28 Haziran 2015 Pazar

BARZANİ DEVLETİNE EVET DE ROJAVA KANTONUNA MI HAYIR?

AKP iktidarının Suriye’ye ilişkin politikası belli. Dört yıl önce Suriye karıştığında AKP hükümeti, “Birkaç haftaya kadar Şam’da namaz kılarız” hayaliyle Suriye’de aktif rol üstlenmeye, daha doğrusu taşeronluk yapmaya çalıştı. Aradan geçen dört yılda radikal İslamcı çetelere MİT TIR’larıyla silah sevkiyatı yaptı. Sonuç ortada. Onca silah verilen katiller sürüsüyle eşliğinde Şam’da namaz kılmak nasip olmadı. Tersine, Türkiye / Suriye sınırı, Afganistan / Pakistan sınırından beter oldu; 2 milyon dolayında insan Türkiye’ye sığındı. IŞİD’e sunulan onca desteğe karşın Rojava Kürtleri kaderlerini ellerine almaya başladılar…
AKP iktidarı kaç yıldır Suriye’ye doğrudan asker göndermek istiyordu. Bunun için bahane gerekiyordu. Türkiye sınırları içinde onca provokatif terör eylemi yapıldı. Sadece Reyhanlı’daki provokasyonda 53 kişi can verdi. Bir Türk savaş uçağı nasıl olduğu hâlâ bilinmeyen şekilde düşürüldü. Bütün bu gelişmelere karşın AKP hükümeti Suriye’ye asker gönderemedi.
Geçen yıl belediye seçiminden önce Dışişleri Bakanlığı’nda yapılan bir toplantının ses kaydı internete düşmüştü. Bu kayıtta, Suriye’ye askeri müdahale bahanesi için MİT personeli tarafından Süleyman Şah Karakolu’na atılacak füzelerden söz ediliyordu. 7 Haziran seçimi öncesinde de benzer senaryolar dolaşıma sokulmuştu. Ancak, senaryolar hayata geçemedi; AKP hükümeti Suriye’de doğrudan askeri eyleme girişemedi.
***

AKP, 7 Haziran seçiminde birinci çıkmasına karşın aslında seçimi kaybetti. Malum muktedirin başkanlık rüyası sandığa gömüldü. İş başında seçimi kaybetmiş, istifa etmek zorunda kalmış bir hükümet var. Yeni TBMM’de nasıl bir hükümetin kurulacağı kesinleşmedi. Ne var ki, bu belirsizlik ortamında Suriye’ye asker gönderme çılgınlığı eskiye göre çok daha ciddi bir seçenek haline geldi. Medyada yer alan haberler doğruysa, Türk Silahlı Kuvvetleri Suriye’ye doğrudan müdahaleye direniyor; illa müdahale edilecekse buna yeni hükümetin ve TBMM’nin karar vermesini istiyor. Suriye'nin kuzeyini IŞİD ele geçirdiğinde ağzı kulaklarına varan Muktedir ise, bedeli ne olursa olsun Rojava’da devlet oluşumuna göz yummayacaklarını bağırıyor, Suriye’de süren pis savaşa doğrudan katılmaktan söz ediyor. Öyle ki, medyanın amiral gemisinin kaptanı alışılmış Pazar geyiğini bırakmış, “Çünkü hepimizin, çocuklarımızın ve torunlarımızın yarınını hayati biçimde etkileyecek çok önemli bir gelişme var” diye alarm veriyor (Ertuğrul Özkök, Hürriyet, 28 Haziran 2015).
***

E. Özkökgillerin “çocuklarımızın torunlarımızın yarını” diye döktükleri sahte gözyaşlarına inanan çıkar mı? Herhalde çıkmaz. Çok değil, 2000’li yılların başında Türk ordusunu ABD ordusuyla birlikte Afganistan'a ve Irak’a saldırtmak için medyada yürütülen kampanyanın başında Ertuğrul Özkök vardı. Öyle ki, Irak diktatörü Saddam Hüseyin’in savaşsız devrilmesine bile gönlü razı değildi, ille savaş istiyordu. Kampanyanın siyasi şefi Recep Tayyip Erdoğan ise, ne yapıp edip Irak için kurulacak masada yer almak gerektiğini propaganda ediyor; Irak’a saldıran Amerikan askerlerinin başarısı için dua ediyordu.
O yıllarda Türkiye’nin sermaye sınıfı da tam kadro savaş istiyordu. Savaş tezkeresi 1 Mart 2003’te TBMM’de yapılan oylamada İç Tüzük engeline takılınca sermaye sınıfının PR fenomeni Sakıp Sabancı, “Talih kuşu omzumuza kondu, biz burada bağırdık hay­kırdık, kuşu kaçırttık. Üzüntülüyüm.” diyor, sermaye dünyasındaki hayal kırıklığını seslendiriyordu.
***

Irak için kurulan savaş ittifakı bugün Suriye söz konusu olduğunda çatlamış görünüyor. E. Özkökgiller sahte barış nutuklarıyla Suriye’ye asker gönderilmesine karşı çıkıyorlar. Recep Tayyip Erdoğan ise seçimde suya gömülen başkanlık hayalini Suriye bataklığında canlandırmak için gözünü karartmış görünüyor. Bunun için de iğrenç bir demagojiyi seslendiriyor, Suriye’nin kuzeyinde devlet oluşumuna bedeli ne olursa olsun göz yummayacaklarını söylüyor. Suriye'nin kuzeyi IŞİD'in elindeyken iyi; Irak’ın kuzeyinde, yani Güney Kürdistan’da kardeşi Barzani devlet oluştururken iyi, Rojava’da Kürtler demokratik bir kanton oluşturursa kötü! Bu demagojiye inanan kocaman bir kitle var ki, asıl felaket biraz da böyle bir kitlenin varlığı.
Recep Tayyip Erdoğan gözünü karartmış olsa da kendi başına Suriye’ye asker göndermesi zor. Zira Suriye’deki savaş sadece Suriye içi savaş değildir. Suriye’de küresel güçlere vekâleten kirli bir savaş yürütülmektedir. Bir yanda ABD öncülüğünde Avrupa / Amerika kapitalizmi, karşısında Rusya / Çin / İran ittifakı…

Dört yılda yüz binlerce kişinin öldüğü bu kirli savaşa karşı çıkmak insanlık görevidir.

18 Haziran 2015 Perşembe

DEMİREL’İ NASIL BİLİRDİM?

Hemen söyleyeyim, iyi bilmezdim. Benim nazarımda cehenneme kadar yol göstermek için çok günahı vardır. Tam 43 yıl önce Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan hakkındaki idam kararlarının Meclis’te görüşüldüğü gün, Meclis’in en kalabalık grubunun lideri olarak iki elini de “evet” için kaldırarak arka sıralara dönmesi ve partili vekillerin de evet demesini sağlaması, tek başına cehenneme kadar yol göstermek için yeterlidir. Cellâtlık, yağlı ipi boynuna geçirip sehpayı tekmelemekten ibaret değildir.
Demirel deyince aklıma gelen ikinci günahı, Kahramanmaraş katliamı sırasında söylediği bir cümledir. Kahramanmaraş’ta 1978 yılının son ayında meydana gelen olay, merkez medyanın sunduğu gibi Alevi/Sünni kavgası değildi. Dönemin sağcı medyasının amiral gemisi Tercüman’ın ilk gün vurguladığı gibi “Asil kısrağın sabrının taşması ve şahlanması” idi. Asil kısraktan kasıt, Türk/Müslüman/Sünni kitleydi. Olan biten, aylarca hazırlığı yapılan bir katliamdan ibaretti aslında. Katliamın ardından açılan davada üç müdahil avukat, katliamın perde arkasını aydınlatmaya çalışırken peş peşe öldürüldüler. Hatırladığım kadarıyla bu cinayetler sırasında Demirel Başbakan idi ve ne zaman adı anılsa aklıma gelen o cümleyi sarf etmişti: “Bana sağcılar ve milliyetçiler cinayet işliyor dedirtemezsiniz!” Aynı Demirel 1980’de başbakandı; Çorum’da insanlar Kahramanmaraş’taki gibi katledilirken, katliamı durduracağına kimsenin burnunun kanamadığı Fatsa’yı işaret ediyor, “Çorum’u bırakın, Fatsa’ya bakın!” diyordu.
Aradan yıllar geçti. Demirel’in son başbakanlığı ve Cumhurbaşkanlığı yılları, faili meçhul denilen cinayetlerin altın yıllarıydı; 1994 yılında Demirel Cumhurbaşkanı olarak bu kez “Devletin öldürdüğü ispatlanmış değil. Devlet, devlet politikası olarak adam öldürür, diğeri cinayettir.” diyordu. Nihayet 2000 yılında kontra örgüt Hizbullah’ın devlet tarafından bir kolorduya yetecek miktarda silahla donatıldığı ortaya çıkmıştı. Üstelik silah alımında dönemin bir valisi rüşvet bile almıştı. Demirel, “Devlet bazen rutinin dışına çıkabilir” diyerek hukuksuzluğu ve resmi cinayetleri meşrulaştırmaya çalışıyordu.
Devlet için kurşun atan da yiyen de bizim için şereflidir” diyen Tansu Çiller’in ve “Müslüman soykırım yapmaz” diyen Tayyip Erdoğan’ın esin kaynağı Demirel’den başkası değildi.
Demirel deyince aklıma gelen üçüncü günahı, tarihte seçimle iktidara gelen ilk sosyalist devlet başkanı olan Salvador Allende’nın ardından söylediği sözlerdir. Allende, 1973 Yılı'nda Amerikan kuklası faşist General Pinochet tarafından öldürtüldüğünde, Demirel sevincini "Allende eyi gitti, eyi" diyerek dile getirmişti. Allende, kazip demokrasi kahramanı Demirel gibi şapkasını alıp kaçmamıştı.
Sermayedar sınıfın siyasetçisi Demirel adı anıldığında aklıma çok günahı gelir. İşlediği günahlardan biri de yolsuzluklarla ilgiliydi. Gerçi bugünün muktediri gibi evinde milyar dolar istif ettiği duyulmadı. Ama nepotizm konusunda da Tansu Çiller’e ve bugünün muktedirine esin kaynağı oldu. Cumhurbaşkanı iken 1999 yılında çektirdiği “Aile fotoğrafı” nepotizmin belgesiydi. Ünlü fotoğrafta "manevi oğulları" olarak nitelendirdiği ve sahibi olduğu İnterbank’ın içini boşaltmakla suçlanan Cavit Çağlar, sahibi olduğu Bayındırbank’ın içini boşaltmakla suçlanan ve Demirel'e yakınlığından dolayı birçok ihale alan Kamuran Çörtük yer alıyordu. Fotoğrafta yer alan Demirel'in kayınbiraderi Ali Şener de Çörtük'le olan yakınlığıyla tanınıyordu. Yine Süleyman Demirel'in Cumhurbaşkanı iken Çankaya Köşkü'nde çektirdiği bir başka aile fotoğrafında ise Egebank'ın içini boşalttığı iddiası ile hakkında davalar açılan yeğeni Yahya Demirel vardı.
Gazetecilere karşı hoşgörülü olarak biliniyor. Doğru, bugünün muktediri gibi sadece kendisine yandaş gazetecilere konuşan, yandaş saymadıklarına kapıyı kapatan, kapatmakla kalmayıp mahkemelerde süründüren veya işten attıran biri değildi.  Kıdemi ne olursa olsun, ister şöhretli köşe yazarı isterse mesleğe yeni başlamış çırak muhabir. Bugünkü muktedirlerin yaptıkları gibi kimseye özel bir engellemesi yoktu. Ama hoşgörü imajının gerisinde acı bir hakikat vardı ki, Demirel’in gazetecilere hoşgörüsü aslında sağ kalabilen gazetecilerle sınırlıydı. Çağdaş Gazeteciler Derneği’nin 64 kişilik listesine göre, Süleyman Demirel’in son başbakanlığı döneminde tam 20 gazeteci “faili meçhul” denilen cinayetlere kurban gitti. Aralarında Uğur Mumcu, Musa Anter ve İzzet Kezer de vardı. Gazeteci katliamı Demirel’in cumhurbaşkanlığı döneminde de sürdü. Aralarında Metin Göktepe, Ahmet Taner Kışlalı ve Onat Kutlar’ın da bulunduğu 19 gazeteci yazar daha katledildi. Yani, ÇGD’nin listesindeki maktul gazetecilerin yarısından fazlası, Demirel’in son başbakanlığı ve cumhurbaşkanlığı dönemlerinde katledildi. Gazeteciler katledilirken Demirel “Onlar gazeteci kılığına girmiş militanlar, birbirlerini öldürüyorlar” diyordu ki, bugün hapse attırdığı gazeteciler için “Onlar gazetecilik faaliyetinden tutuklanmadılar” diye takla atan muktedir ilhamını Demirel’den alıyordu. Malum, devlette devamlılık esastır!

Makyavelizmin piriydi Süleyman Demirel. Cehenneme kadar yol göstermek için yeterince günahı var. Bugünün muktediri kadar sevimsiz olmadıysa, demagoji ustalığına ve basınla ilişkilerini dengeli tutabilmesine borçludur. Benim nazarımda affedilecek biri değildir. 

17 Haziran 2015 Çarşamba

DEMİREL'Lİ BİR ANI

             “AZİZ NESİN CİNAYETİNİN FAİLLERİ YAKALANDI MI?”                   
Henüz Madımak katliamı olmamış. Madımak katliamına dört ay var. Aziz Nesin hayatta ama, hakkında ölüm fetvası çıkmış. “Cuma” isimli bir dergi, fetvayı kapaktan duyuruyor. Aziz Nesin koruma altına alınmadığı gibi silah ruhsatı başvurusu da sümenaltı ediliyor. Uğur Mumcu öldürüleli bir ay ancak olmuş.
Tarih: 28 Şubat 1993
Yer: Başbakanlık
Konu: Başbakan Süleyman Demirel’in aylık olağan basın toplantısı.
Başbakan son bir aylık icraatını anlatmış, sıra soru yanıt bölümüne gelmiş.
Başbakan’a sorular, bir süredir artık yazılı olarak önceden veriliyor.
Başbakan soruları yanıtlamaktan yana hayli cömert, hiçbir soruyu geri çevirmiyor. Önce soruyu okuyor, sonra yanıtını veriyor.
Gündeme ve Uğur Mumcu cinayetine ilişkin soruları yanıtladıktan sonra Başbakan Demirel, sona sakladığı soruyu okuyor:
ANKA Ajansı’ndan Rahmi Yıldırım. (Sayın Başbakan, gelecek basın toplantılarınızın birinde muhtemelen ‘Aziz Nesin cinayetinin failleri yakalandı mı?’ diye sormak durumunda kalacağız) diye bir soru var.”
Sorudan rahatsızlığını belli eden Başbakan’dan yanıt:
Valla, fevkalade üzer beni. Ağzınızdaki lafı yel alsın. Tedirgin olmaya gerek yok. Bir cinayet şebekesinin bulunduğu mâlum. Böyle bir şeyi düşünmek bile akıldan geçmez. Siz düşünmezsiniz; ama ya böyle bir şey olursa? Bu faraziyeden hareketle ne tedbir bulabilirsiniz, ne çare? Herkes hukuk sisteminin güvencesi altındadır. Onun için falancayı hedef gösterir gibi bir soruyu yakışıklı bulmadım.”
Yanıt bu kadar ve Başbakan kalkmaya hazırlanıyor. Soru sahibi gazeteci el kaldırarak, “Sorumun tümünü yanıtlamadınız Sayın Başbakan” diye üsteliyor, sorusunu, Başbakan’ın okumadığı sorularla birlikte yineliyor:
Aziz Nesin’in öldürülmesi için açık çağrı yapılıyor. Bu tehditler karşısında ünlü yazar devletçe koruma altına alındı mı? İran kaynaklı tehditler konusunda İran hükümetinin dikkati çekildi mi?”
Başbakan Demirel hayli sinirli. Manevi evladı Devlet Bakanı Cavit Çağlar, gazeteciye kin ve nefret dolu bir bakış gönderiyor. İçişleri Bakanı İsmet Sezgin de gazeteciye hayli sitemkâr bakıyor. Başbakan Demirel, son sözlerini söylüyor:
Her ikisine de cevap verme imkânım yok. Filanca adamı korumaya alın diye ben tayin etmiyorum. Güvenlik makamları bir değerlendirme yapmış ve mutlaka gereğine tevessül etmişlerdir. Yalnız, gelecek hafta öldürülürse size ne soralım diyemezsiniz. İnsanın kaderinden de beni sorumlu tutmayın! Türkiye’de her cinayetten hükümet sorumlu olursa işin içinden çıkılmaz. Dünyanın hiçbir yerinde böyle bir şey yok. Cinayet işlenmişse canisi vardır. Canisini bulur götürürsünüz. Cinayet işlenmemesi için tedbir alınır. Almıştır güvenlik makamları. Daha ilerisini söyletmeyin. Devlet görevlilerinin birçoğuna her gün tehdit mektupları geliyor. Burada durayım. Daha ilerisini söyletmeyin!”
Basın toplantısı bitti. Ertesi gün gazeteler, Başbakan’la gazetecinin tartışmasını ayrı bir haber yaptılar. Bu tartışmanın etkisi oldu mu olmadı mı bilinmez, Aziz Nesin’e silah ruhsatı ve koruma görevlisi verildi. Aziz Nesin iki yıl daha yaşadı. Bu sorudan sonra gazetecinin işyerinde ne gibi bir sıkıntıyla karşılaştığı ise önemli değil. Şu kadar ki, gazeteci haberi yazmak için ajansa döndüğünde Başbakanlık Basın Yayın Enformasyon Genel Müdürlüğü'nün ajansa aboneliği iptal ettiğini öğreniyor. Dolayısıyla ajans yöneticilerinin suratı asık, gazeteciye soğuk davranıyorlar...
Bugün ise “dostları”, Hrant’ın can derdine düştüğünü öldürüldükten sonra köşelerine ekranlara taşıyorlar. Bir de ölüsünün üzerinden entelektüel rant devşirme ahlaksızlığı içindeler.
Hrant cinayeti mukadder değildi. Koruma altına alınması için gazetecilerin yazmalarına, Başbakan’a çıtlatmalarına da gerek yoktu. Başbakan kendiliğinden tedbir alabilirdi; ama almadı. O da, “Koruma talep etmemiş ki” mazeretine sığındı.
Başbakan başka türlü de konuşabilirdi. Katilin “Cuma namazını kıldıktan sonra vurdum” sözlerine, ilk sorgudan sonra cebindeki bayrağı öpmesine takılıp, “Bana ‘Müslümanlar ve milliyetçiler cinayet işliyor’ dedirtemezsiniz” savunmasına da geçebilirdi.
Hrant cinayeti durduk yerde işlenmedi.
Hrant’ın katilleri yukarıda sayılanlarla mı sınırlı?
Türkiye, Hrant’ın öldürülmesiyle kalbine saplanan zehirli hançerin farkında mı?
Türkiye, Hrant(lar)’ı yitirmekle neleri tükettiğini duyumsayacak mı?


"HRANT’IN KATİLLERİ VE DOSTLARI" başlıklı yazı içinde
26 Ocak 2007

13 Haziran 2015 Cumartesi

SERMAYE HÜKÜMET, ERDOĞAN ÇIKIŞ YOLU ARIYOR

Seçim, sermaye partileri için olduğu kadar emek partileri ve hareketleri için de yepyeni bir tablo çıkardı. TBMM’nin ezici çoğunluğu yine sermaye siyasetinin sözcülerinden oluşmakla birlikte, arada HDP ve CHP listelerinden emeğin ve ezilenlerin sesi soluğu olacak azımsanmayacak sayıda vekiller de parlamentoya girmeyi başardı.
Seçimin birbiri kadar önemli iki sonucundan biri, 12 Eylül faşizmini miras edinmiş AKP iktidarının tökezletilmesidir. Recep Tayyip Erdoğan’ın mutlak yetkiye sahip başkan olma hayali ve devleti yeniden yapılandırarak iktidarını 2023’e kadar sürdürme projesi, halkın yüzde 60’ı tarafından reddedildi. Başka bir ifadeyle, Erdoğan’ın “İleri Demokrasi, Yeni Türkiye” adları altında gerçekleştirmeye çalıştığı ve son aşamasına getirdiği dinci faşist devlet projesi şimdilik askıya alındı. Bu bağlamda, halkları birbirine kırdırmaya yeltenecek derecede gözünü karartmış kişi diktatörlüğü projesiyle birlikte mezhepçi Yeni Osmanlıcılık ve bölgesel savaşlarda taşeronluk projeleri de reddedildi; yanı sıra yolsuzlukların hesabının sorulması iradesi ortaya kondu.
Seçimin en önemli diğer sonucu da, Kürt sorununa demokratik barışçı çözüm iradesinin beyanıdır. Sorunun silahsız çözümüne yönelik irade beyanı sadece Türkiye Cumhuriyeti’nin siyasi elitine değil, PKK’ye de yöneliktir. Kürt coğrafyasında AKP karşısında elde ettiği ezici üstünlük, silahsız çözüm için HDP’yi eskisinden çok daha güçlü bir aktör haline getirdi. Geçen yazıda da vurguladığımız gibi, bu sonuç AKP’den kopan dindar Kürtlerin desteğinden ziyade sosyalistlerin ve demokratların destek vermesinin sonucudur. Meclis’te üçüncü parti konumuna yükselen HDP bundan sonra, parti programına aykırı olarak salt Kürt kimliğine odaklı bir politika izler ve “Kürtlere özerklik, Abdullah Öcalan’a ev hapsi” karşılığında AKP’ye eklemlenirse, bir daha hiçbir şekilde sosyalistlerin demokratların sempatisini ve desteğini alamaz.
***

Ya HDP barajı geçemeseydi?
Kabul etmeli ki, dinci faşist kişi diktatörlüğüne gidişin kesintiye uğraması, Kürt meselesine barışçı çözüm iradesinin çok güçlü bir şekilde Meclis’e yansıması, HDP’nin yüzde 10’luk utanç barajını geçmesiyle sağlandı. AKP’li eski bir vekilin ifadesiyle iki yıl önceki Gezi Direnişi’nde elde edilemeyen sonuç seçim sandığında alındı. HDP barajı geçemeseydi şimdi AKP’nin tek başına hükümet kurması ve Erdoğan’ın (anayasa değişikliğine sayı yetmeyeceğinden) fiili kişisel diktatörlüğü tartışılıyor olacaktı. Çözüm sürecinin ise esamisi okunmayacaktı. Şimdi bile AKP faşizminin ergen silahşorları çözümün ancak filminin yapılabileceğinden söz etmektedirler.
Erdoğan’ın tökezlemesi ve dinci faşist diktatörlük projesinin duraklatılması, Kürt meselesine barışçı siyasi çözüm iradesi, toplumsal barış açısından da yaşamsal önemdedir. Bu gerçeği herkesten önce kavraması gerekenler ise sosyalist kişi ve örgütlerdir. Toplumun terörize edildiği, tabutların peş peşe dizildiği, en basit hak ve özgürlüklerin bile kullanılamadığı çatışma ortamlarının zararını ve acısını en çok sosyalistler görür.
***

Tayyip Erdoğan iktidarı terk etmeye yanaşmayacaktır
Seçim ülke genelinde hissedilir bir rahatlama sağladı, toplumsal barış umudu güçlendi. Ancak bu rahatlığın uzun sürmeyeceği açıktır. Erdoğan ve AKP kayba uğramış olmakla birlikte hâlâ çok güçlüdür. Ayan beyan görüldüğü üzere Erdoğan, halkın yüzde 60’ı tarafından reddedildi diye dinci faşist tek adam diktatörlüğü hayalinden vazgeçmiş değildir. Arkasında hiç de hafife alınamayacak, yüzde 40 oranında seçmen desteği vardır. TBMM’de ise tek başına hükümet için muhalefetten sadece 18 milletvekilini kendi safına çekmesi yeterlidir. Değil muhalefet partilerine hükümet kurma şansı vermek veya bir muhalefet partisiyle koalisyona gitmek, kendi partisi içinde bile iktidarı paylaşmaya tahammülü olmayan Erdoğan, sermaye siyasetinin kirli labirentinde ne yapıp edip iktidarını sürdürme yollarını arayacaktır. Aksi halde çıkacağı yolclukta tıknefes kalıp belki de cezaevine tıkılacağının bilincindeki Erdoğan’ın iktidarı direnmeksizin bırakması beklenmemelidir.
Tayyip Erdoğan’ın iktidarını korumasının görünen iki seçeneği vardır. Ya Meclis’teki sayısal eksiğini tamamlayarak tek başına AKP hükümeti kurmak ya da hükümet kurmayı beceremeyecek muhalefetin dağınıklığından yararlanarak seçimi tekrarlamak. Görünmeyen, telaffuz edilemeyen üçüncü seçenek ise…
Mevcut siyasi konjonktürde her iki seçenek de mümkündür. Zaten medyaya ve kamuoyuna yansıyan sinyallerden anlaşılacağı üzere bu doğrultuda ilk adımların da atıldığı anlaşılmaktadır. Erdoğan, seçimin sayısal sonucunu kabullenmiş “olgun lider” algısı yaratmaya yönelik ılımlı bir dil kullanmaya başlamıştır. Sonrasındaki adım, ülkenin hükümetsiz kalmaması için bütün yolların denendiği, ancak muhalefet partilerinin ne kendi aralarında hükümet kurabildikleri ne de AKP ile koalisyona razı oldukları algısının yaratılmasıdır. Nihayet, 350’si ilk kez seçildiği için tekrar seçime tahammülü olmayan milletvekillerinden yeterli sayıda transfer veya güvenoyu desteğiyle tek başına AKP hükümeti kurmak. Bu da olmazsa parlamentonun feshi ve Erdoğan’ın tüm dizginleri eline alacağı Geçici Bakanlar Kurulu ile tarihi belirsiz bir seçime gitmek.
(Bu arada, HDP’ye giden muhafazakâr Kürt seçmenleri geri döndürmek için HDP’yi ve PKK’yi terör ortamına çekmek. Son aylarda ve haftalarda Hizbullah ve HÜDAPAR merkezli provokasyonların dindar Kürtleri AKP’ye geri döndürme amaçlı olduğu aşikârdır. Çatışma yaygınlaştığında MHP’nin de devlet yanlısı bir tutumla HDP’yi açıkça hedef alacağı ve AKP ile aynı mevziye gireceği kuşkusuzdur. Bu ortamda tekrarlanacak seçimde HDP barajı geçsin geçmesin, AKP’nin oyunu birkaç puan arttırması tek başına hükümet için yeterli olacaktır. )
***

Muhalefet AKP’siz hükümet kurabilir mi?
Parlamento’daki muhalefet, Erdoğan’ın gözle görünür taktiğini boşa çıkartabilecek midir? Tümüyle olanaksız değilse de çok zor. Muhalefet partilerinin hükümet kurmaya yetecek sayısal çoğunluğuna karşın AKP’siz hükümet seçenekleri çok ama çok zayıftır.
Verili siyasi konjonktürde MHP ile HDP’nin koalisyon çatısı altında biraraya gelmeleri hayal bile edilemez. Esasen HDP’nin hükümete girmesi gibi tüm siyasal ezberi bozucu bir seçeneği devletin kabulleneceğini beklemek de aynı ölçüde hayaldir.
CHP/MHP azınlık hükümetine HDP’nin veya CHP/HDP azınlık hükümetine MHP’nin dışarıdan destek vermesi formülünün de fikir jimnastiği olmanın ötesinde gerçekleşme olasılığı yoktur.
Akla gelebilecek son seçenek, HDP ve MHP’nin hükümete girmeden dışarıdan desteğiyle CHP azınlık hükümetidir. Yani, 1998 yılında sadece 63 sandalyeye sahip Bülent Ecevit’in bütün partilerin desteğiyle kurduğu seçim hükümetine benzer bir hükümet modeli. Bugün CHP kurabilirse, en fazla seçim ve siyasi partiler yasalarında değişiklik, yolsuzlukları soruşturma komisyonunun kurulması, AKP iktidarının bürokraside ve sosyal hayatta yol açtığı tahribatı kısmen telafi etmeye yönelik onarımla sınırlı bir programı hayata geçirebilir ve öngörülen süre sonunda erken seçime gider.
Ne var ki, MHP ve HDP destek vermeyi kabul etse bile böyle bir hükümetin kurulabilmesi, Anayasa gereğince “Cumhurbaşkanı” Erdoğan’ın rızasına bağlıdır. Erdoğan’ın ise bu seçeneğe rıza göstereceğini ummak saflık derecesinde iyimserliktir.
Şu da vurgulanmalıdır ki, bir mucize gerçekleşse ve AKP’siz bir hükümet kurulsa bile, emeğin ve ezilenlerin hükümeti olmayacaktır. HDP ve CHP’deki demokrat vekillerin sayısı ve gücü, ezilenler ve emekçiler için çalışacak bir hükümet kurulmasına yetmeyecektir.
***

Özetle, Erdoğan’ın mutlak yetkiye sahip başkan olma ve son aşamasına getirdiği dinci faşist devlet projesi seçimde reddedildi; ama un ufak edilip çöp sepetine atılamadı. Esasen, verili sınıfsal güç dengesinde dinci faşist kişi diktatörlüğü projesinin çöp sepetine atılması, Kürt meselesinin asgari barışçı çözüme kavuşturulması, asgari ölçüde burjuva demokrasisinin hayata geçirilmesi için bile toplumun kat etmesi gereken yol daha çoook uzundur. Sosyalist hareketin kat etmesi gereken yol ondan da uzundur. Umulur ki, hiç değilse bundan sonra sosyalist kişi ve örgütler ideolojik mücadele adı altında birbirleriyle ve sınıf dostlarıyla didişmek yerine asıl olarak sınıf rakiplerini yıpratmak ve teşhir etmek için çaba gösterirler.


4 Haziran 2015 Perşembe

AHMET KENAN ERDOĞAN’DAN RECEP TAYYİP EVREN’E

Devlette devamlılık esastır” diyenin heykelini dikmek lazım. Kim demişse ne doğru söylemiş. Devlette devamlılık olmasa neler olur neler! İşler yarım kalır, elektrik kesilir, su akmaz, kalorifer yanmaz, Allah göstermesin ot bile bitmez. Çok daha beteri ortalıkta at pisliğinden geçilmez.
İşte Edirne’nin hali. Şehirde atlar başıboş geziyor, trafiği aksatmaları bir yana ortalığa pisliyorlar. Çare? Çare Vali Dursun Ali Şahin’den. Hani Şükrüpaşa İlkokulu’ndaki süt dağıtımı merasiminde “Sağlık için süt için” cümlesini kara tahtaya Osmanlıca yazan Vali var ya, işte o Vali. Başıboş atların toplanması ve bakılması için 5 bin lira aylıkla çoban tutmuş. Çoban’ın da nankörlüğü tutmuş, bir süre sonra sağlık sorunu diye bir gerekçe uydurup işi bırakmış. Neyse ki Vali Dursun Ali yeni bir çoban tutmuş, “Devlette devamlılık esastır” diyerek Edirnelilerin rahat olmasını istemiş.
Şahsen tebrik ediyorum Vali Bey’i, devlette işlerin yarım kalmayacağını, devamlılığın esas olduğunu bir kere daha ispatladığı için. Devlet çarkı tıkır tıkır işliyorsa, vatandaşın işi görülüyorsa, böyle işine düşkün Valiler ve isimsiz bürokratların fedakârlığı yüzü suyu hürmetinedir. Devlet kapısına işim düşsün düşmesin, her birine hayır dua ederim!
***

Emniyet’in köpeği varsa Genelkurmay’ın da madalyalı katırı var
Devletin işleri sadece Valilerle memurlarla yürümez. Emniyet’in köpeklerini bilmeyenimiz yoktur. Bilhassa 1 Mayıslarda polisin yanında eşsiz bir itaat ve sadakatle göreve hazır beklerler.
Emniyet’in köpekleri varsa, askerin de ördekleri, kazları, hatta eşekleri var. 2008 yılı Aralık ayında Genelkurmay gazetecileri toplayıp Irak sınırına götürmüştü. Gazeteciler gördüklerine hem gülümsemişler hem de gözyaşı dökmüşlerdi. Araziye yerleştirilen kümes ve havuzlardaki kazlar, yabancıların yaklaştığını hissederek “vak vak” lamaya başlıyor. Barışın simgesi beyaz güvercinler de bir hareket sezdiklerinde sağa sola uçuşuyor. Küpeli Dağı’nın iki sevimli köpeği, tazı cinsi “Gürtan” ile çoban köpeği “Gaga” ise Mehmetçikle birlikte operasyonlara katılıyor. Bomba ve mayın uzmanı köpekler, intikal sırasında patikalara yerleştirilen patlayıcı maddeleri anında fark ediyor…
Devletin sınır korumada kullandığı sevimli dostlardan biri de “Reşo” isimli katırdı. Hakkâri Dağ Komando Tugay Komutanlığı’nda görevli Reşo, devletin kendi elleriyle döşeyip nereye döşediğini unuttuğu mayınlara basmadan yol bulmakta ustaydı. Bu ustalığından ötürü dönemin Genelkurmay Başkanı Orgeneral Doğan Güreş tarafından madalya ile ödüllendirilmişti. Temmuz 1994’te emekliye ayrılan Reşo, (orduevine girmesi yasak olduğundan) Kara Harp Okulu’ndaki Atlı Spor Eğitim Merkez Komutanlığı’nda kendisi için hazırlanan ahıra yerleştirilmişti.
Reşo’nun öyküsü ne zaman aklıma gelse gözlerim yaşarır. Artık yaşamıyordur sanırım. Herhalde devlet ricali, devlette devamlılığın esas olduğu bilinciyle yerine yenisini istihdam etmiştir.
***

Ahmet Kenan’dan Recep Tayyip’e
Ahmet Kenan Bey de devlet işlerinin yarım kalmaması için az gayret göstermemişti. O da selefleri gibi darbe yapmış, kendisinden fazla maaş alan garsonlara hadlerini bildirmişti. Ancak ne yaptıysa memleketin münevverlerine kendisini beğendirememişti. O yüzden aydınlara çok kızardı. O kızgınlıkla sorgusuz sualsiz işten attırır, mahkeme kapılarında süründürür, hapislerde yatırırdı da yine de öfkesi geçmezdi. Nitekim 1984 yılında ünlü Aydınlar Dilekçesi’ne de çok kızmıştı. “Vatan hainliği yapan bazı aydınlarımız var. Bu millete hükmetmek için aydın olmak gerekmez. Son padişah Vahdettin de aydındı. Ama memleketi düşmanlara teslim etti. Ne yapayım ben böyle aydını?” diye vermiş veriştirmişti.
Laf aramızda, sözlerinin nereye gideceğini bilmesi gerekmeyen her darbeci gibi Ahmet Kenan’ın konuşmasındaki bir cümle, malumun ilamıydı. Gerçekten de (on yılda bir darbelerle kanıtlandığı üzere) millete “hükmetmek” için aydın olmak gerekmiyordu; Aslanlı Kapı’nın paşası olmak yeterliydi.
Ahmet Kenan, alıştığı üzere Aydınlar Dilekçesi imzacılarını da mahkemeye verdi. İmzacılardan biri de Aziz Nesin’di. Ahmet Kenan’a karşı tazminat davası açtı; dava dilekçesinde memleketi yönetmek için aydın olmak gerekmediği görüşüne katıldığını söyledi, “Vahdettin’in aydın olup olmadığı tartışılabilir, ama devlet başkanı olduğu kesindir...” diyerek ağzının payını verdi.
Dedim ya devlette devamlılık esastır. Ahmet Kenan yoksa Recep Tayyip var. Aydınlara saydırma ve memleketi yönetmek için aydın olmak gerekmediğini kanıtlama sırası Recep Tayyip’te. Vazifesinin hakkını veriyor, Ahmet Kenan’ın ruh ikizi olduğunu fazlasıyla kanıtlıyor doğrusu. Allah Türk milletine bağışlasın, geçenlerde Fetih Mitingi’nde “Şimdi bazı aydınlar çıkmış. Bunlar aydın değil, bunlar karanlık” diye öyle bir celallendi ki, Ahmet Kenan duysa alnından öperdi vallahi.
Ahmet Kenan alnından öperdi de Aziz Nesin rahmetli sağ olsa ne yapardı acaba? “Recep Tayyip Bey’in aydın olup olmadığı tartışılabilir ama devlet başkanı olduğu kesindir!” der miydi? Eminim derdi.
Evet evet! Devlette devamlılık esastır. Onca badireye rağmen devlet dimdik ayaktaysa, en alt rütbelisinden Cumhurbaşkanı’na, işine düşkün devlet erbabı yüzü suyu hürmetinedir. Bu vesileyle devlette işlerin durmayacağını canla başla ispatlayan devlet ricaline, Edirne Valisi’ne, madalyalı katır Reşo’ya ve haleflerine, Ahmet Kenan ve Recep Tayyip Beylere saygılar sunuyorum!


3 Haziran 2015 Çarşamba

HDP'Yİ ELEŞTİRİRSEN HIII

DİKTATÖRÜ TÖKEZLETMEK başlıklı yazı ve  HDP ALERJİSİ Mİ KÜRTLERE ANTİPATİ Mİ? başlıklı yazı ile birlikte okunması dileğiyle

TSİP olarak 7 Haziran 2015 seçimlerini tarihimizin en kritik seçimi olara değerlendirdik. Bu nedenle de CHP'nin desteklenmesi ve AKP'ye karşı ve Türkiye'nin demokratikleştirilmesi açısından en güçlü seçenek olarak gördüğümüz için ilerici, devrimci, sosyalist oyların CHP'ye verilmesi çağrısı yaptık.

Bazıları sanıyorlar ki, solcu ve sosyalist olmak kendilerinin tekelindedir. İnternet alanında mafyavari davranışlarla HDP'yi eleştiren ya da HDP'yi niçin oy vermeyeceğini anlatan kim varsa onların gözünde solcu da değil sosyalist de.

Diyeceklerini sloganik hale getirmişler basıyorlar seni ulusalcı seni, seni Kemalist seni, seni faşist ya da Beyaz Türk seni, deme yaygarasını. Bu yüzden de sağlıklı tartışılıp konuşulamıyor, at izi it izine karışıyor. Bize göre zaten istenilen de bu. Siyaseten bizler HDP'ye sosyalist parti olmadığını solun duyarlılığının aksine 'Radikal Demokrasi' adı altında etnik köken, inanç ve marjinal gruplar üzerinden politika yaptığını söylüyoruz. Bu görüşü ileri götürenleri de bir sosyalist olarak eleştirmemiz gereğine inanıyoruz.

Tartışmaların zaman zaman dozu öylesine aşırı hale geliyor ki, dünün seçimleri küçümseyen, seçimlere giren partilere seçimci ve düzen partisi diyenler şimdi bir seçimci, bir parlamenterist olmuşlar ki bunları tutana aşk olsun. Örneğin TSİP olarak sosyalistlerin parlamentoda temsil edilmesini önemsedik. Tıpkı geçmişte TİP gibi sosyalizm diye diye mecliste temsil edilmeyi ve mecliste sisteme karşı bir seçenek olarak görünmelerinin ne kadar yerinde olacağına döne döne vurgu yaptık. Bu konuda HDP çizgisinde olup da konuşanların kendilerinin TİP'e asla benzemediğini daha da önemlisi bu çevrelerin kendilerini sosyalistlerle karıştırmamaları gerektiğini dile getirerek bugüne kadar parlamentodan sol ve sosyalizm adına bir şey yapmadıklarını da örnekleriyle önlerine koyduk.
Bugün bu çevrenin hallerine bakıyoruz da ne yazık ki, dipten doruğa parlamenterist olup çıkmışlar. İşte bu yüzden bazılarının kendilerini TİP'e benzeterek sosyalistlerin nezdinde kabul görme uğraşılarını ise tam anlamıyla bir karıştırma olarak görüyoruz.

 Geçmişte solcu olan kimseler bugün ne kadar solcudurlar tartışılır. Ertuğrul Kürkçü ve Bülent Uluer gibiler BUND'çu kafa ile sol ve sosyalistler adına konuşacak en son kişilerdir gerçekte. HDP'nin barajı geçmesi sonrasında mecliste 60 kadar solcu ya da sosyalist olmayacaktır. Tam tersine sosyalizmin ideolojik ve örgütsel inkârı anlamına gelecek bir topluluk olarak mecliste var olacaklardır ki, geriye bir tek yararları kalıyor o da AKP'nin 276 sayısından aşağılarda yer almasına neden olmaları. Bizce bu da çeşitli bahanelerle ortadan kaldırılır ve AKP'nin azınlık hükümeti de şu ya da bu gerekçeye dayanılarak desteklenirse bizim sözünü ettiğimiz gerçekler bütün çıplaklığı ile ortaya çıkmış olur. HDP listesinden gösterilen adayların isimlerini bile buraya alsak ne söylemek istediğimiz çok net anlaşılacaktır.

HDP'yi bu hareket niye sınıf politikası yapmıyor gibi bir yoldan da eleştirmiyoruz. Doğrudan konumu gereği bu hareketi bir ulusal hareket olarak görmenin yanında aynı zamanda da sosyalizme karşı aşırı noktalara varan halleriyle de eleştiriyor, bu çevrelerden bağımsız olunması gerektiğini savunuyoruz. Üstelik bazılarının aksine bu hareketin bileşeni olmayıp uzak durmamız ve sosyalist çizgide yürümemizden doğal ne olabilir ki? Bu durumda bizleri kitlesel olmamakla suçlayanların kendilerini hiç gözden geçirmemiş olmaları ise ayrı bir çıkışsızlık olarak ortada duruyor. Eğer bugünün verili koşullarında kitlesel olmak tek belirleyici ise burjuva partileri de kitlesel. Bu kafa ile pekâlâ buralarda da olunması gerektiği de savunulabilir. Zaten sol ve sosyalist görünenlerin HDP'de yer almış olmaları tam da bu gerçekle örtüşmektedir.

Üzerinde özenle durduğumuz konular doğru okunmaz, işin daha da kötüsü sürüye sende katıl hesabı bir davranış içine girilirse bizim her söylediğimiz eleştiri Rahmi Yıldırım gibi mayası sağlam arkadaşlar tarafından da pekâlâ "sınıf rakibinden önce dostuna vuran, şarlatan" olarak da görülebilir ki, bu tür yaklaşımlar gerçekten de bin kez düşünülmeli ve bir kez söylenmelidir. Bize öyle geliyor ki, biz bize veryansın ettiğimiz dost sohbetlerinde artık Rahmi Yıldırım'a da bir yer açılmıştır sanırız.

Bugün, "HDP'nin içinde sosyalistler var" denilerek yapılan savunma bize anlamsız gelmektedir. Çünkü sosyalistler şu ya da bu şekilde politika belirleyip savunabilirler ancak hiçbir zaman örgütsel ve ideolojik bağımsızlıklarını sıkıntıya düşürmezler. HDP gerçeğinde tam da ideolojik ve örgütsel olarak ciddi bir sıkıntı vardır. Bu sıkıntıların en önemli adresi de hiç kuşkusuz kendilerine sosyalistiz diyen örgütlerdir. Bize göre duyarlılık gösterip HDP dışında kalan sol ve sosyalist örgütlere karşı eleştiri yapanlar daha dikkatli sözler etmek zorundadırlar. Etmezlerse etmiyorlarsa kendilerinin bileceği iştir, bu durumda mutlaka karşılığını da alacaklardır. HDP içinden konuşanların lafına bakıp sosyalistlerin olması gereken adreslerinin HDP olması sonucuna varanlarla da bizim gibilerin yolu kesişmeyecektir. Bizler nihai amacımız için yani devrim için yürüyüşümüzü bir an bile kesintiye uğratacak değiliz. Çeşitle bahaneler altında sosyalistleri politika dışında göstermeye kalkanların günahı öyle az buz değildir. Ancak bizler için bu ağırlıkların altında kalmak da söz konusu olamaz.

Kargadan başka kuş tanımayanların tarihsel gerilikleri bir yana, yerine göre kendileri en eski tarihlerden konuşup duracaklar ve de sahiplenecekler ama iş eleştirdikleri sosyalistlere gelince onlara binbir dümenle eskide çakılıp kalmışlar diyerek adeta bir donmuşluk muamelesi yaparak kaba eleştirilerini kesintisiz devam ettirecekler. Gerçekten de hangi dayanağa sarılarak eleştiri yaparlarsa yapsınlar bu çevrelerin her yazıp söyledikleri sonunda kendi ellerinde donup kalıyor. Dolayısı ile HDP çevrelerini bu kaba yaklaşım asla haklı çıkarmıyor, başarılı da kılmıyor, bir süre sonra da zaten başarılı kılmayacak, sürdürülme olasılığı da ortadan kalkacaktır.

Bir önemli nokta; HDP ve Kürtlerin oyları çok ya, bunlar dönüp sosyalistlere küçük dükkân muamelesi çekiyorlar. Bir başka deyişle sosyalistlerin etkilerini ve gücünü oy sayısına indirgeyip alaylı şeyler yazıp alaylı konuşmalara girişiyorlar. Bir başka deyişle yüz yıla yakın bir süredir halkı "oy davarı" yerine koyan haramzadeleri haklı çıkaran bir yerde politika yapmak için konumlanmışlar ve sandık aşkıyla sağa sola laf yetiştirmeye çalışıyorlar.

Bir kıyak yaklaşım da yine akıl fukaralarından geliyor. Neymiş efendim bazılarında Kürtlere karşı alerji varmış. Ne güzel, tıbbi bir söz yakalanmış ya, sanki içini bilimsel bilgilerle doldurduk sanıyorlar. Gerçi bu gibilere ne söylense kâr etmez ama bir daha anımsatalım; tarih boyunca sosyalistlerin Kürtlere ya da başka etnik köken ve inançtan olan hiç kimseye karşı alerji duyulmadığı iyi bilinir. Dahası sosyalistler tam da bunun için az bedel ödememişler ama şimdi bunlar kalkmışlar kendileri gibi ak koyun kılığında dolaşılmadığı için sosyalistlere karşı sinir küpü olup çıkmışlar.

HDP'Yİ ELEŞTİRİRSEN HIII diyenlere yapacak bir ilk yardımımız söz konusu olmaktan çıkmıştır.

Bu yüzden de kendilerine tedavi için burjuvazinin klinik merkezlerinde bir yer bulmak kalmıştır.

Ne diyelim, hayırlarına olur inşallah…

TURGUT KOÇAK 
TSİP GENEL BAŞKANI
02 HAZİRAN 2015