26 Kasım 2014 Çarşamba

KÖLN RADYOSU’NUN 50’NCİ YAŞINI KUTLADIK



Köln Radyosu, ekmek parası uğruna memleketten uzak düşmüş, başlangıçta “gurbetçi” iken giderek Almanya’yı “acı vatan” bellemiş Türkiyeli insanlara seslenen radyo.





Öncesindeki tek tük yolculuklar dışında Türkiye’den Almanya’ya işçi göçünün başlangıcı 1961. O yıllarda iletişim olanakları bugünkü gibi değil. Cep telefonuyla haberleşmeyi bırakın, sabit telefonla haberleşmek bile çok zor. Telgraf veya mektupla bir parça haber iletiliyorsa ne mutlu.
İşte o namüsait şartlarda Köln’de kurulu kamu yayıncısı Batı Alman Radyo Televizyonu WDR'nin bünyesinde, Türkiyeli göçmen işçilere yönelik ilk radyo yayını 2 Kasım 1964 tarihinde yapıldı. Yayının sürüp sürmeyeceği bilinmediğinden olsa gerek, ilk yıllarda arşiv oluşturulmamış. Bu yüzden ilk yıllardaki yayının kayıtları yok. Arşiv kaydına 1969’da başlanmış.
Öyle ya da böyle, Köln Radyosu Almanya’daki Türkiyelilerin gözü kulağı dili, gurbette sığındıkları, anavatandan haberlerle birlikte yanık türkülerini dinledikleri, dertlerine derman sordukları, anadil özlemini ve memleket hasretini dindirdikleri ana kucağı olmuş.
Türkiyeli göçmenler on yıllarca her akşam, WDR Köln Radyosu’nun yayınını memleketten gelen mektup gibi dinlemişler. Çalışma saati denk düşmeyenler banttan dinlemişler.
***

On yıllar on yılları kovaladı. Almanya “acı vatan” olmaktan çıktı, gurbet duygusu kalmadı. Üçüncü dördüncü ve hatta beşinci kuşaktan Türkiyeli göçmenler sular seller gibi Almanca konuşuyorlar. Çanak antenler Türkiye’den (Türkçe veya Kürtçe) yayınları evlere taşıyorlar. Başta Hürriyet olmak üzere Türkçe gazeteler bayide bulunabiliyor. Daha da inanılmazı, Alman gazeteleri zaman zaman Türkçe başlıklar atıyorlar!
İşte Türkiye ile Almanya arasındaki mesafenin sıfırlandığı bu koşullarda, Türkiyeli göçmenlerin ilk göz ağrısı WDR Köln Radyosu 50’nci yaşını kutladı.
1970’li yıllarda İsveç, Hollanda, Fransa, Danimarka, Belçika vb. ülkelerde başlayan ana dilde yayınlar, 2000’lerde 30 yılı dolduramadan sona erdiler. Türkiye’ye ana dilde yayın ve eğitim dayatan Avrupa kamu hizmeti yayıncılığından uzaklaştı. İsveç Devlet Radyosu, Türkçe yayını 2006’da sona erdirdi; diğer ülke yayınları da izleyen yıllarda sustu.
Türkiye, dayatmayla da olsa 2004’ten itibaren ana dilde yayın ve eğitimi gündemine almışken Avrupa kamu yayıncılarının ana dilde yayını sona erdirmeleri, neoliberal kapitalizmin şaşırtmayan ikiyüzlülüğünün göstergesiydi.
***
Tüm olumsuz koşullara karşın, Köln Radyosu 50’nci yaşını kutladı. Radyo’nun eş yöneticisi Ayça Tolun’un söylediğine göre, Köln Radyosu kendi alanında 50’nci yıla ulaşmayı başaran tek radyo ve öyle de kalacak. Çünkü an itibariyle Avrupa’da 50’nci yıla ulaşan başka bir göçmen kanalı yok.
Köln Radyosu’nun 50’nci yaşı, farklı kuşaktan dinleyicilerin de katıldığı bir sanat ve eğlence şöleniyle kutlandı. WDR’nin 600 kişi kapasiteli salonundaki yaş günü şölenine WDR yönetici ve çalışanları, Alman parlamentosunun Türkiye kökenli milletvekilleri ve göçmen örgütlerinin temsilcileri de katıldı.
Radyo’nun şu anki yapımcılarından Tuba Tunçak’ın koordine ettiği, Evren Zahirovic’in sunduğu şölen gerçekten görkemliydi, sanat ve eğlence yüklüydü. Evren Zahirovic Köln Radyosu'nun Türkiye'den göç etmiş ve daha sonra burada yaşamaya karar vermiş, dededen toruna kuşaklar boyunca yayın yaptığını belirterek, "20'nci Yüzyıl'da yayına başlayan Köln Radyosu 21’inci yüzyılda Almanya'nın renkli toplumsal yaşamında dinleyicilerine hizmet vermeyi sürdürüyor" dedi.
***

WDR Köln Radyosu ekibine katılalı tam 26 yıl oldu. Radyo yayını demek hayatın her kesiminden ses aktarmak demek. Ben de elimden geldiğince cumhurbaşkanından sokaktaki en sade insana kadar her kesimden insanın sesini aktarmaya çalıştım. Köln Radyosu’nun yanı sıra İsveç, Hollanda, Fransa devlet radyolarının dinleyicilerine de ses ve haber aktardım. Neoliberalizmin kanunları hükmünü icra etti, yaklaşık on yıldır sadece Köln Radyosu kaldı.
Köln Radyosu’nun 50’nci yıl şöleni, efsaneleşen açılış parçası Gülnihal ile başladı. Şölen, nostalji, hüzün ve coşku yüklüydü. Gece boyunca Gülnihal farklı müzik topluluklarınca farklı tarzlarda yorumlandı. Rock’tan tangoya, Türk sanat müziğinden halk müziğine, İstanbul’dan Viyana’ya, Anadolu’dan Avrupa’ya (hatta Latin Amerika’ya) bir müzik ziyafeti sunuldu.
İlk yayınlardan kesitlerin de ekrana verildiği gecede, radyoyu ete kemiğe büründüren Örsan Öymen, Turhan Dikkaya, Murat Gençosman, Erdal Çetin, Türkiyeli göçmenlerin dert babası Fuat Bultan rahmetle anıldı. Radyonun efsane sesleri Ulya Üçer, Dores von Stritzky, Yüksel Pazarkaya, Ergun Gülen geceye katılanlar arasındaydı; Varlık Özmenek ve Osman Okkan’ın da kulakları sık sık çınlatıldı. Şölene katkıda bulunan, sanatçılar, müzik ve eğlence topluluklarının ziyafetlerinden fırsat bulundukça, radyonun stüdyolarına konuk olan Bülent Ecevit. Zülfü Livaneli, Köln Bülbülü Yüksel Özkasap ve Barış Manço’nun isimleri de anıldı.
Şölenin finalinde eş yönetmen Ayça Tolun, Köln Radyosu’nun şimdiki emekçilerini tek tek anarak sahneye çağırdı. Radyonun emekçileri arasında olmak sevindiriciydi.

İşte (Copyright: WDR/Sachs) etiketiyle ve nice yaşlara temennisiyle Köln Radyosu'nun 50’nci yaş gününden kareler:

1 Köln Radyosu'nun 50. Yıl Galası'nı Evren Zahirovic sundu.



 Galanın selamlama konuşmasını, WDR'in Radyo Yayınları Müdürü Valerie Weber yaptı.


Şölenin müzikal bölümünü oryantal caz grubu FisFüz, Gülnihal ile açtı.


Türk ve Alman müzisyenlerden oluşan Fisfüz, müziğinde Doğu ile Batı'yı buluşturdu.


Şölen için hazırlanan kısa filmler Köln Radyosu'nun tarihine ve bugününe ışık tuttu.


Bağlama üstadı Kemal Dinç, performansıyla dinleyicileri büyüledi. Çift jandarma türküsü ise Köln Radyosu muhabirlerinden eski jandarma subayını duygulandırdı.


Kabaretist, oyuncu Fatih Çevikkollu gösterisinde Köln Radyosu ile ilgili anılarını anlatırken çok başarılıydı. Özellikle ilk kuşaktan baba ile oğul arasındaki diyaloglar izleyenleri kahkahaya boğdu.


Köln Radyosu sunucularından Çelik Akpınar, Evren Zahirovic ile birlikte 50 yılın dinleyici mektuplarından bir seçki sundu.


Gecede sadece Köln Radyosu ekibinin değil, dinleyicilerin anıları da tazelendi


Tango Ala Turka Anadolu'nun geleneksel çalgı ve tınıları ile Latin Amerika’nın ritimlerini buluşturdu.


Tango Ala Turka'nın solisti Türkçe tangolardan tadımlık eserler seslendirdi.


Kent Coda rock ritimleri ile coşturdu.


Öğünç Kardelen Christoph Guschlbauer ile birlikte "Dağlar Dağlar"ı seslendirdi.


WDR Funkhaus Orchester'in Yaylı Sazlar Dörtlüsü de şölene Türkçe tınılarla katıldı


Kelebek muhabiri Leyla da Evren Zahirovic'in konuğuydu.


Köln Radyosu sunucusu Hülya Topcu-Erdoğan salondaki Köln Radyosu müdavimleri ile söyleşti.



Eş Yönetici Ayça Tolun Köln Radyosu'nun geçmişine ve günümüzdeki perspektifine değindi.


Ayça Tolun'un çağrısıyla Köln Radyosu ekibi sahneye çıkarak izleyicileri selamladı.


50. Yıl Şöleni'ni editör Tuba Tunçak koordine etti.


Kapanışta Köln Radyosu ekibi ve dinleyiciler Gülnihal'i birlikte seslendirdiler…


Kapanıştan sonraki kokteylde ekibin beş kafadarı birlikteydi. Soldan sağa Murad Bayraktar, Erhan Merttürk, Rahmi Yıldırım, Ceyhun Kara, Attila Azrak.




13 Kasım 2014 Perşembe

HOPARLÖR İLE EZAN YASAĞINA SON

AKP’DEN SÜNNİ AÇILIMI
Alevi Katılım Partisi (AKP)’den seçimler öncesinde Sünnilere mavi boncuk
- Camilerde hoparlörle ezan yasağı kalkıyor.
- Hükümet camilere ibadethane statüsü konusunda vakıf formülü üzerinde duruyor.
- Ramazan Bayramı’nın resmi tatil ilan edilmesi planlanıyor.
- Başbakan Haydar Zülfikâr: “Herkesten daha fazla Sünniyiz!”
- Sünni paketine imamlardan tepki: “Hükümet samimi değil. Zorunlu din dersi kaldırılsın, Diyanet lağvedilsin, Dede Okulları kapatılsın!

ANKARA (ALAJANS)- Her seçim öncesinde Sünni açılımı başlatan Alevi Katılım Partisi (AKP) hükümeti, Haziran 2015 seçimleri öncesinde camilerin statüsü konusunda adım atmayı planlıyor. Diyanet ‘ibadethane’ statüsüne sıcak bakmadığı için hükümet, vakıf formülü üzerinde duruyor. Başbakan Haydar Zülfikâr, Sünni açılımını bu kez başaracaklarını, camilerde ezan ve hoparlör yasağını kaldıracaklarını belirterek “Biz herkesten daha fazla Sünniyiz” dedi. İmamlar ise hükümeti samimiyetsizlikle suçlayarak “Çözüm gerçek demokrasi ve laikliktedir. Zorunlu din dersi kaldırılsın, Dede Okulları kapatılsın, Diyanet lağvedilsin!” diye tepki gösterdiler.

ALAJANS muhabirinin AKP ve hükümet çevrelerinden edindiği bilgiye göre, bir kamuoyu anketinde, 15-20 milyon dolayında tahmin edilen Sünnilerin yalnızca yüzde 12’sinin seçimlerde AKP’ye oy verdiği saptandı. AKP, Sünnilerden aldığı oyu artırabilmek ve anayasayı değiştirecek çoğunluğa ulaşabilmek için Haziran 2015 seçimleri öncesinde yeni bir açılım paketini gündemine aldı.  Diyanet İşleri Başkanlığı camilere ‘ibadethane’ statüsü verilmesi ve Diyanet’te Sünnilerin de temsil edilmesine sıcak bakmıyor. Diyanet’in ibadethane ve temsil formülüne sıcak bakmaması nedeniyle hükümet ve AKP çevrelerinde Sünni meselesine çözüm aranıyor. AKP’nin Sünni açılım paketinde şu başlıkların öne çıktığı bildiriliyor:
- Camilere statü konusunda Kültür Bakanlığı bünyesinde “Sünnilik Kültür ve İnanç Merkezi” adıyla kurul benzeri bir yapılanmaya gidilmesi.
- “Kamu yararına dernek” statüsünde Sünni Vakfı kurulması.
- Camilerdeki hizmetin finansmanı ve Sünni Vakfı’nın desteklenmesi için genel bütçeden ödenek ayrılması, 1500’e yakın Sünni imama maaş verilmesi.
- Camilerin elektrik ve suyunun belediyelerce karşılanması, ezan ve hoparlör yasağının kaldırılması.
- İlahiyat fakülteleri bünyesinde Yüksek Sünni Enstitüleri açılması ve imamların bu enstitülerde eğitilmesi.
- Ramazan Bayramı’nın resmi tatil ilan edilmesi.
- Zorunlu din dersi müfredatında Sünniliğin de tanıtılması.

İmamlardan açılıma tepki: 'Hükümet samimi değil. Diyanet kaldırılsın! Dede Okulları kapatılsın!'
AKP’nin her seçim öncesinde gündeme getirip sürüncemeye bıraktığı Sünni açılım paketi, Sünni imamların tepkisine yol açtı. İmamlar adına bir açıklama yapan Prof. Dr. İzzettin Batan, Sünni meselesinin ancak laiklik ve demokrasi ile çözülebileceğini vurguladı. Sünni Vakfı’na bütçeden kaynak aktarımını, imamlara maaş bağlanmasını rüşvet sayıp reddedeceklerini bildiren Batan, devletten iane değil özgürlük istediklerini belirtti. Diyanette temsil ve imamların Yüksek Sünni Enstitülerinde eğitilmesi önerisini de eleştiren İzzettin Batan, “Devlet zahmet etmesin. Biz kendi kendimizi eğitiyoruz. Devlet eliyle din eğitimi ve hizmeti olmaz. Çözüm laiklik ve demokrasidedir. Zorunlu din dersi kaldırılmalı, Dede Okulları ve Diyanet lağvedilmelidir. Devlet bütün inançlara ve inançsızlara aynı uzaklıkta olmalıdır; inkâr asimilasyon ve baskıdan vazgeçmelidir.” dedi.

“AKP Sünniliği sapkın mezhep olarak görüyor”
Ensar Vakfı Başkanı Hayrettin Toraman da, hükümetin her seçim öncesinde Sünni açılımı ilan etmesini samimi bulmadıklarını belirterek şu görüşleri dile getirdi: “Sünnilerin sorununu bilmeyen yok. Temel sorun AKP’nin Sünniliği sapkın bir mezhep olarak görmesidir. Tartışılacak bir şey yok. Sorunu çözmek istiyorsa, zorunlu din dersini kaldıracak, Diyaneti lağvedecek, camileri ibadethane olarak tanıyacak, Sünni vakıf mallarını iade edecek, ayrımcı tutumdan vazgeçecek, Sünniliği tanıyacak. Ama Başbakan samimi değil ve Sünnileri oyalama derdinde, Sünniliği resmi olarak tanıyan şahsiyet olarak tarihe geçmek istemiyor. Herkesten daha fazla Sünni olduğunu söylüyorsa biz de soruyoruz. Kaç Sünni milletvekilin var. Kaç Sünni valin var? Ayrımcılık pratikte çözülerek aşılır.”

Not: Cumhuriyet Gazetesi Muhabiri Emine Kaplan’ın “Cemevine vakıf formülü” başlıklı haberine nazire olup elbette asparagastır.


11 Kasım 2014 Salı

ATATÜRK’TEN MUHAMMED’E

EN İYİ VATANSEVERDEN EN İYİ MÜSLÜMAN'A
Ankara’nın merkezi semti Kızılay, metronun da merkezi.
Batılı ülkelerde kullanıma girdikten 150 yıl sonra hizmete girebilmiş Ankara Metrosu’nun Kızılay durağında cami de var.
Metro’daki Şeyh Şamil Camii’nde günün her saatinde ibadet edene rastlamak mümkün. Camideki ibadete en geniş katılım Cuma namazında sağlanıyor. Bu da normal.
Bütün camilerde olduğu gibi Şeyh Şamil Camii’nde de Cuma namazı için iç mekân yetmiyor. Neredeyse bütün koridorlar dizüstü çökmüş, secdeye varmaya hazır insan kalabalığıyla dolu.
Bu noktada kıblenin tutturulup tutturulamadığından, hijyenden, kesif ayak kokusundan filan söz etmek anlamsız.
Şeyh Şamil Camii’nin bir özelliği de, ışıklı panosunda her gün bir ayetin veya hadisin tebliğ edilmesi. Geçenlerde aklımda kaldığı kadarıyla şöyle bir hadis yazılıydı kırmıza renkli akan harflerle:
“En iyi Müslüman işini en iyi yapandır!”
Doğrusu çok bir şey ifade etmedi bana. Bir kimsenin işini olabildiğince iyi yapması için peygamber nasihatine gerek olmadığını düşündüm. O andan itibaren ışıklı pano zihnimden silindi.
Ne ki tam silinmemiş. Aradan iki gün geçmişti; Atatürkçülüğünden Kemalistliğinden asla şüphe edilmeyecek taşfırın Kemalist bir derneğe yolum düştü. Dernek binasının koridorunda K. Atatürk imzalı bir özdeyiş yazılı idi:
“En iyi vatansever işini en iyi yapandır.”
Moda deyişle, ancak bu kadar pişti olur.
İşini en iyi yapmak için Muhammed’in veya K. Atatürk’ün nasihati şart olmasa gerek. Kendini bilen insan zaten işini en iyi yapmalıdır değil mi!
Her neyse. Türkiye, hemen her konuda en iyinin en doğrunun ne olduğu konusunda Atatürk’ten alıntılarla nasihat bombardımanına tutulmaktan çok yoruldu. Bunun toplum mühendisliği ve jakobenlik olduğu, toplumun bu gibi devlet zoruyla destekli yönlendirmelerle at gözlüğü takmaya zorlanmasının demokrasiyle bağdaşmayacağı konusunda çok fikir üretildi. Hayli de etkili oldu ki, artık Atatürk’ten alıntılara pek rağbet edilmiyor.
İyi mi oldu diye sorulursa, ileriye yönelik olumlu bir değişim olmadığı meydanda.
Atatürk’ten özdeyişlerin yerini çok daha yoğun bir ağırlık ve karşı konulmazlıkla hadisler aldı. Yani 80 yıl önce sarf edilmiş sahih cümlelerin yerini 1400 yıl önce söylendiği rivayet edilen, gerçekten söylenip söylenmediği belli olmayan hadisler.
1920'lerin 30’ların referansıyla Türkiye’nin ileriye gitmesinin, özgürlükçü bir rotaya girmesinin mümkün olmayacağı son 30 yıldır söylenegeldi. 
Söylenenler çoğunca isabetliydi de. Söylenenler doğru olmasına doğruydu da, 80 yıl öncesinin referanslarını 1400 yıl önce söylendiği rivayet olunan özdeyişlerle ikame etmek; diğer bir deyişle, ideolojik politik sosyal haritada Atatürk adını kazıyıp yerine Muhammed yazmak, Atatürk’ü Muhammed ile aşmak pek de akla uygun ve bilimsel değildi. Muhammed’i dillerinden düşürmeyen siyaset esnafının gırtlağa dek battığı yolsuzluk ve hırsızlıklar ayrıca işaret edilmeye değer.
Belki kimileri incinecek ama okullarda günde bir kere okunan, Atatürk’ün anıldığı andı kaldırırken günde beş vakit bangır bangır Muhammed’i zikretmek ne kadar demokratik?
Fikri hür, irfanı hür, vicdanı hür bireyler olarak, eşit yurttaşlık bilinciyle, düşünce, ifade, inanç ve inançsızlık özgürlüğü çerçevesinde, tüyleri diken diken kabartmadan tartışmaya değmez mi?

8 Kasım 2014 Cumartesi

PADİŞAH MI DİKTATÖR MÜ?

Kırpık bıyıklı psikopat magandadan söz ederken ne demeli?
Padişah dense mi uyar yoksa diktatör dendiğinde mi?
Doğrusu çok net bir fikrim yok.
Bazen padişah diyorum bazen de diktatör.
Bir arkadaş, padişah sözcüğünün yandaşları nezdinde iltifat yerine geçtiğini söyledi.
Hak verdim. Söylediği doğru.
Mesela geçen Kurban Bayramı’nda Fatih Camii’nde bayram namazı kılan Davutoğlu Ahmet Efendi, “Fatih Sultan Mehmet Han” derken öylesine hamasi bir coşku içindeydi ki, o kadar olur.
Ümmetçi milliyetçi derneklerin risalelerinde de Fatih’i İstanbul’un Fethi sırasında at üstünde surlardan içeri girerken veya Haliç’e doğru dellenirken gösteren resimlerden geçilmiyor.
Recep Tayyip Erdoğan da Başbakanken Muhteşem Yüzyıl dizisindeki (haremde tuttuğunu beceren) padişah tiplemesine öfkesini “ Bizim öyle bir ecdadımız yok. Biz öyle bir Kanuni öyle bir Sultan Süleyman tanımadık. Onun ömrünün 30 yılı at sırtında geçti.” sözleriyle dile getirmişti.
Başbakan “ecdadımız” diyerek padişahlara sahip çıkarken, Osmanlı hülyasıyla kafaları dumanlı yeniçeri giysili kalabalıklar da mehteran eşliğinde diziyi protesto etmişler, “Bizansın çocukları, Osmanlının torunlarından rahatsız”, “Osmanlıya uzanan eller kırılsın” yazılı dövizler taşıyıp taşkınlık yapmışlardı. Ayasofya’da namaz kılmayı da ihmal etmemişlerdi.
Yani, dörtte üçü sağcı, ümmetçi, milliyetçi ve ırkçı halkımızın padişahları evliya gibi gördüğü, ecdat bildiği, dolayısıyla padişah hitabını iltifat saydığı doğru. Öyle ki, mutfakta bile padişah ve bendelerinin gölgesi dolaşır. Padişah lokması, vezir parmağı, hünkâr beğendi filan gibi.
***

Halkımız padişah hitabını neden iltifat sayar? Çünkü, Cumhuriyetin ilk yıllarındaki tıknefes aydınlanma, ne ideolojide Osmanlıdan kopuşu sağlayabildi ne de sosyal hayatta. Burjuva aydınlanmasına tepkili dindar kalabalıkların tarih bilinci, resmi eğitim müfredatındaki ırkçı hamasi hikâyelerle, absürt Kara Murat, Malkoçoğlu filmleriyle oluştu. Ne cemaatten cemiyete dönüşüm sağlanabildi ne de kuldan bireye terfi edilebildi. Güven dolu gelecek umudu taşımayan kalabalıklar aslında hiç de bilmedikleri geçmişe takılı kaldılar. Bu yüzden bugünün ideolojik politik kavgası da Osmanlı hayaleti veya 1400 yıl önceki olaylar üzerinden veriliyor.
Bu durumda, Osmanlı hayaletine meftun kalabalıklar “şanlı” zannettikleri tarihin sınıf savaşımlarının tarihi olduğunu ne ölçüde kavrayabilirler?
Mesela, ihtişamıyla gururlandıkları Osmanlı’nın bir egemen sınıf devleti olduğuna,
Padişahın temsil ettiği egemen sınıf blokunun toprağa bağlı reayayı sömürerek, savaş ve ganimet geliriyle, gayrimüslim halklardan alınan haraç ve cizye ile beslendiğine,
Ta kuruluştan itibaren ağır vergiler ve zulümden bunalan halkın fırsat buldukça isyan ettiğine,
Ecdat ve evliya bilinen padişahların cephede küffar kanından çok halk ayaklanmalarını bastırırken kan döktüklerine ne derece ikna olurlar?
Orucun hangi hallerde bozulacağını bile 1400 yıldır kavrayamamış kalabalıkların bu gerçekleri kavrayacaklarını sanmak aşırı iyimserliktir.
Sınıf mücadelesi bağlamında aydınlanmaları olasılığı sıfıra yakın olsa bile, hiç değilse, ecdat ve evliya bildikleri padişahların aynı zamanda evlat ve baba katili olduklarını bilince çıkarabilirler mi?
Bu bilince varmaları da zor olsa da bilmeliler ki, egemen sınıf bloku içindeki iktidar mücadelesinde ilk kan bizzat hanedana ismini veren Osman Gazi tarafından döküldü. Padişah hiyerarşisinde ilk sıraya yerleştirilen İkinci Mehmet, yani Fatih, hanedan içi katliamı kanunlaştırdı, vezir katliamını da başlattı. Kanuni öz oğullarını katletti. Üçüncü Mehmet, tahta çıkar çıkmaz 19 erkek kardeşini bir gecede katletti. Toplam 36 Osmanlı padişahından 6’sı bir sonraki padişahın fermanı ve şeyhülislamın fetvasıyla idam edildi. Padişah Genç Osman öldürülmeden önce bir de ırzına geçildi, “Padişahını seven millet” deyimi bu olay üzerine telaffuz edilip toplumsal belleğe kaydedildi.
Tarih kitaplarında kayıtlı bu hakikate karşın, “Padişahım çok yaşa!” diye el etek öpen kulların torunu bugünkü kıl taifesi, saray içi iktidar kavgasında onlarca sadrazam ve padişah kellesinin koparıldığı, halktan milyonlarca kişinin katledildiği kanlı geçmişi “şanlı” belleyip yüceltiyor. Kafalarındaki padişah resmi, şanlı cihangir, şair ve dindar hükümdar, evliya ve halife algısından ibaret; o yüzden ecdat biliyor, en küçük eleştiriye, ecdadına küfredilmiş gibi tepki gösteriyor.
Güncel sınıf savaşımında da modern padişahın yanında yer alıyor. Soma’daki katliamı o da fıtratın icabı sayıyor. Türkiye’de fıtrat olanın Avrupa’da Amerika’da niye fıtrat olmadığını sorgulamıyor. O da yolsuzluğu hırsızlığı ahlâksızlık olarak görmüyor. Öyle ki, 800 lira aylıkla açlıktan nefesi kokuyor ama rüşvetçi vezirin kolundaki 800 bin liralık saati kendi kolundaymış gibi savunuyor. Özelleştirmenin yağma ve talan olduğunu bilince çıkarmıyor… Bu soygun ve ahlâksızlığın güncel mimarını Peygamber diye kutsayıp mabadının kılı olmayı onur sayıyor…
Bu durumda kırpık bıyıklı psikopat magandaya sınıf bilinci bağlamında padişah desen de fark etmez diktatör desen de! Ki, halkımızın diktatörlüğü de öyle kötü bir şey olarak görmediği malum.
Uzun sözün kısası, ha padişah demişsin ha diktatör.
Belki de en doğru olanı, ‘kırpık bıyıklı terbiyesiz şahsiyet’ veya ‘kırpık bıyıklı psikopat maganda’ deyip bırakmak. 

4 Kasım 2014 Salı

IŞİD NE YAPIYOR? PADİŞAH NE DİYOR?

Cumhuriyet tarihinin en büyük hırsızlık yolsuzluk soruşturmasını din ve ahlak nutuklarıyla örtbas etmeyi; haramzadelere kamu kesesinden rant, yandaş yoksula sadaka dağıtmayı AK Müslümanlar içlerine nasıl sindiriyorlar, bilemiyorum.
Padişahın kamu kesesinden donattığı iftar sofrasına oturmakla AK Aleviler sevap mı kazandılar, onu da bilemiyorum.
Kendi payıma o sofrayı helal etmiyorum, zehir zıkkım olsun diyorum.
***

Padişah, iftar sofrasında yine din ve ahlâk, huzur ve kardeşlik nutku çekmiş. Kureyş’in iç iktidar kavgasını bugünlere taşıyıp bol bol ahkâm kesmiş.
Hamasi nutkunda demiş ki, “300 bin insanı, kadınları, çocukları, acımasızca katleden bir katile, sırf Nusayri olduğu için göz yummak, ona karşı sessiz kalmak, Hazreti Hüseyin'in hatırasına hürmetsizliktir.
İyi hoş da bu nutku dinleyen AK Aleviler veya televizyondan izleyen AK Müslümanlar kendi kendilerine sormuşlar mıdır acaba? “Padişahım, doğru söylüyorsun da, sen bu katille dost kardeş değil miydin? Darfur’da 300 bin Müslüman’ı acımasızca katleden Ömer El Beşir’i bağrına basmak da Hazreti Hüseyin’in hatırasına hürmetsizlik değil midir?”
Sanmıyorum ki, AK Müslümanlar böyle bir vicdani duyarlık göstermiş olsunlar. Zira AK Müslümanlığa göre:
- Benim diktatörüm iyidir, çünkü alnı secdelidir.
- Benim hırsızım âlâdır, en fazla günah işleme özgürlüğünü kullanmıştır.
- Benim teröristim terörist değil mücahittir.
Zihniyet bu olunca, tutarlı, sorgulayıcı ve eleştirel tutum beklemek boşunadır.
***

KUR’AN’A SAYGISIZLIK!
Aynı şekilde eminim ki, padişahın, “Acımasızca baş kesen terör örgütlerine, sırf Sünni diyerek sempati beslemek, Hazreti Kur'an'a açık bir saygısızlıktır” sözlerinde tutarlılık olup olmadığı da sorgulanmamıştır.
Malum, padişah kulları ve kılları tarafından “İkinci peygamber” ve hatta hâşâ “Allah’ın bütün vasıflarını üzerinde toplayan lider” olarak biliniyor; kendisine dokunmak bile ibadet sayılıyor. Kendisi için her gün iki rekât şükür namazı kılan kılları bile var.
Padişah, din adına kafa kesenlere sempati duymanın Kur’an’a saygısızlık olduğunu söylüyor da AK Müslümanlar Allah’ın bu konuda ne dediğini biliyorlar mı acaba?
Bildiklerini sanmıyorum. Bilenleri de görmezlikten geliyorlardır. Zira “Onlar, yalana çok kulak verirler ve çok haram yerler.” (Maide/42)
Biliyorlar veya bilmiyorlar. Hırsızın elinin kesilmesini emreden Allah bir de buyuruyor ki, “Allah’a ve Resûlüne karşı savaşanların, yeryüzünde bozgunculuk çıkarmaya çalışanların cezası; öldürülmeleri yahut asılmaları veya ellerinin ve ayaklarının çaprazlama kesilmesi yahut o yerden sürülmeleridir.” (Maide/33)
Ya işte böyle!
“Allahın bütün vasıflarını taşıyan” padişahın “Din adına kafa kesenlere sempati Kur’an’a saygısızlıktır” diye kendince kestiği ahkâma karşı Allah’ın emri çok net.

Her şeyi herkesten daha iyi bildiğini sanan padişah ahkâm kesmek yerine sesini kesmeli!