Modern cumhuriyet, burjuvazinin eseridir; kapitalist batı ülkelerinde yüz yıllara yayılan süreçte ete kemiğe büründü. Önce ekonomik altyapıda kapitalizm gelişti; sonra üretim araçlarının sahibi burjuvazi, siyasi üstyapıda iktidarı aristokrasiden devraldı; altyapıdaki evrim üstyapıda devrimle tamamlandı. İngiltere, Hollanda, İsveç vs. ülkelerde hanedanlar sürüyorsa da varlıkları kâğıt üstündedir; devlet, halk oyu ile seçilmiş temsilciler tarafından yönetilmektedir.
Türkiye'de cumhuriyet, batı ülkelerindeki gibi yüz yıllara yayılan bir süreçte değil, Mustafa Kemal Atatürk önderliğindeki İstiklal Harbi ardından ilan edildi. Osmanlı’dan devralınacak bir burjuvazi yoktu; “Hasta Adam” Osmanlı’nın üretim ve bölüşüm ilişkileri toplumsal ilerlemenin önünde engel haline gelmişti, tasfiyesi şarttı; tasfiye, İstiklal Harbi zaferi sayesinde saltanatın / hilafetin kaldırılması ve cumhuriyetin ilanıyla gerçekleşti.Cumhuriyet, yarı-teokratik Osmanlı devletinden “egemenlik kayıtsız şartsız ulusundur” şiarıyla hedeflenen modern burjuva devletine doğru atılan ilerici devrimci bir adımdır. Marksist terminolojideki ifadeyle, burjuva demokratik devrimdir. Feodalizmden kapitalizme, teokrasiden demokrasiye, tarım toplumundan sanayi toplumuna, ümmetten millete, kulluktan yurttaşlığa, padişahın çobanlık ettiği tebadan eşit haklara sahip yurttaşlardan oluşacak modern topluma, sömürgelikten bağımsızlığa doğru atılan en büyük adımdır.
***
CUMHURİYET NOSTALJİSİ
Türkiye’nin burjuva demokratik devrimi 100 yaşında ama “Cumhuriyet 100 yaşında” ifadesi sözün gelişi; “100’üncü yaşında cumhuriyet” nostaljiden ibaret. Feodalizmden kapitalizme, tarım toplumundan sanayi toplumuna geçildi ama kulluktan yurttaşlığa, padişahın sürüsü tebaadan eşit haklara ve yurttaşlık bilincine sahip bireylerden oluşacak modern topluma geçilemedi. Marksist terminolojideki ifadeyle, politik devrim başarıldı ama onca inkılaba karşın sosyal devrimde yolun sonuna kadar gidilemedi. Üstüne üstlük, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra bağımsızlık da elden gitti.
***
“ÖRNEK MÜTEŞEBBİS GAZİ”
Cumhuriyete giden yolda politik devrim başarıldı ama demokrasiyle yönetilen modern toplum hedefine ulaşılamadı. Çünkü Atatürk’ün kurduğu cumhuriyet, sınıflar hiyerarşisinde asker-sivil bürokrasi ile burjuvazinin tepede olduğu, diğer herkesin sınıfsal ulusal etnik dinsel kimliklerinin bastırıldığı ve herkesin Müslüman Sünni Türk olmaya zorlandığı bir cumhuriyet idi. Atatürk, bu modelin baş öğretmeni, “örnek burjuva” idi.
Atatürk’e “örnek burjuva” denmesi Kemalistler tarafından alınganlıkla karşılanıyor. Alınganlığa gerek yok; burjuva terimi iktisat ve siyaset bilimlerine ait bir terimdir. En yalın ifadeyle, üretim araçlarının sahibi kentsoylu demektir. Genel sözlüklerde “burjuva” sözcüğü, “aristokrasi ile işçi ve köylülerin oluşturduğu halk tabakası arasında kalan kentsoylu sınıf, girişimci” diye açıklanır. Günümüzde artık iş insanı deniyor.
Araştırma okuma yazma tembeli Kemalistler Atatürk’e burjuva sıfatını yakıştıramasalar da, Atatürk kendisine yakıştırmasını bilmişti. Öyle, küçük ve orta burjuvalığı değil, büyük burjuvalığı kendisine yakıştırmasını bilmişti; hem de bizzat burjuva, yani müteşebbis olarak. Kemalistliğinden asla şüphe edilmeyecek Doğan Avcıoğlu’nun “Türkiye’nin Düzeni” adlı ünlü eserindeki ifadeyle, “Örnek Müteşebbis Gazi” idi. Avcıoğlu bu başlık altında Atatürk’ün en yakın arkadaşlarıyla birlikte örnek bankacı müteşebbis olarak İş Bankası’nı, örnek sanayici müteşebbis olarak bira fabrikasını, örnek çiftlik sahibi olarak AOÇ’yi vs.yi kurduğunu anlatır. Avcıoğlu’nun belirttiği üzere, Atatürk’ün İş Bankası’nın kuruluş sermayesi olarak koyduğu para, milli mücadeleye yardım amacıyla Hindistan’dan Mustafa Kemal’in şahsına gönderilmiş paraydı.
Oysa İstiklal Harbi sırasında Atatürk, “Efendiler, bağımsızlığımızı emin bulundurmak için bizi mahvetmek isteyen emperyalizme ve bizi yutmak isteyen kapitalizme karşı milletçe savaşmayı caiz gören bir mesleği izleyen insanlarız” diyordu. Zaferin ardından, zaferi perçinleyecek Lozan Anlaşması’nı ve cumhuriyet ilanını bile beklemeden rotayı kapitalizme çevirdi. İzmir’e giderken, Balıkesir Zağanos Paşa Camii’ndeki nutkunda, “İsteriz ki efendiler, memleketimizde çok ve çok milyonerler ve milyarderler olsun. Onların servetlerine göz dikmeyeceğiz, orta tüccarları da onların seviyesine çıkaracağız ve hep beraber daha çok zengin olacağız” diye vaaz verdi. Nihayet İzmir İktisat Kongresi’ni toplayarak, kapitalizme çevirdiği rotayı kurulacak cumhuriyetin resmi ideolojisi haline getirdi.
Milyonerler ve milyarderler yetiştirme hedefiyle yola çıkıp emperyalizme ve kapitalizme karşı mücadele edilemezdi; ama o günün koşullarında, ulus devleti kurmak için ulusal burjuvaziyi oluşturmaktan, yani milyonerler ve milyarderler yetiştirmekten başka çare yoktu. Atatürk de göz önündeki bu çareye sarıldı. Ne ki, ordunun himayesinde asker-sivil bürokrasi eliyle başlatılan kapitalistleşmenin Osmanlı’daki gibi yarı sömürgeleşmeye dönüşmesi kaçınılmazdı. Atatürk’ün “memlekete bankalar, demiryolları, fabrikalar, şirketler vb. sanayi müesseseleri kursunlar; bizi yabancıların sermayesine muhtaç bırakmasınlar” diye umduğu, devlet eliyle beslenen para babaları kendileri için yapılan devrime, kendileri için kurulan bağımsız cumhuriyete sahip çıkmadılar; sınıfsal doğaları gereği, batılı kapitalistlerin uzantıları oldular. Bağımsız Türkiye hayali İkinci Dünya Harbi ertesinde Atlantik Okyanusu’nda suya düştü, yerini Küçük Amerika hayali aldı.
***
MİLYARDERLERİN CUMHURİYETİ
Atatürk rotayı kapitalizme çevirmenin gerekçesini “hep beraber daha çok zengin olacağız” diyerek açıklamıştı. Oysa kapitalist düzende hep birlikte zengin olunmaz; herkes aynı anda milyoner milyarder olamaz. Adam Smith, David Ricardo, John Maynard Keynes… Hiçbiri böyle bir formülü icat edememişlerdi. Ama burası Türkiye’ydi. Atatürk’ün vaaz ettiği, “memleketimizde çok ve çok milyonerler milyarderler olsun” politikası, ardıllarınca hiç sektirilmedi. 1920’li yıllarda liberal kapitalist, 1930’larda devletçi kapitalist, İkinci Dünya Savaşı’ndan bugüne karma ekonomi politikaları uygulanarak, devlet eliyle milyonerler ve milyarderler yetiştirildi.
Adnan Menderes’in sloganı, “Her mahallede bir milyoner yaratacağız” idi.
Süleyman Demirel, “Benim işçim, benim köylüm” dese de hep zengini kolladı.
Turgut Özal, “Ben zengini severim” diyecek kadar açık sözlüydü.
Nihayet cumhuriyetin ilk yüzyılının son çeyreğinde Tayyip Erdoğan, hem kendisi zenginleşiyor hem de iktidarını kollayacak zenginler üretiyor. Milyoner ve milyarder üretme konusunda Erdoğan hepsinden becerikli çıktı; Türkiye, en çok dolar milyarderi olan ülkeler sıralamasında ABD, Çin, Rusya, Hindistan ve Almanya’nın ardından dünya 6’ncısı oldu.
Neyzen Tevfik’in “Türkü yine o türkü, sazlarda tel değişti / Yumruk yine o yumruk, bir varsa el değişti!” dizeleriyle edebileştirdiği bu süreçte gerek bağımsız Türkiye’de gerekse Küçük Amerika’da işçilere köylülere sınıf çıkarları temelinde örgütlenmek yasaklandı; grev hakkı, 1963 tarihinde ancak yasalaşabildi. Kürtler, Aleviler, gayrimüslim azınlıklar, her kökenden solcular sosyalistler cumhuriyetin üvey evladı bile olamadılar; her devirde yok sayıldılar, var sayıldıklarında ezildiler, nice çilelere, zorbalıklara, katliamlara maruz bırakıldılar.
***
YENİ BİR CUMHURİYET
Cumhuriyetin 100’üncü yılında Türkiye demokrasi limanından çok daha uzaklarda, son durağı teokrasi olan rotada hızla yol alıyor. Cumhuriyet devrimini gerçekleştiren parti bile yurttaş haklarından değil kul hakkından helalleşmeden söz ederek siyaset yapıyor. Toplumun seküler yarısı, sükuta uğramış bağımsız cumhuriyet hayalini kutluyor. Toplumun diğer yarısı da 100 yıl önceki devrimi çalmanın ve iktidarda olmanın keyfiyle, hayatın Osmanlı dönemindeki (hatta olabilirse 1400 yıl önceki) gibi yaşanacağı şeriat devleti hedefine hayli yaklaşmış olmayı kutluyor. Yarı yarıya bu bölünmüşlük bile ortada kutlamaya değer bir cumhuriyet kalmadığını görmek için yeterlidir.
Bugün cumhuriyet ve demokrasi kâğıt üstündedir. Seçimlerin yapılıyor olması, demokratik bir cumhuriyetin varlığını göstermiyor. İlla cumhuriyet denecekse, bugünkü cumhuriyet, ekranlarda fırıl fırıl dönen kutlama reklamlarının da gösterdiği üzere, yerli-yabancı tekellerin cumhuriyetidir. Değil Atatürk’ün bıraktığı cumhuriyet, sıradan cumhuriyet ve demokrasi bile yoktur. Onun yerine rotayı İslam Cumhuriyeti’ne çevirmiş otokrasi vardır.
100 yıl boyunca yaşanmış acıların bir daha yaşanmayacağı; ortak vatanda eşit yurttaşlık çatısı altında herkesin kimliği, dili, kültürü ve inancıyla özgürce yaşayacağı; kimsenin kimseye üstünlük kurmayacağı; ortak evin nimetlerinin hakça paylaşılacağı bağımsız demokratik laik sosyal(ist) hukuk cumhuriyeti için ayağa kalkmak ve meşru her zeminde mücadele etmek ertelenemez bir görevdir.