26 Şubat 2021 Cuma

GARE FACİASI

PKK’nin elindeki rehineleri kurtarma amaçlı Gare operasyonu, Başkomutan’ın “gel gör ki başaramadık” dediği üzere başarısızlıkla sonuçlandı. Rehineler katledildiği gibi operasyon görev gücünden üç asker de yaşamını yitirdi. Kaç PKK’linin etkisiz hale getirildiği belirsiz. 

Başkomutan her ne kadar “Gare düştü, iş bitti” dediyse de, alan temizliği olarak da operasyonun başarısı şüpheli. Bilen biliyor ki, Gare daha önce de defalarca bombalandı, özel kuvvet askerleri Gare’ye girip çıktılar. Gare operasyonları rutin şekilde yinelenip duruyor. Ama son operasyon öncekilerden çok farklı sonuçlandı. Ortada bir başarı olsaydı, ilk açıklamayı Malatya Valisi’ne bırakmazlardı!

Operasyon başarıyla sonuçlansaydı, yani 13 rehine kurtarılıp sağ salim getirilseydi, haftalarca zafer şenlikleri yapılır, kurtarılan rehineler Başkomutan ile birlikte şehir şehir dolaştırılır, kent meydanlarında kutlama mitingleri düzenlenir, Yenikapı’da muhalefet liderleri de Başkomutan’ın arkasında saf tutarlardı. Ama olmadı, rehineler sağ dönemediler. Rehinelerin sağ salim dönmelerini yıllarca bekleyen annelerin babaların yüreğine ateş düştü. Diyarbakır’da evlat nöbeti tutan annelerin yüreklerine de ateş düştü mü, bilinmiyor. Annelerin acıları yarıştırılmaz, paylaşılır!


Hayatta dayanılması en zor en derin en acı, evlat acısıdır. O anneler babalar evlat acısıyla son nefeslerine kadar ölüp ölüp dirilecekler. Evlat için duyulan acı, dökülen göz yaşı karşısında en taş yürek bile yumuşar, yumuşamasa bile sessizce saygı duyar. En taş yürek sahibi bile evlat acısını “ne mutlu sana ki oğlun peygambere komşu oldu” diyerek siyaseten istismar etmez; ardından şarkıyla türküyle espriyle parti siyaseti gütmez değil mi? Öyle bilinse de bunu da gördük. Yaşadıkça kim bilir daha neler görürüz, nelerle karşılaşırız da şaşkınlıktan ağzımız bir karış açık kalır, söyleyecek söz bulamayız. Kesin olan bir şey var ki, acılı ailelere Peygamber’e komşuluk şerefi bahşedenler, kendilerine o şereften pay almak için hiçbir gayret göstermezler.

***

Demokrasinin asgari kurallarının yürürlükte olduğu ülkelerde, böyle bir facia sonrasında hükümetler düşer, soruşturma açılır, sorumlular yargılanır. Ama burası Türkiye. AKP iktidarı ve küçük ortağı, hesap vermek yerine muhalefeti suçluyorlar. Öyle ki, rehineleri kurtarmadığı için muhalefetteki CHP’yi suçlayan bile çıktı. Tabii muhalefeti suçlamanın en kolay yolu HDP’yi hedef tahtasına koymak. HDP hedef tahtasına yerleştirilince, muhalefet partileri pozisyon alma gereği duyuyor. Cumhur İttifakı iktidarının amacı da muhalefeti ayrışmaya zorlamak. Nitekim, ayrışma gecikmedi. Çok yakın bir gelecekte HDP hakkında kapatma davası açılması da sürpriz olmaz.

AKP iktidarı örtbas etmek için nasıl bir propaganda ve ayrıştırma politikası yürütürse yürütsün, Gare faciası peşini hiç bırakmayacak. Öyle 15 Temmuz gibi “Allah’ın lütfu” (!) zorlama bir destan yok ortada. Aklını ahlakını vicdanını yitirmemiş insanlar, 15/16 Temmuz gecesini sorguladıkları gibi apaçık başarısız böyle bir operasyonu da hep sorgulayacaklar.

Örneğin, Başkomutan operasyonun amacını rehineleri kurtarmak olarak açıkladı ya. Gerçekten amaç rehineleri kurtarmak mıydı? Amaç bu idiyse, bu gibi durumlarda nasıl hareket edileceği edilmeyeceği bellidir. Bilinir ki, rehine kurtarma operasyonlarında istihbarat yetersizse, hava ve arazi koşulları elverişsizse, gizlilik sağlanmamışsa, baskın tarzında hareket edilmemişse, operasyon rehinelerin kaybıyla sonuçlanır. Dünyanın en güçlü ordularından kabul edilen Rusya ordusunun 2002 yılında Moskova Tiyatrosu’na yaptığı operasyonda Çeçen eylemcilerin tamamı öldürüldü ama 130 rehine de katledildi, kalan 700 rehine yaralandı. Amerikan ordusunun 1980’de İran’da büyükelçilik personelini kurtarmak için giriştiği operasyon da fiyaskoyla sonuçlandı.

Tarihte başarıyla sonuçlanmış rehine kurtarma operasyonları nadirdir. Bilinen başarılı operasyonlar, 1976 yılında İsrail’in Uganda’nın Entebbe havaalanındaki operasyonu ile 1977 yılında Somali’nin başkenti Mogadişu’da Almanya’nın operasyonudur. Bu ikisinin dışında başarıyla sonuçlanmış operasyon yok gibidir. Bu operasyonların da Kenya, Uganda ve Somali devletlerinin katkısıyla başarıldığı söylenir.

Yine bilinir ki amaç rehineleri kurtarmak ise, askeri operasyon yapmak yerine arka kapı diplomasisine başvurulur, gizlice pazarlık edilir. Çünkü rehin alan örgütün asıl amacı öldürmek değil, pazarlık etmek ve kazançlı çıkmaktır. Emekli General Osman Aydoğan’ın ayrıntısıyla yazageldiği üzere PKK’nin rehin aldığı onlarca yüzlerce kişi, milletvekilleri, sivil örgütler ve yerel aktörlerin devreye girmesiyle serbest bırakıldı. IŞİD’in 2014 yılında Musul’da rehin aldığı 49 konsolosluk görevlisi ile geçen Ocak ayında korsanların rehin aldıkları 15 denizci de operasyonla değil, gizli diplomasiyle kurtarıldılar.

***

Peki, rehinelerin kurtarılmasında diplomasi esas alınmalıyken, altı yıldır PKK’nin elindeki rehinelerin serbest bırakılması için kim ne yaptı? 

AKP iktidarının rehineleri kurtarmak için gizli diplomasiye başvurup başvurmadığı bilinmiyor. Muhalefet partileri, soru önergeleriyle konuyu TBMM gündemine getirmişler ama, iktidar yanıt vermemiş, oralı olmamış. 

AKP iktidarı, rehinelerin bırakılması için Abdullah Öcalan’dan örgütüne çağrı yapmasını isteyebilirdi, bunu da yapmamış. Abdullah Öcalan’a ve örgütüne prestij kazandırmak istememiş olabilir ama, İstanbul seçimi için ricacı olmakta beis görmemişti.

Peki, rehineleri kurtarmak için gizli diplomasi yerine nasıl oldu da operasyona karar verildi?

Karar sürecinin başlıca aktörleri bellidir: Siyaset, istihbarat, asker. Ortaklaşa durum muhakemesi yapılmış ve operasyona karar verilmiştir. 

Sahada operasyonu uygulayacak olan asker, kendi durum muhakemesini sunarak, çetin kış koşullarında, elverişsiz arazide operasyonla rehinelerin kurtarılamayacağını anlatmıştır herhalde. Mutlaka anlatmış olmalıdır, aksi düşünülemez!

Asker anlattı ve siyasetçi operasyonda ısrar ettiyse, neye güvenerek ısrar etmiş olabilir?

Örneğin, böyle bir operasyon mutlak gizlilik ve baskın tarzında hareket gerektirir. Ama, operasyonun nihai karar vericisi siyasetçiler, “Pençe Kartal-2 Harekâtının dost ve müttefiklerle koordine edildiğini” söylüyorlar. Milli Savunma Bakanı Hulusi Akar, G günü S saatinden birkaç gün önce Erbil’de herhalde operasyonu koordine ediyordu! Başkomutan Recep Tayyip Erdoğan da operasyondan iki gün önce “Çarşamba günü Millete Sesleniş konuşmasında güzellikler açıklayacağını” söylüyordu… (Müttefikler ve dostlarla neyi koordine ettiler? Millet Sesleniş konuşmasında nasıl bir güzellik açıklamayı planladılar?)

Anlaşılıyor ki, elverişsiz arazide, dondurucu kış koşullarında zaten başarısızlığa mahkûm operasyon bir de dost ve müttefiklerle koordine edilmiş, gizlilik kalmamış. Gizlilik kalmayınca baskın da olmamış; 41 savaş uçağı dağı taşı bombalamış, uçar birlik harekâtıyla özel kuvvet askeri gönderilmiş. Sonuçta rehineler kurtarılamadığı gibi operasyon görev gücü üç kayıp vermiş… Neresinden bakılsa facia!

Facia taammüden gelmiş ama örtbas etmek, bununla kalmayıp üste çıkabilmek için, “Gücümüzü ve kararlılığımızı gösterdik. PKK’nin ne kadar cani bir örgüt olduğunu bir kere daha gördük” diyorlar. Oysa PKK’nin nasıl bir örgüt olduğunu bir kere daha kanıtlamaya ihtiyaç yoktu. Otuz yıl önceki köy baskınları, daha yakın tarihte Merasim Sokak ve Güvenpark katliamları unutulmadı. Kırk yıldır hatta 100 yıldır istikrarlı şekilde güç ve kararlılık gösterilmesi de annelerin babaların göz yaşını dindirmiyor!

Bitirirken tekrar sormadan edemiyor insan. Gare’de amaç gerçekten rehineleri kurtarmak mıydı? Yoksa rehineleri kurtarmak değil de başka bir amaç mı söz konusuydu? Asıl amaç Roboski faciasına benzer şekilde üst düzey bir PKK yöneticisinin ele geçirilmesi veya öldürülmesi miydi? Rehineler kaybedilirse, Peygamber’e komşu olurlar… Zaten askerlik yan gelip yatma yeri değildir…

Asıl sorulması gereken soru ise, ortak vatanda eşit yurttaşlık çatısı altında, halkların ve inançların eşitliğini kardeşliğini esas alan çözüm çok mu zor? Kimse merak etmesin, böyle bir çözümde ülke bölünmez!

20 Şubat 2021 Cumartesi

KAYIP DAMAT, MAHPUS PRENSES, FİRARİ VALİDE SULTAN

Ülkenin hatta dünyanın en güçlü ve zengin adamı olsan da, bu güç ve zenginlikten sevgi ve mutluluk çıkmıyorsa, etraf ve ülke ahalisi burnundan soluyorsa, bırak etrafı ahaliyi, kendi aile bireylerin bile senden memnun değilse, neye yarar o zenginlik, ne kıymeti var o iktidarın! Hani Kul Himmet “Tüm bedesten senin olsa, Dünya kadar malın olsa, Karun kadar malın olsa ne fayda” diye ünlemiş ya, öyle bir hesap işte!

Söz ülkemizden dışarı, Birleşik Arap Emirlikleri (BAE) Devlet Başkan Yardımcısı, Başbakan ve Dubai Emiri Şeyh Muhammed bin Raşid el Maktum’un ailesinde yaşananlar, iktidar ve servetin yanlış kişiler elinde biriktiğinde nasıl mutsuzluk üretebildiğini gösteriyor. Belki de daha doğru bir ifadeyle, iktidar ve servetin mutlu olmaya yetmediğini.

Raşid El Maktum, ülkesinin en güçlü kişisi; milyarlarca dolar servetiyle de dünyanın sayılı zenginlerinden. Sadece Londra’daki 100’den fazla otomobilleri için 6 katlı otopark yaptırmış ki, zenginliğini artık siz düşünün. O kadar otomobille ne yapacaksa. Toplamda altı (6) karısı var, çocuklarının torunlarının sayısı belirsiz. Zenginliği serveti dudak uçuklatıcı ama gel gör ki, bunca iktidar ve servet ne kendisini mutlu ediyor ne de ailesini. Raşid El Maktum’u ailesiyle birlikte gülerken, gülümserken gösteren bir fotoğrafı yok; varsa da ben rastlayamadım. Güldüğü fotoğraflar, kendisi gibi zengin dünya kapitalistleriyle ortak yatırım anlaşmaları sırasında çekilmiş görüntüler.

Ailenin tek mutlu kişisi bunca servetin varisi oğlu Hamdan Al Maktum olsa gerek. Su gibi para harcıyor ama insan içine çıktığı da söyleniyor. Öyle ki, babasını Londra metrosuna bindirmeyi başarmış, selfi bile çekmiş. 

Gel gör ki, diğer aile bireylerinden gelen haberler pek de mutluluk haberleri değil. Onca servetin sahibi Raşid Al Maktum’un kızı Şeyha Latife, artık nasıl bir esaret hayatı ise, ailesinden ülkesinden kaçmayı seçmiş. 2018 yılında fırsat bulup bindiği yat ile denize açılmış ama babasının peşine taktığı muhafızlar Şeyha Latife’yi Hindistan’a 80 kilometre kala yakalamışlar ve Dubai’ye geri getirmişler. O gündür bugündür, Latife kafeste yaşıyor.

Geçenlerde internet ortamına düşen videosunda babasının kendisine nasıl rehine muamelesi yaptığını anlatıyor kadıncağız: “Bunu kilitleyebildiğim tek kapı olduğu için banyodan çekiyorum. Şu an bir villadayım ve rehin durumdayım. Villa hapishaneye dönüştürülmüş durumda. Tüm pencereler demir parmaklıklarla kaplı ve hiçbirini açamıyorum. Dışarıda 5 polis memuru, içeride ise 2 kadın polis memuru bulunuyor. Temiz hava almak için bile dışarı çıkamıyorum. Ne zaman salınacağımı veya salınırsam bile ne koşullarda olacağımı bilmiyorum. Her gün can güvenliğimden endişe ediyorum. Bu durumdan kurtulabilir miyim onu da bilmiyorum. Polis memuru hayatım boyunca hapiste olacağımı ve bir daha gün yüzü göremeyeceğimi söyleyerek beni tehdit etti. Her geçen gün daha da çaresizleşiyorum. Burası bir sirk gibi. Artık çok yoruldum.”

Acınmayacak gibi değil. BBC’nin haberine göre, Şeyha Latife’nin rehineliği BM İnsan Hakları Yüksek Komiserliği’nin de gündemindeymiş. BM Sözcüsü, Şeyha Latife’nin imdat videosunun ardından konuyu BAE ile konuşacaklarını söylemiş. İngiltere Dışişleri Bakanı Dominic Raab da Latife’nin hayatta ve iyi olduğunu görmek istediklerini bildirmiş.

Onca servetin, iktidarın mutsuz ettiği tek aile bireyi Şeyha Latife değilmiş. Dubai Şeyhi Muhammed bin Raşit El Maktum’un 6 eşinden biri olan Prenses Haya da iki çocuğu ile Londra’ya kaçmış. Prenses Haya, açtığı boşanma davasında can güvenliğinin tehlikede  olduğunu belirterek “zorla evlilikten korunma” talep etmiş ve ülkeyi birlikte terk ettiği çocuklarının vesayetini de istemiş. Prenses Haya’nın sığınma talebi reddedilmiş, bunun üzerine kardeşi Ürdün Kralı Abdullah harekete geçmiş ve Prenses Haya’yı Londra’daki Ürdün Büyükelçiliği’ne diplomat olarak atamış…

Bunlar, dünyanın en zengin en güçlü bir hanedan ailesinden dışarıya yansıyabilenler. Kim bilir onca iktidar ve servetin perdelediği başka ne dramlar trajediler vardır. Medyanın haberlerine bakılırsa, Şeyh Muhammed bin Raşid el Maktum, çok başarılı bir yatırımcı, Abu Dabi’ye modern bir kent görünümü kazandırdı ama muhalefete göz açtırmıyor, adli sistemde kadınlara ayrımcılık yapılıyor…

***

Söz ülkemizden içeri olsun artık. 

İyi ki Türkiye’de yaşıyoruz, kendi içinde böyle mutsuz, kadınların köle muamelesi gördüğü bir hanedan tarafından yönetilmiyoruz değil mi?


Bakmayın siz, CHP’nin Damat Berat için “Damat Firarda, wanted” afişleri videoları hazırladığına.

Tamam, Damat Berat aylardır ortalıkta görünmüyor ama Osmanlı döneminde değiliz, “demokratik laik” Türkiye Cumhuriyeti’ndeyiz. Damatların (üstelik en güçlü oldukları günlerde) dilsiz cellatlar eliyle boyunlarına ipek kementlerin dolandığı ya da kafalarının kesildiği, şehzadelerin kafes arkalarına hapsedildikleri devirler geride kaldı. 

Osmanlı tarihe karıştı diye biliyorum ama ya tarih bilgim doğru değilse ya da Osmanlı hortladıysa? Osmanlı hortladı ya da hortlamadı. Damat Berat, kendi kendine verdiği istirahati bitirdiğinde ortaya çıkacaktır herhalde.

Memlekette onca dram, trajedi, komedi varken, ben bu aile içi meselelere niye kafayı taktım ki? Salgın koşullarında laf kıtlığında veya bolluğunda asma budama hakkımı kullandığıma sayın artık.

Baki selamlar.

Not: Aşağıdaki adreste kayıtlı yazıyı da okuyabilirsiniz.

https://rahmi-yildirim.blogspot.com/2020/12/damat-berat-nerede.html


15 Şubat 2021 Pazartesi

SAVUNMA BAKANI VE GENELKURMAY BAŞKANI İSTİFA ETTİLER!

Milli Savunma Bakanı (MSB) ve Genelkurmay Başkanı (GKB) istifa ettiler!

Evet evet! Yanlış okumadınız. Yanlış yazdıysam ekmek Kur’an çarpsın! MSB ve GKB, asilere karşı başlatılan harekâtın fiyaskoyla sonuçlanması üzerine istifa ettiler. İstifa Cumhurbaşkanı tarafından kabul edildi ve yerlerine atamalar yapıldı.

Doğruyu söyleyin, heyecanlandınız değil mi, bu haberden. Haklısınız, heyecan duyulmayacak gibi değil. Sakin olun! İstifa edenler Türkiye’nin MSB ve GKB değil. Haber de Türkiye’den değil Afrika’dan. 30 Mayıs 2014 tarihli habere göre, Mali Savunma Bakanı Soumeylou Boubeye Maiga ile Genelkurmay Başkanı General Mahamane Toure, isyancılara karşı giriştikleri operasyon fiyasko ile sonuçlanınca istifa ettiler. İstifaları kabul eden Cumhurbaşkanı İbrahim Boubabacar Keita, MSB’nin yerine emekli Albay Bah N’dao’yu atadı.

(https://www.haber7.com/afrika/haber/1163821-mali-genelkurmay-baskani-istifa-etti)

***

Bir istifa haberi de Hollanda’dan. 4 Ekim 2017 tarihli habere göre, Hollanda MSB Jeanine Hennis, Birleşmiş Milletler (BM) adına Mali’de görev yapan iki askerin kaza sonucu yaşanan patlamada ölmeleri üzerine, siyasi sorumluluğu bulunduğu gerekçesiyle istifa etti. Hennis ile birlikte Hollanda GKB Tom Middendorp da görevinden ayrıldığını açıkladı.

Hollanda, BM’nin Mali’de siyasi istikrarı sağlamak amacıyla oluşturduğu uluslararası güce asker desteği veren ülkeler arasında yer alıyor. Temmuz 2016’da Kidal kasabasındaki operasyon sırasında, kaza sonucu 60 milimetrelik havan topunun infilak etmesi sonucu iki asker yaşamını yitirmiş, bir asker de ağır yaralanmıştı. Hollanda Güvenlik Araştırma Konseyi’nin (OVV) hazırladığı raporda, görevli birliğin yeterli tıbbi donanıma sahip olmadığı, sorumluluğun siyasi otoriteye ait olduğu vurgulanmıştı. Rapor Hollanda Meclisi’nde görüşülürken MSB Hennis siyasi sorumluluğu kabul ederek istifa etti; GKB General Tom Middendorp da “ihmalkârlık” suçlamalarını içine sindiremediğini belirterek görevinden ayrıldığını duyurdu. 

(https://www.bbc.com/turkce/haberler-dunya-41493823)

***

Afganistan MSB ve GKB da istifa ettiler. 24 Nisan 2017 tarihli habere göre, Afganistan'da MSB Abdullah Habibi ile GKB Kadem Şah Şahim, Belh vilayetindeki kolordu komutanlığına düzenlenen saldırının ardından istifa ettiler. Asker üniformalı 10 Taliban militanının düzenlediği saldırıda 140 güvenlik görevlisi ölmüştü. Taliban Sözcüsü Zabihullah Mücahit, eylem öncesinde kolorduda görevli 4 asker aracılığıyla bölgede keşif yaptıklarını iddia etmişti. Afganistan Devlet Başkanı Eşref Gani, Habibi ve Şahim'in istifalarını kabul ettiğini bildirdi.

(https://www.trthaber.com/haber/dunya/afganistanda-savunma-bakani-ile-genelkurmay-baskani-istifa-etti-310955.html)

***

Bir istifa haberi de Balkanlar’dan. Hırvatistan Savunma Bakanı Damir Krsticevic, askeri eğitim uçağının düşmesi sonucu iki pilotun hayatını kaybetmesinin ardından istifa etti. 8 Mayıs 2020 tarihli habere göre, istifayı kabul eden Başbakan Andrej Plenkovic, kazada iki pilotun ölmesinin Krsticevic'i derinden üzdüğünü belirterek, “O da eski bir asker, Hırvat ordusunun bir generaliydi. O üzüntüyle istifa etti” dedi. 

(https://www.aa.com.tr/tr/dunya/hirvatistanda-savunma-bakani-krsticevic-istifa-etti/1833971)

***

Tatbikat kazası nedeniyle bir istifa haberi de Fransa’dan. 2 Temmuz 2008 tarihli habere göre, Fransa Genelkurmay Başkanı Bruno Cuche, sivillere açık bir tatbikat sırasında bir askerin kuru sıkı mermi yerine gerçek mermi kullanarak 17 kişinin yaralanmasına yol açması üzerine istifa etti. İstifayı kabul eden Cumhurbaşkanı Nicolas Sarkozy, “Tepkim hızlı ve sert olacak... Yalnızca bir kişiden değil, bütün komuta zincirinden açıklama istenecek” dedi.   

(https://www.milliyet.com.tr/dunya/fransa-da-kanli-tatbikat-istifasi-888898)

***

Son istifa haberi Ermenistan’dan olsun. 20 Kasım 2020 tarihli habere göre, Ermenistan ordusunun Dağlık Karabağ’da Azerbaycan ordusu karşısındaki yenilgisinin yankıları sert oldu. Yenilgiyi kabul eden Erivan, peş peşe istifalarla sarsılıyor. Son olarak Ermenistan Savunma Bakanı David Tonoyan görevi bıraktığını duyurdu.

(https://www.trthaber.com/haber/dunya/ermenistan-savunma-bakani-istifa-etti-532568.html)

***

Dünyada bunlara benzer nice onur istifaları, hatta intihar vakaları var. Düşünüyorum da, Tanrı göstermesin, bu gibi olayların onda biri bile bizde olsa neler olur neler. Sadece MSB ve GKB değil Başkomutan bile istifa ederler. Hatta, ağzımdan yel alsın, istifa etmekle kalmazlar, ecdada yaraşır şekilde intihar bile ederler!... 

- Efendim? Ne dediniz duyamadım, tekrarlar mısınız? Alo! Hay aksi, hat kesildi…

Ecdada yaraşır şekilde dedim de, Albay Reşat Bey’i hatırlamadan edemedim. Nur içinde yatsın, ruhu şad olsun. 

Büyük Taarruz’un ikinci günüydü, 27 Ağustos 1922 yani. Taarruzun kaderini etkileyecek en kritik arazi arızalarından biri de Çiğiltepe’ydi. Sincanlı Ovası’ndan Dumlupınar’a kadar tüm yolların önündeki en stratejik engel olan Çiğiltepe’nin düşmandan temizlenmesi gerekiyordu. Çiğiltepe alınamazsa, diğer bazı birlikler sonraki hedeflerine gidemezlerdi. 


Görev, 57. Tümen Kumandanı Albay Reşat Bey’e emredildi. Reşat Bey, emri aldıktan sonra, yarım saat içinde Çiğiltepe’yi zapt edeceğini bildirdi. Ne var ki, bu tepenin önemini bilen Yunan Başkumandanı General Nikolaos Trikopis umulmadık bir direniş gösterdi. Yarım saat sonra Başkomutan Gazi Mustafa Kemal, telefona sarıldı. Telefona Albay Reşat Bey’in Emir Subayı Üsteğmen Kaplangı çıktı: “Komutanım Reşat Bey size bir mesaj bırakarak intihar etti. Okuyorum: Komutanım, yarım saat zarfında bu tepeyi almak için verdiğim sözü tutamamış olmaktan dolayı yaşayamam.

Çiğiltepe, Albay Reşat Bey’in onur intiharından saatler sonra ikindi vakti ele geçirildi. Soyadı yasası çıktıktan sonra TBMM, Atatürk’ün önerisiyle Reşat Bey’in ailesine Çiğiltepe soyadını verdi. Reşat Bey’in kabri 1988 yılında Ankara’daki Devlet Mezarlığı’na nakledildi. 

Gazetenin haberi doğruysa, Albay Reşat Çiğiltepe’nin adı, Ankara-Mamak’ta bir ortaokulda yaşıyordu; Haziran 2020’de adı okuldan silindi; yerine okula bağış yapan kişinin adı verildi (Sözcü, 28 Haziran 2020.) 

Ankara Büyükşehir Belediyesi Meclisi’nin 14 Aralık 2020 tarihli toplantısında ise, Mamak-Altındağ sınırındaki bir alt geçide Reşat Çiğiltepe adı verilmesi kararlaştırıldı.  

Anısına saygıyla.


13 Şubat 2021 Cumartesi

ASKERLİK YAN GELİP YATMA YERİ DEĞİL

Yeniçağ Gazetesi Ankara Temsilcisi Orhan Uğuroğlu, 11 Şubat günü, ruznamede (yani gündemde) ne var ne yok diye Cumhurbaşkanlığı ve Recep Tayyip Erdoğan Twitter sayfalarına bakmış. Aradığını bulamamış. Sonra Cumhurbaşkanlığı’nın resmi web sayfasına bakmış, aradığını orada da bulamamış. Aradığını bulamayınca da o keder ve üzüntüyle, daktilosunu çekip Utanç duyulacak korkunç duyarsızlık vardiye sitem etmiş.

Orhan’ın aradığı, Pençe Kartal-2 operasyonunda “şehit” oldukları açıklanan Piyade Komando Yüzbaşı Burak Coşkun, Piyade Komando Yüzbaşı Ertuğ Güler ve Muhabere Astsubay Kıdemli Çavuş Harun Turhan için taziye mesajı olup olmadığı. Orhan üç sitede de taziye mesajı bulamamış. Onun yerine, uzaya çıkma projesi, yeni anayasa temennisi, AKP TBMM Grup İçtiması, Balıkesir, Osmaniye, Tokat ve Tunceli il kongrelerine canlı bağlantı varmış… 

Orhan, “Basın açıklamaları” ve “Cumhurbaşkanlığı Sözcülüğü” bölümlerine de bakmış, oralarda da taziye mesajı görememiş. O yeisle, “Yazıklar olsun…” diye bir kere daha sitem etmiş. 

***


Ah Uğurzade Orhan ah!!!

Sitem etmeye elbette hakkın var da, nasıl diyeyim? 

Ömrüne bereket, 70 yaşındasın, 50 yıldır gazetecilik yapıyorsun ama Sayın Recep Tayyip Erdoğan’ın ruznamesinde hangi başlıkların olup olmayacağını hâlâ öğrenememişsin. Daha doğrusu mutlaka biliyorsun da, o kederle bir an boş bulunup sitem etme gafletine düşmüşsün.

Naçizane arz edeyim. 

Sayın Recep Tayyip Erdoğan kim? 

Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı.

Başka?

Başkomutan.

Daha başka?

Dünya Lideri.

Daha daha başka?

Eski Düzce Mebusu Sayın Fevai Arslan’ın ifadesiyle “Allahu Teala’nın bütün vasıflarını üzerinde toplamış bir lider!

Bilmem anlatabildim mi Orhan!

Eski AKP Bursa Milletvekili Hüseyin Şahin’in ifadesiyle “O’na dokunmak bile ibadet” sayılırken, sen kiiim, ben kiiim?

Ben, mütekait mülâzım-ı sâni Rahmi Yıldırım.

Sen, ihtiyat mülâzımı Orhan Uğuroğlu.

Haddimize mi Sayın Başkomutan’a akıl öğretmek, sitem etmek!

Hadi Anadolu lügatiyle ifade edeyim: Haddimize mi Ağa’nın lafının üstüne laf etmek!

***


Haddimizi bilmeliyiz Orhan. Sayın Başkomutan mutlaka bizden daha isabetli takdir eder ruznamesinde ne olup olmayacağını! 


Esasen bu mevzuyu, yani askeri harekâtlarda toprağa düşmeyi Başkomutan’ın nasıl takdir ettiği cümlenin malumudur. Sen de hatırlarsın. On beş sene önceydi. Sayın Erdoğan, Balıkesir’de açılış töreninde konuşuyordu. Bir yurttaş “Artık şehit cenazesi istemiyoruz” diye bağırıp sözünü kesmeye cüret etmişti. Sayın Erdoğan ise olanca nezaketiyle “Askerlik herhalde yan gelip yatma yeri değil” diye yanıtlamıştı.

Yine sen de hatırlarsın. Hakkari’nin Şemdinli ilçesinde çıkan çatışmada Komiser Ahmet Çamur hayata veda etmişti. Ahmet Çamur’un Trabzon Çaykara’daki cenaze törenine Sayın Başkomutan da katılmıştı. Sayın Başkomutan, acılı aileyi “Herhangi bir mevtayı değil, şahadet makamına ulaşmış olan şehidi uğurluyoruz. Ne mutlu onun ailesine, ne mutlu onun tüm yakınlarına” diyerek teselli etmişti.

***


Tekraren arz edeyim Orhan,

Sayın Başkomutan’ın ruznamesinde ne olup olmayacağını takdir etmek haddimize değil. Öyle yüksek seciyeli bir lider ki, lafzı, davranış tarzı tebasına da sirayet etmiştir. Mesela, yanlış hatırlamıyorsam, 2012 senesi Temmuz Ağustos aylarıydı. Şemdinli’den “şehit” ve “ölü ele geçirilen” haberleri geliyordu. CHP, TBMM’nin olağanüstü toplanmasını istemişti. Sayın Erdoğan’ın yardımcısı Hüseyin Çelik, “Birkaç Mehmet şehit oldu diye Meclis’’i toplamayız” diye karşılık vermişti.

Yine hatırladığım kadarıyla, 14 Mayıs 2016 günüydü. Çukurca’dan çatışma ve “şehit” haberleri geliyordu. Ankara’da şehit cenazeleri kalkarken İstanbul’da tatlı bir heyecan vardı. Başkomutan’ın kerimesi Sümeyye’nin nikâh ve düğün merasimi için hazırlıklar tamamlanmıştı. Muhteşem nikâhın şahitleri arasında, Pakistan Başbakanı Navaz Şerif, Arnavutluk Başbakanı Edi Rama, Lübnan Başbakanı Saad Hariri, Bosna Hersek Devlet Başkanlığı Konseyi Üyesi Bakir İzzetbegoviç, Meclis Başkanı İsmail Kahraman, Başbakan Ahmet Davutoğlu, eski Başkomutan Abdullah Gül’ün yanı sıra Genelkurmay Başkanı Hulusi Akar da vardı.

Bilmem anlatabildim mi Orhan? Yanisi o ki, mütekait mülâzım-ı sâni olarak ben, ihtiyat mülâzımı olarak sen, bu gibi devlet işlerinden, esnekliklerden, duyarsızlıklardan anlamayız!

Sencileyin ancak, “Yazıklar olsun” deriz.

Bencileyin bedel ödemeye bütçesi yetmeyen halkımızın neden “Zenginimiz bedel öder, şehidimiz fakirdendir” diye ağıt yaktığını sorgularız.

 “Mahdum Burak vatani vazifesini niye yapmadı?”, “Mahdum Bilal bedelli askerlik yaparken, Kerem Kılıçdaroğlu niye tam zamanlı askerlik yaptı?” soruları da cabası.

Yanıt olarak, “Allahu Teala öyle takdir etmiş, naim cennetinde Peygamber’e komşu olmalarını münasip görmemiş” diyelim mi Orhan?

İşbu risaleyi bitirirken, Ataol Behramoğlu’nun şiirini gönderiyorum.

Baki selamlar!


TOPRAĞA DÜŞEN 

Ona "Haydi 

Savaşa dediler 

Başkaca bir şey 

Söylemediler.


Aldılar köyünden 

Davulla zurnayla 

Geride üç çocuk 

Bir eş ve bir ana.


Eline bir silah 

Tutuşturdular 

Ve karşılaştı 

Düşman ordular.

 

Vurulup düştü 

İlk çatışmada 

Göğsünde bir oyuk 

Üç delik alnında.


"Ey bu topraklar için 

Toprağa düşen" 

Bir karış toprağın  

Var mıydı yaşarken?


5 Şubat 2021 Cuma

AŞAĞI BAKMAYANLARA SELAM OLSUN!

PROF. OLMUŞLAR AMA NE HOCA OLABİLMİŞLER NE DE...


Fotoğraftaki yer Gaziantep Üniversitesi Rektörü’nün makam odası.

Makam koltuğunda oturan unsur, AKP Genel Başkan Vekili Prof. Dr. Numan Kurtulmuş,

Masanın yanındaki de üniversitenin rektörü prof. unvanlı başka bir unsur. Ayakta el pençe divan durmuş, aşağı bakıyor.

Sesli olarak yuh çektim. (TDK Sözlüğü’ne göre, yuh “Birine karşı beğenilmeyen veya öfke duyulan bir durumda haykırılan söz”dür.)

Numan efendiye göre bu ziyaret siyasi bir ziyaret değil; hoca-talebe ilişkisi içinde bir ziyaret. Rektör unvanlı unsur kendisinin doktora öğrencisiymiş; hocasını karşılayan öğrenci olarak hislenmiş, o sevinçle makamını göstermiş. 

Numan efendi de hiç sıkılmadan makam koltuğuna kurulmuş. Bari bir de elini öptürüp iki de tokat atsaydı, rektör namlı unsurun yanaklarında gül açsaydı. Malum hocanın vurduğu yerde gül biter.

Numan efendi açıkça söylemese de, siyasetçi kimliğiyle rektörün koltuğuna oturmasının ayıplanacağını kabul ediyor. Ayıplanmaktan kaçınmak için hoca-öğrenci ilişkisine sığınıyor. Sanki hocası olarak öğrencisinin koltuğuna oturması marifetmiş gibi. Masanın önünde ziyaretçiler için koltuklar sehpalar var. Orada görüşseler bir yerleri eksilir, azametlerine halel gelir sanki. Ne demeli, prof. olmuşlar ama ne hoca olabilmişler ne de…

***

Erdoğan’ın kalbi Ali dili Muaviye


Numan efendinin başka marifetleri de var. Necmettin Erbakan’ın partisindeyken, AKP Genel Başkanı Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’a ağır eleştiriler yöneltiyor, “AKP’ye geçmektense Saadet’te çaycı olurum” diyordu. 

Çaycı olmak nefsine ağır gelmiş olmalı ki, 2010 yılında Saadet Partisi’nden ayrıldı, HAS Parti’yi kurdu. Buradayken de, partisindeki en büyük sıkıntının “gizli ve sinsi AKP’liler olduğunu” söylüyordu. Daha da ileri gidiyor, Başbakan Erdoğan’ın İsrail politikasına çok sert eleştiriler yöneltiyor, İsrail’in en büyük diplomatik zaferlerini AKP döneminde kazandığını, AKP hükümetinin veto etmemesi ile OECD üyesi olabildiğini, Davos’ta otel lobisinde One Minute demenin marifet olmadığını söylüyordu. Hatta, Başbakan Erdoğan’a “Başbakanın kalbi Ali diyor, dili Muaviye söylüyor” diyerek yükleniyordu.

Yine HAS Parti lideriyken, Erdoğan’ın 2023 vizyonunu eleştiriyor, “2023’te bu vizyon tutarsa, Uganda Cumhurbaşkanı’na One Minute dediğini duyacağız. 2023’te vizyon tutarsa, zenginlerin yaşadığı sitelerin etrafında dilenen yoksullara polisin biber gazıyla müdahale ettiği haberlerini okuyacağız” diyordu.

HAS Parti’li Numan efendinin Erdoğan’a eleştirileri bu kadarla kalmıyordu; “Harun gibi gelip Karun gibi gitmeyeceğimize söz veriyoruz. Musa gibi gelip firavunlaşmayacağıma namusum üzerine söz veriyorum” diyebiliyordu.

Sonra anlaşıldı ki, HAS Parti’deki “gizli ve sinsi AKP’li” Numan Kurtulmuş’un ta kendisidir; namusu üzerine verdiği sözü unutup 2012’de soluğu AKP’de aldı, Başbakan Yardımcısı bile oldu.

***

Numan efendi, Saadet’te çaycıyken de, HAS Parti’de genel başkan iken de, AKP’de Başbakan Yardımcısı ve Genel Başkan Vekili iken de aslında hep kendisini oynadı. Takiyye ayetleri olarak bilinen Al-i İmran 28 ve Nahl 106’yı siyasi çıkarına uyarladı, tipik siyasal İslamcı siyasetçi olarak davrandı. 

HAS Parti’li Numan Kurtulmuş olarak, Erdoğan’ın 2023 vizyonunu eleştirirken, “2023’te bu vizyon tutarsa her üniversite öğrencisinin başında 10 polisle birlikte üniversite sınavlarının yapıldığına şahit olacağız” diyordu. Bugün 2023’e iki yıl kala öğrenci başına 10 polis düşüyor; AKP Genel Başkan Vekili Numan Kurtulmuş, “Boğaziçi öğrencileri marjinal grupların yönlendirmelerine kapılmamalı” diyor.


Bir cümlesi daha var ki, bilinç altının ifadesidir. Numan efendi Başbakan Yardımcısı iken bağımsızlığı (başka sözcük yokmuş gibi) “Bizim için bağımsızlık gâvura ‘gâvur’ diyerek karşısına dikilebilmektir” diye tanımlamıştı. Bu cümle Tanzimat öncesi Osmanlı’ya özlemin ifadesiydi. Zamansızca ettiği gafın farkına varmış olmalı ki, konuşmasının devamında “Gâvur, gayrimüslime verilen isim değildir, bizim lügatımızda. Bizim lügatımızda gâvur despota, zalime, insanlara zulüm edene, emperyaliste verilen isimdir” diyerek düzeltmeye çalışmıştı. (Hürriyet, 3 Aralık 2016.) 

Ne demeli, prof. olmuş, Başbakan Yardımcısı bile olmuş ama…

***

Numan efendinin Gaziantep Üniversitesi’nde verdiği görüntüye bakarken bu söylemlerini hatırlamadan edemedim. Bu görüntüye yuh çekerken toplumun büyük çoğunluğunun bu görüntüyü, buna benzer davranışları onayladığının da farkındayım. Yani toplumun büyük çoğunluğu böyle bir davranışın ayıp olup olmadığını sorgulamıyor bile.

Kamu görevlisiyken böyle davranmak gelmedi içimden. 12 Eylül darbesi döneminde jandarma subayı idim; bana bağlı karakolları ziyarete gittiğimde, karakol komutanı astsubayın veya erbaşın koltuğuna oturmak aklıma bile gelmedi. Oysa o tarihte, devlet başkanlığını da gasp eden darbeci genelkurmay başkanı, (asker veya sivil) hangi kuruma gitse, kurum müdürünün veya komutanın makam masasına kurulur, emirler yağdırırdı. O emir yağdırırken, kurum müdürü veya komutan da aynen bugünkü rektör gibi ayakta el pençe divan dururdu. Darbeci paşa elini de öptürürdü. (Hangi gazeteciler elini öptü, ayrı hikâye.) Çünkü, 12 Eylül faşizminin paşası, aynen Osmanlı dönemindeki gibi itaat etmiş, ulu’l emr karşısında boynu bükük, başı eğik, aşağı bakan, ezik bir devlet yapısı ve muti bir toplum istiyordu. Sokaklarda bu amaçla tanklar ve asker kol geziyordu, üniversiteler asker ablukası altındaydı. 


O günden bugüne zihniyet ve siyaset değişmedi. 12 Eylül faşizmi bugün Cumhur İttifakı iktidarı olarak sürüyor. Bir farkla ki, darbeci genelkurmay başkanının yerinde Şahsım var. Sokaklarda ise tanklar ve asker yerine polis ve TOMA’lar kol geziyor; üniversiteler polis ablukasında.

Gaziantep Üniversitesi’ndeki görüntü, Şahsım’ın ve ortağının nasıl bir üniversite, devlet örgütü ve toplum istediklerinin fotoğrafıdır.

Direnenlere, aşağı bakmayanlara selam olsun!


2 Şubat 2021 Salı

BOĞAZİÇİ’NDE KÂBE MAKYAVELİZMİ

ELLERİN KÂBESİ VAR, BENİM KÂBEM İNSANDIR

Olan bitene bakıp şaşırmamak, sormamak mümkün değil. Bazı Müslümanlar neden bu denli kolay tahkir ve tahrik oluyorlar, kendilerini hakarete uğramış, rencide olmuş hissediyorlar?

Tahkir ve tahrik olmalarının bu defaki bahanesi, Boğaziçi Üniversitesi’nde açılan sergideki Kâbe kolajı. Boğaziçili öğrenciler ve öğretim üyeleri, üniversiteye kayyım rektör atanmasını protesto ediyorlar ya. Protestolar kapsamında, bazı öğrenciler yerleşke içerisinde sergi açmışlar. Sergilenen görseller arasında Kâbe resmi üzerinde şahmeran figürü olan bir kolaj da var. Kolajın köşelerinde de LGBTI simgeleri. Serginin görselleri yerleştirilirken bu kolaj bir süre yerde kalmış.

Yani kolajın çiğnenmesi, kirletilmesi, yırtılması söz konusu değil. Zaten kolajdan rencide olanlar (Pelikan Gelini hariç) böyle bir iddia ileri sürmüyorlar. Görseli hazırlayan kişi de hakaret kasıtlarının olmadığını, kadın düşmanlığına karşı Anadolu kadınlarının gizli direnişine dikkat çekmek istediklerini söylemiş. Ama dinlemek, anlamak isteyen kim? İhbarı üzerine AKP Genel Başkanı ve CHP Sözcüsü dahil, tahkir olmayan kalmadı. Toplu tahkir kampanyası haliyle sosyal lince dönüştü. Sonuçta, sergiyi düzenleyen öğrencilerden ikisi tutuklandı, ikisi adli denetim koşuluyla bırakıldı.

(Ara not: Sergiyi hazırlayan öğrenciler önce “halkın bir kesiminin dini değerlerini aşağılama” suçlamasıyla sorgulanmışlar. Bu suçlamanın tutuklama gerektirmediği fark edilince “halkı kin ve düşmanlığa tahrik” suçu uydurulmuş ve tutuklanmışlar.)

Öğrencilerin tutuklanması da tahkir ve tahrik olma furyasını önlemeye yetmedi. Hâlâ kendilerini hakarete uğramış hissediyorlar, kınamak için birbirleriyle yarışıyorlar; gençlik icabı galeyana gelenler meydanlarda protesto gösterileri yapıyorlar. İddianame tamamlanıp dava açıldığında tepkilerin nerelere varacağı tahmin bile edilemez. Amaç halkı kin ve düşmanlığa tahrik ise, o kolajı sergiye koyanlar değil, bunu bahane edip “kutsalımız Kâbe'ye saygısızlığa seyirci kalamayız” diye ortalığı ayağa kaldıran dinbazlar fazlasıyla başardılar. İktidar medyası kolajı kriminalize etmese, devlet adamı sanılan dinbazlar kolajın üstünde tepinmeseler, olay üniversite öğrencileri arasındaki tartışma olarak kalır, halk hiç de kin ve düşmanlığa tahrik edilmiş olmazdı.

***

Kadın düşmanlığına karşı Anadolu kadınlarının gizli direnişini vurgulamak için böyle karmaşık ve anlaşılması güç bir kolajı nasıl aklettiler, bilemiyorum. Böyle bir kolaj, Boğaziçi’nin haklı direnişine nasıl bir katkı sundu; o da muamma. Ama asıl sorun bu olmasa gerek. Asıl sorun, Müslümanlığı kimseye bırakmayan zevatın nasıl olup da bu denli kolay tahkir olabildiği.

Belki de aslında hiç de tahkir olmadılar; sadece hakarete uğramış, rencide olmuş göründüler. Çünkü, şimdi kolajın üstünde tepinenler, geçmişte gerçekten tahkir edici onca vukuat karşısında hiç de tahkir ve tahrik olmadılar. Örneğin, devlet büyüğü bir bakan (yani vezir), “Her cuma bir ayet sallıyorum. Google’a gir, Kur’an’da, atıyorum, kardeşlik, nankörlük, bilmemne, search yap hepsi çıkıyor. Oradan beğen bir tane salla gitsin. Bakara makara iyi!” dedi. Hiç de ortalığı karıştırmadılar. Tahkir olmadıkları gibi adamı büyükelçi bile yaptılar.


Tokat’ın Zile ilçesinde Kur’an-ı Kerim motifli pasta kesildi, hiç de rencide olmadılar. Kur’an motifli pastayı Hıristiyanlar veya ateistler kesseler, neler olurdu neler?


Üsküdar Belediyesi, ilçenin meydanına ‘Asr-ı Saadet’e Yolculuk’ adı altında Kâbe maketi yaptırdı. Biri bile çıkıp, “yapmayın etmeyin” demedi. Tahkir olmadılar ama ihrama girip çakma Kâbe’yi tavafa başlayan Avukat Cihat Duman’ı yaka paça gözaltına aldılar. (Kâbe’nin çakması oluyor da tavafın niye olmasın ey dindarlar?)

Asr-ı Saadet’te ve sonraki devirlerde Peygamber’in doğum günü kutlanmadığı halde, 1989 yılında Türkiye’de Kutlu Doğum Haftası adıyla bi’dat (yani sapkınlık) uyduruldu. Bunun sapkınlık olduğunun ayırdına ancak 15/16 Temmuz gecesi uyandılar(!)…

Tahkir ve tahrik olmadıkları nice başka sapkınlık örnekleri sıralanabilir. İşsizlik, aşsızlık, yolsuzluk, demokrasi yokluğundan tahrik olmadıkları gibi tarikat yurtlarındaki cinsel istismardan da nedense tahkir olmuyorlar. Bunca sapkınlıktan tahkir olmadıkları gibi, hiç sıkılmadan, “başörtülü kızlarımıza bacılarımıza saldırdılar”, “camiye ayakkabılarıyla girip bira içtiler”, “ezan okunurken slogan attılar”, “minareden Çav Bella çaldırdılar” gibi provokasyonlara girişebiliyorlar. Bununla kalmayıp, kendileri gibi inanmayanlara karşı hiç sıkılmadan Allahsız, Şia, Caferi, Yezidi, Zerdüşt, Alevi, ateist diyerek nefret suçu işleyebiliyorlar…

***

Nefret suçuna adeta bağımlılar, gerçek ya da uyduruk bir bahaneyle içlerindeki kini nefreti kusmadan duramıyorlar. İşte yine bir bahane buldular, “kutsalımız” diyerek bir kaşık suda fırtına koparıyorlar. Hakkaniyet ve tutarlılıktan bu denli uzaklaşabildiklerine göre Kâbe’yi gerçekten kutsal sayıp saymadıkları da belirsizdir. 

Dinler tarihine ne kadar aşinadırlar bilinmez ama, bilmeliler ki Müslümanların tamamı Kâbe’yi kutsal görmüyor. Dahası, Kâbe’ye kutsiyet atfetmeyenlerin başında Halife Ömer var. Halife Ömer’in bir tavaf sırasında Hacer-i Esved’e karşı “Biliyorum ki sen faydası ve zararı olmayan basit bir taşsın. Allah Resulü’nün seni öptüğünü görmeseydim seni öpmezdim” dediği İslam tarihi kaynaklarında kayıtlıdır.

Kâbe kolajı üzerinden “Ebabil kuşlarınca kafalarına taş yağdırılan Yemen Valisi Ebrehe ve askerleri” diyerek nefret kusarken nasıl bir efsaneye atıfta bulunduklarının farkında oldukları da kuşkuludur. Bu efsane, Kâbe’nin sahibi tarafından korunduğu efsanesidir ki, Kur’an’ı Kerim’in Fil Suresi’nde kayıtlıdır. Buna göre, MS 570 yılında Habeş generali Ebrehe Kâbe’yi yıkmak için harekete geçtiğinde, Peygamber’in dedesi Abdülmuttalip “Kâbe Allah’ın evidir, sahibi onu korur” diye uyarmış. Ebrehe aldırış etmemiş. Allah da (Kur’an’daki ifadesiyle) “balçıktan pişirilmiş taşlar atan sürü sürü kuşlar” gönderip Ebrehe’nin ordusunu helâk etmiş…

Bakara (Sığır/İnek) 125’inci ayette ve hadiste de Kâbe’nin Allah tarafından “güvenli sığınak” ilan edildiği, despotların ve zorbaların şerrinden koruduğu vurgulanmış.

Gelgelelim Kur’an’da ve hadisi şerifte vurgulanan “mucize” ve “güvenli sığınak” vaadi, Ebrehe saldırısından sonraki yıllarda gerçekleşmemiş; sahibi Kâbe’yi korumamış. Emevi halifeleri Yezid ve Abdülmelik’in emirleriyle Kâbe iki kez mancınık atışlarıyla yerle bir edilmiş; bu arada Hacer-i Esved tuzla buz olmuş.

Kâbe’nin sahibi, MS 929 yılında Abbasi halifelerine isyan eden Karmatilerin kuşatmasında da evini korumamış. Karmati komutanı hacıları öldürüp Zemzem kuyusuna doldurmuş, Hacer-i Esved’i de söküp götürmüş. Hacer-i Esved, 22 yıl sonra Fatımi hükümdarı Mansur’un ricasıyla iade edilmiş.

Kâbe sonraki tarihlerde de Müslümanlar arası savaşlarda saldırıya uğramış; “güvenli sığınak” ilanına karşılık, binlerce hacı bu saldırılarda can vermiş…

Yanisi o ki, ne Kâbe iddia ettikleri kadar kutsal ne de Kâbe kolajı ile Anadolu kadınlarının gizli direnişini vurgulamak isteyen öğrenciler kutsala hakaret ettiler. Olan biten, “zengine han hamam servet, bu dünyada cennet / çalışana yoksula din diyanet, öbür dünyada cennet” siyaseti güden dinbazların Kâbe motifli kolaj bahanesiyle ortalığı karıştırmalarından ibaret.

Yanisi o ki, Kâbe motifli kolaj bahanesiyle ortalığı karıştıranlar aslında gerçekten tahkir olmadılar; TCK’de tanımlanan suçu işlediler, işliyorlar. Yani dini istismar suçu.

Dini istismar suçuna ve sade bir Kâbe kolajından tahkir olmaya sınır çizilemez. “Ellerin Kâbesi var, benim Kâbem insandır; Kuran da kurtaran da” deyişinden bile tahkir ve tahrik olabilirler.

Tanrı bu hastalıklı zihniyetin şerrinden memleketi korusun, âmin!