Türkiye’de idam cezası bin yılın başında kaldırıldı ama ne ki, ne zaman burjuva siyaseti çıkmaza girse, siyaset bezirgânları ağız dalaşına girip birbirlerine idam ipi armağan ederler.
2010 Anayasa değişikliği referandumunu açış kampanyasında 12 Eylül faşistlerinin idam ettikleri Erdal Eren ile Mustafa Pehlivanoğlu’nun son mektuplarını kürsüden okurken hem ağlayan hem ağlatan Recep Tayyip Erdoğan her fırsatta idam için anayasa değişikliği çağrısında bulunuyor. Adı anılmaya değmez yardımcısı kürsüden ip atıyor. ‘Kim daha iyi asar’ polemiğinde siyasetçiler birbirlerine ip uzatırken, idamların geride bıraktığı acılar da tazeleniyor.
Teğmen Ömer Yazgan ve arkadaşlarını rüşvetçi hâkimin kararıyla asmışlardı.
Erdal Eren’i yaş küçüklüğünü dikkate almadan asan katiller Veysel’i delilsiz asmakla kalmayıp, cenazesini bile ailesinden sakladılar; hâlâ da saklıyorlar.
* * *
Veysel Güney’in delilsiz idam edildiğini, hazırlık soruşturmasını yürüten 12 Eylül dönemi savcılarından Mete Göktürk söylüyor.
Mete Göktürk, sonradan “Türkiye’de yargı bağımsız değildir” dediği için yargılanıp beraat eden savcı. Emekli olunca anılarını topladığı kitabın kapağında “Adaleti Gördünüz mü?” diye soruyor. Arada, Veysel’in delilsiz asıldığını da anlatıyor.
Veysel Güney, 1980 yılının son günlerinde Gaziantep’te Dev-Yol’a karşı gerçekleştirilen operasyonda yakalanır.
Hayri Argav’ın yazdığına göre, operasyon kapsamında basılan evden Dev-Yol militanı Ali İhsan Özer ile operasyon timinden Üsteğmen Şahin Akkaya’nın cenazeleri çıkar.
Şahin Akkaya, çevresinde sosyal demokrat olarak bilinen bir asker; Ali İhsan Özer ise Eczacılık Fakültesi’nde askeri öğrenciyken, sosyalist fikirleri nedeniyle okuldan ve ordudan çıkarılmış. Yaşam çizgileri Gaziantep’teki evde kesişir. Evin giriş tarafındaki odada kalan Ali İhsan Özer kurşun yağmuru altında ölür, Üsteğmen Şahin Akkaya da vurularak can verir. Arka odadaki Veysel Güney ise pencereden apartman boşluğuna atlar. Bir komşunun ihbar etmesi üzerine namlular apartman boşluğuna ölüm kusar. Veysel sırtından yaralı olarak yakalanır; öldürülmek üzere kentin dışına götürülür; operasyon timindeki bir kişinin karşı çıkması üzerine öldürülmez, işkenceyle sorgulanır. Genel operasyon kapsamında yakalanmasına karşın toplu davadan ayrılarak tek başına yargılanır ve iki ay süren yargılamada idama mahkum edilir. 10 Haziran 1981 günü Veysel, darağacında sehpayı kendisi tekmeler.
Savcı Mete Göktürk de anlatıyor ki, “İdam sehpasına çıkarken Che Guevara'nın ünlü 'Ölüm hoş geldi, safa geldi' dizelerini bağıra bağıra okuyordu. O ölüme giderken yanında avukatı dahil hiç kimse yoktu. Ona yabancı olmayan tek şey kendi sesiydi. Ayağının altındaki sandalyeyi, slogan atarak kendisi itti.”
Argav’ın Veysel’in arkadaşlarından naklettiğine göre, Üsteğmen Şahin Akkaya muhtemelen operasyon timinin rasgele ateşi sırasında kazaen vurulmuştur.
Operasyon sonrasında soruşturmayı yürüten Savcı Mete Göktürk de diyor ki, “Güvenlik güçleri tarafından eve yapılan operasyonda, biraz aceleci davranılması nedeniyle çatışma çıkmıştı. Bir militan ölmüş, bir teğmen şehit düşmüştü. Çatışmanın yaşandığı apartmanın havalandırma boşluğundan kaçmaya çalışırken yakalanan ve görevlilerce feci şekilde dövülerek ağır şekilde yaralanan Veysel Güney'in hastanede ilk ifadesini ben aldım. Hazırlık soruşturmasını ben yaptım. Çatışmada, Güney'in silah kullandığına ilişkin bir kanıt elde edememiştik. Benim ilk tespitlerimle mahkeme kararında varılan sonuç örtüşmüyordu. O günlerde yaşanan ortamın olağandışılığı da göz önüne alındığında, yargılamanın tarafsız ve adil yapılmamış olacağına ilişkin kuşku duyuyordum.”
Yani sonuçta, yargılamanın tarafsız ve adil olup olmadığı bir yana, Veysel’i delilsiz astılar. Delilsiz asmakla kalmayıp, cenazesini ailesine vermediler, gömdükleri yeri bile söylemediler.
Ailesi ve arkadaşları, mezarlıklarda Veysel’i aramayı sürdürüyorlar.
Veysel’i delilsiz asmak, bir de cenazesini saklamak, en hafif deyişle faşist gaddarlığın ta kendisiydi. Delil bulup asmak da aynı kapıya çıkardı. Çünkü, işlenen suç ne olursa olsun, idam, suça verilen ceza değil, devlet eliyle tasarlanarak işlenen cinayettir.
* * *
Erdal Eren’i de delilsiz astılar
Devir “our boys” devriydi; “Asmayıp da besleyelim mi?” gaddarlığıyla taammüden nice cinayetler işlendi, idama giden yolda nice zalimlikler sergilendi.
Erdal Eren de delilsiz asılanlardandı. Erdal Eren hakkındaki idam kararı, Askeri Yargıtay 3’üncü Dairesi tarafından, 12 Eylül darbesinden önce iki kez esastan bozuldu. Ne ki, darbeden sonra Askeri Yargıtay Daireler Kurulu idam kararını onadı ve Erdal Eren de delilsiz asıldı. Üstelik yaşı tutmuyordu. Darbeden önce idam kararını esastan bozan Askeri Yargıtay 3’üncü Dairesi’nin üyelerinden Ahmet Turan yıllar sonra, tıpkı Mete Göktürk gibi, delilsiz idamdan söz etmişti:
“Erdal Eren’le ilgili idam kararında adli hata olduğu inancındayım. Dosyada eri Erdal Eren’in öldürdüğüne ilişkin yeterli delil yoktu. Biz Üçüncü Daire olarak idam kararını bu gerekçeyle bozduk. Yeterli delilin olmamasına rağmen, Başsavcılık itirazı, günün şartları gibi konulara girmek istemiyorum, çünkü politiktir.”
Rüşvetçi hâkimin kararıyla astılar
“Asmayıp da besleyelim mi?” gaddarlığıyla niceleri kıstırıldıkları evlerde sağ yakalamak yerine delilsiz katledildi, niceleri göstermelik yargılamalarla delilsiz asıldı.
Teğmen Ömer Yazgan ve arkadaşları Mehmet Kanbur, Erdoğan Yazgan ve Ramazan Yukarıgöz ise rüşvetin gölgesinde asıldılar.
Kendisini zorunlu hissettiği bir tercihte bulunarak üniformasını bizzat çıkartıp sosyalist harekete katılan Teğmen Ömer Yazgan ve üç arkadaşı, 1981 yılı Ocak ayında Sakarya’nın Akyazı İlçesi’ndeki çatışmada yakalandıktan sonra anayasal düzeni zorla değiştirmeye teşebbüs suçlamasıyla idam cezasına çarptırıldılar.
Suçun ve cezanın şahsiliği ilkesine karşın, Gölcük Donanma ve Sıkıyönetim Askeri Mahkemesi, olay yerinde kimin hangi fiili işlediğini tefrik etmeye gerek duymadan topyekûn idama kalem kırdı.
Kararı veren yargıçlardan Askeri Hâkim Yüzbaşı Eyüp Menteş, başka bir davada idam cezası vermemek için sanık yakınlarından rüşvet almak suçundan hüküm giydi. Yargıcın hüküm giymesi, Ömer Yazgan ve arkadaşlarının davasının da yeniden görülmesini gerektiriyordu. Buna ilişkin başvuru yıldırım telgrafla 27 Ocak 1983 günü Askeri Yargıtay’a iletildi. Yıldırım telgraf, Milli Savunma Bakanlığı koridorlarında kayıplara karıştı. Ertesi gün toplanan Milli Güvenlik Konseyi, idamın infazını kararlaştırdı. Ömer Yazgan, Erdoğan Yazgan, Ramazan Yukarıgöz ve Mehmet Kambur, rüşvetin gölgesi düşen darağacında sehpayı kendileri tekmelediler. 28 Ocak, Ömer’in doğum günüydü aynı zamanda.
Teğmen Ömer Yazgan, 1982 Aralık ayında işkenceci zebanilerin “Ordu içindeki arkadaşların hakkında ifade ver, idam cezanı bozduralım” teklifini hakaret saymıştı. Bu kirli pazarlığın ardından sadece bir ay sonra doğum gününde astılar Ömer’i. Bütün devrimciler gibi Ömer de yiğitçe karşıladı ölümü. İdamından 10 dakika önce kelepçeli elleriyle yazdığı mektup 24 yıl sonra ailesine verildi. Ömer ailesine veda mesajında, “Halkımızın yazgısı bu değil. Çok evladını kaybetti. Ama bir gün kazanmayı da öğrenecek. Halkımızın mücadelesi haklıdır, meşrudur. Meşru olmayan, bu zorbaca düzeni sürdürmekten yana olan katillerdir.” diyordu.
Ömer’in mektubu tam 24 yıl sonra ailesine ulaşabildi.
* * *
Onca delile karşın asmadılar
Rüşvetin gölgesinde astılar, delilsiz astılar, İbrahim Çiftçi’yi ise onca delile karşın asmadılar.
İbrahim Çiftçi, kontrgerillanın peşine düşen Savcı Doğan Öz’ü 1978 yılında öldürmekten yakalandı, soruşturma savcılarına verdiği ifadede suçunu itiraf etti. Çiftçi’nin avukatı yargılama boyunca müvekkilinin “normal” vatandaş olmadığını dile getirdi ve Milli Savunma Bakanlığı’ndaki dosyaların celbini istedi. Yedi yıl süren yargılamada Ankara Sıkıyönetim 1 No’lu Askeri Mahkemesi, dört kez oybirliği ile ölüm cezasına hükmetti. Askeri Yargıtay her seferinde “eksik soruşturma”dan kararları bozdu. Dördüncü idam kararı Askeri Yargıtay Daireler Kurulu tarafından bu kez “esas”tan bozulunca, mahkeme, “Sanık İbrahim Çiftçi’nin... Doğan Öz’ü taammüden öldürdüğü mahkememizce sabit görülmüş, ancak Askeri Yargıtay Daireler Kurulu kararları mahkememizi bağlayıcı nitelikte bulunduğundan, sanık İbrahim Çiftçi hakkındaki 7/8 lik oyçokluğuna dayanan bozma ilamına uyularak sırf bu hukuki zorunluluk nedeniyle sanık İbrahim Çiftçi’nin beraatine...” karar vermek zorunda kaldı.
Suçu sabit görülmesine karşın asılmayan İbrahim Çiftçi cezaevinden çıkar çıkmaz öğretmen yardımlaşma sandığı İLKSAN’a müdür tayin edildi, sonra patron oldu, bir süre TBMM’nin kömür ihtiyacını karşıladı. Çiftçi, 1997 yılında Devlet Bahçeli’nin karşısında MHP genel başkan adayı idi.
* * *
Neden astılar?
“Önceden en inceden inceye tasarlanan cinayet idamdır. Hiçbir caninin eylemi, ne kadar ince hesapla hazırlanmış olursa olsun, bununla kıyaslanamaz. Çünkü, kıyaslanabilmesi için kurbanına kendisini öldüreceği günü önceden haber vermiş ve o andan itibaren kurbanını aylarca kendi merhametine terk etmiş bir caniye ölüm cezasının uygulanması gerekirdi. Böylesi bir canavara özel yaşamda rastlanmaz.” (Albert Camus)
Özel yaşamda rastlanmayacak “canavar” kamusal alanda çok sık görüldü. “Asmayıp da besleyelim mi?” canavarlığıyla nice cinayetler işlendi, nice gaddarlıklar sergilendi.
Kimilerinin idam hükmü mahkeme kararı olmadan sorgu merkezlerinde infaz edildi. Sorgu merkezlerinden sağ çıkanlardan kimilerini delilsiz astılar, rüşvetçi hâkimin kararıyla astılar, asmaya götürürken bile işkence ettiler; savcının katilini ise onca delile karşın asmadılar.
Doğru olan, asmayıp, işlenen suç ne olursa olsun beslemekti. İkinci Dünya Savaşı’nın baş suçlularından Rudolf Hess, cezaevinde intihar edene kadar 42 yıl Alman devletince beslendi, “Niye asmayıp besliyoruz?” diye sorulmadı.
Ama İkinci Dünya Savaşı’ndan 40 yıl sonra bile Türkiye’de delilli-delilsiz astılar. Çünkü, devir “our boys” devriydi.
ABD yöneticileri 12 Eylül darbecisi generallere ‘our boys’ diyorlardı. Amerikan Merkezi Haberalma Örgütü CIA’nın Türkiye İstasyon Şefi Paul Henze, darbeyi dönemin ABD Başkanı Carter’a “Our boys did it!” (Bizim çocuklar başardı!) diyerek haber vermişti.
Türkiye’deki sermaye düzenini koruma görevinde nöbet sırası ‘bizim çocuklar’ daydı. Ekmeğini yedikleri halkın değil, sermayenin ve ABD’nin ‘çocukları’ idiler. “Sosyal uyanışın ekonomik gelişmeyi aşmasını” önlemek, aştıysa bastırmakla görevliydiler.
‘Our boys’un başarması gerekiyordu. Netekim başardılar!
Darbe öncesinde ulusal gelirin dağılımı yüzde 31 tarım, yüzde 33 ücret ve maaşlar, yüzde 36 kâr-faiz-rant şeklindeydi. ‘Our boys’ devrinde kâr-faiz-rant geliri yüzde 70’e yükseldi, ücret ve maaşların payı yüzde 14’e geriledi. Kâr-faiz-rant sahiplerinin sözcüsü Türkiye İşveren Sendikaları Konfederasyonu Başkanı Halit Narin, ‘our boys’a şükranını, “20 yıldır işçiler güldü biz ağladık, şimdi gülme sırası bizde” sözleriyle dile getirdi.
Gülen, rahatlayan sadece Türkiye’nin sermayedarları olmadı, emperyalist sermayedarlar da rahatladı. ABD Başkanı Carter da, sonraki bir tarihte Türkiye’yi ziyaretinde darbecilere şükranını, “12 Eylül harekâtından önce Türkiye’nin durumu savunma açısından tehlike arz ediyordu. Afganistan’ın işgal edilmesi ve İran’daki monarşinin devrilmesinden sonra Türkiye’deki bu istikrar harekâtı içimizi ferahlatmıştır.” sözleriyle dile getirdi.
Amaç, sermaye devletine karşı boynu kıldan ince, ekmek, özgürlük ve bağımsızlık talep etmeyen bir halk yaratmaktı. Başarmanın biricik yöntemi, toplumu terörize etmekti.
Parlamentoyu, sendikaları, dernekleri kapatarak, 650 bin kişiyi işkenceden geçirerek, 171 kişiyi işkenceli sorgularda öldürerek, 7 bin kişi hakkında idam cezası isteyerek, 50 kişiyi delilli-delilsiz asarak, 30 bin kamu görevlisini işten atarak, 14 bin kişiyi vatandaşlıktan atarak, film ve kitapları yakarak, medyayı sermayenin tam denetimine ve mülkiyetine sokarak başardılar; yerli-yabancı sermayenin şükranını sonuna kadar hak ettiler.
Türkiye, militarist faşizmin ve ‘our boys’un giydirdiği Türk-İslam sentezinin deli gömleğiyle uygarlık yarışında geriledikçe geriledi. 1963 yılında İspanya Franco faşizminin pençesindeyken, kişi başına düşen ulusal gelir 300 dolar idi; aynı yıl Türkiye’de de kişi başına ulusal gelir 300 dolar idi.
Franco 1975 yılında ölünce İspanya sırtındaki deli gömleğini yırtıp attı; Türkiye sırtındaki deli gömleğinin patlayan dikişlerini 1980 yılında tamir etti.
Bugün İspanya’da kişi başına ulusal gelir 35 bin dolar, Türkiye’de 10 bin dolar kadar.
Türkiye hâlâ sırtında deli gömleğiyle dolaşıyor.
Cumhuriyet, 21 Temmuz 1985.