23 Temmuz 2014 Çarşamba

BİRİ HIRSIZ DİĞERİ HUKUKSUZ!

Kabul etmeli ki, kavga etmekte Tayyip Erdoğan’ın üstüne yok. Son derece usta bir kavgacı!
Kavgada ustalık ve başarı haklı, güçlü ve mert olmayı gerektirir ama Erdoğan’ın ustalığı haklılıktan, mertlikten veya kendi özgücünden ileri gelmiyor. Erdoğan hasbelkader eline geçirdiği devlet gücünü acımasızca ve hiçbir ahlaki kaygı gözetmeden kullanıyor, bütün başarısı bundan ibaret.
Aslında devlet gücünü acımasızca kullanma başarısı da tek başına kendisine ait değil. Elindeki devlet gücünü düne kadar ortağıyla birlikte, yani Fethullah Gülen ile birlikte kullanıyordu. Sırt sırta veren ortaklar, başta Türk Silahlı Kuvvetleri olmak üzere, rakiplerini birlikte sindirdiler. Bunu yaparken de hukuku çok kaba şekilde göz ardı ettiler; ülkenin kanlı darbeci geçmişle hesaplaşma ve arınma fırsatı olması gereken Ergenekon, Balyoz gibi davaları hukuk dışı yargılamalarla harcadılar. Hakkaniyetle söylemeli ki, bu kavgada en büyük başarı aslında Fethullah Gülen’e aittir.
Malum, siyaset bilimi iktidarın paylaşılmayacağını söyler. İslamcı siyasette iktidar hiç paylaşılmaz. Bilinen deyişle, bir posta yedi derviş sığar da iki şeyh sığmaz!
En bilgili öğretmen hayat siyaset biliminin dediğini bir kez daha doğruladı; kader birliği etmiş görünen ortaklar ortada rakip kalmayınca 2010 referandumunun hemen ertesinde birbirlerine düştüler. Meğer sırt sırta verdikleri dönemde bile birbirleri hakkında öyle cephane biriktirmişler ki, birbirlerine ihtiyaçları kalmadığında ilk fırsatta hücuma geçtiler. İyi de oldu bir bakıma. Dini istismar etmeye dayalı İslamcı siyasetin de ne denli ikiyüzlü, oportünist, entrikacı, hilekâr, ilkesiz ve sermaye birikimcisi olduğu gözler önüne serildi.
Dedik ya Tayyip Erdoğan son derece başarılı bir kavgacı, en haksız olduğu kavgada bile üste çıkmayı biliyor. Şimdi Fethullah Gülen karşısında bütün hünerlerini döktürüyor. Sırdaşı MİT Müsteşarı’nı tutuklama girişimini bile sineye çekmişti; ama yolsuzlukların kurcalanmasını affetmedi. Can havliyle ve bütün gücüyle abandı, aynı hukuk dışı yöntemlerle Cemaat’e vuruyor. Birlikte işledikleri bütün hukuksuzlukları Cemaat’e yıkıp kendini temize çıkarmaya çalışıyor.  Kendisine şu ya da bu nedenle biat etmiş seçmen kitlesi nezdinde başarılı olacağına hiç kuşku yok. İç ve dış politikada iflas etmişken, Cumhurbaşkanı seçimi kampanyası tavsamışken Cemaat’e vurması elzemdi.
***

HUKUK HERKESE LAZIMDIR!
Başbakan Erdoğan bir dönem tepe tepe kullandığı Cemaat mensuplarını aynı yöntemlerle gözaltına aldırıyor. Erdoğan’ın kanatları altında sabahın köründe insanları evlerinden hoyratça toplayıp kelepçeleyen Terörle Mücadele Şube müdürleri şimdi Erdoğan’ın emriyle kelepçeleniyor, aynı şubede sorguya çekiliyorlar. Yöneltilen suçlar çok ciddi. Casusluk, suç işlemek için örgüt kurmak, sahte delil üretmek, gerçek delilleri yok etmek, resmi belgede sahtecilik, yasadışı dinlemek…
Cemaat medyasının yazdığına göre, gözaltındaki polis şefleri kelepçeli fotoğrafları çekilerek itibarsızlaştırılmaktan, psikolojik işkence yapıldığından yakınmışlar. Öyle zalim bir işkence ki, oruçluyken karşılarında lahmacun bile yemişler, sigara içmişler, sahurda ve iftarda kendilerine yeterli gıda verilmemiş. İftarda bile kelepçeleri çözülmemiş. Böylesine değil Müslüman bir ülkede dünyanın hiçbir yerinde rastlanmaz!
Cemaat medyası ağlamaklı. Operasyon haberleri ve köşe yazıları son derece dokunaklı: Türkiye evrensel hukuktan uzaklaşıyor. Gözaltındaki polislere insanlık dışı muamele ediliyor. Mahkeme kararı olmadan insanlar suçlu ilan ediliyor.
Bu ülkenin dürüst namuslu demokrat insanları boşuna dil dökmediler, hukuk herkese lazımdır diye. İster istemez akla geliyor. Ergenekon konusundaki en dürüst, en kapsamlı, en açıklayıcı ve zihin açıcı kitaplardan birine imza atan Ahmet Şık ile Hrant Dink cinayetinde devletin kasıt derecesindeki ihmaline projektör tutan Nedim Şener gözaltına alınıp tutuklanmışlardı. Hem de derinliğine soruşturulması için çaba gösterdikleri örgütün üyesi olmak suçlamasıyla. Şimdi mahkeme kararı olmadan insanların suç ilan edildiğinden yakınan Cemaat gazetesi Ahmet Şık ve Nedim Şener için hazırladığı sözüm ona haber metnini birinci sayfadan şu başlıkla aktarmıştı:
Medyada gözaltı tartışması: Yargı sürecini beklemeden zanlıları suçsuz ilan etmek doğru değil” (Zaman, 5 Mart 2011).
En güçlü ve şaşmaz yargıç hayatın ironisi ne kadar da çarpıcı değil mi!
Amirallere suikast iddiasıyla sorgulandıktan sonra onur intiharıyla yaşamına son veren Yarbay Ali Tatar’ın kardeşinin söyledikleri bu trajik ironiye karşın öylesine anlamlı ki! Ahmet Tatar, ağabeyini sorgulayan, şimdi gözaltında oruçluyken karşılarında lahmacun yenmesinden yakınan polis şefleri için demiş ki: Çok canımızı yaktınız. Umarım siz adil hukuktan mahrum kalmazsınız.
Bir mağdur yakını da “Umarım bizden esirgedikleri adalet onları bulur” demiş.
Evet evet! Hukuk herkese lazımdır. Gün gelecek Başbakan’a da lazım olacak!
***

BİRBİRLERİNİ EN İYİ KENDİLERİ BİLİR!
Erdoğan medyası ne denli zafer havasıyla kendinden geçmişse Cemaat medyası da o denli ağlamaklı. Hırsızları yakalayınca böyle olmuş. Rezalar dışarıda yakalayan polisler içerde. Haram lokma yememişler, kanunsuz iş yapmamışlar, algı operasyonuna maruz kalmışlar…  
Dedik ya, en güçlü ve şaşmaz yargıç hayatın ironisi çok çarpıcı! Şimdi kendilerine kumpas kurulduğundan, psikolojik işkenceden yakınan polis şeflerinin gerçekleştirdikleri Ergenekon, Balyoz, KCK vs davalardaki hukuksuzluklar akla geliyor ister istemez. İstihbaratı ve delilleri gizlenen Hrant Dink cinayeti. Sabaha karşı evlerinden toplanan askerler, gazeteciler, bilim insanları. Üretilen sahte dijital veriler. Teğmen Mehmet Ali Çelebi’nin telefonuna “sehven” yüklenen numaralar. 2007 yılının yazı karakteriyle 2002 yılında son kez kaydedilen belgeler. Daha neler neler…
Bütün bu hukuksuzlukları Erdoğan’ın başsavcılığında birlikte kotardılar. Cemaat ne istediyse Erdoğan fazlasını verdi. TSK’den polise, yargıdan eğitime, validen çaycıya kadar vermediği kadro kalmadı. Birlikte yürüdüler bu yollarda, birlikte kirlendiler.
Şimdi Erdoğan Cemaat’le iş tuta tuta pekiştirdiği ustalıkla Cemaat’in gırtlağına yapışmış. Erdoğan Cemaat’i hukuksuzlukla, Cemaat Erdoğan’ı hırsızlıkla suçluyor.
Ne demeli! Bunca yıl birlikte yürüdüler. Birbirlerinin ciğerini en iyi kendileri bilir. 

21 Temmuz 2014 Pazartesi

10 AĞUSTOS’TA SANDIK BAŞINA!

Tayyip Erdoğan 10 Ağustos’ta yüzde 56 oyla Cumhurbaşkanı seçileceğini söylemiş.
Dört ay önce yapılan yerel seçimlerde oy oranı yüzde 43 idi. Aradan geçen dört ayda Erdoğan oy oranını 13 puan artıracak bir başarı kaydetmedi. Dolayısıyla olağan siyaset koşullarında yüzde 56 oy iddiası propaganda söylemi olmanın ötesinde bir değer taşımaz.
Ancak Cumhurbaşkanı seçimi olağan dürüst siyaset koşullarında yapılmıyor. Yerel seçimde olduğu gibi Cumhurbaşkanı seçiminde de Tayyip Erdoğan siyaset ahlâkına aykırı şekilde devletin tüm gücünü kişisel propagandası için kullanıyor. Bu avantajına, muhalefetin perişanlığına ve tüm sandık hilelerine karşın 30 Mart’ta yüzde 43 oranında oy alabildi. Dört ayda siyaset AKP lehine pek değişmediğine göre 10 Ağustos’ta da oy potansiyeli en fazla bu kadardır.
Buna karşın, 30 Mart’taki seçmen eğilimi 10 Ağustos’ta yinelense bile Erdoğan birinci turda seçimi kazanabilir. Hesap ortadadır. AKP’nin oyuna Saadet Partisi’nin yüzde 3 oyu da eklendiğinde yüzde 46 eder. Buna karşılık ortak aday çıkaran CHP ve MHP’nin adayının oy potansiyeli yüzde 45’tir. HDP adayının oy potansiyeli de yüzde 9 dolayındadır.
Bu hesap 30 Mart’taki seçmen davranışının yinelenmesi durumunda geçerlidir. Buna karşın Erdoğan’ın ilk turda seçilmesi mümkündür. Çocukça itirazlarla partilerinin adayını beğenmeyen CHP ve MHP seçmenlerinden toplam 10 kadarı sandığa gitmediğinde ya da gidip boş oy kullandığında, Erdoğan’ın 46’lık oyu 90 ile oranlanacaktır. Bu durumda Erdoğan yüzde 51,1 oy oranı ile seçilmiş olacaktır. Yani sandığa gitmemek, gidip boş oy kullanmak Erdoğan’ın hanesine yazılacaktır.
***

Başbakan olarak ülkeyi kin ve nefret uçurumuna sürükleyen Tayyip Erdoğan cumhurbaşkanı olmayı hiç hak etmiyor. Seçilirse tek başına diktatörlüğünün önünde hiçbir fren kalmayacak, ülkeye faturası çok ağır olacaktır.
Yaşam hakkı, din ve inanç, düşünce ve ifade, toplanma ve gösteri yürüyüşü başta olmak üzere temel hak ve özgürlüklere düşmanlık, ayrımcılık ve nefret suçu, vicdan ve ahlak, yolsuzluk, iç ve dış barış, Kürtleri oyalama, Alevileri inkâr, emekçilere nefret, Filistin’de gizli İsrail dostluğu, “sadece kendine Müslümanlık”, iç ve dış politika başlıkları altındaki olumsuz sicili, Erdoğan’ın Çankaya yolunda durdurulmasını, indirilip hesap sorularak siyaset tarihinin çöp sepetine atılmasını insanlık görevi olarak dayatmıştır. Bu sicilde kayıtlı her bir icraat, dürüst, demokrat, dindar, antifaşist, yurtsever insanlar nezdinde Erdoğan’a oy verilmemesi için tek başına yeterlidir.
Buna karşılık Tayyip Erdoğan’ın felaket sayılması gereken oranda seçmeni vardır. Seçmenleri, O’na dokunmayı bile ibadet sayacak, arkasının kılı olmakla onur duyacak derecede fanatizm ve taassupla malûldür.
Bu koşullarda, diğer adaylar Ekmeleddin İhsanoğlu ve Selahattin Demirtaş’a yönelik itiraz ve eleştiriler lüks kalmaktadır. Toplam nüfusu yüzde 1’i bulmayan bizim mahallede, yani sosyalist mahallede yapılan tartışmaların ise fikir jimnastiği olmanın ötesinde bir ağırlığı yoktur.
Ekmeleddin İhsanoğlu ve Selahattin Demirtaş’ın toplumun tüm kesimlerince benimsendiği elbette söylenemez. Toplumun yüzde yüzünün benimsemesi şart da değildir. Bu seçimi de kazandığı takdirde Türkiye’ye çok ağır bedel ödetecek Tayyip Erdoğan ile kıyaslanmalarının ise haksızlık insafsızlık olacağı muhakkaktır. Dolayısıyla İhsanoğlu ve Demirtaş’ın kimi tutarsızlıklarına, çelişkilerine, aday gösterilme yöntemlerindeki yanlışlıklara itiraz ve eleştiriler ertelenmeli, mutlaka sandığa gidilerek geçerli oy kullanılmalıdır.
Yinelemek gerekirse, Tayyip Erdoğan’ı Çankaya yolunda durdurmak, indirerek hesap sormak ve tarihin çöplüğüne atmak, ertelenemez bir insanlık görevidir; 10 Ağustos seçimi dinci faşist kişi diktatörlüğünü geriletme yolunda bir fırsattır.


Rahmi YILDIRIM

18 Temmuz 2014 Cuma

MÜCAHİT ZENGİNLERİN DUASI

Geçen 1 Mayıs İşçi Bayramı’nda mütedeyyin sendikalar, toplu sözleşme, iş güvencesi, adil ücret, iş güvenliği ihsan etmesi için Allah’a Emekçi Duası etmişler; maden ocaklarında, tersanelerde, şantiyelerde iş kazalarında ölenlere mağfiret dilemişlerdi.
O günden bugüne iş kazalarında kimsenin ölmediği, ücretlerin bereketlendiği söyleniyor! Keşke çok daha önceleri akla gelseydi de Emekçi Duası edilseydi!
Emekçi dua edebilirken sermayedar da dua edebilmelidir. Sermayedar deyip hakir görmemek lazım. O da Allah kulu. O da çalışıyor, alın teri döküyor. Kazandığını cimrilik edip kendisine saklamıyor! O kadar işyeri açıyor, memleketin kalkınmasına öncülük ediyor, artan kazancıyla da Allah yolunda mücahedeye katılıyor.  
Fakat aldıkları ihalelerle milletin damına çıkan, pardon Allah yolunda mücahede için servetlerini ortaya koyan zenginler nasıl dua edecekler? Ortada bir dua metni yok. Müslüman patron sendikaları mütedeyyin işçi sendikaları gibi akıllı davranıp bir dua metni yazmamışlar. Diyanet’ten fayda yok. Müslüman zenginlerin kazançlarına zekâtlarına fetvalar düzen Hayrettin Karaman Hoca galiba çok meşgul. Her Cuma internete koyduğu ayetlerle Müslümanları irşat eden Bakaracı Egemen de gayret etmiyor. Bu fedakârlık yine günahkâr solcu bir âdemoğluna düştü. Aşağıdaki dua mücahit patronlara gelsin! Güle güle dua etsinler, Allah kazançlarını daha da artırsın!

BİSMİLLAHİRRAHMANİRRAHİM,
Elhamdülillahi rabbel alemin.
Ey mülkün sahibi olan Allah’ım!
Yalnız sana inanır, yalnız sana kulluk eder, yalnız senden yardım dileriz.
Kur’an’ı azimüşşan’da buyurduğun gibi göklerin ve yerin mülkü senindir. Sen mülkü dilediğine verir, dilediğinden çeker alırsın. Dilediğine rızkı hesapsız bol bol verir, dilediğine kısarsın. Herkese eşit ve bol rızık verdiğinde azacaklarından, azmamaları için rızık yönünden bir kısım kullarını diğerlerine üstün tutarsın. Biz zenginlere rızkı bol bol verdiğin, bizleri fakirlerden üstün kıldığın için sana şükürler olsun Allah’ım!

Ya Rabbel Alemin,
Kur’an’ı azimüşşan’da takdir ettiğin üzre, dünya hayatı oyun ve eğlenceden ibarettir. Dünya imtihan dünyasıdır. Verdiğin nimetler, mallar, çocuklar imtihan vesilesidir, aldatıcı zevktir. Asıl hayat ahiret yurdunda, senin katındadır. Bizi zenginlikle, bizi servetimizle imtihana tabi tuttuğun için sana bin şükür olsun Allah’ım!

Ya eltafü min-külli latif!
Ey bütün lütuf sahiplerinden daha lâtif olan Allah’ım!
Zekâtımızı veriyoruz, nafile sadaka da veriyoruz. Dini mübin İslam’ın yayılması ve güçlenmesi için çalışan şahısları ve kurumları bağışlarımızla destekliyoruz. Karınlarını doyurmaları, senin yolunda cihat edebilmeleri için fakir Müslümanlara istihdam kapıları açmak, işyerleri fabrikalar kurmak, bunun için de sermayemizi biriktirmek büyütmek mecburiyetindeyiz. Bu münasebetle sermayemizi bereketli, biz zenginleri infak hükmünden muaf eyle ya rabbi!

Ya eğna min-külli ğaniy!
Ey bütün zenginlerden daha zengin olan Allah’ım!
İslam’ın fakirlik dini değil zenginlik dini olduğunu, zenginliğin günah olmadığını, yalnız sana kulluk edenleri zenginlikle mükâfatlandırdığını ispat edebilmek için sapık ümmetlerin zenginleriyle rekabet ediyoruz. Ruhsat verdiğin âlimlerin velilerin de tasdik ettikleri üzre bu rekabet cihadın parçasıdır. Bu vesileyle beş yıldızlı otellerde mabetlerde, konforlu hac ve umrelerde yaptığımız harcamaları, evladi ayalimize aldığımız köşkleri villaları eşyaları israf hükümlerinden muaf eyle ya rabbi! Bu vesileyle hamdolsun verdiğin nimete servete Allah’ım!

Ya ekremü min-külli kerim!
Ey en çok ikram eden Allah’ım,
Sana sonsuz hamdü senalar olsun!
Ülül’azm’dan  Hazreti Davud’u, Hazreti Süleyman’ı servet ve zenginlikle imtihan ettin. Hazreti İbrahim’in ovaları otlakları dolduran davarları yanında, yarım milyon sığırı vardı. Aşere-i mübeşşere’den Hazreti Osman çok zengin tüccardı. Aşere-i mübeşşere’den Zübeyr bin Avvam’ın Medine’de, Basra’da, Kufe’de, Mısır’da çok mülkleri, bin hizmetçisi vardı. Aşere-i mübeşşere’den Abdurrahman bin Avf, vefatında iki milyon altın miras bırakmıştı. Aşere-i mübeşşere’den Talha çok zengindi; şık giyinir, süslü gezerdi. İslam’ın vakarını, şerefini korumak için şık giyinmek sevaptır. Âlemlere rahmet olarak gönderdiğin Fahr-i Kâinat Efendimiz Peygamberimiz Hz. Muhammed hadis-i şerifinde buyurmuştu ki, “Ahir zamanda müminler için zenginlik saadettir. Fakirlik, iki cihanda yüzkarasıdır. Fakirlik küfre sebep olur.” Ashab-ı kiramın fakirleri, “Zenginler bizim gibi ibadet ettikten başka, malları ile hayırlı işler yaparak çok sevap kazanıyorlar” diyerek, agniya-yı şakirine imrenirlerdi. Biz zenginleri fakirlerden daha hayırlı ve sevapkâr kıldığın için sana şükürler olsun Allah’ım!

Ya erhamü min-külli rahim!
Ey bütün merhametlilerden daha rahîm olan Allah’ım!
İki cihan serveri Efendimiz Peygamberimiz Hz. Muhammed Mustafa hadis-i şerifinde buyurmuştu ki, “Fakirlik, dünyada mümine hediyedir. Fakirlerin dua ve namazları ile ümmete yardım edilir.” Bize fakirlik yerine zenginlik hediye ettiğin, fakirlerin dua ve namazları ile ümmete yardımı nasip ettiğin için sana şükürler olsun Allah’ım!

Ya ecvedü min-külli cevad!
Ey bütün cömertlerden daha cömert olan Allah’ım!
Cenab-ı Peygamber Efendimiz buyurmuştu ki, “Her kim, Vâkıa sûresini her gece bir defa okumayı âdet haline getirirse, ömründe fakirlik görmez.” Peygamber efendimizin emrine uyduk, her gece Vaıka sûresini okuduk, senin takdir ve tevfikinle servete gark olduk. Senin yolunda harcayacağımız servete kavuşmamızda, ulu'l-emr olarak bizlere bahşettiğin Recep Tayyip Bey’in de çok gayreti vardır. Senin yolunda harcaması için zekâtımızı emanet ettiğimiz Recep Tayyip Bey, mücahede arkadaşları Zafer, Muammer ve Egemen beylerle birlikte iftiraya uğramışlardır. İmanına şahitlik edeceğimiz Recep Tayyip Bey bu iftirayı boşa çıkarmak, senin yolunda daha güçlü olmak için Sultan Alparslan’ın kefenini giyip Kudüs Fatihi Selahaddin’in kılıcını kuşanıp kutlu bir yola çıkmıştır. Dualarımız kendisiyledir. Kabul eyle, ömrünü uzun iktidarını daim eyle Allah’ım!

Ya maliki yevmiddin!
Ey ceza günün sahibi!
Vakıa sûresinde buyurduğun üzre, ne mutlu hayır işlemekte önde olup amel defterleri sağdan verilecek sağcılara! Karşılıklarını almakta da önde olacaklardır. Naim cennetinde, dolgun salkımlı muz ağaçları altında, mücevheratla işlemeli tahtlar üstünde. Ellerinde ibrikler, kadehler, sürahiler, baş ağrıtmayan cennet meşrubatlarıyla etraflarında dolaşan hizmetçiler. Güngörmemiş sedefteki inciler gibi hep bakire kalacak ceylan gözlü huriler.
Servetiyle senin yolunda mücahede eden bizleri amel defteri sağdan verilecek sağcılardan eyle, naim cennetine vasıl eyle, dünya ve ahiret saadetiyle mesut eyle ya Rabbi!

Ya Kahhâr-ı Zülcelâl!
Ey bütün yaratıkların, karşısında zelil duruma düştüğü yüce izzet sahibi! Dilediğini aziz edersin, dilediğini zelil edersin. Hayır da şer de senin katındadır. Vakıa sûresinde buyurduğun üzre, amel defteri soldan verilecek inkârcı müşrik solcuların durumu ne acıklıdır. Onlar kaynar su ve alevler içindedirler. Üzerlerinde cehennemin kapkara dumanı olan gölge vardır. Fakat o gölgenin ne serinliği ne de hoşluğu vardır. Çünkü onlar, dünyada zevk ve ihtiraslarına düşkün kimselerdi. Zakkum ağacından yiyecekler, susamış develerin içişi gibi kaynar sudan içeceklerdir.
İşte bazı yüzlerin ağarıp, bazı yüzlerin kararacağı o ceza gününde rahmetine sığınırız, affını ümit ederiz. Varsa günahlarımızı bağışla, amel defteri soldan verilecek solcuları ve Müslüman görünüp servet düşmanı sosyalistlerle hemhal olan münafıkları helâk eyle Allah’ım!

Amin!

15 Temmuz 2014 Salı

TAYYİP’İN AĞZINA BİBER


MİLLETİN AĞZINA TORBA

Edepsiz, ahlaksız, terbiyesiz, namussuz, şerefsiz, alkolik, ayyaş, gâvur, müsvedde, çapulcu, haşhaşi, üç nokta, bahtsız bedevi...
Başbakan Tayyip Erdoğan’ın sözcük dağarcığında en çok yer tutan sözler bunlar. Olur olmaz her yerde öyle kolayca küfrediyor ki. Yakışıyor da hani Kasımpaşalı’nın ağzına diline!
Ayrıca hakkı da var küfretmeye! Koskoca Başbakan. 77 milyonun, yetmedi koskoca İslam dünyasının kahrını çekmek kolay değil. Bir de dünya lideri ki, onca derdin tasanın yıprattığı sinirlerini gevşetmek için küfretmesin de ne yapsın!
Muhipleri ve vekilleri de kendisi gibi küfürbaz. Malum imam yellenirse cemaat altına edermiş. Tokat Milletvekili Zeyit Aslan’ın kuliste kadın gazetecilere, genel kurul salonunda kürsüdeki vekillere ettiği sinkaflı küfürleri duymayan kalmamıştır herhalde.
Eskiden siyaset böyle değildi. Siyasetçiler küfürden çok fikir yarıştırırlardı. Gerçi sermaye siyasetinin fikirlerini yarıştırırlardı ama Tayyip Erdoğan gibi uluorta küfretmezlerdi. Bir tek Turgut Özal biraz ayrıksıydı. O da dil sürçmesi olarak ağzından kaçırırdı.
Bir keresinde ana muhalefet lideri Erdal İnönü’ye “Sen onları küçük Turgut’a anlat!” diye karşılık verdi. Aslında o sırada yeni doğmuş torunu Turgut’u kastetmişti ama muhalefet anlayacağını anladı. Partili kurmayları küfür nedir bilmeyen Erdal İnönü’ye anlattılar ne anlama geldiğini. Erdal İnönü özür dilemesini istedi; Turgut Özal özür diledi.
***

AMPUL KATİL HİTLER TAYYİP!
AKP iktidarıyla birlikte küfür ve argo, siyasetin günlük konuşma dili haline geldi. Gelmesine geldi de siyasete renk menk katmadı. Düzey düştükçe düştü. Bu ayıp da Tayyip Erdoğan’a yeter.
Ve elbette eden bulur, Tayyip Erdoğan ve partisi de buluyor, küfürden nasibini alıyor.
AKP kısaltmasının açılarak nasıl telaffuz edildiği malum. Kahvehanelerde, arkadaş sohbetlerinde, internet paylaşım sitelerinde ise Erdoğan’ın sözlüğündeki sözcüklerin çok daha ağırları Erdoğan hakkında telaffuz ediliyor ki, yazmaktan ar ederim.
İşin tuhafı, küfrü sıradanlaştıran Tayyip Erdoğan kendisine aynı şekilde karşılık verilmesine tahammül edemiyor, soluğu mahkemede alıyor. Yani besleme yazarlarının yaydığı imajın tersine, hiç de delikanlı gibi davranmıyor, hemen savcıya şikâyet ediyor.
Şikâyet ediyor da ne oluyor?
İlginç ama medyaya yansıdığına göre mahkemeler pek de oralı olmuyorlar.
Mesela Bursa’da IMF protestoları sırasında üç genç “Ampul Tayyip” diye slogan atmışlar. Tayyip’in avukatları gençleri mahkemeye vermişler; mahkeme beraat kararı vermiş.
Katil Tayyip” demek de suç değilmiş. Gezi Parkı olayları sırasında Aydın'da "Katil Erdoğan" diye slogan atan iki vatandaşın davası da beraatla sonuçlanmış. Daha da ilginci, beraat kararında “Bu sözlerin slogan şeklinde yaygın olarak kitleler tarafından söylenmesi için yeterli ölçüde olgusal dayanağın bulunduğu” vurgulanmış iyi mi?
Sadece Aydın mahkemesi değil, Tunceli mahkemesi de benzer bir davada “Katil Erdoğan” yazılı pankart açan gençler hakkında “fikir ve ifade özgürlüğü var” deyip, beraat kararı vermiş.
Daha bitmedi. Erdoğan’a 'terörist' demek de suç değilmiş. Gezi Parkı direnişi sırasında CHP Tunceli Milletvekili Hüseyin Aygün, Başbakan Erdoğan'ı kast ederek "Türkiye'de en büyük terörist sensin" diye tweet atmış. Delikanlı Tayyip mahkemeye giderek 50 bin lira tazminat istemiş. Mahkeme Tayyip’in davasını reddetmiş.
Katil ve terörist’in yanı sıra “Hitler” demek de suç değilmiş. Bu karar İzmir 7'nci Sulh Ceza Mahkemesi'nden. Mahkeme, twitter hesabından “Diktatörler istifa etmez devrilirler”, “Avrupa'nın yeni Hitler'i Tayyip" diye yazan Yurt Gazetesi Muhabiri Ahmet Çınar’ı beraat ettirmiş.
***

YALANCI CAHİL TAYYİP!
Hadi “Ampul, katil, terörist, diktatör, Hitler” demek siyasi eleştiri olsun. Peki, “Erdoğan cahil adam tam yalan makinesi!” sözleri suç olabilir mi? İçinizden “Biri bana cahil yalancı diyecek, ben susacağım öyle mi?” diye söyleniyorsunuzdur herhalde. Haklısınız ama sakin olun!
Tayyip Erdoğan’a “cahil, yalan makinesi” demek suç değilmiş. CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu bir grup konuşmasında böyle demiş. Tayyip Erdoğan şikâyet ederek 10 bin lira istemiş. An­ka­ra 1. As­li­ye Hu­kuk Mah­ke­me­si, “5 bin TL yeter” diye karar vermiş. Yargıtay, “Olmaaaz! Sert eleştiridir” diyerek mahkûmiyet hükmünü hem de oybirliğiyle bozmuş. Yeniden yapılan yargılamada mahkeme bu kez beraat kararı vermiş.
***

ALLAH BELASINI VERSİN Mİ?
Başbakan Erdoğan’a “Allah belanı versin!” demek de suç değilmiş. Bunu diyen Aydınlı 13 yaşındaki M.S.Ö. İsmail Saymaz’ın haberine göre, babası işten atılan çocuk 2009 yerel seçimleri sırasında otobüsüyle yoldan geçen Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’a “Seni sevmiyorum Allah belanı versin!” diye bağırmış. Başbakan Erdoğan otobüsü durdurup korumalarına “Onu alın” diye emretmiş. Polisler çocuğu almışlar. Delikanlı Tayyip otobüste çocuğu Soma’daki vatandaşı okşadığı gibi okşamış, sonra da mahkemeye vermiş. Mahkeme çocuğun işlediği suçun anlam ve önemini kavrayamadığı gerekçesiyle ceza vermemiş. Yargıtay ise “Seni sevmiyorum Allah belanı versin” sözünün hakaret değil, beddua olduğunu, bedduaya ceza verilmeyeceğini belirterek dosyayı yerel mahkemeye geri göndermiş.
***

HIRSIZ DENİLEBİLİR Mİ?
“Ampul, katil, terörist, diktatör, Hitler, cahil, yalancı, Allah belanı versin” demek suç değilmiş. Elim bunları hatırlatmaya varmasına vardı da son bir haberi hatırlatmaya elim gitmiyor. Bir başbakan için o hitabı, Tayyip Erdoğan da olsa hatırlatmaya yüreğim el vermiyor. Hadi yufka yüreğimi bastırıp gazetecilik vazifesi belasına hatırlatmış olayım!
Başbakan’a “Hırsız” demek de suç değilmiş. Eski ANAP Genel Başkanı Erkan Mumcu, 2006 yılında bir grup toplantısında Başbakan Erdoğan’a vermiş veriştirmiş. Ne avantacılığını bırakmış ne çalıp çırpmasını ne de açgözlülüğünü. “Aldığınız, götürdüğünüz, çaldığınız ne varsa sizin olsun, milletin mukaddesatına dokunmayın...” diye bitirmiş konuşmasını.
Başbakan Erdoğan'ın avukatı, Erkan Mumcu’nun Başbakan Erdoğan'ı, “sahtekâr olmakla, kendi çevresine avanta vermekle, hırsızlık yapmakla, çalıp çırpmakla ve açgözlülükle” suçladığını iddia edip dava açmış. Mahkeme, Mumcu'yu, Başbakan Erdoğan’a hakaret ettiği gerekçesiyle 10 bin YTL manevi tazminat ödemeye mahkûm etmiş. Yargıtay 4. Hukuk Dairesi ise, hem de oybirliğiyle “siyasi nitelikli sert eleştiri hakkını kullandığı, hukuka aykırılık olmadığı” gerekçesiyle dosyayı mahkemeye geri göndermiş.
Daha yakın tarihli bir haberde de Başbakan Erdoğan’ın “yuh, hırsız, sen bir daha nah iktidar olursun, memleketi soyup soğana çevirdin” diyen üç kişiye açtığı davanın beraatla sonuçlandığı ifade ediliyor ki, ayrıntısını yazsam yüreğim ezim ezim ezilir.
Yine de ne ben bu yazıyı yazmış olayım ne de siz Başbakan için söylenenleri benden duymuş olun. Duyduysanız bile unutun! Öyle hemen kaleme klavyeye sarılıp “Tayyip Erdoğan yalancının hırsızın katilin tekidir, Allah belasını versin!” diye yazmaya kalkmayın! Burası Türkiye! Mahkemenin biri “Sert eleştiri, Başbakan katlanmalı” der ama her mahkeme eleştiri hakkına böyle duyarlı olmayabilir. Mesela Kayseri’de Gezi eylemleri sırasında Emek Partisi İl Yöneticisi Ümit Kartal ile Sağlık ve Sosyal Hizmet Emekçileri Sendikası (SES) Şube Başkanı Ali Yıldırım “Camide içki içiyorlar” diyen Başbakan Erdoğan’ın yalan söylediğini açıklamışlar. Sen misin böyle açıklama yapan. Mahkeme, 11’er ay 20’şer gün hapis cezasına çarptırmış. Yani mahkeme “Haşa Erdoğan yalan söyler mi!” demeye getirmiş ki, şahsen bizatihi ben de öyle düşünüyorum! Bakalım Yargıtay bu işe ne diyecek?
Dedik ya, dünya etme bulma dünyası! Tayyip Bey’inki de o hesap. Milleti küfretmeye öyle bir mecbur etti ve alıştırdı ki, o kadar olur. Sadece Türkiye’de değil, dünyanın neresinde yaşarlarsa yaşasınlar, vatandaşlarını “biz ve onlar” diye ayrıştırır, ayrımcılık yapar, insanların inanç aidiyetlerini bile hakaret ve ayrımcılık konusu yaparsa olacağı budur.
Tayyip’in ağzına biber, milletin ağzına torba lazım!
Yoksa işin nereye varacağını ben de bilemem!


Rahmi YILDIRIM

13 Temmuz 2014 Pazar

TANRI’DAN HESAP SORMAK!


Dünya durdukça adı rahmetle anılasıca Karl Marks “Din ezilenlerin iç çekişidir, protestosudur; kalpsiz dünyanın kalbi vicdansız dünyanın vicdanıdır; yoksulların son sığınağıdır, afyonudur” demiş.
Marks en ruhani ifadeyle böyle söylemiş olsa da faydası yok. Yani ezilenlerin yoksulların çektiği acı dinmedi dinmiyor. Ramazan dolayısıyla ağırlaşan uhrevi hava bile egemen sınıf siyasetinin körleştirdiği vicdanları açmaya, taşlaştırdığı kalpleri yumuşatmaya yetmedi.
İslam dünyasında oluk oluk Müslüman kanı akıyor; “sadece kendileri Müslüman” olanlar, kâfir saydıkları başka Müslümanları boğazlamaya devam ediyor.
Türkiye’de de ayrımcılık, kibir, kin, nefret gibi en ağır günahlar “sadece kendileri Müslüman” olanlarca işleniyor;
Hırsızlık yolsuzluk gibi en ağır ahlaksızlıklar “sadece kendileri Müslüman” olanlarca “günah işleme hürriyeti” söylemiyle din adına meşrulaştırılıyor;
İftar sofraları en süfli sermaye siyasetinin propaganda ve beyin yıkama seanslarına dönüşüyor.
Tanrı’nın kendi adına işlenen bu günahlara müdahale edeceğinin işareti görünmüyor.
En acısı da tüm bu çirkinlikler müminler tarafından kınanmıyor, ayıplanmıyor.
Kınamak ayıplamak şöyle dursun, müminler tevekkül içinde, neoliberal sermaye siyasetinin en gözü kara aktörünü bir kez daha kutsamak, başkan seçmek için sabırsızlanıyorlar.
***

TANRI’YI CEZALANDIRMAK!
Oysaki pagan, ilkel, cahiliye diye aşağılanan küçümsenen dönemlerde insanlar pek de bugünkü gibi mütevekkil değillermiş; “mukadderat” deyip miskince boyun eğmiyorlarmış. Boyun eğmek şöyle dursun, Tanrı’dan bile hesap soruyorlarmış. Hatta hesabını veremeyen tanrılarını cezalandırıyorlarmış.
Evet evet! Yanlış okumuyorsunuz, tanrılarını cezalandırıyorlarmış.
Mesela Çinliler dualarını yerine getirmeyen tanrılarına, yani putlarına, Başbakan Tayyip Erdoğan’ın kimi bakanlarına ve Soma’da acılı yurttaşa yaptığı gibi, tekme tokat girişiyorlarmış.
Eski Mısır’da da adet böyleymiş ki, tanrılar fani kullarının dehşetinden korunmak için hayvan kılığında saklanıyorlarmış.
Roma’da da adet böyleymiş. Yani ölümlüler tanrılarına pek de itaatkâr değillermiş. Mesela Augustus, donanması fırtınada batınca, deniz tanrısı Neptunus’un törenlerde öteki tanrıların yanı sıra taşınmasını yasaklamış.
İmparator böyle yapar da halk durur mu, daha beterini yapar. Germanicus’un ölümünden sonra Romalılar tanrılarına öyle öfkelenmişler ki, tapınaklarda tanrılarını taşlamışlar, artık onlara bağlı olmadıklarını ilan etmişler.
Bildiği her yere hükümdar olmak isteyen İskender Sur kentini de kuşatmış. Sur kentinin generalleri savunmaya geçmişler ama kentin tanrısı Melkart’tan yana endişeliler. Melkart, Yunan mitolojisindeki Herakles’in Sur’daki adı. Melkart veya Herakles hangi orduya destek verirse, zafer o tarafın oluyor! İşte Sur generalleri, kendi Herakleslerinin sıla aşkıyla Makedon ordusuna destek vereceği korkusu içindeler. O korkuyla, firar edip Makedon ordusuna katılmasın diye Herakles’i zincire vurmuşlar. Ama nafile! İskender Sur’u fethediyor. Yine de Melkart tapınağına sığınanların canını bağışlıyor, gönüllerini alıyor.
Bu bilgiler Davide Hume’ün “DİN ÜSTÜNE” adlı kitabında yer alıyor. Ateist bir filozof sanılmasın. Tam tersine. Bu yüzden Marksizm’in el kitaplarında materyalizm karşıtı düşünür olarak adı hiç de hayırla anılmaz.
Davide Hume’ün kitabı hayli gülümsetici. Ramazan’ın ağır uhrevi havasında bile tavana vuran sermaye siyasetinin kafa ütüleme operasyonlarına karşı sinir sistemini bir parça rehabilite ediyor.
Yine de hayıflanmamak, iç çekmemek elde değil. Resmi din bezirgânlarınca pagan cahiliye diye aşağılanan dönemlerin tanrılara bile isyankâr insanları nerede? Bugünün yani modern dünyanın zalim tiran ve firavunlarına kul köle, haksızlıklar ve ahlaksızlıklar karşısında boynu bükük, zulmün alkışçısı insanlar nerede?
***

Zulme ve haksızlıklara, adaletsizliğe karşı en güçlü sığınak aslında mizah ve küfürdür. Sokrates’i dinsiz diye ölüme mahkûm edecek kadar sofu Atinalılar da bu bilinçle, Aristohanes’in tiyatro eserlerindeki küfürleri alkışlamışlar.
Ne günlermiş o günler. Bugünün Türkiye’sinde sıkıysa Aristophanes gibi komedya yaz. Sıkıysa bir tiyatro topluluğu böyle bir komedyayı oynamaya kalksın. Malum, küfredilecekse, sağ olsun Başbakan herkesin yerine küfrediyor. Ama yanlış hedefe küfrediyor. Zaten kendisi yanlış bile değil. Yine de Adana halkı sağ olsun var olsun! Kaygusuz Abdal’ın da ruhu şad olsun!
Yazı yeterince uzadı. Hüsnü Soydan abiyi kızdırmaya, devre arkadaşım Murat Kaya’yı gücendirmeye gelmez:)))
Muhbirler ve savcıyla uğraşmak da akıl kârı değil. Neme lazım! Hürriyetimi sokakta bulmadım. Gelecek yazıya değin şen ve esen kalın!


Rahmi YILDIRIM

10 Temmuz 2014 Perşembe

TÜRKİYE’NİN IŞİD’LEŞMESİ

Gün geçmiyor ki, İslamiyet adına işlenen bir cinayetin, barbarlığın veya nefret suçunun haberi duyulmasın.
Son haftaların cinayet ve barbarlık haberleri daha çok, Irak ve Suriye’nin bir bölümünde İslam Devleti kurduğunu ilan eden IŞİD odaklı.
Kâfir saydıklarını vahşice katletmeyi rutinleştiren IŞİD, Şiilere ait cami ve türbeleri de tahrip etmeye başlamış. Arada Yunus Peygamber’in mezarını da yıkmışlar.
Ajans haberleri doğruysa, IŞİD Suudi Arabistan’ı fethettiğinde Allah’tan başkasına ibadet edildiği gerekçesiyle Kâbe’yi de yıkacakmış.
***

Sahibi Kâbe’yi korur mu?
Kâbe’nin yıkılması İslam tarihinde görülmemiş bir olay değil. Yaygın inanışa göre en az on defa yıkılmış, yeniden yapılmış.
Kur’an’ı Kerim’in Fil Suresi ise, Kâbe’nin Allah tarafından korunduğunu anlatır. 570 yılında Habeş generali Ebrehe Kâbe’yi yıkmak için harekete geçtiğinde, Peygamber’in dedesi Abdülmuttalip “Kâbe Allah’ın evidir, sahibi onu korur” diye uyarmış. Ebrehe aldırış etmemiş. Allah da (Kur’an’daki ifadesiyle) “balçıktan pişirilmiş taşlar atan sürü sürü kuşlar” gönderip Ebrehe’nin ordusunu helâk etmiş.
Gelgelelim Fil Suresi’nde anlatılan “mucize”, 694 yılında gerçekleşmemiş; sahibi Kâbe’yi korumamış. Şam’daki Emevi halifesi Abdülmelik, Mekke’de halifeliğini ilan eden Abdullah’ın üzerine Zalim Haccac’ı göndermiş. Haccac ordusu, Kâbe’yi mancınık atışlarıyla yerle bir etmiş. Bu arada Hacer-i esved de tuzla buz olmuş.
Kâbe’nin sahibi 929 yılında Abbasi halifelerine isyan eden Karmatilerin kuşatmasında da evini korumamış. Karmati komutanı hacıları öldürüp Zemzem kuyusuna doldurmuş, Hacer-i esved’i de söküp götürmüş. Hacer-i esved, 22 yıl sonra Fatımi hükümdarı Mansur’un ricasıyla iade edilmiş.
Kâbe sonraki tarihlerde de Müslümanlar arası savaşlarda saldırıya uğramış. Kur’an’da Kâbe’nin güvenli yer olduğunun belirtilmesine karşılık, binlerce hacı bu saldırılarda can vermiş.
***

Kâbe’den Anıtkabr’e
Yani Kâbe ve Hacer-i esved Müslümanların tamamınca aynı ölçüde kutsal sayılmıyor. Hatta Hacer-i esved’i kutsal saymayanlar arasında ikinci halife Ömer de bulunuyor.
Hz. Ömer bir tavaf sırasında Hacer-i esved’e karşı “Biliyorum ki sen faydası ve zararı olmayan basit bir taşsın. Allah Resulü'nün seni öptüğünü görmeseydim seni öpmezdim.” demiş. Yanında bulunan Hz. Ali “Resulullah’ın (Hacer-i esved kıyamette şahitlik eder) buyurduğunu ben işittim” diyerek itiraz etmiş.
Tabii böyle bir bahis açıldığında 1994 yılında Anıtkabir’de yaşanan bir olayı anımsamamak olmaz. Mustafa Kemal Atatürk’ün ölümünün 56’ncı yıldönümüydü. Devlet protokolüne dahil zevat Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel başkanlığında saygı duruşuna geçmişti. Tam o anda kameraman kimliğiyle mozoleye kadar ulaşan bir kişi, Demirel’e doğru atıldı ve elindeki Kur’an-ı Kerim’i sallayarak, “Taşlar sizi duymaz, taşlar sizi görmez. Bu yaptığınız puta tapmaktır. Sizleri Kur’an’a davet ediyorum!” diye bağırdı ve tekbir getirdi. Demirel ve beraberindeki heyet istifini bozmadan saygı duruşunu sürdürürken, eylemci güvenlik görevlilerince mozoleden uzaklaştırıldı. Polis linç girişimini güçlükle önledi. Cumhurbaşkanı Demirel’in eylemciyi “meczup” olarak nitelendirmesi siyasi tarihe geçti.
***

T-IŞİD halifesini durdurmak insanlık görevidir
Ezcümle Kâbe ve Hacer-i esved Müslümanların tamamınca aynı ölçüde kutsal sayılmasa da, IŞİD’in dediğini yapması dünya durdukça unutulmayacak bir barbarlık olur.
IŞİD’in barbarlığının kaynağında sadece kendi yorumunu hakiki İslam sayan zihniyeti bulunuyor ki, bu yobazlıkta hiç de yalnız değil. Türkiye’de de pek çok fikri akrabası ve dini yoldaşı var. Bu bağlamda Alevilere ve gayrimüslimlere yönelik inkâr ve asimilasyonu, Maraş, Çorum ve Madımak katliamlarını, Hizbullah cinayetlerini anımsamamak mümkün değil.
Anadolu Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi’nde okutulan “Türk Dili Edebiyatı Osmanlı Türkçesi Grameri 2” ders kitabında, “Kötü ayin yapan Kızılbaşlar. Allah onları kıyamete kadar aşağılık ve adi etsin” ifadesine yer verilmesi, “sadece kendileri Müslüman” çevrelerde tepkiye yol açmamakta, sessizce onaylanmaktadır.
İstanbul Esenyurt’ta Caferi yurttaşların ibadet ettikleri Muhammediye Camii’nin yakılması dünün haberidir. Bu barbarlık üzerine camiyi ziyaret eden Diyanet İşleri Başkanı Mehmet Görmez, “İslam en ağır savaş şartlarında bile başka din mensuplarının mabetlerine, putperestlerin puthanesine bile dokunmamayı emreder” diye masal anlatmaktadır.
Öyle ki, Başbakan ve partisinin IŞİD’ten ne kadar farklı olduğu da belirsizdir. Kendisine oy vermeyenlere düşman gözüyle bakan, olanca kin ve nefretiyle Allahsız, Şia, Caferi, Yezidi, Zerdüşt, Alevi, ateist diye aşağılayan Başbakan’ın IŞİD liderinden daha uygar olduğu söylenemez. Gezi direnişi sırasında Dolmabahçe Camii’ne bira şişesiyle girildiği yalanında ısrar eden Başbakan ve dava arkadaşlarının camileri yıkan, Kâbe’yi de yıkacağını söyleyen IŞİD hakkında olumsuz ifadelerden özenle kaçınmalarının, cinayetlerini görmezden gelmelerinin aralarındaki barbar kardeşliğinin tezahürü olduğu düşünülebilir.
Özetle Aydınlanma ve laiklik özürlü dini coğrafyada yobazlık ve barbarlık bulaşıcıdır.
IŞİD’in “sahih İslami düzen” kurmak için Türkiye’yi hedef almasına gerek yoktur. Barbar kardeşleri ve yoldaşlarının yönetiminde Türkiye zaten IŞİD’leşme, T-IŞİD olma yolundadır.
T-IŞİD halifesinin durdurulması, makamından indirilerek günah ortaklarıyla birlikte tarihin çöp sepetine atılması insanlık görevidir.

Rahmi YILDIRIM


9 Temmuz 2014 Çarşamba

AKP İLE IŞİD ARASINDA MUHABBETTEN HUSUMETE

Irak Şam İslam Devleti (IŞİD) adlı örgütün Musul’u ele geçirmesiyle Irak’taki kaos daha da derinleşti. IŞİD’in ilerleyişi, Irak ve Suriye’yi olduğu gibi Türkiye’yi de doğrudan etkiliyor.
IŞİD Irak, Suriye, Lübnan ve Ürdün’ü kapsayan bölgede İslam devleti kurmayı hedefliyor. Yeni bir örgüt değil, kuruluşu ABD’nin Irak’ı işgal ettiği 2003 yılına kadar uzanıyor. Arkasında bir devletin görünür resmi desteği yok. Zaten devletler bu tür örgütlere örtülü destek verirler. Bu bağlamda Suriye’de Esad rejimine karşı koalisyon oluşturan devletlerin, yani ABD, İngiltere, Suudi Arabistan, Katar, Ürdün ve Türkiye’nin (muhtemelen İsrail ve Barzani liderliğindeki Kürt devletinin) Esad karşıtlarına sağladıkları para ve silah yardımının bir şekilde IŞİD’in de eline geçtiğini söylemek yanlış olmaz. Zaten IŞİD asıl gelişmesini Suriye’deki iç savaşta sağladı.
Ne ki, Suriye’de Rojava Kürtleri karşısında fazla başarılı olamayan IŞİD Irak’ın Sünni nüfus yoğunluklu bölgesinde Şii Maliki yönetimine tepkiyi dış destekle birleştirerek sonuç aldı; Portekiz genişliğindeki bölgede Musul başkent olmak üzere İslam Devleti kurduğunu ilan etti.  Böylece Irak’ın en az 3’e bölünmesi senaryosu ciddiyet kazandı
***

IŞİD’in Musul’u ele geçirdikten sonra Türkiye’nin Başkonsolosluğu’nu basarak, aralarında Başkonsolos’un da bulunduğu 49 kişiyi rehin alması dikkatleri ister istemez AKP hükümetinin senaryodaki rolüne, AKP’nin IŞİD’le akrabalığına yöneltti.
AKP hükümetinin IŞİD’e ve diğer İslamcı örgütlere yardımı sır değil. Toplantılarına ev sahipliği, Hatay’da eğitim kampı, Dünyanın dört bir yanından gelen cihatçılara geçiş kolaylığı, çatışmalarda yaralanan cihatçıların Türkiye’deki hastanelerde tedavi edilmesi, IŞİD’in ele geçirdiği petrolü Türkiye üzerinden pazarlaması, yüzlerce TIR dolusu silah vs…
AKP hükümeti, ABD ve İngiltere’nin önderlik ettiği koalisyonun taşeronu olarak, biraz da Suriye’de kolay ve erken zafer beklentisiyle yardım ediyordu. Başbakan Erdoğan Şam’da Cuma namazı kılmaktan söz ediyordu. Bu sahnenin Türkiye iç politikasında Erdoğan’ın yıldızını nasıl parlatacağı tartışılmazdı.
Gelgelelim Esad rejimi dirençli çıktı. Tayyip Erdoğan’ın çok istemesine karşın ABD (Esad sonrası dönemde cihatçı unsurların yönetimi ele geçireceği kaygısıyla olsa gerek) doğrudan askeri harekâta yanaşmadı, vekâleten savaşı tercih etti. Bu arada Rojava Kürtleri kendi kaderlerini ellerine aldılar. Irak’ta Maliki yönetimi ise Batı dünyası ile arayı açıp İran ile yakınlaşmaya başladı. Derken Ahmedinejad’ın yerine İran Cumhurbaşkanı seçilen Hasan Ruhani, ABD ile ülkesi arasındaki nükleer gerilimi azaltarak diyalog kanalı açtı. Konjonktürel sonuç olarak, Esad’ı devirme hedefi belirsizleşti; aradan sıyrılan IŞİD kendi devletini kurduğunu ilan etti, Irak fiilen bölündü. Tayyip Erdoğan’ın Emevi Camii’nde namaz rüyası kâbusa dönüştü.
IŞİD’in Irak’taki ilerleyişi bölgede yeni dengelerin oluşmasına yol açtı. ABD, IŞİD ve benzeri oluşumlara karşı Bağdat yönetimine sınırlı askeri yardım seçeneğini gündemine aldı. Bölge politikası ABD’ye endeksli AKP hükümeti de (gecikerek de olsa) 3 Haziran’da IŞİD’i terör örgütü ilan etti. Bir hafta sonra da IŞİD, Türkiye’nin Musul Başkonsolosluğunu bastı.  
***

Bölgede dengeler saat başı denilen hızla değişirken AKP hükümetinin IŞİD’e karşı pozisyon almakta gecikmesi son derece dikkat çekici. Resmen terör örgütleri listesine almasına karşın ne Başbakan Erdoğan (PKK’ya rahatça diyebildiği gibi) IŞİD’e terörist diyebiliyor ne de AKP yöneticileri. Dahası AKP yöneticileri IŞİD’in Türkiye’yi hedef almadığını, Türkiye için tehdit oluşturmadığını söyleyebiliyorlar. Çok daha vahimi, "öfke birikiminin eseri" diyerek meşrulaştırabiliyorlar.
Oysaki IŞİD (AKP’ye olmasa bile) Türkiye’ye yönelik duygularını ve düşmanlığını hiç saklamadı. Mayıs 2013’te Hatay Reyhanlı’da 53 kişinin öldüğü bombalı saldırıların sorumluluğunu üstlendi. Kasım 2013’te IŞİD’in Türkiye’ye bomba yüklü araçlar göndereceği haberleri, güvenlik alarmına yol açtı. Ocak 2014’te Türk Silahlı Kuvvetleri Suriye’deki bir IŞİD konvoyunu havadan vurduğunu açıkladı. Mart 2014’te Niğde’de yol kontrolü sırasında güvenlik güçlerine ateş açarak 2 kişiyi öldürenlerin IŞİD militanları oldukları açıklandı. Bütün bunlar olup biterken bile AKP yönetimindeki Türkiye’nin IŞİD’i desteklediğine, Kürtlerin parça parça özerk bölgeye dönüştürdüğü Rojava’ya yönelik IŞİD saldırılarının Şanlıurfa ve Gaziantep gibi illerde planlandığına ilişkin haberler eksik olmuyordu.
Bu arada “tavşana kaç tazıya tut” politikası izleyen ABD yönetimi de zaman zaman IŞİD’in Türkiye için tehdit oluşturduğu yolunda açıklamalar yaptı. Son olarak geçen Mayıs ayında ABD Dışişleri Bakanlığı Sözcü Yardımcısı Harf, IŞİD’in sadece Suriye ve Irak için değil, Türkiye için de büyük bir tehdit olduğunu söyledi.
***

IŞİD’in Türkiye’ye yönelik niyet ve husumeti bu denli açıkken, Musul Başkonsolosluğu’nun işgaline varan süreçte bile AKP yöneticilerinin IŞİD’e sempatilerini esirgemedikleri anlaşılıyor. İnternet portalı t24’te Murat Sabuncu’nun (haber ve yorum yasağına karşın) yazdığına göre, konsolosluk baskınından üç gün önce MİT, konsolosluk çalışanlarının tahliyesi gerektiği istihbaratını iletmiş; Dışişleri Bakanı Davutoğlu, tahliyeye yanaşmamış.
 Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç da baskından hemen sonra yaptığı açıklamada, “Türkiye’nin hedef görülmediği açıktır. Hedef noktasında değiliz, bunu açıkça söyleyebilirim.” demiş; Türkiye’den IŞİD’e katılımın 3-5 kişiyi geçmediğini öne sürmüştü.
Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç, baskından bir hafta sonra bile aynı görüşteydi; 19 Haziran’da Bursa’da düzenlediği basın toplantısında IŞİD’in Türkiye’yi hedef almadığını yineledi.
Bu arada hükümetin yüzde yüz emri altındaki Anadolu Ajansı’nın, 25 Haziran tarihli “Musul’da sessizlik hâkim” başlıklı haberi dikkat çekiciydi. Haber, hiç abartısız IŞİD lehine propaganda bülteniydi.
Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç, bölgede İslam adına savaştığını söyleyen örgütlere Türkiye’den katılım olduğunu nihayet dört gün önce kabul etti. Arınç, İstanbul’da bir iftar yemeğinde yaptığı konuşmada, “Ben ülkemde böyle bir şeyin varlığını kesinlikle düşünemez, buna imkân ve ihtimal veremezdim. Onlara cihat yanlış öğretiliyor.” dedi.
Oysaki cihadın yanlış öğretilmesi söz konusu değil. “Kâfirleri nerede yakalarsanız öldürün. Din yalnız Allah’ın oluncaya kadar onlarla çarpışın!” ayetleri ortada.
Her Müslüman bu ayetleri kendince yorumluyor, en doğru yorumu kendisinin yaptığını savunuyor. Tayyip Erdoğan da “Minareler süngü, kubbeler miğfer/Camiler kışlamız, mü'minler asker” diyerek siyaset yapageldi. Cumhurbaşkanlığına adaylığını açıklarken bile Selçuklu Sultanı Alparslan gibi kefen giymekten, Kudüs Fatihi Eyyübi gibi kılıç kuşanmaktan söz etti.
Bu denli laiklik deneyimine sahip ülkenin Başbakanı bile bu söyleme sahipse, başka halife adaylarının daha radikal söylem geliştirmesine ve eyleme geçmesine şaşılmamalıdır. İslam tarihi, gerçek İslam’ı sadece kendisinin temsil ettiği iddiasındaki cemaatler ve halife adayları arasındaki kanlı boğazlaşmaların tarihidir.
AKP ile IŞİD arasındaki muhabbet ve husumete biraz da bu fikri akrabalık ve dini yoldaşlık ilişkisi bağlamında bakılmalıdır.

Rahmi YILDIRIM


7 Temmuz 2014 Pazartesi

BAĞIMSIZ KÜRT DEVLETİNE DOĞRU!

TÜRKİYE’NİN ORTADOĞU POLİTİKASINDA DEĞİŞİKLİK Mİ?
4 Temmuz 2014
Marks, Engels ve Lenin emperyalistler arası paylaşım kavgasının savaşlara yol açacağını, savaşlarda düzinelerce tacın kaldırımlarda yuvarlanacağını öngörmüşlerdi.
Her iki dünya savaşı Marksizm’in öngörülerini doğruladı. Rusya, Almanya, Avusturya Macaristan ve Osmanlı imparatorlukları dağıldı. İmparatorluk kalıntısı pek çok ülkede krallıklar tarihe karıştı. Bazılarında sosyalist cumhuriyetler kuruldu.
İmparatorlukların dağılmalarının özellikle Osmanlı İmparatorluğu’nun dağılmasının üzerinden yüz yıl geçtikten sonra bile hesaplaşma sürüyor. En somut hesaplaşma alanı olarak Ortadoğu istikrara kavuşamadı. Bölgede taşlar hâlâ yerli yerine oturmadı. Bölgenin istikrara ne zaman kavuşabileceğini kimse kestiremiyor. Özellikle Türkiye’nin güney komşularında çatışmalar sürerken, Irak ve Suriye’nin parçalanacağından, sınırların yeniden çizileceğinden söz ediliyor. Dolayısıyla gelişmeler Türkiye’yi doğrudan ilgilendiriyor.
Türkiye öteden beri güney komşularının toprak bütünlüğünün korunmasına endeksli bir dış politika yürütüyordu. Bu bağlamda, örneğin Irak’ın parçalanmasını, bir Kürt devletinin kurulmasını savaş nedeni sayıyordu. Buna karşılık Irak’ın bölünmekte olduğu haberleri giderek ciddiyet kazanıyor. Irak Şam İslam Devleti (IŞİD) Bağdat’a yürümek için güç biriktirirken, Kürt yönetimi de bağımsızlık için referanduma hazırlanıyor. Son olarak iki gün önce Irak’ta bölgesel Kürt yönetimi lideri Mesut Barzani, Kürtlerin kendi geleceklerini belirleme vaktinin geldiğini belirterek, bu konuda referandum için bölgesel parlamentoya başvuruda bulunacaklarını bildirdi.
"Kendi kaderimizi tayin etme hakkına sahibiz. Artık başkasının ne  dediğine bakamayız. Yıllarca ortaya koyduğumuz siyasetle komşularımız için tehdit  olmadığımızı gösterdik.” diyen Barzani, Kürt bölgesinin kendi petrolünü  çıkarmada ve satmada serbest olduğunu söyledi. 
Kürt Yönetimi Dış İlişkiler Sözcüsü Mustafa Bakır da referandumda bağımsızlık sonucu çıkarsa bunu ilan edeceklerini açıkladı, sonuca saygı gösterilmesini istedi.

Peki Irak’ın bölünmesini, bir Kürt devletinin kurulmasını savaş sebebi sayagelen Türkiye niçin sessiz? Ankara’da neden belirgin bir karşı hamle gözlenmiyor?
 Ankara şu sıralar tüm enerjisiyle Cumhurbaşkanı seçimine odaklanmış durumda. Dolayısıyla Suriye’de Kürt özerk bölgesinin kurulması, Irak’ta bölgesel Kürt yönetiminin bağımsızlık için referandumdan söz etmesi, Irak Şam İslam Devleti adlı örgütün Musul’u ele geçirmesi ve Bağdat’a doğru ilerleyişini sürdürmesi gibi konularda resmi politikada neler öngörülüyor? Kamuoyu buna benzer soruların varlığından bile haberdar değil.
Kamuoyu haberdar olmasa da, devletin ve hükümetin tümüyle seyirci kaldığı söylenemez. Siyaset kulislerinde yapılan tartışmalarda, Türkiye’nin geleneksel dış politika tezlerinin askıda olduğu, belki de Cumhurbaşkanı seçimini Başbakan Erdoğan’ın kazanması halinde yeni dış politikanın resmileşeceği yorumları yapılıyor.

Muhtemel yeni dış politika neyi esas alacak?
Anlaşılıyor ki Türkiye muhtemel yeni dış politika konseptinde komşu ülkelerin yani Irak ve Suriye’nin parçalanmasını ve bir Kürt devletinin kurulmasını kabullenecek. Bunun bir işareti olarak Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu, Irak Kürdistan yönetiminin başkenti Erbil ziyareti sırasında Bağdat hükümetine sormadan Kerkük’e geçmekle Irak Kürdistan yönetimini bağımsız bir devlet olarak tanıdıkları mesajını vermişti.
Nihayet hükümet veya Dışişleri Bakanlığı’nın resmi açıklaması olmasa da, iktidar partisi AKP’nin Genel Başkan Yardımcısı Hüseyin Çelik de İngiliz gazetesi Financial Times’ta dört gün önce yayımlanan demecinde yeni dış politikanın işaretlerini verdi.  Hüseyin Çelik, açık açık eskiden savaş nedeni sayılan Irak’ta bağımsız Kürt devleti olasılığının devlet erkini eskisi gibi rahatsız etmediğini söyledi; “Irak’ın bölünmesi kaçınılmaz görünüyor. Oranın adı Kürdistan, onlar bizim kardeşimizdir ve bunun kabul edilmesi gerekli” dedi.
Sonuç olarak, Mesut Barzani’ye “Bağımsız Kürdistan”ı tanıma sinyalinin AKP iktidarından gittiğini söylemek yanlış olmaz. Bununla birlikte “Bağımsız Kürdistan” olgusunun tek başına AKP hükümetinden cesaret aldığı söylenemez. Küresel kapitalizmin Irak’ta güvenilir istikrarlı enerji terminali isteği ile “cihadist terörizm” endişesinin de “güvenilir müttefik” Kürtlerin bağımsızlık taleplerine meşruiyet kazandırdığı da düşünülebilir.

Dış politikadaki bu paradigma değişikliği iç politikaya nasıl yansıyor?
Hükümetin PKK ve Abdullah Öcalan ile yürüttüğü görüşmeler, bu görüşmelerin yasal güvencesi olmak üzere TBMM’ye sunduğu yasa önerileri olarak yansıyor.
Yani AKP yönetimindeki devletin, dış politikada Irak’ta bağımsız Kürt devleti, Türkiye sınırları içinde ise özerk Kürdistan tezini benimsediği yorumları yapılıyor.
AKP iktidarının Barzani liderliğindeki bölgesel Kürt yönetiminin petrol ticaretine aracılık etmesi, Türkiye Kürdistan Demokrat Partisi’nin kurulmasını onaylaması, IŞİD’in Irak’ta güç kazanmasına sessiz kalması da bu bağlamda anlam kazanıyor.

Ankara IŞİD’e seyirci kalıyor veya cesaret veriyorsa, Musul ve Kerkük’ün işgalini nasıl açıklamalı? 
Besbelli ki IŞİD’in Musul Konsolosluğu’nu basarak konsolosluk görevlilerini rehin almasına zemin hazırlanmış göz yumulmuş. Binayı boşaltmak isteyen Konsolos’a, “IŞİD size zarar vermez” denilmiş. Bir aya yakın zaman geçmesine karşın rehinelerin ailelerinden ses seda çıkmıyor. Ailelere güvence verilmiş olabilir. Nihayet haber ve yorum yasağı konunun gündemden çıkmasını sağladı.
Her şeye karşın IŞİD’in Musul’u işgali ve konsolosluk çalışanlarını rehin alması, kolay açıklanabilecek gibi görünmüyor.

Uluslar arası diplomasi bağlamında gelişmeleri nasıl okumalı?
Bu gelişmeler diplomasi bağlamında, Özgür Gündem gazetesinin manşet haberiyle daha bir anlam kazanıyor. Özgür Gündem’in YER: AMMAN Tarih: 1 Haziran KONU: MUSUL” başlıklı haberine göre, Musul’u ‘ele geçirerek’ Ortadoğu’daki tüm dengeleri değiştiren IŞİD hamlesi, ABD, İsrail, Suudi Arabistan, Ürdün ve Türkiye’nin bilgisiyle Amman’da planlandı. KDP ve Baasçıların  da katıldığı gizli toplantı 1 Haziran’da yapıldı. Toplantıdan 4 gün önce Mesud Barzani, Amman’a gitti ve toplantının yapılması için ön ayak oldu. Toplantıya Ortadoğu siyasetinde etkin olan çok sayıda örgüt ve kişi katıldı. Saddam sonrası Irak’taki gelişmeler hegemon güçlerin istediği gibi gitmeyince IŞİD eliyle yeni bir müdahale kararı alındı; 9 Haziran’da ise IŞİD çetesi Musul’u işgal etti. Amman’daki çok gizli toplantıya katılan bir şahıs, tüm belge ve bilgileri 4 milyon dolar karşılığında Iraklılara sattı. Uzun yıllardır Ortadoğu’da çalışan bir diplomatın orijinal nüshasını bize gösterdiği toplantı bilgileri, reel politik birçok ezberi bozacak nitelikte.

Özgür Gündem’in haberi böyle. Haberde de vurgulandığı gibi, Ortadoğu diplomasisinde reel politik ezberi bozacak çarpıcı gelişmeler sürpriz olmayacak.

Not: İlk üç paragraftan sonrası Köln Radyosu'nda yayımlanan haber söyleşinin metnidir.