13 Mayıs 2017 Cumartesi

ROJAVA KÜRTLERİ DÜŞMANIMIZ DEĞİLDİR!


ABD Başkanı Donald Trump, IŞİD’in başkenti Rakka’ya yönelik kara harekâtı için yerel müttefik olarak Türkiye’yi değil, Suriye sınırları içindeki Rojava Kürtlerini seçti. Trump’ın kararı Türkiye ile ABD arasında yeni bir kırılma yaratmaya aday görünüyor.
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın talimatıyla Washington’a giden (Genelkurmay Başkanı Hulusi Akar, MİT Müsteşarı Hakan Fidan ve Cumhurbaşkanlığı Sözcüsü İbrahim Kalın’dan oluşan) özel heyet, Rakka operasyonu için Kürtleri değil Türkiye’yi tercih etmesi için dil döktüyse de Trump kararından vazgeçmedi. Dahası, Rakka’yı IŞİD’ten alsınlar diye Kürtleri ağır silahlarla donatmayı kararlaştırdı. Hem de Erdoğan’ın Beyaz Saray’da yapacağı görüşmeye bir hafta kala.
Trump’ın kararı AKSaray ile Beyaz Saray arasında haliyle krize yol açtı. Milli Savunma Bakanı Fikri Işık, olayı apaçık “kriz” diye tanımladı; Erdoğan da Trump’ın bu karardan dönmesini beklediklerini, Beyaz Saray’da yapacağı görüşmenin milat olacağını söyledi. Ana muhalefet partisi CHP, Erdoğan’ı ABD ziyaretini iptal etmeye çağırdı. Çağrıya yanıt ABD Dış İlişkiler Konseyi Başkanı’ndan geldi: “Erdoğan ziyaretini iptal ederse, otoriter yönetimi ve Suriye'deki yararsız rolü göz önüne alındığında büyük bir kayıp olmaz.
***

Hangi pencereden bakılırsa bakılsın, Trump’ın kararı Türkiye ile ABD arasında tarihsel önemde bir kırılmaya işaret ediyor. Erdoğan’ın Trump ile yapacağı görüşmede kararın değişmesi beklenmiyor. Olsa olsa (krizin daha da derinleşmemesi için) Erdoğan’a, (IŞİD temizlendikten sonra Rakka Araplara teslim edilecek, Türkiye’nin YPG ile ilgili istekleri dikkate alınacak, Suriye’de Kürtlere statü söz konusu olmayacak) gibi güvenceler verilecek. Bu arada Erdoğan’ın liderliğinin Türkiye / ABD ittifakı için taşıdığı önem vurgulanacak! Hiç kuşkusuz temenni niteliğindeki bu “güvenceler” ve Erdoğan’ın gururunun okşanması, AKP sözcüleri ve yandaş medya tarafından “Erdoğan Trump’a diz çöktürdü” diye propaganda edilecek.
Öyle ya da böyle, ABD, Irak ve Suriye politikalarında Türkiye’ye değil Kürtlere öncelik veriyor; yıllardır üzerinde çalıştığı, yerel askeri güç olarak Rojava Kürtlerini tercih ettiği Rakka planında (Erdoğan istedi diye) değişiklik yapması beklenmiyor. Öyle ki, Amerikan askeriyesi bu uğurda Adana İncirlik Üssü’nü gözden çıkarmış olabilir; ya da Erdoğan yönetiminin İncirlik Üssü’nü kapatmayı aklına bile getirmediğini düşünmüş olabilir.
Sonuç olarak Rakka operasyonu Rojava Kürtlerinin askeri kapasitesini arttıracak. Bununla kalmayacak, Kobani’den sonra Rakka’nın da Kürtler sayesinde IŞİD’ten kurtarılması Kürtlerin stratejik değerini yükseltecek. Dolayısıyla, Kürtler Suriye’nin geleceği konusunda asla göz ardı edilemeyecek bir önem kazanacak. Rakka kurtarıldıktan sonra Suriye’nin siyasi sınırları korunsa da Kürtler Suriye merkezi yönetiminden nispeten bağımsızlaşacak.
Tabii Suriye Kürtleri demek bir bakıma PKK demek. PKK’nin PYD olarak Suriye’nin geleceğinde söz sahibi olması, Irak, İran ve Türkiye Kürtlerini de doğrudan etkileyecek.
***

Bu noktada, AKP iktidarı ne denli kızsa, kendince bağırıp çağırsa da, Kürtlerin elde ettiği tarihsel fırsatı nötralize edecek diplomatik askeri seçeneklere sahip görünmüyor. Nitekim Rusya Federasyonu da Rakka harekâtı için ABD’ye destek verdi. Kürt kantonu Afrin’de Rus askerlerinin Kürt güçleriyle birlikte çektirdikleri fotoğraf, ABD’nin Rakka planına Rus desteğinin de fotoğrafı. Oysa Cumhurbaşkanı Erdoğan, bir hafta önce Soçi’de Vladimir Putin ile buluşmuş; Putin’i Suriye ve YPG politikasını Türkiye lehine değiştirmeye ikna etmeye çalışmıştı.
Yinelemek gerekirse, Kürtlere Amerikan (yanı sıra Rus) desteği Türkiye /ABD ilişkilerini yeni bir kırılmanın eşiğine getirdi. Nitekim Erdoğan, Trump ile yapacağı görüşme öncesinde Çin’e giderken, ABD ziyaretine değinerek, “Bu ziyaret bir kırılma noktası, milat olacak” dedi.
Erdoğan, Trump ile yapacağı görüşmenin milat olacağını söylerken, AKSaray’daki danışmanları, medyadaki yandaşları da “Küresel güçlerin elinden Kürt kartını alacak yeni bir strateji” üzerinde kafa yoruyorlar. Bulabildikleri biricik çıkış yolu, Rojava’nın siyasal örgütü PYD’nin askeri örgüt YPG’den ayrıştırılması, PYD Başkanı Salih Müslim’in Barzanileştirilmesi.
(Geçerken belirtelim Barzanileşmekten kasıt, kendi kaderini kendi iradesiyle tayin etmek değil, emperyalistlerin ve işbirlikçilerin çıkarlarıyla çerçevelenmiş bir kadere razı olmaktır. Salih Müslim’in ve PYD’nin Amerikan silahlarıyla savaşa girmesi, kendi kaderini tayin hakkıyla ne denli bağdaşmaktadır, tartışmaya değer. Mustafa Kemal liderliğindeki İstiklal Harbi’nde ve İkinci Dünya Savaşı’ndan sonraki halk kurtuluş savaşlarında da çok karmaşık ittifakların kurulduğu göz önünde bulundurulmalıdır.)
 Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Başdanışmanı İlnur Çevik’in PYD KDP olamaz mı? Barzani’nin Türkiye ile ilişkileri muhteşem” sözleri, Salih Müslim’i Türkiye için Barzanileştirme arayışının en özlü ifadesi olarak Amerikan medyasında bile yer buldu. Başdanışman’ın Erdoğan’dan habersiz böyle konuştuğu düşünülemez herhalde.
PYD’yi Barzanileştirme taktiği medyanın amiral gemisinin sabık kaptanı Ertuğrul Özkök’ün de aklına yatmış görünüyor. Özkök, YPG ile savaşarak PKK’yı dize getirme siyaseti yerine, YPG ile anlaşarak PKK’yı düz yola getirme siyasetine geçsek...” diyerek kayda geçirdi meramını. Böyle yazarken her türlü riski göze aldığını vurgulayıp “Benim söyleyeceğimi söyleyebilmek için yürek ister...” diye yiğitlik taslamaktan da geri durmadı!
Belirtmeli ki, Ertuğrul Özkök’ün böyle yazabilmesi yiğitlik filan değil. Gençlik dönemindeki solculuğu, dönekliği, sosyologluğu gibi şimdi tasladığı yiğitlik de o denli sahte. Bu sahteliğiyle yiğitliğin değil ama fikir bukalemunluğunun rol modeli olmanın ötesinde bir değer taşımıyor. Hatırlatmalı ki, çok değil iki yıl önce, Salih Müslim’i parlatmak ve PYD’yi Barzanileştirmek şöyle dursun, PKK’yi bizzat Türkiye’nin silahlandırması bile önerilebiliyordu. Merak eden, TÜRKİYE PKK’YE SİLAH TEMİN ETMELİ! başlıklı yazı ile BARZANİ DEVLETİNE EVET DE ROJAVA KANTONUNA MI HAYIR? başlıklı yazıya bakabilir.
***

Bu vesileyle vurgulamalı ki Kürtler, Ortadoğu’da insan yakan kafa kesen dinci barbarlara karşı durabilen tek seküler güç olarak uluslararası meşruiyet kazandı. Kürtleri düşman sayan, demokratik taleplerini silah zoruyla bastırmaya dayalı politika Türkiye’nin hayrına değildir. Kürtleri emperyalist güçlere yaslanmak zorunda bırakan Kürt düşmanlığı, ortak vatanda bir arada barış içinde yaşamayı olanaksızlaştırdığı gibi, bölgeyi terör ve savaş yangınlarına açık hale getirmektedir.
Kürt düşmanı politika elbette AKP ile başlamadı. Ne ki, Kürtleri ve farklı etnik kökenden insanları üvey kardeş olarak bile kabul etmeyen politika AKP döneminde de değişmedi. Yukarıda anılan yazılarda da vurgulandığı üzere, Recep Tayyip Erdoğan iktidara gelir gelmez küresel emperyalizmin taşeronu BOP Eş Başkanı olarak Türkiye topraklarını ve hava sahasını emperyalist orduların kullanımına açtı, Şam’da zafer ve şükür namazı rüyasına daldı. Ne ki bu işbirlikçi politika, Türkiye ve bölge halklarına önceki iktidarların çektirdiği kadar acı çektirdi, göz yaşı döktürdü.
Türk gençlerini Kürt gençlerini Arap gençlerini, hangi milliyet ve inançtan olursa olsun insanlarımızı birbirlerinin avı ve avcısı haline getiren emperyalist senaryolar reddedilmedikçe, siyaset aklı ve vicdanı Kürt fobisinden arınmadıkça bölgede daha çok acı çekilecek, göz yaşı dökülecektir.
Akan kanı ve göz yaşını durdurmanın, Türkiye’nin iç barışını kurmanın temel şartı, ırkçı – ümmetçi – milliyetçi günahlardan arınmak, kardeş halklar arasında hiyerarşi ve üstünlük yerine eşitliği özümsemek, İstiklal Savaşı’nda ortak mücadeleyle kurtarılan vatanı barışta da ortak vatan yapmaktır.
Barışın ortak vatanı demek, eşit yurttaşlık çatısı altında, herkesin kendi kimliği, dili, kültürü ve inancıyla özgürce yaşayacağı, birbirine üstünlük kurmayacağı, ortak evin nimetlerini hakça paylaşacakları, demokrasiyle yönetilen vatan demektir.
Türkiye’nin iç barışa ve demokrasiye kavuşması, hiç kuşkusuz bölge halklarının barış ve demokrasiye kavuşmasına da katkıda bulunacaktır.


4 Mayıs 2017 Perşembe

12 EYLÜL DARBE DAVASI TİYATROSUNDA PERDE KAPANDI

ANKARA’DA HAKİMLER YOKMUŞ!
12 Eylül 1980 tarihli faşist darbe için açılan dava, mahkeme tarafından kapatıldı. Türkiye, darbecilerinden hesap soramayan ülke olarak tarihe geçti.
Türkiye’nin darbeler tarihinde 12 Eylül darbesi, emperyalizmin başkentinde “Bizim çocuklar başardı” diye sevinçle karşılanan, işbirlikçi yerli sermaye örgütünce de “Artık gülme sırası bizde” diye alkışlanan bir darbeydi.
Ankara 10’uncu Ağır Ceza Mahkemesi, darbeci cuntanın şefleri Ahmet Kenan Evren ve Ali Tahsin Şahinkaya hakkında açılmış davayı, beş yıl süründürdükten sonra, sanıkların ölmüş olmaları ve zamanaşımı nedeniyle düşürülmesine karar verdi.
Son duruşmada bir avuç sosyalist komünist ve devrimci ile onların avukatları vardı. Müdahil avukatları, darbenin insanlık suçu olduğunu, insanlık suçlarında zamanaşımı olmadığını, sanıkların ölmesinin sadece cezanın infazını olanaksızlaştırdığını, mahkemenin demokrasi tarihine geçecek bir karar vermesi gerektiğini anlattılar.
Avukat Arif Ali Cangı, yargıya güvenin kalmadığını, mahkemenin bu davada vereceği kararla yargıya güveni yeniden tesis edebileceğini, sanıklar ölmüş olsalar bile rütbe ve unvanlarının geri alınabileceğini, böylece sembolik de olsa darbenin cezalandırılmış olacağını söyledi.
Avukat Ömer Kavili, darbe öncesindeki katliamlara değindi, 1 Mayıs 1977 Taksim katliamını ayrıntılarıyla anımsattı. Ömer Kavili, bu davada sanıkların cezalandırılmasının değil, berat etmelerinin amaçlandığını, bunun için Bizans’ın labirentleri kadar açık kapı bırakıldığını, oysa Yunanistan’da darbecileri ömürlerini cezaevlerinde bitirdiklerini vurguladı. Kavili davaya müdahil olarak katılan Başbakanlık ve TBMM Başkanlığı’nın yargılamaya katkıda bulunmadıklarını anlattı.
Avukat Aydın Erdoğan, Almanların “Berlin’de yargıçlar var” özdeyişini anımsattı, “Ankara’da yargıçlar var sözünü söylemeye ihtiyacımız var, bu dava tam da bu sözün söylenebileceği bir davadır” dedi. 15 Temmuz darbe girişiminin “Allah’ın lütfu” sayıldığına da değindi Aydın Erdoğan, mahkeme heyetine “Yargıtay’ın bozma kararına direnirseniz Yüksek Seçim Kurulu’ndan daha kanunsuz bir karar vermiş olmazsınız. Adaletin bu topraklar üzerinde yerleşmesine katkıda bulunursunuz. Öyle olmazsa biz Pir Sultan gibi ‘kalsın benim davam divana kalsın’ demeyeceğiz, hakikati ve adaleti aramaya devam edeceğiz” diye seslendi.
Avukat Mehmet Horuş da 12 Eylül rejiminin sürdüğünü, bu davada verilecek karar ne olursa olsun yargılamanın bitmeyeceğini, bugün verilecek kararın sadece toplum vicdanında sürecek yargılama için “bekletici mesele kararı olacağını” vurguladı.
Yargıtay’ın bozma kararı sonrasında yapılan duruşmalarda anlaşıldı ki, darbeci sanıkları mahkeme salonuna getirtemeyen mahkeme, idam edilen devrimcilerin yakını müdahiller için zorla getirme kararları vermiş. Son duruşmada bile kararlar dosyada duruyor. Örneğin, Erdal Eren’in kardeşi, yurt dışından ülkeye döndüğünde havaalanında gözaltına alınacak. Avukatlar bu zulme dikkat çekerek, zorla getirme kararlarının kaldırılmasını istediler. Mahkeme heyeti pek de bu zulmün ayırdında değildi.
Sonuçta mahkeme, ölmüş olmaları nedeniyle davanın kapatılmasını kararlaştırdı, rütbe ve unvanlarının geri alınması talebini de reddetti.
***

12 Eylül darbe davasının bu şekilde sonuçlanması sürpriz olmadı. Askeri Darbelerin Asker Muhalifleri Derneği ADAM-DER olarak yargılamaya katılmak için başvuruda bulunmuştuk. Ancak, müdahil olarak kabul edilmedik. ADAM-DER kurucu başkanı da toplam 450 sayfalık bir dilekçeyle başvuruda bulunmuştu, ancak bu başvuru da kabul edilmemişti. Asker kökenli bir derneğin ve kişinin müdahil olarak katılması uygun bulunmamıştı herhalde. Buna karşın, yargılamayı aktif olarak izledik. Tiyatro olarak kurgulandığını bilerek izledik. Kurucu başkan bir duruşmada söz alarak açıklamalarda bulundu, hazırladığı 13 sorunun müdahil avukatlar aracılığıyla sanıklara sorulmasını sağladı.
Yargılamanın tiyatro olarak kurgulandığının bilincindeydik. Nitekim, duruşmalar başladığında ADAM-DER olarak yayımladığımız  DARBENİN MİRASÇILARI DARBECİLERİ YARGILAYAMAZ! DARBEYLE HESAPLAŞMAYI EMEKÇİ SINIFLAR YAPACAKTIR!” başlıklı 4 Nisan 2012 tarihli bildiride, darbenin ekonomi politiğini kısaca vurguladıktan sonra şu görüşleri kaydetmiştik:
Bugün, darbeci cuntanın hayatta kalan iki generaline, göstermelik bir iddianameyle sanık rolü verilmiştir. Darbenin failleri olarak sadece iki generale sanık rolü verilmesi, üstelik sadece darbeye teşebbüs ile suçlanmaları, iddianamenin darbecilerin söylemiyle kaba bir antikomünist propaganda metni olarak kaleme alınması, davanın tiyatro olarak kurgulandığı ve sembolik olacağı eleştirilerini doğrulamaktadır. Oysa işlenen suçlar sembolik değildir.
Soruşturmanın geldiği aşamada, Adalet ve Kalkınma Partisi yönetimindeki hükümet ve TBMM Başkanlığı’nın da davaya müdahil olmak için başvuruda bulunmaları içtenlikten yoksundur. İktidar partisinin amacı, soruşturmanın gerçek bir hesaplaşmaya dönüşmesini önlemek, göstermelik bir yargılama ile kendi hegemonyasını güçlendirmektir. Esasen, darbenin bütün kurumlarını ve yasalarını kendi tereke defterine kaydeden partinin ve hükümetin darbeyle hesaplaşması beklenemez. Nitekim, darbenin ruh ikizi ve mirasçısı parti, devlet eliyle zorunlu din dersini yaygınlaştırarak, darbecilerin dayattığı İslam-Türk sentezini daha da tahkim etmektedir. Sendikaları ve meslek odalarını kapatan, her gün yaptığı operasyonlarla tıpkı 12 Eylül dönemindeki gibi Türkiye’yi açık hava hapishanesine dönüştüren, kitapları yakan 12 Eylül darbecileri gibi basılmamış kitapları bile suç sayan iktidar partisinin darbelerle hesaplaşmaktan söz etmesi büyük bir kandırmacadır.
***

Yargılamanın seyri ADAM-DER’in öngörüsünü doğruladı. Duruşmaların başlamasının üzerinden sadece 1(bir) ay geçtikten sonra ADAM-DER “12 EYLÜL DARBE DAVASI SEMBOLİKTİR!başlıklı 11 Mayıs 2012 tarihli bir bildiri yayımladı; yargılamanın sanıkların ölmesi üzerine kurgulandığını vurguladı:
Müdahale taleplerinin sınırlı tutulması ve ret kararları, yargılamanın sembolik düzeyde tutulacağı ve sanıkların vefatı beklenmek üzere usul hukukunun labirentlerinde dolaştırılacağı öngörülerini doğrulamaktadır. ADAM-DER, sembolik yargılamayı teşhir edecek ve gerçek bir hesaplaşma için çaba gösterecektir.”
Bildiride darbelerle hesaplaşmanın emperyalizmle, kapitalizmle, faşizmle, halklarımızın kültür ve kimliklerini yok sayan ırkçılıkla, militarizmle, şovenizmle ve ümmetçilikle hesaplaşmak olduğu, bu hesaplaşmayı darbenin mirasçıları ve küresel sermayenin taşeronlarının değil, Türkiye’nin her dil ve inançtan emekçilerinin yapacağı vurgulanmıştı. Bildiride, bu hesaplaşmada ADAM-DER’in emekçi sınıfların yanında olacağı belirtilmişti.
ADAM-DER, yargılamanın tiyatro niteliğini gücü ölçüsünde teşhir etmeye çalıştı; müdahil yakınlarıyla ve avukatlarla dayanışma içinde oldu.
Sonuçta, ADAM-DER’in öngördüğü üzere, darbe yargılaması usul hukukunun labirentlerinde kapatıldı, Ankara’da hakimlerin olmadığı bir kere daha tescillendi.
Vurguncu sermaye devletinin yargısı “tiyatro bitti” dese de, bu yargılama ve hesaplaşma sürecek.