Devlet Bahçeli sürekli “31 Mart seçimleri uçurumdan önceki son çıkıştır. Yalnızca belediye başkanı seçmeyeceğiz. Ya bela diyeceğiz ya beka diyeceğiz” diye konuşuyor.
Recep Tayyip Erdoğan “31 Mart salt mahalli idare seçimi değildir. Bu seçimler, ülkemiz açısından beka meselesine, beka seçimine dönüşmüştür” diye ekliyor.
Devlet Bahçeli, “İstanbul son siperdir, bu siper düşerse Türkiye’miz gider” diyor.
Recep Tayyip Erdoğan, “Allah’ın izniyle, bir çağın kapanıp bir çağın açıldığı bu şehri kıyamete kadar bir İslam şehri Türk şehri olarak korumaya devam edeceğiz” diye pekiştiriyor.
Hemen her mitingte, salon toplantısında, televizyon ekranında böyle atıp tutuyorlar.
Ayıptır anımsatması, Erdoğan 22’nci muhtarlar toplantısında “Ben gidersem devlet yıkılır” bile demişti.
Yine ayıptır anımsatması, Damat Berat Albayrak da “Cumhurbaşkanımız çıksa, şuradan Ay’a kadar 4 şeritli yol yapacağım dese, seçmenimiz inanır. Yani Ak Parti çıtayı öyle bir noktaya koydu” demişti.
***

AKIL VE RUH SAĞLIĞI DÜZLEMİNDE BEKA
Söylemeye dilim varmıyor, akıl ve ruh sağlığına ilişkin ulusal düzeyde bir sorun var ortada. Belki de beka sorununu akıl ve ruh sağlığı düzeyinde düşünmek gerekiyor.
Beka sorunu demek, ülkenin geleceğinin olmaması veya en azından bir kısmının elden çıkması demek. Düşman kapıya dayanmış, her an Türkiye’yi istila etmeye parçalamaya hazır yani!
Öyleyse biraz geriye, Birinci Cihan Harbi ve İstiklal Harbi yıllarına bakalım. Gerçek anlamda beka mücadelesi yıllarıydı. Kazanamasak cidden yok olabilirdik. Dönemin global muktediri İngiliz siyasetçiler, Türkler’in geldikleri yere, yani Orta Asya’ya sürülmeleri gerektiğini bile söylüyorlardı. Cihan Harbi İngiltere’nin başını çektiği Düvel-i Muazzama’nın yani İtilaf Devletleri’nin zaferiyle sonuçlandı; Osmanlı, Mondros Mütarekesi ve Sevr Andlaşması’nı imzalamak zorunda kaldı. Devletin son savunma mevzileri düştü, tersanelerine girildi, asker terhis edildi. Düvel-i Muazzama askerleri gözlerine kestirdikleri her yeri işgal ediyorlar. Anadolu’da ve Trakya’da işgale ve ilhaka karşı Redd-i İlhak ve Müdafa-i Hukuk Cemiyetleri kurulmuş, kurtuluş çareleri aranıyor. Ankara’da Mustafa Kemal Paşa önderliğinde “Hakimiyet bila kaydü şart milletindir” sloganıyla toplanan parlamento, İstiklal Harbi’ne hazırlanıyor. Mehmet Akif’in “Allah bir daha bu millete İstiklal Marşı yazdırtmasın” dediği yıllar.  Sözcüğün gerçek anlamıyla beka yılları yani!
***

İSTİKLAL HARBİNDE DEĞİLİZ
Bugün İstiklal Harbi’ndeki gibi beka durumu yok; tersine, Türkiye kendi sınırları dışına bile silahlı güç gönderebiliyor. Dahası, ABD’nin işgal altındaki Golan tepelerini İsrail’e ikram eden kararına karşın bölge, yani Ortadoğu nispeten sakin bir dönemden geçiyor. PKK eylemleri yok denecek kadar azalmış, IŞİD’in (elinde tek metrekare toprak kalmamacasına) yenildiği ilan edilmiş. Toprak kaybı riski anlamında alarmı destekleyecek bir siyasi ortam yok yani.
O halde neden beka sorunu; hem de yerel seçimde? Örneğin, Recep Tayyip Erdoğan alışılmış ses tonu ve vurgusuyla deseydi ki, “Kardeşlerim, ben bu ülkenin cumhurbaşkanıyım. Belediye başkanı ve muhtar seçimi yapılacak. Ak oylarınızla kimi seçerseniz seçin, razıyım. Yürütmenin başı olarak, hepsine yardımcı olacağım, şehirlerimizi köylerimizi daha müreffeh ve yaşanabilir yerler haline getirmek için el birliğiyle çalışacağız.”
Cumhurbaşkanı böyle dese ve taşıdığı sıfatın gereği tarafsız kalsa (kendisine oy vermeyen mahalle sakinlerine azıcık saygılı bir dil kullansaydı) ne olurdu? Sorunun yanıtı öylesine açık ki. Seçmen kutuplaşmaz, dinci mahalle laik mahalle diye ayrışıp cepheleşmez, sadece yerel seçime odaklanır ve kim daha iyi hizmet verir yarışmasına bakardı.
Ama öyle olmadı. Cumhur İttifakı liderleri olarak AKP Genel Başkanı Recep Tayyip Erdoğan ve Devlet Bahçeli, seçimi beka hesaplaşmasına çevirdiler. (Bu liderlere kanıp beka meselesini ciddiye alanlara tavsiyemdir: ‘Beka’ gibi ulusal düzeyde varlık yokluk kavramları ve duyarlılık yerel seçim gibi ilgisiz koşullarda harcanmamalıdır. Belediye seçimini bekaya ayarlamak, Tanrı göstermesin, gerçekten varlık-yokluk virajına girildiğinde zaafa yol açar. Temel hak ve özgürlükleri hukuk devletinin güvencesine bağlamış, toplumsal barışı sağlamış, üretim ve refah artışından uyruklarını hakça yararlandıran, yani yaşanabilir ülke olmuş toplumları, devletleri dışarıdan kimse bölemez. Gerçekten bir beka çıkmazına girildiyse, halkının yarısından fazlasıyla kavgalı, kin ve nefret ilişkisi kuran liderlerle o çıkmazdan çıkılmaz.)
***

MİLLİ BİRLİK BERABERLİĞE EN ÇOK İHTİYAÇ DUYDUĞUMUZ GÜNLER
Sözü uzatmayayım. Adnan Menderes ve Celal Bayar’ın suçlamaları ve cepheleştirme çabaları 27 Mayıs darbesiyle noktalanmıştı. Bugün elbette böyle bir olasılık yok, yani kimse askeri darbe beklemiyor; bekleyen varsa da Allah ıslah etsin, akıl fikir ihsan eylesin amin!!!
Aradan 62 yıl geçtikten sonra bir darbe felaketi söz konusu değilken beka sorunundan söz ediliyor. Gerek Devlet Bahçeli gerekse Tayyip Erdoğan belediye seçimini beka sorunu olarak propaganda ediyorlar. Oysa 2015 seçimlerine kadar kimse Türkiye’nin beka sorunu yaşadığını söylemiyordu; ne Erdoğan beka sorunundan bahsetmişti ne de Bahçeli.
Bugün bekadan söz ederken de kendi kendileriyle çelişiyorlar, tutarlı olamıyorlar. Ne söyleseler, kendi ayaklarına sıkıyorlar.
Bir taraftan “Beka sorunu var” diyorlar, diğer taraftan “Cumhuriyet tarihinin en güçlü dönemini yaşıyoruz” diye böbürleniyorlar.
Bir taraftan “Üst akıl ülkemizi yok etmeye çalışıyor” diyorlar, diğer taraftan Kerkük, Musul, Atina, Sofya, hatta Moskova vs. gibi sınırlarımız dışındaki şehirlere plaka numarası veriyorlar; akşam namazını Moskova’da kılmaktan söz ediyorlar!!!
Diktatörlüklere karşı mücadele palavrasıyla Irak, Libya ve Suriye’ye düzenlenen emperyalist saldırı ve işgallere destek veriyorlar, Sudan’da yüzbinlerce Müslümanı katleden diktatöre kırmızı halı seriyorlar. Sonra ülkemizi parçalamaya çalışan dış güçlerden yakınıyorlar.
Peki bunca tutarsızlığa neden düşüyorlar, neden “31 Mart seçimi beka seçimidir” diyorlar?
Yaşanan ekonomik, siyasi ve diplomatik kriz nedeniyle, kendi bekalarını ulusal bekaya çevirdikleri söylenebilir. Doğrudur. Ergenlik çağımdan bugüne, tarih vermek gerekirse, askeri liseye girdiğim 1971 yılından bugüne en çok duyduğum klişe “milli birlik ve beraberliğe en çok ihtiyaç duyduğumuz şu günlerde” klişesidir. Bu klişeyi ilk kez, 1971 yılı sonbaharında Kuleli Askeri Lisesi’ni teftiş eden İstanbul Sıkıyönetim Komutanı Faik Türün’den duyduğumu anımsıyorum. İlk duyduğumda çocuk aklımla çok heyecanlanmıştım. Yaş ilerledikçe çocuksu hamasi heyecanın yerini bilinç aldı. O gündür bu gündür, aynı klişeyi duyarım. Bugün de beka diye tekrarlanıyor.
Sözü uzatmayayım. O günlerdeki beka meselesi, yani “milli birlik ve beraberliğe en çok ihtiyaç duyulması”, dünya ve ülke çapında esen sosyalizm rüzgârlarına karşı sermayenin şemsiye ve kalkan ihtiyacını ifade ediyordu. Ülkücü milliyetçi hareket bu gereksinmenin kontrgerilla operasyonu çerçevesinde sivil paramiliter örgütlenmesiydi. Temel amaç, ülkenin sola komünizme kaptırılmamasıydı. Bu uğurda nice cinayetler ve katliamlar işledi ülkücü milliyetçi hareket.
Sosyalizm zannedilen bürokratik devlet kapitalizmi, 1991 yılında bayrak indirdi, Soğuk Savaş sona erdi. ABD liderliğindeki Batı emperyalizmi düşmansız kalmıştı. Yeni bir düşman gerekiyordu. Lazım düşman İslam coğrafyasında bulundu: El Kaide ve IŞİD benzeri radikal İslam. Yeni düşman, Soğuk Savaş dönemindeki Yeşil Kuşak politikasının gayrimeşru çocuğuydu.
***

KOMÜNİZMDEN SONRA KÜRTLER
Türkiye özelinde faşist milliyetçiliğin ihtiyaç duyduğu düşman ise Kürt coğrafyasında bulundu. Haziran 2015 seçiminde Kürt siyasi hareketi üçüncü parti olarak TBMM’ye girmeyi başarınca…
Daha seçim günü akşamı Devlet Bahçeli, yeniden seçim istedi. İktidarı paylaşmaya tahammülü olmayan AKP Genel Başkanı da Cumhurbaşkanı yetkisini kullanarak hükümet kurulmasını önledi ve ülkeyi tekrar seçime götürdü. Seçim süreci terörize edildi, silahlı Kürt hareketi de hendek aymazlığıyla ortamın terörize edilmesine katkıda bulundu. Hendek aymazlığı, “Şehirlerde bu düzeyde bir savaş yaşanmasına gerek yoktu”, “Bu kadar vahşileşeceklerini hesaba katmamıştık” diye itiraf edildi.
O gündür bugündür, beka meselesinden söz ediliyor. Öyle ki, 2018 Cumhurbaşkanı seçimi için adaylık sürecinde Abdullah Gül bile, aday olmayacağını açıklarken, “Tarihimizin çok ciddi beka sorunlarıyla karşı karşıyayız” demişti. Bugün de Kürt siyasi hareketi dolayımıyla ekranlarda ve sayfalarda sürekli, beka meselesi vurgulanıyor; muhalefet liderleri şeytanlaştırılıyor. Bir tarihte Abdullah Öcalan’ın “Biz Tayyip Bey’in başkanlığını destekleriz. Biz AKP ile bu temelde bir başkanlık ittifakına girebiliriz” diyerek AKP iktidarına destek verdiği anımsanmıyor.
Bu anda, onbeş yirmi bin nüfuslu Pasifik adaları halklarının bile sahip oldukları kendi kaderini tayin hakkının 20 milyon nüfuslu Kürt halkından esirgenmesi ve Türkiye için beka sorunu olarak tanımlanması hakkaniyet ve demokratlıkla bağdaşır mı, kendi kaderini tayin hakkının emperyalistlere yaslanarak kullanılması doğru mudur, ayrı bir yazı konusudur.
Yazıyı noktalarken vurgulamalı ki, demokrasinin ve laikliğin olmadığı, oy uğruna halkın yarısının diğerine kışkırtılıp düşman edildiği, “dindar nesil yetiştireceğiz” saçmalığıyla eğitimin çökertildiği, işsizliğin (resmi rakamla) yüzde 13’ü geçtiği, milyonlarca insan açlık sınırında yaşarken "itibardan tasarruf olmaz" gerekçesiyle saraylarda lüks ve debdebenin alıp yürüdüğü, üretimin durduğu, bilimden, sanattan, felsefeden, hukuktan uzaklaşmış bir ülke zaten yıkıma sürüklenmiş, ciddi anlamda beka sorunuyla karşı karşıya demektir.
Türkiye’nin beka meselesi, ancak emek eksenli eşitlikçi ve özgürlükçü bir gelecek perspektifiyle, tek tek bireyleri devlet eliyle zenginleştirmeyi değil topyekûn kalkınmayı ve sanayileşmeyi hedefleyen halkçı ve bağımsızlıkçı bir ekonomi modeliyle, akılla, hukukla, bilimsel eğitimle, barışçıl politikalarla çözülebilir. Meselenin bizzat kaynağı olanların, halkın yarısından fazlasıyla kavgalı, kin ve nefret ilişkisi kuranların ise meseleyi çözme ehliyeti yoktur.

17 Mart 2019 Pazar

YENİ ZELANDA KATLİAMI DA MI ALLAH’IN LÜTFU?


YENİ ZELANDA KATLİAMI DA MI ALLAH’IN LÜTFU?
Fanatik bir teröristin Yeni Zelanda Müslümanlarını kurban alan katliamı da, “Ne istedilerse verilmiş” çetenin 15 Temmuz darbe girişimi gibi “Allah’ın lütfu” sayılmışa benziyor.
Türkiye’nin seçim gündeminde artık ne belediye sorunları var ne de geçim sorunu. Varsa da yoksa da Yeni Zelanda’da yerleşik Müslümanların maruz kaldığı vahşi katliam.
AKP Genel Başkanı Recep Tayyip Erdoğan, seçim mitinglerinde (“İslami terör” teriminin rövanşını alırcasına) Batı dünyası liderlerini “Hıristiyan terörü” demeye çağırıyor. Yetinmiyor, asıl olarak da, Hıristiyan dünyasındaki terörü kınarken (beceriksiz bir üslupla) İslam dünyasındaki teröre de dikkat çekmeye çalışan muhalefet liderini şeytanlaştırıyor.
AKP medyasının kanaat bezirgânları da reislerinden geri kalmıyorlar. Katliamcı terörist, master tezi kıvamındaki bildirisinde Erdoğan’ı da hedef almış, Hilal / Haç savaşının tarihsel dönemeçlerini vurgulayarak Ayasofya’nın geri kazanılacağını söylemiş ya. Bunu fırsat bilen AKP’li kanaat tüccarları, katliamı Türkiye’nin güncel siyasi kutuplaşması parantezinde anlamlandırmada birbirleriyle yarışıyorlar.
AKP’li kanaat bezirgânlarına göre, katliamcı Brenton Tarrant’ın bildirisi Hıristiyan Batı’nın bilinçaltını tüm çıplaklığıyla gün yüzüne çıkarmıştır. İstanbul’u kaptırmayı ve Ayasofya’nın camiye dönüşmesini unutmayan Hıristiyan Batı, İslamofobi’nin tutsağıdır. İslamofobi, Erdoğan liderliğindeki Yeni Türkiye’nin Asya’da ve Avrupa’da yükselmesine tepki olarak Türkofobi’ye dönüşmüştür. Çünkü, Çin ve Rusya, emperyalist Batı’ya karşı çıkabilecek kültür ve inanç bagajından yoksundur; Batı’ya kafa tutabilecek tek güç Erdoğan liderliğindeki Yeni Türkiye’dir. İşte Yeni Zelanda katliamı İslamoTürkofobik emperyalist kuşatmanın sonucudur, Türkiye’ye yönelik küresel operasyonun parçasıdır; Türkiye’nin beka mücadelesine Yeni Zelanda’dan verilen bir yanıttır. Bu derin operasyona ve emperyalist kuşatmaya karşı direnen Tayyip Erdoğan “Türk ve İslam dünyasının cesaret ve umut kaynağıdır.” Varoluşsal krizi derinleşen Batı ne yaparsa yapsın, bu saatten sonra Yeni Türkiye’yi durduramayacaktır…
***

Bu kadarla kalsalar, güncel siyasi kutuplaşma parantezinde, kendinde menkul propaganda sayılıp mazur görülebilir. Ama bu kadarla kalmıyorlar. Daha vahimi, Cumhur İttifakı dışındaki çoğunluğu küresel kuşatmanın içerideki müttefiki diye şeytanlaştırıyorlar, katil Brenton Tarrant ile birlikte etiketliyorlar. Kanıt olarak da Gezi sürecinde “Zulüm 1453’te başladı” diye yazıldığını, bir Ekşi Sözlük yazarının Yeni Zelanda katiline arka çıktığını söylüyorlar. Simge olarak “Kadıköy ve Çankaya ahalisi” diyerek genelliyorlar. Yani, Cumhur İttifakı dışında kalan kitleyi, Yeni Zelanda katliamcısı ve Ekşi Sözlük’teki alkışçısı ile özdeşleştiriyorlar.
Bu mantığın kaçınılmaz sonucu, hem İslam dünyasındaki terörün görmezlikten gelinmesi ve hatta mazur ve meşru görülmesi hem de Cumhur İttifakı dışındaki çoğunluğa karşı (Sultanbeyli ve Keçiören ahalisine vekâleten) kin ve nefret duygularının körüklenmesidir ki, ondan da geri kalmıyorlar!
***

Bu mantık ve propaganda ile başa çıkabilmek kolay değildir. Zira Batı’daki zehirli tarih bilincinin içerideki karşılığı bir mantık ve propagandadır. Hedef kütle bellidir: Bilimsel laik eğitimden yana nasipsiz, demokrasi kültüründen yoksun, “Ay’a dört şeritli otoyol vaadine inanacak bir seçmen kütlesi”. Azımsanacak bir kütle değil, halkın yarısına yakınıdır. Bu kütle içinde eğitimli insan niceliği de dikkat çekicidir.
Doğrudur, onca aydınlanma, rönesans ve reform birikimine karşın Batı dünyasının bilinçaltı, Hilal / Haçlı çatışmasının tarihsel anılarıyla zehirlidir. “Medeniyetler Çatışması” adıyla 1990’larda güncellenen bu zehirli tarih bilinci pratikte karşılığını bulmakta, ırkçı milliyetçi İslamofobik semboller ve fikirler Batı başkentlerinde kutsanmakta ve yüceltilmektedir. Norveç’te Andres Breivik, Yeni Zelanda’da Brenton Tarrant, resmi / gayri resmi İslam karşıtı koşullandırmanın besleyip büyüttüğü fanatik ırkçı dinci katillerdir. Bu ırkçı ve dinci katillerin legal siyaset kulvarındaki ağabeyleri ise ya iktidardalar ya da etkili muhalefet lideridirler. Macaristan’da, Çekya’da, Slovakya’da ve başka pek çok Avrupa ülkesinde İslam karşıtı popülizm artık geniş kitlelerce içselleştirilmiştir. ABD’de Donald Trump’ın başkan seçilir seçilmez Müslüman ülkelerden gelen insanlara vize ambargosu koyması da, aynı İslam karşıtı popülizmin pratiğidir. Ve resmen itiraf edilmeyen çarpıcı bir gerçek olarak, Türkiye salt İslami kimliği nedeniyle Avrupa Birliği kapısında bekletilmektedir.
***

Doğrudur, Hıristiyan Batı, dinci fanatizm ile maluldür ama İslam dünyası da (hatta ve Çin ve Hindistan da) aynı fanatizmin kuyusundadır. Yeni Zelanda ve Norveç katillerinin ikizleri İslam dünyasında da mevcuttur, hatta nicel olarak daha fazladır. Üstelik, en kapsamlı en vahşi terörü kendi dindaşlarına uygulamaktadırlar. Devletlerin terörü ile örgütlerin terörü birbirlerine karışmakta; Irak’ta, Suriye’de, Libya’da, Yemen’de din adına işlenen terör yüzünden cehennem bu dünyada yaşanmaktadır. IŞİD terörünün tam olarak ne zaman sona ereceği bilinmemektedir. Yemen’den hemen her gün Suudi Arabistan öncülüğündeki koalisyon güçlerinin gerçekleştirdikleri katliamların haberleri gelmektedir. Yemen’de sivilleri hedef alan saldırılarda her gün ortalama sekiz çocuk öldürülmektedir. Son olarak geçen hafta 12 Mart’ta Hacca ilinin Kuşar köyüne düzenlenen saldırıda 10 kadın ve 12 çocuğun öldürüldüğü, 14'ü çocuk 30 kişinin de yaralandığı açıklandı. (Sahi Recep Tayyip Erdoğan liderliğindeki Türkiye, Suudi Arabistan ile birlikte İslam Ordusu’nun kurucuları arasındadır değil mi? Son yirmi yılda Afganistan’da, Irak’ta, Suriye’de, Libya’da, Yemen’de İslam coğrafyasını çiğneyen Haçlı çizmelerinin ortağı, Büyük Ortadoğu Projesi’nin eşbaşkanı kimdir sahi, hatırlayan var mıdır?)
Vurgulanmalı ki, din adına savaş ve terör söz konusu olduğunda günahsız, savaşı ve terörü dışlayan barışçı bir din yok gibidir. Bu dehşet verici hakikat İslam için de geçerlidir. (Daha geniş bilgi için bakınız, “İslam barışçı birdin midir?” başlıklı yazı.)
***

Yeni Zelanda’daki katliam sıradan bir terör eylemi olmanın ötesinde anlam taşıyor. İslamofobik terör eylemi olarak görünmekle birlikte, çağdaş hümanist Batı değerlerini de hedef alan bir zihniyetin ürünü olduğu ortadadır. Teröristin, nefret manifestosundaki listede Tayyip Erdoğan’ın yanı sıra, Almanya Başbakanı Angela Merkel de “anti-Beyaz, anti-Alman olan her şeyin anası” sözleriyle hedef alınmış; demokrasi özgürlük ve insan hakları düşmanlığını, göçmen ve Müslüman karşıtlığını gizlemeyen ABD Başkanı Trump’tan ise övgüyle söz edilmiş…
Sözü uzatmadan sadede gelmek gerekirse:
Din ve etnisite adına uygulanan terörde ayrımcı bir söylem tutturmak, dini kimlikle tanımlanan ülkelerin lümpen katmanlarına yakışabilir ama eğitimli, bilimden nasibini almış, nesnel tarih bilgisine ve bilincine sahip insanlara yakışmaz. Hele sosyal darvinizmi kaçınılmaz kader saymak, bireysel konumunu sosyal darvinizmin koordinatlarıyla tanımlamak, etnik ve dinsel ayrımın ülkeleri ve halkları nasıl bir cehenneme sürüklediğini iyi kötü bilen insanlara hiç yakışmaz.
Vurgulanmalı ki, IŞİD’ler Müslümanların tamamını asla temsil etmediği gibi, Tarrant’lar ve İslamofobikler de Hıristiyan toplumlarının tamamını temsil etmiyorlar. Sorun İslam-Hıristiyan çatışması gibi gösterilse de, özünde ezen-ezilen, sömüren-sömürülen, emek-sermaye sorunudur. Olaylara Hilal-Haç çatışması, Kadıköy ve Çankaya ahalisi ile Sultanbeyli ve Mamak ahalisinin çatışması diye bakmak sorunu körüklemekten başka sonuç doğurmaz.
Din etnisite ve mezhep referanslı terörü tümüyle reddetmek, barış ve emek eksenli demokrasiye ve laikliğe sahip çıkmak zor olmamalı. Bilinmeli ki, Batı’da ve Türkiye’de, dünyada ve İslam coğrafyasında sadece dinsel mezhepsel ve etnik ayrımcılık yapan vicdansız siyasetçiler ve teröristler yok. Karşılarında hakkı, adaleti ve merhameti arayan devasa bir insanlık da var.