Kürdistan Demokrat Partisi KDP
lideri Mesut Barzani’nin “bağımsızlık”
referandumu Kürtler için kâbusa dönüştü. Referandumun bağımsız devlet özlemini
derinleştirmesi ve bir üst aşamaya yükseltmesi, Bağdat ve ilgili diğer başkentlerle
müzakerelerde Mesut Barzani’nin elini güçlendirmesi beklenirken tam tersi
oluyor.
20. Yüzyıl başlarına kadar
Osmanlı ve Acem devletlerinin egemenliğinde, etnik ulusal siyasi örgütlenmeden
yoksun, beyler tarafından yönetilen Kürdistan’da referandum, tüm eksikliklere
karşın, devletsiz halkın kaderinde bağımsızlık dönemeci olarak önem kazandı. Ne
var ki, Barzani diğer Kürt hareketlerinin uyarılarını dikkate almadan,
sonuçlarını hesaplamadan kendi kişisel ailevi ve aşiret çıkarlarına “ulusların
kaderlerini tayin hakkı” gömleği giydirerek dayattı referandumu. Barzani’nin
amacı kendi eseri iktidar krizini ulusal ölçekli referandumla aşmak ve
kendisini tartışılmaz “kurucu ulusal
kahraman” (Atakürt) olarak kabul
ettirmek idi. Ne ki kapsayıcı birleştirici davranmayan Barzani, ulusal kongre
çağrılarına kulak tıkadığı gibi kendi yerel parlamentosunu da toplamaya
yanaşmadı; iki yıldır kapalı tuttuğu parlamentonun başkanı Yusuf Muhammed’in
başkent Erbil’e girişini bile yasakladı. Süresi çoktan dolduğu halde başkanlık
seçimi yapmaya yanaşmadı, başkanlık seçimi yerine referandumu gündeme getirdi.
***
Sonuçta öyle ya da böyle,
referandum devletsiz ulusun kaderinde “bağımsız
devlet dönemeci” olarak önem kazandı
ama Kürtlerin tümünü ve bölgedeki diğer halkları katan bir süreç olmadı.
Referandum kampanyasını esas olarak, petrol ticaretiyle zenginleşen aşiret
reisleri, güçlü aileler çevresinde örgütlenmiş partiler ve hareketler yürüttü. Süreci
neredeyse tek başına yürüten Barzani kendisine yönelik muhalefeti
etkisizleştirmek için referandumu araçsallaştırdı; en yakın destekçileri
ABD’nin ve AKP iktidarının uyarılarını bile dikkate almadı.
Etkili muhalefet hareketlerinden GORAN
(Değişim Hareketi), uzlaşma sağlanmadan dayatılan referandumu mevcut
siyasi, güvenlik, ekonomik ve toplumsal duruma uygun bulmadığını açıkladı; daha
uygun bir zamanda referandum yapılmak üzere Meclis’in toplanması çağrısında
bulundu.
İslami Toplum Partisi Komel de
hizbi ve şahsi çıkarlarla gündeme getirildiği gerekçesiyle referandumun
başarısız olacağını savundu; Meclis’in toplanmasını istedi.
PKK ile İran’daki uzantısı PJAK
ve Suriye’deki kolu PYD net olarak referanduma karşı çıktılar. KCK ve PKK’nin yöneticileri,
demokratik süreçte gündeme getirilmediği, ulusal kongrenin toplanmadığı,
bağımsızlık sağlamayacağı, ulus devlet çağının geçtiği gerekçesiyle referanduma
karşı açıklamalar yaptılar. Duran Kalkan, eskiden devletleşmeyi savunduklarını,
zamanla bu yanlıştan arındıklarını, önemli olanın devletleşmek değil toplumun
kendi kendini yönetebilmesi olduğunu belirtti; “Bu
referanduma kim karar veriyor? ‘Ben yaparım olur’ demek dar bir propaganda
işine benziyor” diyerek eleştirilerini sıraladı.
Suriye Kürt bölgesi Rojava’dan PYD Eşbaşkanı
Salih Müslim de ulus devletlerin halkları birbirine düşürdüğünü belirtti; “İçinde bulunduğumuz şu durumda
bağımsızlığın Kürtlerin yararına olacağını sanmıyorum. Ülkeleri bölmenin ve
milletleri birbirinden ayırmanın doğru olduğunu düşünmüyorum” diyerek
referanduma karşı çıktı.
PKK ve PYD yöneticilerinin referanduma karşı açıklamaları, Barzani ile rekabet kaygısıyla yapılmış
açıklamalar olduğu kadar, PKK kurucu başkanı Abdullah Öcalan’ın yıllar önce
seslendirdiği çizgiyle uyumluydu. Öcalan 5 Ocak 2005 tarihli görüşmede şöyle
diyordu: “Güney’de bir Kürt devleti doğuyor. Arkasında ABD ve Avrupa var. Bu
devletin ideolojisi milliyetçidir. Bu milliyetçilik yerinde durmayacak. İran’dan,
Türk’ten, Arap’tan, şundan bundan bir şey isteyecek. Bu da katliamları
getirecek. Bunlar yaygınlaşacak. İkinci bir Siyonizm gibi Kürt
işbirlikçiliğinin devletleşmesi söz konusudur. Kürt milliyetçiliğinin
devletleşmesi İran ve Türkiye'ye karşı kullanılacak. Ben bunu engellemeye
çalıştım.”
***
Referandum yüzde 90’ı aşan oy
oranıyla Barzani’nin istediği şekilde sonuçlandı ama Kürtler için kâbusa ve
kaosa dönüştü. Uluslararası platformda İsrail dışında kimsenin desteklemediği
referandumun ardından Türk, Arap ve Fars devletleri aralarındaki tüm
anlaşmazlıkları bir kenara bırakarak Kürdistan yönetimine karşı harekete
geçince, ABD ve diğer Batılı emperyalistler Türk, Arap ve Fars dünyasını
Kürtlere tercih ettiler. Barzani, referandumu ertelemesi yönündeki çağrılara
kulak vermediği için Batılı destekçileri tarafından yalnız bırakıldı. Başta
Kerkük, Celavla, Tuzhurmatu olmak üzere tartışmalı bölgeler Kürt yönetiminin
elinden çıktı. Böylece Irak Kürt Yönetimi bölgesi yüzde 40 kadar küçüldü. Referandum
kampanyasında bağımsız Kürdistan için ölmeye hazır olduğu propagandası yapan
Peşmerge Başkomutanı Mesut Barzani, Kerkük’teki peşmergelere “direnin” komutu veremedi. Tartışmalı
bölgeleri ele geçiren Bağdat, sınır kapıları ve havaalanlarının da teslimini
istedi. Bir yandan da Türkiye ve İran, sınırları ve hava sahasını kapattılar.
Petrol sahaları da Kürt
yönetiminden alındı, petrol ticareti Bağdat yönetimine kaydırıldı. Petrol
gelirinden mahrum kalmak ve sınırların kapanması ekonomik krizin derinleşmesi
demek. Barzani yönetimi zaten iki yıldır memur maaşlarını ödeyemiyor, çeyrek
maaş verebiliyordu. Muhtemeldir ki, tartışmalı bölgeler Bağdat yönetimiyle
(örneğin hiç değilse memur maaşlarının düzenli ödenmesi gibi) ekonomi içerikli
bir anlaşmanın sonucu teslim edilmiştir.
Hepsinden önemlisi kadersiz Kürt
halkının iç bölünmüşlükle daha da yaralanmasıdır. Anlaşılıyor ki, onlarca yıllık özerklik deneyimine
karşın Kürt bölgesi feodal aşiret yapılanmasını aşıp modern devlet kurabilecek
olgunluğa erişememiş, her aşiret kendi özerk devletçiğine hapsolmuştur. Referandumun
tozu dumanı ardından Irak Kürdistan’ında 1990’lardaki “birakûjî” günlerindeki gibi Erbil ve Süleymaniye merkezli
kopuşmanın nüksedebileceğine ilişkin haberler gelmektedir.
***
Gelinen noktada Kürt
sosyalistleri kadar Türk, Arap ve Fars sosyalistleri de referandum sürecini
serinkanlılıkla değerlendirmek, yapılan yanlışlıkları dürüstçe saptamak durumundadırlar.
Kişisel olarak genel bir
değerlendirme yapmam gerekirse:
Kendi kaderini tayin, bağımsızlık
ve devletleşme Kürt halkının meşru hakkıdır. Bağımsızlık ve devletleşmek Türk,
Arap, Fars halklarının ne kadar hakkıysa Kürtlerin de o kadar hakkıdır. Bu
hakkın tespiti için aslında referandum da gerekmez.
Kendi kaderini tayin ve
devletleşme hakkını mutlaklaştırmak ve ayrılma hakkı her zaman her şart altında
kullanılmalıdır önermesi de doğru değildir. Boşanma hakkı, illa boşansınlar
anlamına gelmez. Siyam ikizleriymişlercesine iç içe geçmiş, anavatanları
arasındaki sınır belirsizleşmiş halkların ayrılmasını savunmak intiharı
savunmaktan farksızdır. Bu durumdaki halklar aralarında siyasi sınır olmadan
eşit koşullarda bir arada yaşamalı ve emperyalistlere karşı birlikte mücadele
vermelidirler. Yine de ayrılmak, devletleşmek tercihine sadece saygı duyulmalı,
“sorun filan devletin toprak bütünlüğü
içinde çözülmeli” diye ahkâm kesilmemelidir. Lenin’in vurguladığı gibi “Kapitalist
devlette, ulusların kendi kaderini tayin etme hakkını, yani ulusların ayrılma
hakkını reddetmek, egemen ulusun ayrıcalıklarını savunmaya eşittir.”
Kürtler kendi kaderlerini bağımlı
devlet, bağımsız devlet, federasyon, demokratik kültürel özerklik, özyönetim, konfederalizm
seçeneklerinden hangisiyle tayin etmek isterler, kendileri bilir. Kendi
kaderini tayin sürecindeki anti demokratik işleyiş ve taktik görüş tutum
ayrılıkları da başkalarından önce kendi sorunlarıdır.
Nihayet vurgulanmalı ki, emek-sermaye
çelişkisini gözetmeyen ya da önemsiz gösteren, toplumsal eşitsizlikleri değil
etnik farklılıkları öne çıkaran politikalar halklara mutluluk getirmez.
Irak Kürdistan’ında emek sermaye
çelişkisi neredeyse hiç öne çıkmadı. Öne çıkan hep aşiret ve aile çıkarları,
mezhep ve tarikat kardeşliği oldu. Mezhep ve tarikat kardeşliği, aşiret ve
ailevi çıkarlar ulusal çıkarların önüne geçti. En bariz örnek olarak Barzani
ailesi, bölge siyasetinde Kürt kardeşleri aleyhine “mezhep ve tarikat kardeşi” AKP
ile ittifak kurabildi. Kürt kardeşleri aleyhine ittifakla kalmadı, Türkiye’nin başkanlık
referandumunda diktatörlük cephesinde yer aldı. AKP liderliği ise devlet
başkanı muamelesi yapıp bağımsızlık referandumuna özendirmesine karşın, kendi
çıkarı tehlikeye düştüğü için mezhep ve tarikat kardeşliğini bir kenara
bıraktı; Türk, Fars ve Arap milliyetçiliğiyle ittifak kurup Barzani’yi
kaderiyle baş başa bırakmakta tereddüt etmedi.
Halklar ve uluslar arasında
egemenlik anlaşmazlığı söz konusu olduğunda şu husus da vurgulanmalı ki, ezen
ulus milliyetçiliği ile ezilen ulus milliyetçiliği aynı kefeye konulamaz; başka
ulusları ezen uluslar özgür olamazlar.
En önemlisi de kendi özgücüne
dayanmayan, emperyalistlerin himmetiyle sağlanacak devletleşme halklara
özgürlük bağımsızlık ve mutluluk getirmez. Emperyalistler eliyle gerçekleşip
halka özgürlük getiren bir devletleşmeye tarih boyunca tanık olunmadı. Antikapitalist
olmayan bir devletleşmenin de kısa sürede ilerici devrimci barutunu yitirip
tekrar emperyalizme eklemlenmesinin pek çok örneği vardır tarihte. Türkiye
Cumhuriyeti’nin kuruluşu, bağımsızlığın ardından yeniden sömürgeleşmenin
deneyimi olduğu kadar başka ulusları ezen ulusların özgür olamayacağı
gerçeğinin de tarihsel doğrulanmasıdır.
Sonuç olarak Irak
Kürdistan’ındaki ezilen halklar ve sınıflar kendilerine emperyalistlerin inşa
edecekleri bağımlı bir devlette değil, esas olarak kendi özgüçleriyle elde
edecekleri bir devletleşme veya yapılanmada aramalıdırlar özgürlüğü.
Not: Aşağıdaki "Bağımsız Kürt Devletine Doğru" yazıya da göz atılabilir.
http://rahmi-yildirim.blogspot.com.tr/2014/07/bagimsiz-kurt-devletine-dogru.html
Not: Aşağıdaki "Bağımsız Kürt Devletine Doğru" yazıya da göz atılabilir.
http://rahmi-yildirim.blogspot.com.tr/2014/07/bagimsiz-kurt-devletine-dogru.html