26 Kasım 2015 Perşembe

AYNI KAZURATIN SOYU

İbnü’l Sallama Hükümran Beyefendi’ye VEKÂLETEN
Ya eyyühellezine âmenû,
Cumanız hayırlı olsun!
Hadiseler öyle hızlı gelişiyor ki, izleyebilene aşk olsun!
Haftalık Cuma sohbetinde hangi birine değinmek mümkün olur ki?
Suriye sınırında Rusya uçağının düşürülmesi,
Gazeteciler Can Dündar ve Erdem Gül’ün tutuklanması.
Daha neler neler!...
Birine değinsen öbürünün hatırı kalır.
Bu hafta onca gaile arasında İbnü’l Sallama Hükümran Beyefendi, kazurat yedirmenin işkence olmadığını söyleyen kişiye de çok içerledi.
Hadiseyi biliyorsunuz. İsminin önünde prof. dr. unvanı bulunan bir Ademoğlu, bir mevkuteye verdiği mülakatta, söz 12 Eylül darbesine geldiğinde, kazurat yedirmenin, yani dışkı yedirmenin işkence olmadığını söylemiş.
Neden işkence olmadığını söylerken demiş ki: “Dışkı yedirmek işkence değil. Ben bal gibi yerim. Niye biliyor musun? Ben bunların yendiğini gördüm. Bir gün San Diego Hayvanat Bahçesi’nde goriller birbirlerine dışkılarını ikram ediyorlardı. Onlar da bizim gibi primatlar. Gayet güzel, hiçbir şey de olmaz. Yani dışkı pis bir şey değil ki. Sen sidiğini içmez misin?
***

Ya eyyühel ihvan,
Memleket ahvali açısından son derece vahim ve elim olaylar arasında söz kazurat yemeye yedirmeye, idrar içmeye geldiyse, ne söylense kâr etmez.
Prof. unvanlı zat, kazurat yiyen hayvan olarak bir tek gorilleri biliyor. Oysa, domuz, tavuk, tavşan, köpek ve bazı serçe türleri de kazurat yiyor. Hatta bok böceklerini de hepiniz biliyorsunuzdur. Malum Prof. bilmiyor, sadece San Diego hayvanat bahçesini gezerken gördüğü için gorilleri misal vermiş. Tesadüfen San Diego’ya yolu düşmese onu da bilmeyecek ki, Prof. unvanlı bir zat için kâfi ayıptır. Tabii ayıp diye bir ahlaki normu varsa...
Bu noktada domuz etini necis sayıp sofrasına koymayan Müslüman ahalinin iştahla tavuk ve tavşan yemekten neden geri durmadığı ayrı bir mevzudur! 
Dediğimiz gibi, söz kazurat yemeye yedirmeye, idrar içmeye geldiyse, ne söylense azdır. En fazla, Prof. unvanlı bu Ademoğlunun kazurat yemede idrar içmede yalnız olmadığı söylenebilir.
***

Mesela, Cüppeli namıyla maruf bir zat da, Hz. Peygamber’in kazuratının misk-ü amber koktuğunu, keza idrarının necis olmadığını anlatıp duruyor. Kendisi bir şekilde yemiş içmiş de mi böyle söylüyor, belli değil; bir cariyenin Peygamber idrarını içtiğini rivayet ediyor.
Cüppeli nam zatın delil gösterdiği rivayetlere göre, Hz. Peygamber’in hurmadan yapılmış bir çiş kabı vardı ve geceleyin ihtiyaç duyarsa, seriri (karyola, divan) altına koyduğu bu kabına bevleder ve onu tekrar karyola altına koyardı. Bir gece yine aynı şekilde ona ihtiyacını giderdi ve kabı karyolası altına koydu. Daha sonra baktığında kapta idrar olmadığını gördü. Kaptaki idrarın nerede olduğunu sorunca, onu Hanımı Ümmü Habibe'nin Habeşistan'dan getirdiği hizmetçisi Bereke'nin içtiğini söylediler. Bunun üzerine Resul-i Ekrem: “Büyük ölçüde kendisini ateşten korudu” buyurdu.
Burada sözü edilen ateş, cehennem ateşidir. Yani cariye, Peygamber idrarını içmekle, kendisini cehennem ateşinden korumuş!
Tabii bu noktada Cüppeli’nin işkembeden sallamadığını söylemek icap eder. Mesela İslam şeriatı dendiğinde ilk akla gelen Gazzâlî de, Peygamber’in idrarının “temizleyici ve şifalı” olduğunu nakletmektedir. (Gazzâlî, Ravda et Tâlîbin ve Umde es-Sâlikîn, Mecmu’a er-Resa’il el-İmâm el- Gazzâlî içinde, cilt: IV, Beyrût 1986, s. 74-78)
***

Dediğimiz gibi söz kazurat yemeye yedirmeye, idrar içmeye gelmişse, ne söylense kâr etmez.
Belirtmeli ki, Kur’an-ı Kerim’de Hz. Peygamber’e “De ki: “Ben de ancak sizin gibi bir insanım.” diye buyurulmuştur. (Mağara/Kehf, 110)
Yani, Peygamber de neticede bir insandır. Bütün diğer faniler gibi yemiş içmiş, uyumuş uyanmış, üzülmüş sevinmiş, karılarıyla sevişmiş, bevletmiş dışkılamış ve günü geldiğinde ölmüş...
Hal böyleyken, İslam ulularının Peygamber kazuratında idrarında şifa keşfetmeleri hakikaten acayiptir. Ehli İslam’ın bu gibi rivayetlere rağbet etmesi daha da bir acayiptir ki, İslam âleminin bugün neden zillet içinde olduğunun delilidir.
Hülasa, eğitimlisiyle eğitimsiziyle, cüppelisiyle cüppesiziyle bir kısım ümmet ehlinin kazurat yemeye idrar içmeye bu denli hevesli olmasına,
Prof. unvanlı ırkçı milliyetçi faşistin kazurat yedirmeyi işkence saymamasına,
Ve dahi bir muktedirin evladını toprağa vermiş anneyi meydanlarda yuhalatmasına şaşılmamalıdır. Hepsi de aynı kazuratın soyudur!
***

Sohbetin hitamında akla geldi ki,
Cenab-ı Allah şöyle buyuruyor: “Biz, insanı en güzel bir biçimde yarattık.” (İncir/Tin, 4)
İbnü’l Sallama infial içinde sormaktadır:
Ya Kadir-i Zülcelâl,
Madem insanı en güzel biçimde yaratmışsın,
On beş yaşındaki evladını toprağa vermiş anneyi meydanlarda yuhalatan,
Yediği haltları gizlemek için gazetecileri tutuklatan,
Kazurat yedirmenin işkence olmadığını, kazuratın bal gibi yenebileceğini, idrar içilebileceğini söyleyen bu yaratıkları da sen mi yarattın?...
Sürçü lisan ettikse affola!
Cumanız hayırlı ola!
Selam ve dua ile!

19 Kasım 2015 Perşembe

TEKBİR KATLİAM SLOGANI MIDIR?

İbnü’l Sallama Hükümran Beyefendi’ye VEKÂLETEN
Ya eyyühellezine âmenû,
Cumanız mübarek olsun, hayırlı olsun!
Olan bitenden haberiniz vardır.
Irak Şam İslam Devleti, yani IŞİD adlı örgüt, Ankara’da 102 kişiyi katlettikten sonra Paris’i de kana buladı; 129 kişiyi daha katletti.
Hatırlarsanız, Ankara katliamının ardından Konya’da yapılan Türkiye/İzlanda maçı sırasında katliam kurbanları için yapılan saygı duruşu, tekbir ve ıslık sesleriyle protesto edilmişti.
Dünya Komşuluk Günü’nde İstanbul’da oynanan Türkiye/Yunanistan futbol maçı öncesinde saygı duruşu da aynı şekilde tekbir getirilerek protesto edildi. Seyirci kılıklı kalabalık, bir de “Şehitler ölmez vatan bölünmez” diye slogan attı, Yunan ulusal marşını da aynı şekilde ıslıkladı...
***

Ey iman edenler,
Kur’an’da buyuruluyor ki, “Kur’an, kovulmuş şeytanın sözü değildir. O, dürüst olmak isteyenler için, ancak bir öğüttür.” (Dürmek/Tekvîr, 25, 26,27,28)
Madem Allah dürüst olmayı tavsiye ediyor, o halde dürüstçe konuşalım. Ankara’da 102, Paris’te 129 insan evladı, Allah adına katledildi. Katliam kurbanlarının anısına yapılan saygı duruşları, tekbir getirilerek, ıslıklanarak protesto edildi. Bu olay hakkında ne düşünüyorsunuz?
İslam coğrafyasında her gün ortalama 900 dolayında Müslüman dindaşlarınca katlediliyor. Ölen de öldüren de tekbir getiriyor. Tekbir katliam sloganı mıdır? Allah adının böyle rezil, alçak bir hadiseye alet edilmesinden memnun musunuz? “Oh olsun, yer yüzünden birkaç yüz kâfir daha eksildi” mi diyorsunuz?
Yoksa, “Hakiki İslam bu değil, İslam öldürmeyi reddeder” mi diyorsunuz?
 ***

Ya eyyühellezine âmenû,
Doğrusu, ne düşündüğünüz çok da sır değil.
Hakiki İslam bu değil, İslam öldürmeyi reddeder” diyebilirsiniz ama inancınız pek de öyle demiyor. İnancınız özünde, insanları “mü’min, kâfir” diye ayırıyor; dünyevi hayatı değil, ahiret hayatını önceliyor. Ahirette cenneti hak edebilmek için dünyevi hayatta cihadı emrediyor. Cihat olarak da, müşriklerin ve kâfirlerin nerede bulunurlarsa orada öldürülmelerini emrediyor. (Bakınız: İnek/Bakara, 191, 193)
Diyebilirsiniz ki, “Kim, bir insanı, bir can karşılığı veya yeryüzünde bir bozgunculuk çıkarmak karşılığı olmaksızın öldürürse, o sanki bütün insanları öldürmüştür. Her kim birini yaşatırsa, sanki bütün insanları yaşatmıştır.” (Sofra/Maide, 32)
Doğru ama öldürmeyi emreden ayetlerin yanı sıra takiyye ayetleri de var ve siz, ayetlerin birbirleriyle çelişmelerine aklınızı yormazsınız.
Her neyse. İbnü’l Sallama’nın dediği odur ki, katliam kurbanlarına saygı duruşlarının tekbir getirilerek protesto edilmesi, protestocu kalabalığa İslami camiada ciddi bir itirazın yükselmemesi, toplumsal barış adına çok ama çok vahim bir duruma işaret etmektedir. Her dil ve inançtan demokrat barışçı kamuoyunun pek de sempati duymadığı Fatih Terim bile “Ölmüş insanlar için saygı duruşu, bir dakika sabredemiyor muyuz?” diye isyan etti ki, İslam diye yobazlık yoluna sapanların tıynetini yeterince açıklayıcıdır.
Ve elbette bu vahim ayıp bugüne mahsus değildir, tarihsel arka planı da vardır.
Öyle çok uzaklara gitmeden söylemek gerekirse,
1969 yılında Kanlı Pazar, camiden çıkan kalabalık tarafından gerçekleştirildi.
Ardından 1978’de Maraş katliamı, 1980’de Çorum katliamı,
1993’te Sivas Madımak katliamı, Başbağlar köyü katliamı,
2000’li yıllarda Roboski, Reyhanlı, Suruç ve Ankara katliamları...
Hiç birinde acı duymadınız, katliamcıları ciddi biçimde lanetlemediniz, katledilenlerden bir fatihayı esirgediniz, yarım ağızla “İslam terör dini değildir” demekle yetindiniz. Acı duymak bir yana, katilleri din kardeşi saydınız. Çocuğunu toprağa vermiş anneyi, biat ettiğiniz Reis istiyor diye yuhladınız. Daha ne olsun!
Ne yazık ki, Fatih Terim’in bile isyan ettiği olay, “buzdağının görünen kısmıdır”.
Yaşananlar, tribünlere doluşmuş bir avuç lümpenin marifeti değildir. Tribünde bu tepkiyi gösteren kişilere günün her anında her sokakta, her mahallede, iş yerinde, okulda, camide, hükümette rastlamak mümkündür. Bu da bize, “İyi günde kötü günde birlikteyiz, kardeşiz. Huzur İslam’da. İslam barış dinidir.” diye ifade edilen resmi söylemin ne kadar sahte olduğunu gösteriyor.
Cumanız hayırlı olsun!
Hakkımızda hayırlısı olsun!
Ekteki* layiha Cuma armağanımız olsun!
Selam ve dua ile

* TÜRKİYE’NİN IŞİDLEŞMESİ

16 Kasım 2015 Pazartesi

TÜRKİYE’DE SATILMIŞ GAZETECİLER VAR MIDIR?

Alman gazeteci Udo Ulfkotte’nin kaleme aldığı Satılmış Gazeteciler* adlı kitaptan söz ediyorduk. Kitapta anlatılan Almanya’ya özgü “satılmış gazetecilik” deneyimlerine bütün ülkelerde rastlanabileceğini kaydetmiş; “Türk medyasında satılmış gazeteciler yok mudur?” diye sormuştuk.
Satılmış gazetecilik demek, sermaye sınıfı ve siyasetinin gazeteciliği demek. Eh, bu alanda Türkiye’nin gazetecileri, medya patronları, Alman meslektaşlarını suya götürür susuz getirir.
Medya patronlarından başlayalım. Almanya’da gazete patronları Cumhurbaşkanı’na veya Başbakan’a  ilanı aşk edebilir mi? Udo, kitabında böyle bir şeyden söz etmiyor. Ya Türkiye’de? Daha beş ay önceydi. Ne diyordu Star Medya Yayıncılık patronu Ethem:
- Tayyip Erdoğan’ın dürüstlüğünü, yiğitliğini gördüm, gördükçe de âşık oldum. Solculuk dönemimde Mevlana ile Şems’in arasındaki aşka anlam veremiyordum. Tanıdıktan sonra gördüm ki,  böyle bir ilahi aşk iki erkek arasında olabiliyor.
Ne demeli bu aşka? Allah tamamına erdirsin, amin!
Ethem böyle de öteki medya patronları farklı mı? Elbette farklı değiller. En fazla, sevgililer arasındaki aşk ve nefret gidip gelmelerinden söz edilebilir.
***

Medyanın patronu siyasetin patronuna ilanı aşk eder de astronomik maaşlı yanaşması geri durur mu? Elbette geri durmaz. Beş altı yıl öncesine kadar siyasetin patronuna etmedik laf bırakmayan çifte tabancalı jöleli leşker, bugün “Erdoğan benim Atam’dır” diyor ve son mermisini harcayana kadar kimsenin Erdoğan’a dokunamayacağını sallayıp duruyor.
Tanıdınız değil mi bu çifte tabancalı Yiğit’i.
Çifte tabancalı başka bir yiğit de iki yıl önce Gezi Direnişi sırasında kaleme aldığı yazının başlığında “Başbakan’a secde bile ederim” diyordu.
Alnı secdeli bu leşkeri de tanıdınız değil mi? Hani şu Altaylı olanı var ya, işte o!
Berlin ordaysa arşiv burada. Udo Ulfkotte, Alman medyasında biat ettiği siyaset patronuna böylesine sevdalı medya yöneticisi göstersin, biz de görelim.
***

Patronu, astronomik maaşlı yöneticisi, köşe yazarı böyle de, parya mertebesindeki muhabir takımı farklı mı? Değil tabii. Muhabir takımı da patronu ve yöneticisi kadar piyasa tanrısına ve siyasetin patronuna sevdalıdır. Eh, balık baştan kokar diye boşuna dememişler.
Udo kitabında anlatıyor ki, ZDF’nin muhabiri vasıflı baterist Udo van Kampen, 2014 yazında bir basın toplantısında doğum günü için Başbakan Angela Merkel’e serenat mırıldanmış. Fakat diğer gazeteciler şarkıya katılmamışlar. Şarkıya katılmadıkları gibi açmışlar ağızlarını yummuşlar gözlerini: “Gazeteci böyle bir şey yapmaz. Gazeteci gözlemcidir, katılımcı değil. Politikacıya çok yakın olan birinin artık onun hakkında ya da uzmanlık konusunda haber yapmaması gerekir, aksi halde inanılırlığı ve tarafsızlığı kaybolur…
Alman gazeteciler de ne kadar hassaslarmış! Şunun şurasında bir muhabir, Başbakan’ın doğum gününde şarkı söylemiş. Ne var bunda yani! Mesele Başbakan’ın doğum gününü kutlamak ise, bizim muhabirler dünyada rakipsizdirler. Biliyorsunuz Recep Tayyip Han’ın doğum günü 26 Şubat’tır. Her sene bu kutlu günde gazete sayfalarında ekranlarda, Recep Tayyip Han’ın dünyayı şereflendirmesini kutlamak için muhabirlerin nasıl canla başla çalıştıklarına dair haberler çıkar. Muhabirler nerede olursa olsun, karada havada denizde, bu ulvi günü kutlamayı ihmal etmezler. Mesela iki yıl önceki doğum günü uçak yolculuğuna rastlamıştı. Recep Bey’e uçakta iki ayrı doğum günü pastası sunulmuştu. Biri Başbakanlık personelinden, diğeri gazetecilerden. Pastalardan biri sadeydi, diğerinde Türkiye ve Fenerbahçe bayrakları vardı. Recep Bey, bayrak aşkı nedeniyle bayraklı pastaya kıyamamış, sade pastayı kesmiş; doğum günü şenliği, burçlar konulu sohbetle renklenmişti.
***

Bizde muharrir ve muhabir takımı, siyasetin patronuna yaranmak için doğum günü pastası ikram etmekle yetinmez; başka ülkelerde değil gazetecilerin, şeytanın bile aklına gelmeyecek şirinlikler yapar. İki yıl önce bir bayram günüydü. Recep Tayyip Han, her bayram olduğu gibi cami çıkışında naklen yayında milletin bayramını kutluyordu. İşte tam o anda, TGRT muhabiri kızcağız, “Anne ve babamızla bayramlaşamadık. Ben ilk sizinle bayramlaşmak ve bayram harçlığımı da babamın yerine sizden almak istiyorum” diye atılmıştı. Kızcağızın şirinliği üzerine patlayan kahkahalar ekranlar aracılığıyla tüm memlekete yayılmıştı. Recep Tayyip Han da, mağrur mu mağrur, “Şimdi çok param yoksa ne yapacağım!” diye nazlanmıştı. Neyse ki, 200 lira harçlık verip sevindirmişti muhabiri.  Kızcağız harçlığı alırken Recep Tayyip Han’ın elini öpmüş müydü, Recep Bey de “El öpenlerin çok olsun yavrum” diye mukabele etmiş miydi, hatırlamıyorum doğrusu.
***

El öpmek dedim de, hatırladım. Bizde el etek öpmek kadim bir gelenektir. En çok da devlet ve siyaset büyüklerinin eli öpülür. Çok gerilere gitmeye gerek yok. On yıl önce vefat eden gazeteci Yılmaz Çetiner, “Nefes Nefese Bir Ömür” adlı kitabında, devrin siyaset büyüğü İsmet Paşa’nın elini öptüğünü anlatıyor. Meğer İsmet Paşa da, hoşuna gitmeyen bir soruyla karşılaştığında, muhabirin kulağını çekermiş, hem de canını acıtacak biçimde. Yine de insaflıymış, kulak çekmekle kalırmış, işten attırmazmış.
Tabii medya tarihimizde el öpen tek kişi değil Yılmaz Çetiner. Devir 12 Eylül devriydi. Devletin başında o malum Paşa vardı. Gazeteciler Cemiyeti’nin başında da şeyh-ül muharririn lakaplı Burhan Felek. Malum Paşa 60, Burhan Felek 90 yaşındaydı. Malum Paşa Cemiyet’i ziyaret ettiğinde Burhan Felek, oğlu yaşındaki darbeci Paşa’nın elini öpmüş; malum Paşa, babası yaşındaki adama elini öptürmekten utanmamıştı.
Laf aramızda Malum Paşa’nın elini öpen çaylak muhabirlerden biri de sonradan Çağdaş Gazeteciler Derneği’nin başkanlığına kadar yükselmişti; şimdilerde nerededir derseniz, Radyo Televizyon Üst Kurulu üyesi.
Yine laf aramızda, sadece siyaset ve devlet büyüklerinin eli öpülmez, eşleri hanımefendilerin de eli öpülür, doğum günleri kutlanır. Merhum Başbakan ve Cumhurbaşkanı Turgut Özal’ın eşi Semra Hanımefendi için doğum günü partisi düzenleyip el öpen gazeteciler kimlerdi? Yaşlılık işte, şu an hatırlayamıyorum! Hatırladığımda söylerim.
Söz buraya gelmişken, Recep Tayyip Han için doğum günü pastası sunan muhabir ve muharrir taifesi, refikaları Emine Hanım için de doğum günü şenliği düzenliyorlar mı, bilmiyorum doğrusu.
Ya işte böyle. Bizde siyaset ve piyasa ilahlarına alenen sevdalanmak, el etek öpmek, muharrir ve muhabir takımının kadim geleneğidir. Öyle basın toplantısında Başbakan’a şarkı söylemek yetmez bizim muharrir ve muhabir takımına. Satılmış Gazeteciler kitabının yazarı Alman gazeteci, ülkesinde böyle bir geleneği göstersin, biz de görelim...
Satılmış Gazeteciler babında söz tükenmez. Yeri geldikçe yazarız.


13 Kasım 2015 Cuma

HIRSIZLARIN HÜKÜMETTE OLDUĞU ÜLKE

İbnü’l Sallama Hükümran Beyefendi’ye VEKÂLETEN
Ya eyyühellezine âmenû,
Cumanız hayırlı olsun!
AK oylarınızla günahına sevabına ortak olduğunuz iktidar içkiyi yasakladıkça, içki fiyatlarına zam yaptıkça olan içkiseverlere, daha acısı da gariban akşamcıya oluyor.
Hani Recep Tayyip Han memlekette içkiyi tümden yasaklamak için referanduma gideceğini söylüyordu ya. Referanduma filan gerek kalmadı. Tayyip Han’ın devri iktidarında değil içki satış ruhsatı alabilmek, içki içilebilecek yer kalmadı nerdeyse. Kamu kurumlarının misafirhane ve restoranlarında, belediyelerin ve üniversitelerin sosyal tesislerinde, öğretmenevlerinde içki yasak.
Mesela bir yaz günü Giresun kalesinin sosyal tesislerine yolunuz düşüyor. Bir şişe bira eşliğinde eşsiz manzaranın keyfini çıkarmak istiyorsunuz. Olmuyor. Neden? İçki yasak...
İmam yellenirse cemaat altına edermiş ya. Baş imam içkiyi yasakladıkça, durumdan vazife çıkartan yardımcı imamlar da içki dostlarına dünyayı dar ediyorlar. Sanat galerileri ve resitaller, “İçki içiliyor” diye basılıyor. Bozcaada Belediyesi’nin Şarap Tadım Günleri ve kimi belediyelerin bira festivalleri artık yapılamıyor. Kalecik’teki şarap festivali yerini üzüm festivaline bıraktı. Marketlerin yılbaşı sepetlerinde artık içkiye yer yok. Nihayet, Adana Valisi de, her yıl 20 bin dolayında içki dostunun katıldığı Rakı Festivali’ni yasakladı...
***

Ya eyyühel ihvan,
Bunca yasak ve zamların sonunda ne oluyor, biliyor musunuz? Hadi, günün stresini bir iki kadeh içkiyle hafifletmek isteyen içkiseverleri bir kenara bırakalım, olan akşamcıya oluyor. Yasağın ve zammın hortlattığı sahte rakıya kurban giden akşamcının haddi hesabı yok. Sadece İstanbul’da 25 kadar akşamcının sahte rakıya kurban gittiği söyleniyor.
Memnun musunuz eserinizden? Çok mu sevap kazandınız yasaklarınızla, zamlarınızla, bu yobazlığa verdiğiniz AK oylarınızla?
Hem size ne kimin ne yiyip içeceğinden? Başkalarına vasilik etme, onların yaşam tarzını sorgulama ve kısıtlama hakkını nereden alıyorsunuz? İnancınıza göre içki yasaksa siz içmeyin ihvan, başkasına ne karışıyorsunuz?
Ha, içki haram, öyle mi? İnancınızın içkiyi kesin olarak yasakladığından emin misiniz?
Hemen, “Ey iman edenler! İçki, kumar, dikili taşlar ve fal okları ancak, şeytan işi birer pisliktir. Onlardan kaçının ki kurtuluşa eresiniz.” (Sofra 90) ayetini hatırlatmayın. Siz o ayeti hatırlatırsanız, İbnü’l Sallama Hükümran Beyefendi de “Hurma ağaçlarının meyvelerinden ve üzümlerden hem içki, hem de güzel bir rızık edinirsiniz. Elbette bunda aklını kullanan bir toplum için ibret vardır” (Bal arısı, 67) ayetini hatırlatır.
Aklınızı kullanıp ibret almadınız mı? O halde, “Sarhoş iken ne söylediğinizi bilinceye kadar, namaza yaklaşmayın” (Kadınlar, 43) ayetinden ibret alın bari. Yani, “zinhar içmeyin” diye kesin bir emir yok, sarhoşluk geçince namaz kılınması yolunda tavsiye var.
Hem sizler, ecdat bellediğiniz padişahlardan halifelerden daha mı iyi biliyorsunuz? İbnü’l Sallama Hükümran Beyefendi hatırlatır ki, içki içmeyen padişah yok gibidir. Yıldırım Bayezid içkiye düşkün idi. Kanuni Sultan Süleyman’ın da bir dönem içkiye düşkünlüğü vardı. Kanuni’nin oğlu II. Selim’in adı “sarhoş”a çıkmıştı. IV. Murat içkiye düşkünlüğünden genç yaşta vefat etti. Her iki Mahmud’un ayık gezdikleri vaki değildi. Abdülmecit ise resmen “alkolik” idi...
Bunları biliyor ve ibret almıyorsanız, en hafif deyişle ayıp!
***

Ya eyyühellezine âmenû,
Elbette bunları biliyorsunuz da, içkiseverlere zulmetmekten geri kalmıyorsunuz. Çünkü, demokrat değilsiniz, laikliği içki içmekten ibaret sayan generalden farkınız yok. Aynı soydan geliyorsunuz, başkalarının da kendiniz gibi bir hayat sürmesini istiyorsunuz. Bunun için de, sizi doğruladığını zannettiğiniz bir ayetin yanı sıra, içkinin bütün kötülüklerin anası olduğu yolundaki gerçekliği tartışmalı hadislere sığınıyorsunuz.
Bütün kötülüklerin anasının içki olduğundan emin misiniz?
Eminseniz, İbnü’l Sallama Hükümran Beyefendi der ki, içki içenler hiçbir zaman ve yerde insanlık için aşırı dinciler ve yobazlar kadar zararlı olmadılar.
Görmüyor musunuz, Irak ve Suriye’de tekbir getirerek insan boğazlayan katiller, kadınları ve çocukları esir pazarlarında satan “mücahitler” içki içmiyorlar.
Suruç’ta gençleri, Ankara Gar Meydanı’nda solcuları Alevileri Kürtleri katledenler, Sivas Madımak’ta sanatçıları yazarları yakanlar da içki içmiyorlardı.
İkinci Cihan Harbi’nde dünyayı kana bulayan Hitler, içkinin damlasını ağzına koymuyordu.
Hatırlatmalı ki, rüşvet ve yolsuzluk parasıyla evinde dolar tepesi kuran, ayakkabı kutularında dolar istifleyen zekât hırsızları da içki içmiyorlar.
Elinizi vicdanınıza koyun söyleyin, kim daha kötü ve zararlı? Onlar mı, yoksa akşamları kimseye zarar vermeden iki kadeh içenler mi?
Elinizi vicdanınıza koyun söyleyin, eleştirilemez ve sorgulanamaz inançların egemen olup refah ve saadete erişmiş bir tek ülke var mı?
Elinizi vicdanınıza koyup fikreyleyin, İslam dünyası neden derin bir zillet, cehalet, yoksulluk ve sefalet içinde kıvranıyor?
İçki düşmanlığının ardında, hırsızlığı yolsuzluğu zorbalığı dikkatlerden uzak tutma niyeti olabilir mi?
Sahi ey iman edenler, içkiye karşı çıktığınız kadar neden rüşvete, yolsuzluğa, zekât hırsızlığına, zorbalığa adaletsizliğe karşı çıkmıyorsunuz?
Sizler bu sorulara yanıt arayadurun, Daryush Shayegan’ın “Yaralı Bilinç” adlı kitabındaki anekdot Cuma hediyemiz olsun.
Cumanız hayırlı olsun!
Selam ve dua ile.

Hırsızların hükümette olduğu ülke
Yıllarca ülkesinden uzak kalmış İranlı ülkesine döndüğünde,  havaalanından evine gitmek için taksiye biner... Yolda şoföre ilk tütüncüde durmasını söyler. Taksici, “Tütüncüde ne yapacaksınız beyim?” diye sorar.
- Sigara alacağım...
- Sigarayı artık camide satıyorlar beyim.
- Camide mi? Yahu cami Allah’ın evidir, oraya ibadet etmeye gidilmez mi?
- Hayır beyim hayır! İbadet etmek için artık üniversiteye gidiliyor.
- Allah allah! Peki o zaman öğrenim nerede yapılıyor?
- Öğrenim hapiste yapılıyor beyim.
- Hapiste hırsızlar yok mu?
- Hırsızlar artık hükümette beyim...
Yanlış anlaşılmasın. Anekdot İran’da geçiyor.
Orası İran, burası Türkiye!

Not: Karikatür Latif Demirci'nindir.

12 Kasım 2015 Perşembe

AK FAŞİZMİN SANSÜRÜNE ŞİDDETİNE TESLİM OLMAYALIM


Türkiye bir kez daha şiddet, ölüm ve sansür sarmalına düştü. Kürt coğrafyasında bir kez daha kan ve gözyaşı akıyor.
Cizre, Şırnak, Lice, Yüksekova, Hakkâri, Beytüşşebap ve daha niceleri. Silvan İlçesi de 2 ayı aşkın bir süredir kuşatma altında, sokağa çıkma yasağı 10’uncu gününde. İlçede ekmek, elektrik, su, sağlık hizmeti yok, internet ve cep telefonu erişimi sağlanamıyor. Çok sayıda ölü yaralı olduğu söyleniyor. Ambulansların yaralıları almasına polis izin vermiyor. Yüzlerce ev ve işyeri kullanılamaz hale getirilmiş. Söylenenler doğruysa polis ve askerin ortak operasyonunda tepelerden mahallelere top atışı yapılıyor. Çatılara yerleşmiş keskin nişancılar insan avlıyor.
Türkiye’nin geri kalan kesiminde tam bir sessizlik. 1925'in Takrir-i Sükûn günleri adeta. Gazeteler televizyonlar kendi alemlerinde. Sanki Silvan ve diğer yerlerde böyle olaylar yaşanmıyor. Gerekçe “terörün propagandasına alet olunmamalı”.
Oysa olan biten terör değil, devletin ordusunun da katıldığı şehir savaşı. Kürt sorunu artık şehir savaşı olarak kanıyor. Olanları halktan saklamak, gerçeği değiştirmiyor. Sadece halkın savaşın nasıl sona erdirileceğini sormasını ve tartışmasını önlüyor.
 AKP sözcüleri ve hükümet yetkilileri, “Çözüm Süreci” aldatmacasıyla bir süre birlikte yürüdükleri PKK'yı ve KCK’yı suçluyorlar ama PKK'yı suçlamak lanetlemek akan kanı durdurmuyor. Sadece kamuoyunun bir bölümünün yüreğini ferahlatıyor, o kadar. PKK’yı suçlamanın lanetlemenin bir yararı olsaydı, 35 yıldır olurdu.
Acı olan gerçek şu ki, 30 yıldır kan akmasına karşın, Uludere Roboski katliamına kadar, birlikte yaşama umudu kırılmamıştı. Roboski “kaçınılması mümkün olmayan hata” diye örtbas edildi, çok derin bir kopmayı beraberinde getirdi. AKP iktidarının çözüm sürecindeki samimiyetsizliği Kürt halkını AKP’den iyiden iyiye uzaklaştırdı. Kürt halkı, Türkiyeli sosyalistlerin ve demokratların da desteğiyle 12 Eylül faşizminin barajını yıktı; AKP reisinin alaturka başkanlık hayalini sona erdirdi. O noktadan itibaren AKP iktidarının devlet terörüne abanması, ancak askeri darbe günleriyle kıyaslanabilecek şiddeti, sokağa çıkma yasaklarını ve sansürü beraberinde getirdi.
Askeri darbe günleriyle kıyaslanabilecek şiddet ve sansür ifadesi ne yazık ki abartı değil. Bir an için Silvan ve diğer yerlerdeki operasyonların, şehir savaşının 1980 yılındaki askeri darbe koşullarında yapıldığını varsayalım. Ne olurdu? Devlet tekelindeki radyo ve televizyon haberi vermezdi, kapatılma tehdidi altındaki gazeteler ajanslar savaşı görmezlerdi. Yani tam da AKP iktidarının bugün istediği gibi bir sessizlik egemen olurdu. Halkın meraklı kesimi olan biteni BBC radyosunun kısa dalga Türkçe kanalından öğrenirdi. Bu arada fısıltı gazetesi de ülke genelinde faaliyete geçmiş olurdu...
İktidar şiddetten ve sansürden medet umuyor. AKP’ye oy veren seçmen kitlesi şiddete ve sansüre itiraz etmiyor, itiraz etmediği gibi destekliyor da. Oysa hep birlikte bu ülkede yaşıyoruz. Kanın neden aktığını, nasıl durdurulacağını bilmeye, konuşmaya sonuna kadar hakkımız var.
Şiddet ve sansür sorunu çözseydi, 30 yıldır çözerdi. Şiddet ve sansür, sessizlik ve tepkisizlik, sadece ve sadece daha çok “şehit”, daha çok “ölü ele geçirilen” demektir.
Şiddet ve sansür, örneklerine her kıtada rastlanabilecek zorbalık ve diktatörlük rejimi demektir.
Aptallık ise, hep aynı şeyi yapıp farklı sonuç beklemektir. 

4 Kasım 2015 Çarşamba

ÇETİN ALTAN NASIL BİRİYDİ?

Devşirmeler Dönekler adlı kitabımda yer alan “Kiralık Dönek Çetin Altan” başlıklı yazı hayli gürültü kopardı.
Gerçeklikten kopuk, içi boş Çetin Altan hayranlığına ve güzellemesine karşı yerinde bir analiz olduğu görüşü çoğunluktaydı.
Buna karşılık, “aydın düşmanlığı” olarak görenler de oldu.
Herhangi bir fikri olmadığından, bana “geri zekâlı” hatta “faşist” diye küfredenler de çıktı.
Kimileri de “ölenin arkasından konuşulmaz” derdindeydi.
Oysa, ölenin arkasından konuşulmamıştı, beş yıl önce yayımlanmıştı adı geçen kitap.
İşte o kitaptan, “Dönekliğin Dibi” başlıklı bölüm.


DÖNEKLİĞİN DİBİ
İnsan emek rotasından çıkmaya görsün, ahlaki pusulasını da yitirir. Aldatma, sadakatsizlik, ikiyüzlülük ve ihanet, güçlü olana tapınmak, yeterince utanılası bir düşkünlüktür. Değil insan içine çıkmak ve başkalarının yüzüne bakmak, aynaya bile bakmaktan utandırmaya yeterli bir ahlaki düşkünlüktür. Lakin ahlaken düşmenin sonu yoktur. Ezen sınıfla bir olup ezilenin üstüne çullanma ahlaksızlığının menzili, mülk sahibi sınıfa kaside düzüp yaltaklanmayı, devrimci mücadeleye küfretmeyi, dönekliği ve kurulu düzeni kutsamayı aşıp, döne döne tapındıkları güçte cinsel üstünlük keşfine kadar uzanır. Freud, mezarında isyan etme ihtiyacı duyar.
Pseudo dönek (Ertuğrul Özkök), “Erken kıllanmış çocuk” başlığı altında bir okul anısını anlatmaktadır. Sınıfta sakalı erken çıkmış bir çocuk ve bir de Amerikan pazarından giyinen “altın saçlı çocuk” vardır. Erken kıllanmış çocuk her fırsatta “altın saçlı çocuk”la alay etmektedir. Elbette “altın saçlı çocuk” kendini savunmak, bir yanıt vermek durumundaydı: “Birden pantolonunun düğmelerini açtı, organını çıkarıp altın çocuğa gösterdi. Bu sapık hareket karşısında hepimiz donup kalmıştık. Ben az daha tabureden düşüyordum. İşte o an, altın çocuğun gözlerini fark ettim. Gözlerinde o zamana kadar hiç görmediğim bir ateş yanıp söndü. Günler boyu sakin bir biçimde kötü adamın gaddarlıklarını izleyen Gary Cooper gibi, intikam saatinin geldiğine inanmıştı sanki. Gözündeki o ateşle erken kıllanmış çocuğa baktı. Sonra elini pantolonunun önüne attı. Pantolonu Amerikandı ve fermuarlıydı. Yavaş bir hareketle onu açtı ve organını çıkardı. Organı, erken kıllanmış çocuğunkinin iki katı büyüklükteydi. Erken kıllanmış çocuk o gün bitti.”[1]
Solculuğu ve dönekliği gibi bu anısı da sahte olabilir. Ama malum, doğru ya da yanlış, bu coğrafyada erkeklik tabudur. Dönek, güce ve gücün organına tapınırken sözüm ona bu yerel tabuyu yıkmaktadır. Ve elbette tabu yıkarken yalnız değildir. Kıdemli dönek de, sözüm ona fıkra anlatırken benzer şekilde kendince tabu yıkmakta, gerçekte ise devşirmeler gibi köklerine balta vurmaktadır.
“Eski bir eczane fıkrası vardır. Prezervatif almak için eczaneye gelen bir Afrikalı; derdini anlatamayınca, erkeklik organını tezgâhın üstüne çıkarıp yanına da parasını koyar. O sırada bir kovboy girer eczaneye ve Afrikalı’yı organ yarışı yapıyor sanarak; o da, kendi organını çıkarır tezgâhın üstüne ve alır parayı... Kovboyunki daha büyükmüş. Bazılarınınki daha büyük olur bazı yerlerde... Anlarsınız ya...”[2]
İnsan emek rotasından çıkıp dönmeye görsün, ahlaki pusulasını da yitirir. Lakin döneklikte ahlaken ve vicdanen düşmenin sonu yoktur. Tapındığı güce cinsel üstünlük yakıştırmanın ötesinde, hard-porno ve sübyancılığı savunacak derecede irtifa kaybeder.
“Bence biz büyüklerin çocuk pornosunu neredeyse ‘insanlığın tanıdığı en büyük suç’ haline getirişimizin altında yatan psikolojiye dikkatle bakmamız lazım. (...) Mevcut cinsel ahlak çocuk bedeninin arzulanmasını en büyük cinsel suç olarak görüyor. Ben, arzunun bu lanetlenişini haklı bulmuyorum. Yani, insanların çocuklara zarar vermedikleri sürece ‘sübyancı olma hakkı’nı savunuyorum.”[3]
Çocuklara zarar vermeyen bir sübyancılık?!
Sübyancılığın “hak” ve “özgürlük” kapsamına sokulmasıyla aşılmadık ahlaki sınır bırakılmamıştı. Bir sonraki yazıda ise “sübyancı olma hakkı” bu kez düşünce özgürlüğü kapsamındaydı ve yazar bir de üste çıkma çabasındaydı:
“Ben orada, çocuk pornosuna duyulan tepkinin altında yatan iki ayrı etkeni birbirinden ayırabilmek için, bir soyutlama yapmaya çalışmıştım. Çocukların zarar görmesi faktörünü bir an için bir kenara bırakarak geride kalana bakmak istemiştim. (...) Kısacası benim derdim anlamaktı. Hem sübyancıyı, hem de ‘bizi’ anlamak...”[4]
Sübyancılığın hak ve özgürlük kapsamına sokulması ahlaki liberalizmin son sınırında gezinen kalemleri bile isyan ettirecek iğrençlikte bir skandaldı; ama skandalın kraliçesi yalnız değildi. Köşe yazılarına cinsel içerikli fıkralar serpiştiren, “Rezil Köpek” karakterinin kurgulayıcısı Çetin Altan da, Başbakan Tayyip Erdoğan’ın ABD Başkanı George W. Bush ile yapacağı görüşmede ele alınacak konulara değindiği yazısında, sözüm ona bir sübyancı fıkrası anlatmıştı ki, Gülay Göktürk’ün skandalından aşağı kalır yanı yoktu:
“ABD Dışişleri Bakanı Powell ise, şimdiden Tayyip Bey'in ziyaretiyle ilgili mesajlar vermeye başladı:
- Irak ve PKK konuşulacak. İlişkimizin gücünü teyit edeceğiz.
Ve bu arada sürüp giden Ankara haberleri. KKTC ile ilgili değişik görüşler vs...
Ünlü bir fıkrayla, özetin özetine gelelim şimdi de:
Osmanlı sarayında bir sünnet düğünü...
Saray ağalarından, küçük oğlan çocuklarına düşkün biri; sünnet olacak çocuklardan gözüne kestirdiği bir tanesinin kirvesi olmaya kalkmış. Sünnet operasyonu sırasında, çocuğu kucağına oturtup elini kolunu tutacak. Ve yaptığı plana göre de, o sırada becerecek oğlanı...
Sünnetçi, kirvesinin kucağındaki donu çıkarılmış küçük çocuğun önünde diz çökmüş; tam operasyona başlayacağı sırada, işini becermeye çalışan ağanınki, birdenbire hedefinden kayıp, çocuğun bacakları arasından sünnetçinin önüne çıkmış.
Sünnetçi şaşkın mı, şaşkın:
- Bu da ne, demiş.
Ağa, gayet soğukkanlı:
- Bu model, demiş; padişah efendimiz emretti, sünnet bu modele göre yapılacak...”[5]
Konaklarda büyümüş, onca hayat tecrübesi edinmiş, düzinelerce kitap yazmış, 1970’lerin sonunda bir derginin kapağında Fransız dergisine atfen “Türk Rönesansının Zirvesi” diye propagandası yapılmış. Kalkmış iğrenç sübyancı fıkralarıyla Rönesansçılık oynuyor, akıl öğretmeye çalışıyor.
Emek pusulası kırılınca ahlaki pusula da kırılır. Döneklik böyle bir şeydir. Döndükleri için mi böyle oldular, zaten böyle oldukları için mi döndüler? Hangisi daha doğrudur bilinmez.
Dönekliğin çukurunda kim bilir başka ne rezillikler, soysuzluklar vardır. Bunca rezilliğe, soysuzluğa karşın, modern devşirmeler olarak, kitle bilincini zehirleyen iletişim ve bilinç endüstrisinin tepe noktalarındadırlar, başköşelerindedirler. Çünkü “En iyi sağcı soldan dönendir.”














[1] Ertuğrul Özkök, Hürriyet, 1 Nisan 2001.
[2] Çetin Altan, Sabah, 15 Mart 2002.
[3] Gülay Göktürk, Sabah, 9 Ocak 2002.
[4] Gülay Göktürk, Sabah, 13 Ocak 2002.
[5] Çetin Altan, Milliyet, 11 Ocak 2004.