30 Temmuz 2025 Çarşamba

İMRALI SÜRECİ KOMİSYONA HAVALE


Irkçı ümmetçi iktidar ortakları her ne kadar ısrarla “Terörsüz Türkiye süreci planladığımız gibi ilerliyor” deseler de, Abdullah Öcalan’a örgütüyle doğrudan iletişim kanalı açılması ve PKK’nin sembolik silah yakma töreni dışında süreçte ilerleme yok. İlerleme bir yana sürecin tökezlediğinin, patinaj yaptığının işaretleri çok daha belirgin.

Her şeyden önce, resmen başlamasının üzerinden aylar geçmesine karşın taraflar sürecin adında bile anlaşabilmiş değiller. Recep Tayyip Erdoğan ve Devlet Bahçeli’ye göre “Terörsüz Türkiye”, Abdullah Öcalan’a göre “Barış ve Demokratik Toplum” süreci.

“Terörsüz Türkiye” adlandırması, Erdoğan/Bahçeli ikilisinin sorunu Kürt sorunu olarak değil, terör sorunu olarak gördüklerini gösteriyor ki, bunu açıkça söylüyorlar zaten. 

Adlandırma konusundaki anlaşmazlık, DEM Parti Grup Başkanvekili Gülistan Kılıç Koçyiğit’in, “Sürecin böyle isimlendirmesine karşı çıkıyoruz. Terör ve güvenlikçi politikalar üzerinden ifadelendirmek yerine barışı, demokratik toplumu esas alan bir adlandırma daha doğru olacaktır” sözleriyle en üst düzeyde vurgulandı. 

Sürecin adının ne olacağı konusunda bile anlaşma olmaması, sürecin olumlu bir sonuca ulaşacağı beklentisini zayıflatıyor ne yazık ki.

***

Sürecin adında bile anlaşma olmadığı gibi, süreci ilerletmek üzere TBMM’de kurulacak komisyonun adında, bileşiminde ve yetkisinde de anlaşma sağlanabilmiş değil. 

Erdoğan, “TBMM’de komisyon kuracak, sürecin yasal ihtiyaçlarını Meclis çatısı altında konuşmaya başlayacağız. Altını çizerek söylüyorum, AK Parti, Milliyetçi Hareket Partisi ve DEM heyetiyle birlikte bu süreci pişirerek geleceğe taşıyacağız” diyerek, komisyonu AKP/MHP/DEM ittifakıyla sınırladı. (12 Temmuz 2025)

Komisyonu kurmakla görevlendirilen TBMM Başkanı  Numan Kurtulmuş da kurulacak komisyonu “Terörsüz Türkiye Komisyonu” olarak adlandırdı; üye bileşimini çoğunluk  AKP/MHP/DEM ittifakında olacak şekilde belirledi.

İktidarın bu manevrası haliyle muhalefetin tepkisine yol açtı. Milliyetçi partiler bilinen reflekslerle komisyona katılmayı reddettiler. CHP, komisyonun adının “Toplumsal Barış, Adalet ve Demokratik Mutabakat Komisyonu” olmasını önerdi. DEM Parti CHP’nin önerisini desteklerken, komisyonun “Barış ve Demokratik Toplum Komisyonu” adıyla kurulmasını, demokratikleşme ve barış perspektifini içermesini istedi. Buna karşılık MHP “Kardeşlik ve Dayanışma Komisyonu” diyor.

Sürecin adında, süreci ilerletecek komisyonun adında ve yetkisinde bile anlaşma olmaması, haliyle sürecin olumlu bir sonuca ulaşacağı beklentisini zayıflatıyor. Üstelik kurulacak komisyonun yasal anayasal bir dayanağı yok. Esasen Türkiye siyasetinde “işi komisyona havale etmek” o işi sürüncemede bırakmak demektir ki, siyaset tarihi bu anlamda havanda su dövmenin, ipe un sermenin sayısız örneğiyle doludur.

***

Sürecin adında ve perspektifinde, süreci ilerletecek komisyonun adında ve yetkisinde anlaşmazlığın dışında, süreçteki tökezleme ve patinaj, tarafların söylemine de yansımaya başladı. Erdoğan “İmralı bu konuyla ilgili her türlü desteği verdi, veriyor” dese de sahadaki muhatapları tam tersini söylüyorlar. 

Sembolik silah yakma töreninden haftalar sonra PKK liderlerinden Duran Kalkan, sürecin duraklamasından yakınmıştı: “Süreç tek taraflı adımlarla ya da sadece iyi niyet açıklamalarıyla yürümez. Karşılıklı adımların olması lazım.” (anf, 29 Mayıs 2025)

PKK/KCK Yürütme Konseyi Eş Başkanı Cemil Bayık da “Devlet yetkilileri her şeyin yolunda gittiğini söylüyor ama gerçek bu değil” diyerek örgütün beklentisini yineledi: “Biz atmamız gereken adımları attık. Sürecin daha ileriye taşınabilmesi için Türk devletinin adım atması gerekiyor. Bizim izlediğimiz tarz Türkiye’ye adım attırma tarzıdır. Ya adım atacaklar ya da başka türlü bitecek başka yolu yok. Sadece fiili adımlar değil yasal adımlar atılmalı. Fiili olursa her şeyi inkâr edebilirler.” (Yeni Yaşam, 23, 24, 25 Temmuz 2025)

***

“TERÖRSÜZ SURİYE”

Sözün kısası, süreç ilerlemiyor, komisyona havale ediliyor. Süreç sadece Türkiye’de değil, Irak’ta ve bu dönemde asıl olarak Suriye’de tökezliyor, düğümleniyor. 

PKK’nin Suriye’de (daha doğrusu Rojava’da) ABD’nin himayesinde Suriye Demokratik Güçleri (SDG) adıyla edindiği özerk yönetim malum. Erdoğan ve Bahçeli “PKK, YPG, PYD hangi adla olursa olsun, tüm uzantılarıyla kendini feshetmeli, Şam yönetimine biat etmeli” diye dayatıyor. Buna karşılık, en başta Abdullah Öcalan’ın, “Biz üzerimize düşeni yaptık, artık yapacağımız bir şey yoktur. Rojava’da Kürtler asla silah bırakamaz” sözleri medyaya yansıdı. (T24, 14 Temmuz 2025)

Abdullah Öcalan’ın “Rojava’da Kürtler asla silah bırakamaz” sözlerine, Rojava yöneticileri sahip çıkmakta gecikmediler. Rojava Özerk Yönetimi Dış İlişkiler Eş Başkanı İlham Ahmed, “Silah bırakmak kesinlikle gündemimizde değil” diyerek Suriye’de mevcut koşullarda DSG’nin silahsızlanmasının mümkün olmadığını söyledi. MHP lideri Devlet Bahçeli ise PYD, YPG’nin silah yakmaya yanaşmamasını “süreci sakatlama arayışı ve çirkeflik” olarak nitelendirdi. (Karar, 28 Temmuz 2025)


Özetle, Erdoğan ve Bahçeli, “Terörsüz Türkiye” söylemine paralel “Terörsüz Suriye” perspektifiyle, PKK’nin Suriye kolunun da kendisini feshetmesini, silah bırakıp Şam’daki şeriatçı iktidara biat etmesini dayatıyor. Buna karşılık PYD/YPG liderleri “Silah bırakmanın kendileri için kırmızı çizgi olduğunu, silah bırakmayacaklarını” söylüyorlar. Sürecin üçüncü tarafı ABD iki tarafı uzlaştırmaya çalışıyor.

***

ROJAVA’YA ASKERİ HAREKÂT MI?

Tökezleyen süreç Suriye’de düğümlenmişken, Erdoğan/Bahçeli ikilisinin PYD/YPG’ye askeri harekât tehdidi dikkati çekiyor. Dışişleri Bakanı Hakan Fidan, PYD/YPG ile HTŞ arasında imzalanan 10 Mart 2025 tarihli anlaşmayı vurgulayarak, “YPG’nin anlaşmayı hayata geçirmesini, silah bırakmasını bekliyoruz. Türkiye her türlü senaryoya hazır, bir kırk yıl daha kaybetmeye sabrımız yok” diyerek uyarıda bulundu. (Milliyet, 25 Temmuz 2025)

Aynı günlerde Milli Savunma Bakanlığı Sözcüsü Tuğamiral Zeki Aktürk, HTŞ yönetiminin “Suriye’nin savunma kapasitesinin geliştirilmesi ve terör örgütleriyle mücadele kapsamında Türkiye’den resmi destek talep ettiğini” açıkladı. (Hürriyet, 23 Temmuz 2025)

Yine aynı günlerde ABD’nin Ankara Büyükelçisi Suriye Özel Temsilcisi Tom Barrack da, “SDG’nin özerklik taleplerine karşı olduğunu; tek uluslu, tek ordulu, tek devletli Suriye’den yana olduğunu” ifade etti. Barrack, SDG ile HTŞ’yi uzlaştırma görüşmelerinin sonuçsuz kalması üzerine, SDG’yi “Şam’la anlaşmaya varılamaması halinde başka alternatiflerin ortaya çıkabileceği” diye uyardı ve aşağıladı: “Anlaşamıyorsanız sonsuza kadar bebek bakıcısı ve arabulucu olarak burada kalmayacağız.” (21 Temmuz 2025)

Rojava Kürtlerine yönelik uyarı ve tehditler nihayet iktidar beslemesi medyanın ekranlarına sayfalarına da yansıdı. Hanedan vakanüvisi Abdulkadir Selvi, SDG-PKK-YPG’nin silah bırakıp Suriye ordusuna katılması konusunda ABD ile Türkiye’nin aynı görüşte olduğu belirtti ve açık açık tehdit etti: “Türkiye, Irak ve Suriye’deki sürecin eş zamanlı olarak yürümesi için gayret gösteriyor. Ama askeri operasyon ihtimali devre dışı değil. Askeri seçenek masada tutuluyor. Eğer Mazlum Abdi direnmeye devam ederse o zaman Amerikan desteğini kaybedecek. Geriye sadece geniş kapsamlı askeri operasyon seçeneği kalacak. O zaman bakalım İsrail, Mazlum Abdi’yi kurtarabilecek mi?” (Hürriyet, 30 Temmuz 2025)

***

Söylenecek yazılacak çok şey var. Sonuç olarak, Erdoğan/Bahçeli iktidarının Kürt sorununu “terör sorunu” olarak görmeye devam ettiği koşullarda Abdullah Öcalan’la yürütülen sürecin Kürt sorununa çözüm getirmesi olası görünmüyor. Çözümün önündeki en büyük engel, Erdoğan/Bahçeli iktidarının samimiyetsizliği. Önceki yazıda vurguladığım üzere en basitinden Esenyurt Belediye Başkanı Ahmet Özer’in tahliye edilmesi, hasta mahkumların bırakılması, kayyım atanarak gasp edilen belediyelerin iadesi, bağımsız ve tarafsız yargı, adil yargılanma hakkı, AİHM kararlarının uygulanması için anayasal yasal düzenleme gerekmiyor ama ırkçı ümmetçi faşist müttefikler bu gibi adımları atmaya bile yanaşmıyorlar, komisyona havale ediyorlar.

Dileğim temennim odur ki, süreç 2013-2015 süreci gibi kanlı bir provokasyonla kesintiye uğramaz. 


17 Temmuz 2025 Perşembe

SİLAH YAKMANIN HÜZNÜ VE GÖZ YAŞLARI

Cumhur İttifakı liderleri Tayyip Erdoğan ve Devlet Bahçeli’nin ifadesiyle “Terörsüz Türkiye”, PKK lideri Abdullah Öcalan’ın ifadesiyle “Barış ve Demokratik Toplum” süreci, 11 Temmuz’daki silah yakma töreniyle yeni bir aşamaya evrildi.

Silah yakma merasimi, Kuzey Irak’ta (Güney Kürdistan’da) Talabani ailesinin liderlik ettiği Kürdistan Yurtseverler Birliği YNK’nin denetimindeki Süleymaniye kırsalında Casene Mağarası’na giden kanyonda düzenlenmiş.

Casene Mağarası 1922’de İngilizlere isyan eden Şeyh Mahmud Berzenci’nin sığınağı ve cihad çağrılarını yaptığı gazetesini bastığı matbaasının mekânı. Silah yakma merasimi için bu mağaranın seçilmesiyle Kürt özgürlük mücadelesinin devamlılığı mesajı verilmiş.

***

Yerinde izleyenlerin anlattıklarına göre, silah yakma töreni çok iyi hazırlanmış, adeta sinematografik bir şölen olmuş. “Talabani’nin peşmergeleri güvenliği sağladı. Ama bütün ayrıntılar MİT ve DEM Parti tarafından hazırlanmıştı. Siyah şapkalı MİT mensupları organizasyonun planlandığı gibi gitmesi için dikkatle çalıştılar.” (Yıldıray Oğur, Karar, 12 Temmuz 2025)

Tören alanında gözleri dışında yüzleri kapalı özel harekat timleri dikkat çekerken, omzunda ABD bayrağı olan güvenlik görevlisi dikkatimizi çekti. Burada ‘dünyanın bütün ajanlarının’ birbirlerine çaktırmadan birleştiklerini ekleyelim.” (Fatih Polat, Evrensel, 12 Temmuz 2025)

***

Hiçbir ayrıntının ihmal edilmediği merasim, dağdan aşağı PKK’li gerillaların inmesiyle başlıyor. KCK yöneticisi Bese Hozat’ın öncülüğünde 15 kadın ve 15 erkek gerilla tek sıra halinde silahlarıyla sahnedeki yerlerini alıyorlar. Bese Hozat, “Barış ve Demokratik Toplum Grubu” adına hazırlanmış metni okuyor. Ardından aynı metnin Kürtçesi okunuyor. Metinde özetle, şöyle deniyor:

Önder Abdullah Öcalan’ın “Silahın değil, siyasetin ve toplumsal barışın gücüne inanıyorum ve sizi de bu ilkeyi hayata geçirmeye çağırıyorum” ifadesine yürekten katılıyor ve bu tarihi ilkenin gereğini yerine getiriyor olmaktan büyük gurur ve onur duyuyoruz. Sizlerin huzurunda silahlarımızı özgür irademizle imha ediyoruz.”

Kürtçe açıklamanın ardından Bese Hozat, “Hukuki ve anayasal düzenlemeler gereklidir” diye ekliyor. Böyle derken, sesindeki tedirginlik ve tutukluk dikkati çekiyor.

Bu açıklamaların ardından gerillalar sırayla silahlarını dev kâseye bırakıyorlar. Bese Hozat olimpiyat ateşinin yakılmasına benzer şekilde elindeki meşaleyle kâsedeki silahları ateşe veriyor. Kürt mitolojisindeki Demirci Kawa efsanesi akıllara geliyor. Silahların tutuşmasından sonra gerillalar yukarıdaki mağaraya dönüyorlar. Bu anda merasimi izleyen Kürt siyasetçiler, çocukları dağda olan anneler babalar gözyaşı döküyorlar.

***

Töreni yerinde izleyebilsem sorardım:

Neyin gözyaşıdır?

Sevinç mi yoksa hayal kırıklığının mı göz yaşlarıdır?

Kazanılmış bir zaferin mi?

Kabul edilmiş bir yenilginin ve teslimiyetin mi?

Ya da dağdaki evlada kavuşma umudunun mu?

Neyin gözyaşı olduğu sorusunun yanıtı öyle belirsiz ki. Belki hepsi belki de hiçbiri. 

***

Kürt Halk Önderi” diye yüceltilen Abdullah Öcalan son manifestosunda kültüralist hedeften bile vazgeçtiğini açıkladı. Bağımsız birleşik Kürdistan hedefinin bir hayal olduğunu söyledi yani. Söylemekle kalmadı, bir kere daha Kürtleri ‘kültür kalıntısı’, Kürdistan’ı ise ‘Çöplük’, ‘Mezarlık’ olarak aşağıladı; bununla yetinmedi sosyalist dünya görüşünü de kendince çöplüğe attı.

PKK’nin Türkiye’ye yönelik hedeflerinden vazgeçmek karşılığında Suriye’deki kazanımlarını güvenceye aldığı yorumları yapılıyor ama ABD’nin Ankara Büyükelçisi Suriye Özel Temsilcisi “müstemleke valisi” Tom Barrack, “SDG, YPG ve PKK'dır. Onlara bağımsız devlet kurma borcumuz yok. Özgür bir Kürdistan olmayacak.” dedi. Yani, ABD emperyalizminin oyun sahası içinde Rojava’da bağımsızlık ve özerklik hayali de suya düşecek gibi. Nostaljik mitolojik mesaj yüklü silah yakma merasimi de küresel ve bölgesel emperyalistler ve yerel Kürt baronlarınca düzenlendi netekim!

Bese Hozat, silah yakmayı “Hukuki ve anayasal düzenlemeler” koşuluna bağlasa da “Terörsüz Türkiye” politikasının liderleri hiç de hukuki düzenlemeler yapacak gibi durmuyorlar. En basitinden Esenyurt Belediye Başkanı Ahmet Özer’in tahliye edilmesi, hasta mahkumların bırakılması, kayyım atanarak gasp edilen belediyelerin iadesi için anayasal yasal düzenleme gerekmiyor ama ırkçı ümmetçi faşist müttefikler bu gibi adımları atmaya bile yanaşmıyorlar, komisyona havale ediyorlar.

Sözün özü, zafer ya da yenilgi ya da dağdaki evlada kavuşma umudu yok. Hiçbir hukuki güvence, beklentilere uygun hiçbir yasal adım yok ama gözyaşı var.

Sadece merasimi izleyen Kürt siyasetçiler ve analar babalar değil, göstermeseler de, hissedebildiğim kadarıyla gerillalar da üzüntülüydüler. Bese Hozat dahil, hiçbirinin yüzü gülmüyordu; belki de gözyaşlarını içlerine akıtıyorlardı...

***

Merasimi yerinde değil ekranda izlerken ben de içimden gözyaşı döktüm. Kimler adına? Emperyalizmin ve yerel işbirlikçilerinin oyun alanı içinde toprağa düşen on binlerce yurttaşımın soydaşımın her biri adına. “Şehit olan”, “ölü ele geçirilen”, faili meçhule kurban giden, zindanlarda ve işkencehanelerde katledilen, köyleri yakılan yurttaşlarım soydaşlarım adına sessizce gözyaşı döktüm. Bir yandan da, kendi evladını çürük raporu ile ya da bedel ödeyerek askerlikten muaf tutup yoksul halk çocuklarını düşük yoğunluklu savaşa gönderen, bir de "Askerlik yan gelip yatma yeri değil" diyerek azarlayan siyasetçilere öfkemi tazeledim.

Oysa bunca kan ve gözyaşının akması gerekmiyordu.

Birlikte kurtarılan vatanda herkesi Türkleştirmek Sünnileştirmek, farklı inanç topluluklarını ve başta Kürtler olmak üzere diğer halkları yok saymak, Sünni Türk kimliği içinde eritmeye çalışmak zorunlu değildi.

Sol görüşlü olduğumuz için darbe dönemlerinde Türk Silahlı Kuvvetleri’nden atılmış askerler olarak, ADAM-DER çatısı altında örgütlüyüz. ADAM-DER’in bildirilerinde sıkça vurgulanır. Bu yazının da son paragrafı olsun: 

“ADAM-DER olarak, barış ve özgürlük isteyen emekçi sınıflar ve halklarımızın safındayız. Ortak vatanda, eşit yurttaşlık çatısı altında, herkesin kendi kimliği, dili, kültürü ve inancıyla özgürce yaşayacağı, birbirlerine üstünlük kurmayacağı, ortak evin nimetlerinin hakça paylaşılacağı demokratik ülke mücadelemizi sürdüreceğiz, bu yolda atılacak adımlara destek vereceğiz.”


1 Temmuz 2025 Salı

KÜRTLER MEMLEKETİ İŞGAL EDİYOR. ALLAH’INI SEVEN DEFANSA GELSİN!

Ankara Metro hattı peronunda treni beklerken olağan bir duyuru:

“Dikkat dikkat! Değerli yolcular, lütfen sarı çizgileri ihlal etmeyiniz! İnen yolculara öncelik tanıyınız. İnişlerde binişlerde yolcu yoğunluğu olmayan kapıları tercih ediniz. İyi yolculuklar diliyoruz!”

Peronda beklerken yanımda bir yolcu var. Orta boylu, kot pantolon üzeri sıfır yaka tişört. Clark Gable tipi bıyıklı esmer bir yurttaş. Bakışlarını bana çevirdi, tepkiyle söylendi:

- Değerli yolcular diyorlar. Neremiz değerli ki?

 Elimde olmayarak yanıt verdim:

- Nasıl yani? Kendinizi değersiz mi hissediyorsunuz?

Daha önce bu gibi diyaloglara girmiş olmalı ki, karşılık verdi:

- Türk olarak ne değerimiz kaldı? Türk olmak artık suç!

İster istemez ben de karşılık verdim:

- Sadece Türk olmak suç değil, Kürt olmak da suç, insan olmak da suç!

Bu yanıtımdan hoşlanmadı ki, diyalogu sürdürdü:

- İsrail’de olsak daha değerli olurduk.

Tren gelmek üzereydi. Alelacele karşılık verdim:

- Neden böyle düşünüyorsunuz? İsrail yurttaşı olmakla Türkiye Cumhuriyeti yurttaşı olmanın ne farkı var?

Adam İsrail yurttaşlığı konusunda hiçbir fikir söylemeden devam etti:

- Bu memlekette Kürtler her şeye sahip, her yeri işgal ediyorlar. TBMM’nin yarısı Kürt.

***

Ortalamanın da altında bir yurttaş olduğu anlaşılmıştı. Diyalogu sürdürmek boşuna olacaktı ama kesmek istemedim. Karşılık verdim:

- Meclis’in yarısının Kürt vekiller olduğunu söylerken abartıyorsunuz!

Hiç geri adım atmadı. Son derece emin bir ifadeyle ekledi:

- AK Parti’nin yarısı Kürt. CHP’li vekillerin yarısı Kürt. DEM Parti zaten Kürt Partisi.

Ne diyeceğimi bilemedim. “Abartıyorsun. Meclis’te Kürt dediğin vekiller, Kürt kimliğiyle değil, Türk kimliğiyle oradalar! CHP’de de Sezgin Tanrıkulu dışında Kürt vekil ara ki bulasın!” diye ekledim.

Bu arada tren geldi. Centilmence, inen yolculara öncelik tanıdık. Önce hayli geçkin yaşlı sarışın bir hanımefendi trene adımını attı. Trene binerken bana hitaben lafını soktu:

- Konuşmalarınızı duydum. Memleketi Kürtler işgal ediyor, haberiniz yok!

Bu hitaba gerçekten canım sıkıldı, üzüldüm. Zaten canım yeterince sıkkındı, hanımefendiye karşılık vermedim. 

Trene atladık. Ben, Clark Gable bıyıklı bey ve sarışın hanımefendi yan yana koltuklara oturduk. Canım sıkkın ama Clark Gable bıyıklı bey diyalogu sürdürme derdinde. Hemen başladı:

- Yahu arkadaş, Kürtler daha ne istiyor? Her yerde Kürtçe konuşuyorlar. 

Karşılık verdim. 

- Tamam arkadaş, her yerde konuşuyorlar mı, bilemiyorum ama en basitinden devlet dairelerinde konuşamıyorlar. Hatta, TBMM’de bile konuşamıyorlar?

Arkadaş lafını geciktirmedi:

- Devletin ve memleketin dili Türkçedir. Onlar da Türkçe konuşacaklar! İstiyorlarsa evlerinde sokakta kendi dilleriyle konuşabilirler!

Diyalogu sürdürmek boşunaydı ama altta kalmak istemedim.

- Yahu arkadaş niye böyle kesin yargılısın? Herkes Türk olmak Türkçe konuşmak zorunda mı? Bu memlekette yakın tarihe kadar anayasada “yasaklanmış dil” ifadesi vardı. Halen de 42’nci maddede eğitim öğretim kurumlarında sadece Türkçe’nin ana dil olarak öğretileceği hükmü vardır. Ana dili Türkçe olmayanlara haksızlık değil mi? Kosova’da anayasasında 7 (yedi) dil resmi dil olarak kabul edilmiş. Bolivya’da resmi dil İspanyolca ama 36 yerel dil de anayasa ile güvence altına alınmış. Türkiye’de neden böyle olmasın. Kürtçe ile ne derdimiz olabilir?

***

Arkadaş, eşitlik, özgürlük, hakkaniyet ve adalet duygusundan uzaktı. Birlikte yolculuğumuz da sona ermek üzereydi. Öfkeli bir ses tonuyla vurguladı:

- Kosova ile Türkiye aynı değil. Türkiye’de Kürt meselesi yok terör sorunu var. Kürtler her şeye sahipler. Mafya, uyuşturucu, kaçakçılık, kumarhaneler, düğün salonları hepsi onların elinde. Daha ne istiyorlar? Memleketi işgal etmişler!

Böyle bir diyalog gerçekten can sıkıcıydı. İneceğim durak yaklaşmıştı. Karşılık verdim:

- Valla kardeş, Kürtler bu kadar suç işlerken Türklere işlenecek suç kalmıyor. Ama düşün! Terör sorunu diyorsun? Şu an terör var mı? Mafya diyorsun. Alaattin Çakıcı, Sedat Peker Kürt mü? Kaçakçılık diyorsun. Geçenlerde üç milletvekili altın kaçakçılığında suçüstü yakalandılar, haklarında hiçbir işlem yapılmadı. Altın kaçakçısı vekiller Kürt mü? Kumarhaneler diyorsun, Kıbrıs’ta kumarhaneleri Kürtler mi işletiyor?

Bu soruya yanıt olarak arkadaş, “Ama Ahmet Türk’ün 9 köyü var, şimdi 18’e çıkarmaya çalışıyor” dedi.

Doğrusu böyle bir karşılaştırma hiç aklıma gelmemişti. Yine de karşılık verdim:

- Tamam Ahmet Türk sahip olduğu köy sayısını ikiye katlamak isteyebilir. Peki, muhtemelen sen de oy vermişsindir. Oy vermekle desteklediğin iktidarın zenginleştirdiği holdingler, sahip oldukları şirketleri kaça katlama peşindeler?

Bu sorulara yanıt alamadım. Tren ineceğim durağa gelmişti. Kim bilir, arkadaş ve sarışın hanımefendi ardımdan neler düşündüler?


28 Haziran 2025 Cumartesi

BAŞ DÜŞMAN İSRAİL, ALLAH’INI SEVEN DEFANSA GELSİN!

Hiçbir devlet yoktur ki, kendine uygun bulduğu resmi tarih tezi olmasın. Bu tarih tezinin merkezinde mutlaka gurur duyulması gereken şanlı geçmiş ve uyanık olmayı gerektiren beka (varlık/yokluk) meselesi bulunur.

Türkiye Cumhuriyeti’nin resmi tarihine göre Türkler 16 devlet kurdular. (Güneş Dil tezi çok daha fazlasını söylüyor ama fazlası bu yazının konusu değil.)

Övünç ve gurur vesilesi olarak zihinlere nakşedilen bu tarih tezi beceriksizliğin itirafı aslında. Öyle ya, 16 devlet kurmuş ama hiçbiri uzun ömürlü ve kalıcı olmamış. En uzun ömürlüsü Osmanlı’nın ne kadar Türk devleti olduğu bile tartışmalı. Hanedan devleti Osmanlı’nın en çok zulme uğrattığı kıydığı halkların başında Türkler geliyor. Osmanlı, Türk halkını kıymakla kalmamış, “etrak’ı bi idrak” diye aşağılamış. Son iki yüzyılını “hasta adam” olarak geçiren Osmanlı devleti, nihayet tarihe karışmış.

Peki Türk devletleri niye uzun ömürlü olamamışlar? Resmi tarih tezine göre, dış düşmanların saldırılarından çok içerde birlik beraberlik bozulduğu için tarihe karıştılar.

Madem öyle, niye hiç ders alınmamış; birlik beraberliği korumaya niye hiç kafa yorulmamış? Resmi tarihte bu soruya akla uygun bir yanıt yok. Resmi tarih ve ideolojinin yanıtı en revaçta sözcüklerle, milli birlik beraberlik, devletin milletin bekası, iç cephe, ezan bayrak, Kur’an, mevzubahis olan vatan ise gerisi teferruat, dış güçler vs.’den ibaret.

***

Bu sözcüklerle terennüm edilen söylem ilk olarak 1971 yılında girdiğim Kuleli Askeri Lisesi’nde kulaklarıma çalındı. Ergenlik çağımızdı. Türk Silahlı Kuvvetleri’nin dört yıldızlı generalleri, “sosyal uyanış ekonomik gelişmeyi aştı” gerekçesiyle darbe yapmışlardı. Gazetelerde ve tek kanal TRT’de yayımlanan bildirilerde, memleketin komünist işgal tehlikesiyle karşı karşıya olduğu söyleniyor; “milli birlik ve beraberliğe en çok ihtiyaç duyduğumuz şu günlerde” diye korku salınıyordu. Okul komutanı Albay Doğan Günçan, “Bizim Amerikamız var” diyerek komünist işgal korkusunu hafifletmeye çalışıyordu. Sık sık Kuleli’yi teftişe gelen Birinci Ordu ve İstanbul Sıkıyönetim Komutanı Faik Türün, konferans için çağrılan eski askerler aynı klişeyi tekrarlıyorlardı. “Milli birlik ve beraberliğe en çok ihtiyaç duyduğumuz günlerdeyiz!”.

Bu klişeyi ilk duyduğumda çocuk aklımla çok heyecanlanmıştım. “İcabında vatan millet ve vazife uğrunda seve seve can vermeye” hazırlanıyorduk. “İstiklal Harbi günlerindekinden daha mı kötü durumdayız ki, milli birlik ve beraberliğe en çok ihtiyaç duyuyoruz?” diye sormayı henüz akıl edemiyorduk. Yaş ilerledi, Harbiye’nin ilk yılında Anatole France’ın “Vatan uğruna ölündüğü sanılır, sanayiciler uğruna ölünür” tümcesi, milli ezbere bıçak gibi saplandı, hamasetten arınmanın başlangıcı oldu. Çocuksu hamasi heyecanın yerini sol bilinç aldı. 

Sözü uzatmayayım. O günlerdeki “milli birlik ve beraberliğe en çok ihtiyaç duyulan günler” söylemi aslında dünya ve ülke çapında esen sosyalizm rüzgârlarına karşı devletin sahibi sermayedar sınıfın şemsiye ve kalkan ihtiyacını ifade ediyordu. Ülkücü milliyetçi hareket, bu gereksinmenin gladyo/kontrgerilla operasyonunda paramiliter örgütlenmeydi. Temel amaç, ülkenin sola komünizme kaptırılmamasıydı. Bu uğurda nice cinayetler ve katliamlar işledi ülkücü milliyetçi hareket. “Milli birlik ve beraberliğe en çok ihtiyaç duyulan günler” palavrası sıkan generaller ise, emekli olduktan hemen sonra soluğu banka ve holding yönetim kurullarında alıp hakk-ı huzur’a talim ettiler!

***

Aradan yarım asır geçti. Siyasi iktidar seküler “laik” beyaz sermayeden mütedeyyin İslamcı yeşil sermayeye el değiştirdi ama resmi ideoloji ve tarih tezi değişmedi. Hâlâ milli birlik beraberlik, devletin bekası, ezan, bayrak, vatan, Kur’an, dış güçler nutukları atılıyor.

2015 genel seçimleri sırasında Kürt halkının özgürlük talebi, iktidar partisi AKP ve müstakbel ortağı MHP tarafından “beka” meselesi olarak propaganda edilmişti. 

2019 belediye seçimleri sırasında Devlet Bahçeli sürekli “31 Mart seçimleri uçurumdan önceki son çıkıştır. Yalnızca belediye başkanı seçmeyeceğiz. Ya bela diyeceğiz ya beka diyeceğiz” diye kampanya yürütmüştü. 

Recep Tayyip Erdoğan da “31 Mart salt mahalli idare seçimi değildir. Bu seçimler, ülkemiz açısından beka meselesine dönüşmüştür” diyordu. Hatta İstanbul giderse Mekke Medine ve Kudüs bile gidebilirdi!..

***

İstanbul, Mekke Medine Kudüs oldukları yerde duruyorlar ama büyüklere masallar, yani beka hamaseti bitmedi. Bu kez İsrail dolayımıyla “iç cephe” masalı anlatılıyor.

Baş düşman İsrail, iç cepheyi güçlendirelim” masalı henüz çok taze. AKP Genel Başkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın Cumhurbaşkanı sıfatıyla TBMM’yi açarken ciddi ciddi, “İsrail yönetiminin Filistin ve Lübnan’dan sonra gözünü dikeceği yer bizim vatan topraklarımız olacaktır” demesiyle başladı bu masal. (1 Ekim 2024)

Erdoğan böyle buyurmuştu ama meğer İsrail’in Filistin ve Lübnan’dan sonraki hedefi Türkiye değil İran imiş. Erdoğan’ın “İsrail’in bir sonraki hedefi biziz” dediği tarihlerde, İsrail İran’a saldırmak için son hazırlıklarını yapıyormuş.

Yine de iç siyasete yönelik “Baş düşman İsrail, Allah’ını seven defansa gelsin!” masalının kitle manipülasyonu bağlamında isabetsiz olduğu söylenemez. İsrail’in ABD ile birlikte İran'a saldırmasından sonra bu kez “İran’dan sonraki hedef Türkiye” masalı dolaşıma sokuldu. Çok da inananı var. Sadece Erdoğan sevdalısı ümmetçi seçmen kitlesi değil, milliyetçi, liberal, sosyal demokrat, Atatürkçü, Kemalist, ulusalcı devasa bir kitle ve kanaat önderleri. Öyle ki, PKK lideri Abdullah Öcalan bile “ABD İsrail’i Ortadoğu’da hegemon güç yapmak istiyor. Beş aşamalı bir stratejinin üç aşaması bitti, İran ve Türkiye aşaması kaldı” diyerek koroya katılmış. Abdullah Öcalan bile koroya katılmış ama kendisini merkeze yerleştirme sevdasından kendini alamamış. Öcalan’a göre İsrail Kürtleri yanına çekmek istiyor, Kürtleri yanına çekebilmek için de Öcalan’ı ortadan kaldırması gerekiyor. Bu planı ancak kendisi engelleyebilir!

Özetle, İsrail’in nihai hedefinin Türkiye olduğu masalına bir avuç sosyalist dışında inanmayan yok gibi. Böylesine bir milli mutabakata ömrümde rastlamadım.  

***

Peki İsrail’in Türkiye’yi hedefe koymasının akla uygun bir nedeni var mı? Türkiye sıradan bir ülkeymiş gibi neden topluma ‘İsrail korkusu’ enjekte ediliyor? 

Her şeyden önce İsrail de Türkiye de ABD’nin bölgedeki en sadık müttefikleri, taşeronları. Kürecik ve İncirlik üsleri, ABD’ye olduğu kadar İsrail’e de hizmet ediyor.

İsrail Gazze’de soykırım yaparken bile Türkiye ile ticaretinde kesinti olmadı; ihtiyaç duyduğu petrolü, çimentoyu, çelik vs.yi Türkiye üzerinden sağladı. Nihayet utanma belasına ikili ticaret daraltıldığı halde İsrail’in dış ticaret ortakları listesinde Türkiye hâlâ 5’inci sırada.

Suriye’de İslamcı terörist Şara’yı birlikte iktidara taşıdılar.

Dahası, Türkiye’nin siber güvenliği bile İsrail’e emanet edilmiş. Genelkurmay’dan Türksat’a devletin tüm stratejik kurumları dijital güvenliklerini sağlamak için İsrail ordusuna hizmet veren Tel Aviv merkezli şirketin ürünlerini kullanıyor. (Karar manşet, 10 Ekim 2024)

Yazı uzamasın. İkili ilişkilerin derinliğine ve tarihine aykırı şekilde İsrail’in gözünü Türkiye’ye diktiğine ilişkin sözler, fantastik bir masal olmanın ötesinde bir değer taşımıyor. Ama ne acı ki, çok dinleyeni ve inananı var. Nazım Hikmet, “Akrep gibisin kardeşim” şiirini durduk yerde yazmadı.

Baş düşman İsrail, Allah’ını seven defansa gelsin!” masalının asıl amacının, emek, barış ve demokrasi güçlerini kendilerine yabancılaştırmak ve sermayedar sınıfın mevzilerine doldurmak olduğu anlaşıldığında, “Akrep gibisin kardeşim” şiiri edebiyat tarihinin tozlu raflarında unutulmaya terk edilebilir.


2 Haziran 2025 Pazartesi

İMRALI SÜRECİ NEREYE EVRİLİR?


Yüz yıldır kanayan Kürt sorununda yarım yüzyıldır süren “düşük yoğunluklu” savaşta 10’uncu kez çözüm sürecinden söz ediliyor. 

Önceki süreçleri anımsatmak gerekirse: Ateşkes, Dağdan İndirme, Eve Dönüş, Topluma Kazandırma, Açılım, Oslo, Dolmabahçe Mutabakatı, Barış ve Çözüm Süreci... Her defasında kanlı provokasyonlarla kesintiye uğrayan süreçler zinciri... 

Ekim 2024’te başlayan bu defakinin adı hâlâ resmen konmuş değil. Türk tarafına, daha doğrusu Cumhur İttifakı’na göre “Terörsüz Türkiye” süreci;

Kürt tarafının, daha doğrusu PKK lideri Abdullah Öcalan’ın adlandırmasıyla, “Barış ve demokratik toplum” süreci. 

MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli’nin Ekim 2024’te DEM Parti ile tokalaşması ve Abdullah Öcalan’ı TBMM’de konuşmaya çağırmasıyla başladığı söylense de, anlaşılıyor ki, süreç (perde arkası görüşmelerle) çok daha önce başlamış; resmi başlama vuruşunu yapma görevi Devlet Bahçeli’ye verilmiş.

***

SÜRECİN BEŞ AŞAMASI

Cumhur İttifakı’na göre “Terörsüz Türkiye” süreci beş aşamalı; ilk üç aşama geride kaldı. Yani, 1) Devlet Bahçeli ve Tayyip Erdoğan’ın Ekim 2024’teki çağrıları, 2) Abdullah Öcalan’ın 27 Şubat 2025’te PKK’ye fesih çağrısı, 3) PKK’nin Mayıs ayındaki kongrede kendisini feshettiğine ilişkin açıklaması ile süreçte hayli ilerleme kaydedildi. Dördüncü aşama, “demokratikleşme ve yasal düzenleme evresi”, PKK silahları bıraktığında hayata geçecek. Bu evrede TBMM gerekli düzenlemeleri yapacak. Beşinci evrede “toplumsal kucaklaşma ve bütünleşme” sağlanacak...

Şu an süreç hangi evrededir, belirsiz. PKK, kendisini feshetmeyi, silahlı mücadeleyi bitirme kararı aldığını duyurdu; “Barış ve demokratik toplum” sürecinin ilerlemesi için “Önder APO’nun süreci yürütüp yönlendirmesi, demokratik siyaset hakkının tanınması ve sağlam bütünlüklü bir hukuki güvence” şartlarını koştu; bu koşulların sağlanması için TBMM’ye çağrıda bulundu.

İmralı Heyeti üyesi ve DEM Parti Van Milletvekili Pervin Buldan “Sürecin birkaç ay içinde tamamlanması, Haziran sonuna kadar tamamıyla başarıya ulaşması bekleniyor.” diye açıkladı. Buna karşılık görünen o ki, taraflar arasındaki görüşmelerde sürecin bundan sonrası için anlaşma sağlanamamış.

***

SÜRECİN ÜÇÜNCÜ EVRESİNDE PATİNAJ

Önceki deneyimlerden anımsanacağı üzere, bu gibi süreçlerde yasal düzenleme söz konusu olduğunda ilk olarak, örgüt yöneticileri ve üyeleri için öngörülen hukuki statü akla gelir. Dolayısıyla TBMM’nin silah bırakacak PKK kadrolarını ve cezaevlerindeki PKK mahkumlarını da kapsayacak bir infaz affı çıkarması bekleniyordu. Ancak, infaz affı ertelendi, sonbahara kaldığı söyleniyor. AKP’nin erteleme gerekçesi “etki analizi eksikliği” ve riskler barındırdığı. “Etki analizi eksikliği” ifadesi, ipe un sermenin ayak sürümenin politik ifadesinden başka bir anlam taşımıyor. Aylardır (belki de perde arkasında yıllardır) görüşülen süreçte en kolay adımın bile etki analizi yapılmamış...

DEM Parti Grup Başkanvekili Sezai Temelli, infaz affının ertelenmesine tepkisini, “Meşhur bir söz vardır, ‘Dağ fare doğurdu!’ Bu sefer dağ fare bile doğuramadı.” sözleriyle dile getirdi.

PKK liderleri Duran Kalkan ve Bese Hozat da, sürecin tek taraflı adımlarla değil karşılıklı adımlarla ilerleyebileceğini, fesih kongresi kararlarının ancak Abdullah Öcalan’ın fiziki özgürlüğüyle uygulanabileceğini belirttiler; “Önder Apo'nun özgürlüğü olmadan bundan sonra hiçbir pratik adım olmaz. Önder Apo dışında hiç kimse onların elinden silahı alamaz” diye vurguladılar.

***

TBMM ÇÖZÜM ÜRETEBİLİR Mİ?

En kolay adımında bile tökezleyen süreç bundan sonra nasıl ilerler veya ilerler mi?

Varsayalım ki, sonbaharda infaz affı yasalaştı, Abdullah Öcalan İmralı’da ofis açtı. Buna karşın süreç ilerler mi? PKK’nin kendini fesih kararı nasıl uygulanır? PKK’nin fesih için şart koştuğu “demokratik siyaset hakkı ve sağlam bütünlüklü hukuki güvence” koşulu nasıl gerçekleşir?

 Yine varsayalım ki her şey yolunda gitti ve sıra sürecin dördüncü evresine geldi; (Cumhur İttifakı’nın ifadesiyle) “demokratikleşme ve yasal düzenleme evresi” yani. Bu evrede anayasa değişikliği gündeme gelecek. Kaldı ki, AKP Genel Başkanı Recep Tayyip Erdoğan daha bugünden anayasa değişikliği için kolları sıvadı.

Ayrıntıya girmeden söylemek gerekirse, sürecin anayasa değişikliği aşamasına ilerleyeceği bile kuşkulu ama o aşamaya gelinebilirse, pazarlık, Cumhurbaşkanı seçimini düzenleyen maddede değişiklik ile Kürtler için statü maddelerinde düğümlenecek.

TBMM’de Cumhur İttifakı ve DEM Parti milletvekili sayılarının toplamı, referanduma gitmek koşuluyla, anayasayı değiştirmeye yetiyor. Referandumsuz anayasa değişikliği için en az 400 milletvekilinin oyu gerekiyor ki, bugünkü konjonktürde mümkün görünmüyor. Anayasanın diğer maddelerinde, CHP’nin desteğiyle 400 barajı geçilse bile, Erdoğan’ın yeniden CB adaylığının önünü açacak, Kürtler için statü sağlayacak maddelerin referandumsuz kabulü çok ama çok zor. Cumhur İttifakı’nın bu maddeleri referanduma götürmeyeceğini bilmek için uzman siyasi analist olmak gerekmiyor.

***

ERDOĞAN MASAYI NE ZAMAN DEVİRİR?

Süreci sadeleştirmek gerekirse. En zorlu evrede bir yanda Erdoğan’ın önündeki anayasal engelin kaldırılması, diğer yanda PKK’nin kendisini feshetmesi karşılığında Abdullah Öcalan’ın koşullarının iyileştirilmesi, Türkiye’deki Kürtler için statü ve Suriye’de Rojava’daki fiili durumun kabul edilmesi...

ABD’nin zorlamasıyla olsa da Rojava’daki fiili durumun kabul edilmesinde sıkıntı görünmüyor. Süreç başlayana değin Erdoğan’ın söyleminde PYD Pi Vay Di, YPG ise Way Pi Ci idi. Süreç başladıktan bu yana bu ifadelerin yerini Suriye Demokratik Güçleri SDG aldı, Rojava için “teröristan” ifadesi dolaşımdan kalktı. Devlet Bahçeli ise açık açık, PKK’nin feshini, “PKK’dan PYD/YPG’ye muhtemel geçiş ve intikallerin denetim ve kontrolünün eşzamanlı ve eşgüdüm halinde temin edilmesi” olarak tanımladı.

Esasen 12 yıl önceki sürecin esas hedeflerinden biri silah bırakma adı altında Türkiye’deki PKK güçlerinin Irak ve Suriye’ye çekilmesi; asıl amaç ise Türkiye’de çatışmasız bir ortamda anayasa değiştirilerek başkanlık sistemine geçmek idi. Ne zaman ki Erdoğan Öcalan ile pazarlığın kendisine seçim kaybettireceğini gördü, masayı devirip Dolmabahçe Mutabakatı’nı rafa kaldırdı. Erdoğan Haziran 2015 seçimini kaybetti. Daha seçim sonuçları açıklanmadan Devlet Bahçeli yeniden seçim çağrısında bulundu. Erdoğan hükümet kurdurmayarak seçimi tekrarlattı; çok kanlı bir ortamda Kasım 2015 seçimlerini kazandı. Başkanlık sistemine de hileli bir referandum ile geçildi...

Vurgulamalı ki, Tayyip Erdoğan Kürt sorunundaki duruşu ve takvimiyle kendisini uğursuz şekilde tekrarlaya geldi. Erdoğan’ın Kürt sorununu demokratik çözüme kavuşturmak gibi ulvi bir amacı yok; böyle bir amacı olsa, Kürtlerin özgürlük eşitlik haklarını ve kültürel taleplerini, şahsi iktidarını sürdürme uğruna Abdullah Öcalan ile pazarlık konusu yapma ayıbına tenezzül etmeden parlamentoda çözer. TRT'de Kürtçe kanal açmak gibi örneğin.

Erdoğan’ın amacı Kürt meselesini çözmek değil, duvara toslayan iktidarına çıkış yolu bulmak için TBMM’de DEM Parti’nin desteğini alabilmek. Pazarlığın çıkmaza girdiği anda, bir kez daha masayı devireceğini öngörmek kâhinlik gerektirmiyor.

Masayı devirdikten sonra tutturacağı  söylemi tahmin etmek de zor değil: “Analar ağlamasın dedik. Kendilerine o kadar el uzattık ama uzattığımız eli tutmadılar. PKK adıyla yürütülen faaliyeti sonlandırıyoruz diyerek hile yoluna saptılar. Devletimize soykırım iftirası attılar, tapu senedimiz Lozan Antlaşması’na dil uzattılar. Bu çirkinliklere daha fazla tahammül edemezdik...”

***

Geçmiş süreçte Kürt siyasetçi Ahmet Türk, “Sosyalist dostlarımız ‘Kürtler bizi satıyor’ demesin. Biz çok acılar çektik, bizi anlayın. Bu fırsatı kaçıramayız.” diyordu; bugün infaz affı ertelemesinin hayal kırıklığı içinde. Anımsatmalı ki, ülkeyi demokrasiyle değil ekonomik politik soykırımla yöneten ırkçı ümmetçi iktidar ortaklarından Kürt sorununa demokratik çözüm beklemek, olmayacak duaya amin demekten farksızdır.

Ölü gözünden yaş,

İmamevinden aş,

Eğri cetvelden doğru çizgi,

Cumhur İttifakı’ndan da demokrasi çıkmaz.

“Modası geçmiş sol slogan” diye karşılanacak olsa da,

Bu düğüm ancak Türk ve Kürt emekçilerinin birleşik devrimci mücadelesiyle çözülür!

NOT:Aşağıdaki adreslerde kayıtlı yazılarla birlikte okunması dileğiyle
https://rahmi-yildirim.blogspot.com/2024/10/abdullah-ocalanin-tbmmye-davet-edilmesi.html

https://rahmi-yildirim.blogspot.com/2025/05/trajedi-hep-bize-mi-karl-marksn-unlu.html

18 Mayıs 2025 Pazar

EMPERYALİZMİN KUCAĞINA OTURMAK

Bir emekli asker grubundaki tartışmada denildi ki, “Kürtler emperyalizmin kucağında!

Buna karşılık, “Peki Türkler emperyalizmin neresinde?” diye soruldu.

Bu soruya şöyle yanıt verildi: “RTE ve arkadaşları yüzünden o da kucakta!”

Oysa meselenin ucu çok daha derinde, RTE ve arkadaşlarından çok önce. RTE ve arkadaşları Amerikan kucağını hazır buldular, oturmakta hiç duraksamadılar. Öyle ki, RTE, Büyük Ortadoğu Projesi BOP’un eşbaşkanı olmakla övündü; “CHP’nin ABD karşıtı olması talihsizlik” diye yakınabildi.

***

Benim kuşağımın çocukluğu gençliği Soğuk Savaş döneminde geçti. Sovyetler Birliği ve Çin Halk Cumhuriyeti öncülüğündeki sosyalist blok ile ABD liderliğindeki kapitalist blok arasında Soğuk Savaş döneminde yani.

Türkiye Soğuk Savaş’ta kapitalist blokun ileri karakolu idi. Öyle ki, devletin en mahrem örgütleri MİT ve Özel Harp Dairesi personelinin maaşları bile bir ara ABD tarafından ödeniyordu. 1960 darbesinden hemen sonra ordudan atılan 235 general ve 4 bin 171 subayın emeklilik ikramiyeleri ve maaşları ABD tarafından karşılanmıştı. Bu operasyonun ardından orduda sadece 20 general kalmıştı. O generallerden sonradan Çankaya Köşkü’ne sıçrayan Cumhurbaşkanı Cevdet Sunay “Donumuza kadar her şeyi Amerika veriyor, daha ne istiyoruz?” diyordu?

Dönem antikomünizm dönemiydi; komünistlik “Rus uşaklığı” diye karalanıyordu.

Tam bağımsız Türkiye” hayaliyle yola çıkan komünist gençleri, Deniz, İbo, Çayan ve yoldaşlarını “Rus uşağı” diye karalayarak katlettiler. 

Tam bağımsızlıkçı solcu gençler katledilirken, sağcılar, milliyetçiler, İslamcılar Amerikancıydılar. Amerikan emperyalizmini protesto eden komünist gençlere saldırırken, kıbleyi Altıncı Filo’ya doğrultup hacet namazı kılarlardı. Memleketin komünist işgal tehlikesiyle karşı karşıya olduğunu savunurlar, “Ne yani, Amerika’nın kucağından inip Rusya’nın kucağına mı oturalım?” diye propaganda yaparlardı.

Kuleli Askeri Lisesi Okul Komutanı Doğan Günçan da bizlere antikomünist nutuk atarken Amerikan kucağında oturmanın keyfiyle “Bizim de Amerikamız var” derdi.

Demirel hükümetinin Dışişleri Bakanı İhsan Sabri Çağlayangil, ABD icazetli 12 Mart darbesiyle devrildiklerinde “CIA altımızı oymuş” diye yakınmıştı.

12 Eylül 1980 darbesini yapan generaller de ABD yönetimi tarafından, “Bizim çocuklar!” diye sahiplenilmişti.

Bugün de BOP'un neresinde olduğumuz malum!

***

Söz uzamasın.

Bugün ergen hamasetiyle ve kibriyle “Kürtler Amerika’nın kucağında” diyen Türkler, Kürtlere laf etmeden önce dönüp kendilerine bakmalıdırlar.

Ama Irak’ta Suriye’de Kürtler Amerika’ya üs verdiler, Amerikan silahlarıyla donandılar.

Peki Türkiye’deki Amerikan üsleri, TSK’nin envanterindeki Amerikan silahları?...

Kuleli’den Kara Harp Okulu’na gittiğimizde, 1974 yılında ilk Menteş kampında belimize taktığımız tahkim edevatının üzerinde Made-in USA yazıyordu. Aynı yıl, ABD Özel Harp Dairesi’nin ödeneğini kesmişti. Dönemin Başbakanı Bülent Ecevit, ÖHD Başkanı Kemal Yamak’ın kendisinden para istemesiyle böyle bir dairenin varlığını öğrenmişti. (Ayrıntılı bilgi için: Kemal YAMAK, Gölgede Kalan İzler ve Gölgeleşen Bizler, Doğan Kitapçılık)

***

Kardeş halklar Türkler ve Kürtler,

Amerikan kucağı konusunda birbirlerine söyleyecekleri laf yok.

İnsaf ile söylemeli ki, kabahatin büyüğü Türkler’de.

Kardeşlerin ortaklaşa  işledikleri kabahatin büyük payı “büyük” kardeşe düşer değil mi?

“Büyük” kardeş “küçük” kardeşi hırpalar, sürekli dayaktan geçirir, hatta “Sen Kürt değilsin, dağ Türküsün, kart kurtsun” diye yok sayıp aşağılarsa, hatta bir ara ana dilini bile yasaklarsa, onca dayaktan ve aşağılanmaktan yılan “küçük” kardeş ne yapar? Abisinden ne gördüyse onu yapar, küresel mahallenin kabadayısına sığınır.

Soruna biraz da böyle bakmakta yarar var.

Emperyalizmin ileri karakolu olmak, ABD veya başka bir emperyalist mihrakın ipine sarılmak Türklere Kürtlere ne kazandırıyor ya da kaybettiriyor? Bu da ayrıca sorgulanmalı.

Tam bağımsız ve demokratik Türkiye yolunda katledilen Deniz, İbo, Çayan ve yoldaşlarına selam olsun!


15 Mayıs 2025 Perşembe

TRAJEDİ HEP BİZE Mİ?

Karl Marks’ın ünlü eseri Louis Bonaparte’ın 18. Brumaire’i şu tümceyle başlar:

Hegel, bir yerde, şöyle bir gözlemde bulunur: Bütün tarihsel büyük olaylar ve kişiler, hemen hemen iki kez yinelenir. Hegel eklemeyi unutmuş; ilkinde trajedi, ikincisinde komedi olarak.”

Hegel ve Marks, Türkiye Cumhuriyeti tarihinin en kanlı sayfalarına yazılan Kürt sorununu bilseler, böyle bir tümce kurmazlardı sanırım. Kürt sorununu bilseler eminim ki, böyle bir gözlemde yanıldıklarını kabul ederlerdi. Kabul etmekle kalmazlar, hem kaçıncı kez tekrarına şaşarlar hem de her defasında trajedi olarak tekrarına gözyaşı dökerlerdi.

Son kırk yılda bu kaçıncı tekrardır! Dağdan İndirme, Eve Dönüş, Topluma Kazandırma, Açılım, Ateşkes, Oslo Süreci, Dolmabahçe Mutabakatı, Barış ve Çözüm Süreci... Her defasında kanlı provokasyonlarla kesintiye uğradı.

Şimdi “Terörsüz Türkiye”, “İmralı Süreci” diye adlandırılan bir pazarlık süreci.

Aynı aktörler aynı pazarlıklar. Ülkeye demokrasiyi çok gören ırkçı ümmetçi faşist iktidar ortaklarından süreci barışla sonuçlandırmalarını beklemenin olmayacak duaya amin demekten farkı yok.

On iki yıl önce de bir süreç başlatılmıştı. Sol görüşlü olduğumuz için Türk Silahlı Kuvvetleri’nden atılıp işkenceden geçirilen askerler olarak, o dönemde sürece ilişkin görüşümüzü aşağıdaki bildiri ile açıklamıştık.

Okunması dileğiyle saygılar.


KALICI BARIŞ VE ÇÖZÜM İSTİYORUZ

17 Mart 2013

Bizler, ölmek ve öldürmek üzere eğitilmiş, 

Yaşamaya ve yaşatmaya öncelik verdiğimiz için 12 Mart 1971 ve 12 Eylül 1980 darbecileri tarafından işkenceden geçirilip işsizler ordusu saflarına atılmış askerler,

Askeri Darbelerin Asker Muhalifleri (ADAM) olarak,

Ülkemizde 30 yılda 40 bin insanımızın “şehit” olarak ya da “ölü ele geçirilerek” toprağa düştüğü sorunun çözümü için Tayyip Erdoğan hükümeti ile Abdullah Öcalan arasında başlayan müzakereleri önemsiyoruz.

Çünkü müzakereler sadece görüşmecilerin sorunu değil, 780 bin kilometrekarelik ortak vatandaki tüm bireylerin, hatta sınırlarımız dışındaki soydaş ve kardeş halkların da sorunudur. Dolayısıyla savaşın vahşetini ve bedelini doğrudan veya dolaylı olarak paylaşan, kalıcı çözüm için silahların bırakılmasını yeterli görmeyen herkesin sürece müdahil olma, fikir üretme hakkı ve sorumluluğu vardır. 

Bizler kalbimiz emekçiler ve ezilenlerle birlikte solda attığı için darbeciler tarafından Türk Silahlı Kuvvetleri’nden çıkarılmasak, hiç kuşkusuz “şehit” olmak ya da “ölü ele geçirmek” gibi bir acıyı yaşamak zorunda kalacaktık. Çocukluğumuzu gençliğimizi birlikte yaşadığımız binlerce meslektaşımızı bu savaşta sonsuzluğa uğurladık. Arkadaşlarımız, “ölü ele geçirdikleri” insanlarla çatışmasız ortamda bir çoban çeşmesi başında karşılaşsalar birbirlerinin avı ve avcısı olmak yerine kardeş sofrasını paylaşırlardı.  

Yok saymaya, asimilasyona, şiddete, öldürmeye odaklı politikalar halklarımıza çok acılar çektirdi. İnkâr, asimilasyon, “vur kurtul” zihniyetinden müzakere noktasına gelinmesi, kalıcı barışın sağlanmasında ve ülkemizin demokratikleşmesi sürecinde elbette önemlidir.

Geçmiş deneyimlerin eseri kaygılarımıza karşın umuyoruz ki, görüşmeler müzakere sürecinin tarafları konumundaki Başbakan Recep Tayyip Erdoğan ile PKK lideri Abdullah Öcalan’ın kişisel siyasal beklentilerinin ipoteğinde değildir.

Küresel ve yerli sermayedar sınıfların hükümranlığında kalıcı demokratik çözümün sağlanamayacağını bilmekle birlikte umuyoruz ki, müzakereleri yürütenler, silahların bırakılması, kaybedeni olmayan barışın gerçekleştirilmesi, hangi kimlik ve inançta olursa olsun herkesin özgür ve eşit yurttaşlar olarak haklarına kavuşmasıyla kalıcı çözümün sağlanacağı bilinciyle görüşmektedirler. 

Tarafların geçmişteki görüşme süreçlerinde sergiledikleri tutarsızlıkların eseri kaygılarımıza karşın umuyoruz ki, müzakereleri yürütenler temel hakların pazarlık konusu olamayacağını kabul eden ahlaki, vicdani, siyasi duyarlığa sahiptirler.

Umuyoruz ki, müzakereleri yürütenler, sürecin kesintiye uğraması durumunda ülkemizin yeniden daha da kanlı bir anafora sürükleneceğinin bilincindedirler.

Bu noktada vurgulamak istiyoruz ki, barış, sadece iki kişi arasında gizli pazarlıklarla sağlanamaz. Geçmişte defalarca yaşandığı gibi gizli kapaklı müzakere süreci provokasyonlara, Kürtlerle Türklerin çatışmasından yarar uman küresel ve bölgesel güçlerin aleyhte etkilerine açıktır. Savaştan yana olanların tecrit edilmediği, barıştan yana olanların katılım ve desteğinin sağlanmadığı müzakere sürecinin başarı şansı yok denecek kadar azdır. Görüşmeler kişiye odaklı “İmralı süreci” olmak yerine tüm barış güçlerinin katıldıkları çözüm süreci olmalıdır. Gerçekten kalıcı, onurlu bir çözüm için görüşüyorlarsa hükümet ve örgüt, müzakere sürecini saydamlaştırmak, barış yanlısı tüm kişi ve kuruluşları sürece katmanın koşullarını hazırlamak zorundadırlar.

Görüşmelerin gizli kapaklı yürütülmesinde ısrar, kalıcı barış ve demokratik çözüm yerine, örgüt liderleri ile hükümet yetkililerinin kişisel ve siyasal beklentilerini gerçekleştirmek için pazarlık ettikleri iddialarını güçlendirecektir. Görüşmelerin kalıcı barış ve çözüm süreci olmak yerine kısa vadeli çıkar güdüsüyle pazarlığa dönüştürülmesi, hiç kuşkusuz, pazarlığın tıkandığı noktada yine silahların konuşturulması tehlikesini beraberinde taşımaktadır. 

On yıllardır süren savaşın hemen bitirilemeyeceğinin farkındayız. Barıştan, özgürlüklerden ve demokratikleşmeden yana bireyler ve örgütler sürece ağırlık koymadıklarında, bu defa da elleri tetikte olanların iradesi galip geldiğinde neler olacağının bilincindeyiz.

Müzakere süreci ezilen tüm halkların özgürleşme süreci olarak kavranmalıdır. 

Müzakere süreci, kardeş halkların birbirleri karşısında kazanacakları bir zaferin veya uğrayacakları bir yenilginin olamayacağı bilinciyle ilerletilmelidir. 

Kalıcı çözüme ırkçı-milliyetçi günahlardan arınmakla, halklar ve azınlıklar arasında hiyerarşi ve üstünlük yerine eşitlikle, ülkenin topyekûn demokratikleşmesiyle ulaşılabilecektir. 

ADAM-DER olarak, barış ve özgürlük isteyen emekçi sınıflar ve halklarımızın safındayız. Ortak vatanda, eşit yurttaşlık çatısı altında, herkesin kendi kimliği, dili, kültürü ve inancıyla özgürce yaşayacağı, birbirlerine üstünlük kurmayacağı, ortak evin nimetlerinin hakça paylaşılacağı demokratik ülke mücadelemizi sürdüreceğiz, bu yolda atılacak adımlara destek vereceğiz.

Saygılarımızla.


Askeri Darbelerin Asker Muhalifleri Derneği

ADAM-DER Yönetim Kurulu