22 Ekim 2017 Pazar

BARZANİ REFERANDUMU: BAĞIMSIZLIK RÜYASINDAN KÂBUSA!

Kürdistan Demokrat Partisi KDP lideri Mesut Barzani’nin “bağımsızlık” referandumu Kürtler için kâbusa dönüştü. Referandumun bağımsız devlet özlemini derinleştirmesi ve bir üst aşamaya yükseltmesi, Bağdat ve ilgili diğer başkentlerle müzakerelerde Mesut Barzani’nin elini güçlendirmesi beklenirken tam tersi oluyor.
20. Yüzyıl başlarına kadar Osmanlı ve Acem devletlerinin egemenliğinde, etnik ulusal siyasi örgütlenmeden yoksun, beyler tarafından yönetilen Kürdistan’da referandum, tüm eksikliklere karşın, devletsiz halkın kaderinde bağımsızlık dönemeci olarak önem kazandı. Ne var ki, Barzani diğer Kürt hareketlerinin uyarılarını dikkate almadan, sonuçlarını hesaplamadan kendi kişisel ailevi ve aşiret çıkarlarına ulusların kaderlerini tayin hakkı” gömleği giydirerek dayattı referandumu. Barzani’nin amacı kendi eseri iktidar krizini ulusal ölçekli referandumla aşmak ve kendisini tartışılmaz “kurucu ulusal kahraman” (Atakürt) olarak kabul ettirmek idi. Ne ki kapsayıcı birleştirici davranmayan Barzani, ulusal kongre çağrılarına kulak tıkadığı gibi kendi yerel parlamentosunu da toplamaya yanaşmadı; iki yıldır kapalı tuttuğu parlamentonun başkanı Yusuf Muhammed’in başkent Erbil’e girişini bile yasakladı. Süresi çoktan dolduğu halde başkanlık seçimi yapmaya yanaşmadı, başkanlık seçimi yerine referandumu gündeme getirdi.
***

Sonuçta öyle ya da böyle, referandum devletsiz ulusun kaderinde “bağımsız devlet dönemeci olarak önem kazandı ama Kürtlerin tümünü ve bölgedeki diğer halkları katan bir süreç olmadı. Referandum kampanyasını esas olarak, petrol ticaretiyle zenginleşen aşiret reisleri, güçlü aileler çevresinde örgütlenmiş partiler ve hareketler yürüttü. Süreci neredeyse tek başına yürüten Barzani kendisine yönelik muhalefeti etkisizleştirmek için referandumu araçsallaştırdı; en yakın destekçileri ABD’nin ve AKP iktidarının uyarılarını bile dikkate almadı.
 Etkili muhalefet hareketlerinden GORAN (Değişim Hareketi), uzlaşma sağlanmadan dayatılan referandumu mevcut siyasi, güvenlik, ekonomik ve toplumsal duruma uygun bulmadığını açıkladı; daha uygun bir zamanda referandum yapılmak üzere Meclis’in toplanması çağrısında bulundu.
İslami Toplum Partisi Komel de hizbi ve şahsi çıkarlarla gündeme getirildiği gerekçesiyle referandumun başarısız olacağını savundu; Meclis’in toplanmasını istedi.
PKK ile İran’daki uzantısı PJAK ve Suriye’deki kolu PYD net olarak referanduma karşı çıktılar. KCK ve PKK’nin yöneticileri, demokratik süreçte gündeme getirilmediği, ulusal kongrenin toplanmadığı, bağımsızlık sağlamayacağı, ulus devlet çağının geçtiği gerekçesiyle referanduma karşı açıklamalar yaptılar. Duran Kalkan, eskiden devletleşmeyi savunduklarını, zamanla bu yanlıştan arındıklarını, önemli olanın devletleşmek değil toplumun kendi kendini yönetebilmesi olduğunu belirtti; “Bu referanduma kim karar veriyor? ‘Ben yaparım olur’ demek dar bir propaganda işine benziyor” diyerek eleştirilerini sıraladı.
Suriye Kürt bölgesi Rojava’dan PYD Eşbaşkanı Salih Müslim de ulus devletlerin halkları birbirine düşürdüğünü belirtti; “İçinde bulunduğumuz şu durumda bağımsızlığın Kürtlerin yararına olacağını sanmıyorum. Ülkeleri bölmenin ve milletleri birbirinden ayırmanın doğru olduğunu düşünmüyorum” diyerek referanduma karşı çıktı.
PKK ve PYD yöneticilerinin referanduma karşı açıklamaları, Barzani ile rekabet kaygısıyla yapılmış açıklamalar olduğu kadar, PKK kurucu başkanı Abdullah Öcalan’ın yıllar önce seslendirdiği çizgiyle uyumluydu. Öcalan 5 Ocak 2005 tarihli görüşmede şöyle diyordu: Güney’de bir Kürt devleti doğuyor. Arkasında ABD ve Avrupa var. Bu devletin ideolojisi milliyetçidir. Bu milliyetçilik yerinde durmayacak. İran’dan, Türk’ten, Arap’tan, şundan bundan bir şey isteyecek. Bu da katliamları getirecek. Bunlar yaygınlaşacak. İkinci bir Siyonizm gibi Kürt işbirlikçiliğinin devletleşmesi söz konusudur. Kürt milliyetçiliğinin devletleşmesi İran ve Türkiye'ye karşı kullanılacak. Ben bunu engellemeye çalıştım.
 KDP dışındaki en etkili Kürt hareketleri referanduma karşı tavır alırken, kurulması özlenen devletin ezilen sömürülen Kürt halk sınıflarının mı, yoksa Barzani ailesiyle temsil edilen Kürt egemenlerinin mi devleti olacağı sorusu referandum sürecinde hemen hemen hiç tartışılmadı. Yani referanduma Kürt coğrafyasının ulusal sınıfsal uzlaşmasıyla gidilmedi. Barzani liderliğindeki KDP dışında ağırlıklı Kürt partileri ve hareketleri ancak ve ancak Türk, Arap ve Fars devletlerinin tehditlerine tepki olarak, son gün referanduma destek verdiler.
***

Referandum yüzde 90’ı aşan oy oranıyla Barzani’nin istediği şekilde sonuçlandı ama Kürtler için kâbusa ve kaosa dönüştü. Uluslararası platformda İsrail dışında kimsenin desteklemediği referandumun ardından Türk, Arap ve Fars devletleri aralarındaki tüm anlaşmazlıkları bir kenara bırakarak Kürdistan yönetimine karşı harekete geçince, ABD ve diğer Batılı emperyalistler Türk, Arap ve Fars dünyasını Kürtlere tercih ettiler. Barzani, referandumu ertelemesi yönündeki çağrılara kulak vermediği için Batılı destekçileri tarafından yalnız bırakıldı. Başta Kerkük, Celavla, Tuzhurmatu olmak üzere tartışmalı bölgeler Kürt yönetiminin elinden çıktı. Böylece Irak Kürt Yönetimi bölgesi yüzde 40 kadar küçüldü. Referandum kampanyasında bağımsız Kürdistan için ölmeye hazır olduğu propagandası yapan Peşmerge Başkomutanı Mesut Barzani, Kerkük’teki peşmergelere “direnin” komutu veremedi. Tartışmalı bölgeleri ele geçiren Bağdat, sınır kapıları ve havaalanlarının da teslimini istedi. Bir yandan da Türkiye ve İran, sınırları ve hava sahasını kapattılar.
Petrol sahaları da Kürt yönetiminden alındı, petrol ticareti Bağdat yönetimine kaydırıldı. Petrol gelirinden mahrum kalmak ve sınırların kapanması ekonomik krizin derinleşmesi demek. Barzani yönetimi zaten iki yıldır memur maaşlarını ödeyemiyor, çeyrek maaş verebiliyordu. Muhtemeldir ki, tartışmalı bölgeler Bağdat yönetimiyle (örneğin hiç değilse memur maaşlarının düzenli ödenmesi gibi) ekonomi içerikli bir anlaşmanın sonucu teslim edilmiştir.
Hepsinden önemlisi kadersiz Kürt halkının iç bölünmüşlükle daha da yaralanmasıdır.  Anlaşılıyor ki, onlarca yıllık özerklik deneyimine karşın Kürt bölgesi feodal aşiret yapılanmasını aşıp modern devlet kurabilecek olgunluğa erişememiş, her aşiret kendi özerk devletçiğine hapsolmuştur. Referandumun tozu dumanı ardından Irak Kürdistan’ında 1990’lardaki “birakûjî” günlerindeki gibi Erbil ve Süleymaniye merkezli kopuşmanın nüksedebileceğine ilişkin haberler gelmektedir.
***

Gelinen noktada Kürt sosyalistleri kadar Türk, Arap ve Fars sosyalistleri de referandum sürecini serinkanlılıkla değerlendirmek, yapılan yanlışlıkları dürüstçe saptamak durumundadırlar.
Kişisel olarak genel bir değerlendirme yapmam gerekirse:
Kendi kaderini tayin, bağımsızlık ve devletleşme Kürt halkının meşru hakkıdır. Bağımsızlık ve devletleşmek Türk, Arap, Fars halklarının ne kadar hakkıysa Kürtlerin de o kadar hakkıdır. Bu hakkın tespiti için aslında referandum da gerekmez.
Kendi kaderini tayin ve devletleşme hakkını mutlaklaştırmak ve ayrılma hakkı her zaman her şart altında kullanılmalıdır önermesi de doğru değildir. Boşanma hakkı, illa boşansınlar anlamına gelmez. Siyam ikizleriymişlercesine iç içe geçmiş, anavatanları arasındaki sınır belirsizleşmiş halkların ayrılmasını savunmak intiharı savunmaktan farksızdır. Bu durumdaki halklar aralarında siyasi sınır olmadan eşit koşullarda bir arada yaşamalı ve emperyalistlere karşı birlikte mücadele vermelidirler. Yine de ayrılmak, devletleşmek tercihine sadece saygı duyulmalı, “sorun filan devletin toprak bütünlüğü içinde çözülmeli” diye ahkâm kesilmemelidir. Lenin’in vurguladığı gibi “Kapitalist devlette, ulusların kendi kaderini tayin etme hakkını, yani ulusların ayrılma hakkını reddetmek, egemen ulusun ayrıcalıklarını savunmaya eşittir.” 
Kürtler kendi kaderlerini bağımlı devlet, bağımsız devlet, federasyon, demokratik kültürel özerklik, özyönetim, konfederalizm seçeneklerinden hangisiyle tayin etmek isterler, kendileri bilir. Kendi kaderini tayin sürecindeki anti demokratik işleyiş ve taktik görüş tutum ayrılıkları da başkalarından önce kendi sorunlarıdır.
Nihayet vurgulanmalı ki, emek-sermaye çelişkisini gözetmeyen ya da önemsiz gösteren, toplumsal eşitsizlikleri değil etnik farklılıkları öne çıkaran politikalar halklara mutluluk getirmez.
Irak Kürdistan’ında emek sermaye çelişkisi neredeyse hiç öne çıkmadı. Öne çıkan hep aşiret ve aile çıkarları, mezhep ve tarikat kardeşliği oldu. Mezhep ve tarikat kardeşliği, aşiret ve ailevi çıkarlar ulusal çıkarların önüne geçti. En bariz örnek olarak Barzani ailesi, bölge siyasetinde Kürt kardeşleri aleyhine “mezhep ve tarikat kardeşi” AKP ile ittifak kurabildi. Kürt kardeşleri aleyhine ittifakla kalmadı, Türkiye’nin başkanlık referandumunda diktatörlük cephesinde yer aldı. AKP liderliği ise devlet başkanı muamelesi yapıp bağımsızlık referandumuna özendirmesine karşın, kendi çıkarı tehlikeye düştüğü için mezhep ve tarikat kardeşliğini bir kenara bıraktı; Türk, Fars ve Arap milliyetçiliğiyle ittifak kurup Barzani’yi kaderiyle baş başa bırakmakta tereddüt etmedi.
Halklar ve uluslar arasında egemenlik anlaşmazlığı söz konusu olduğunda şu husus da vurgulanmalı ki, ezen ulus milliyetçiliği ile ezilen ulus milliyetçiliği aynı kefeye konulamaz; başka ulusları ezen uluslar özgür olamazlar.
En önemlisi de kendi özgücüne dayanmayan, emperyalistlerin himmetiyle sağlanacak devletleşme halklara özgürlük bağımsızlık ve mutluluk getirmez. Emperyalistler eliyle gerçekleşip halka özgürlük getiren bir devletleşmeye tarih boyunca tanık olunmadı. Antikapitalist olmayan bir devletleşmenin de kısa sürede ilerici devrimci barutunu yitirip tekrar emperyalizme eklemlenmesinin pek çok örneği vardır tarihte. Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşu, bağımsızlığın ardından yeniden sömürgeleşmenin deneyimi olduğu kadar başka ulusları ezen ulusların özgür olamayacağı gerçeğinin de tarihsel doğrulanmasıdır.

Sonuç olarak Irak Kürdistan’ındaki ezilen halklar ve sınıflar kendilerine emperyalistlerin inşa edecekleri bağımlı bir devlette değil, esas olarak kendi özgüçleriyle elde edecekleri bir devletleşme veya yapılanmada aramalıdırlar özgürlüğü.

Not: Aşağıdaki "Bağımsız Kürt Devletine Doğru"  yazıya da göz atılabilir.
http://rahmi-yildirim.blogspot.com.tr/2014/07/bagimsiz-kurt-devletine-dogru.html

17 Ekim 2017 Salı

İKİNCİ İSTİKLAL HARBİ’NİN BAŞKOMUTANI TAYYİP ERDOĞAN!

Oksimoron sözcüğü günlük dilde sıkça kullanılıyor ama henüz Türkçe karşılığı yok. Birbiriyle çelişen veya tamamen karşıt iki kavram veya olgunun birlikte anılmasına oksimoron deniyor. Örneğin, yoksul milyarder, demokrat faşist, özgürlükçü diktatör, ateist imam, dindar Marks, materyalist Hegel, hümanist Hitler, beyefendi Fatih Terim gibi...
“Bilgisayar dâhisi Rahmi Yıldırım” ifadesi de oksimorondur. Harbiye’deki bilgisayar dersinin vize sınavında Rahmi 100 üzerinden sadece dört almıştı. Final nasıldı, hiç anımsamıyor. Bugün bile bilgisayarı daha çok daktilo niyetine kullanabiliyor...
***

Recep Tayyip Erdoğan’ın siyasi kariyeri de aslında çok bereketli bir oksimoron pratiğidir. Özellikle iktidarının ilk yıllarında, memleketin çakma liberalleri (Ertuğrul Özkökgiller yani) Erdoğan’a yakıştırmadık nitelik bırakmadılar. Müslüman demokrat, özgürlükçü, laik, barışçı, sakin lider sıfatları, yakıştırdıkları sıfatların başında geliyordu.
Ömründe demokrasi görmemiş yurttaş olarak ben de inanmak istedim Erdoğan’ın demokrat, özgürlükçü, barışçı, laik bir lider olduğuna ama bir türlü ikna edemedim kendimi. Ne zaman ikna edecek olsam kendimi, karşıma Erdoğan çıktı.
Demokrat ve laik olmadığını, demokrasiyi amaçlamadığını bizzat söylemişti Erdoğan. İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı’yken aynen “Demokrasi bir tramvaydır, gittiğimiz yere kadar gider, orada ineriz. Demokrasi amaç değil araçtır!” demişti (Milliyet, 14 Temmuz 1996).
Yine İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı’yken 1995 yılında partisinin Ümraniye teşkilat binasının açılışında “Ben Müslümanım diyenin aynı zamanda laikim demesi mümkün değil. Niye? Çünkü, Müslümanlığın yaratıcısı Allah kesin hakimiyetin sahibidir. Tutturmuşlar laiklik elden gidiyor diye. Bu millet istedikten sonra tabii elden gidecek” diyordu.
Erdoğan demokrat ve laik değildi de neydi? Yanıt yine kendisinden: Elhamdülillah şeriatçıyız” (Milliyet, 21 Kasım 1994).
Demokrat ve laik olmadığını, şeriatçı olduğunu bizzat söylemişti; iktidarının ilk yıllarında bile öyle aman aman demokrat ve laik olmamıştı. Yine de “Taç giyen baş akıllanır, Erdoğan da değişir demokrat olur” diye ummak inanmak istedim. En yakın arkadaşı Mehmet Metiner “İnanma!” dedi. Niye inanmayacakmışım Mehmet diye sordum. “Erdoğan’la demokratik bir Türkiye inşa edileceği kanaatinde değilim. Çünkü icazet aldığı içerideki çevreler statükonun sahici sahipleri” diye yanıt verdi Mehmet. Gerçi sonradan bu ifşaatından dolayı Mehmet özür diledi, Emine Hanım’ın önünde yerlere kadar eğildi, “cahillik ettim” dedi ama olan bana oldu. Birbirlerini en iyi kendileri bilir dedim, Erdoğan’dan demokrat siyasetçi çıkmayacağına kanaat getirdim. Çakma liberaller ise “demokrat ve laik Erdoğan” masalı anlatmaya devam ettiler. Su katılmamış bir oksimorondu Erdoğan’ın demokratlığı ve laikliği. Lakin çakma liberaller, oksimoron olsun diye anlatmamışlardı bu masalı.
***

Erdoğan demokrat ve laik olmadığı gibi barışçı ve sakin bir siyasetçi de değil. İktidarının ilk yıllarında da barışçı ve sakin değildi. On beş yıllık iktidarına tanık olup Erdoğan’ın barışçı ve sakin bir siyasetçi olduğunu savunacak kaç kanaat bezirgânı çıkar acaba!
Siyasi kariyerinin her anında, özellikle iç siyasette Erdoğan ne yapıyor ediyor, bir gerginlik konusu buluyor, öfkeden gözleri fırlayacak, boyun damarları çatlayacakmışçasına bağırdıkça bağırıyor. Gerilim, Erdoğan’ın bilinçli tercihi. Bu sayede yandaşlarını ve kullarını istim üzerinde tutuyor. Gündemde hiçbir gerilim konusu yoksa ne gam, CHP var; CHP yoksa HDP var... Yani Erdoğan’a yakıştırılan “barışçı, birleştirici, sakin siyasetçi” nitelemesi de bir oksimorondan ibaret. Soma’da acılı madenciyi “İsrail dölü” diyerek tokatladığını anımsıyorum da...
***

Çakma liberaller Erdoğan’ı “Müslüman demokrat, laik, barışçı, birleştirici, sakin siyasetçi” diye pazarlamakla kalmadılar; Atatürkçü, hatta “neo Atatürk” bile ilan ettiler. Lakin Erdoğan söylev ve demeçlerinde değil “Atatürkçüyüm” demeye, Atatürk demeye bile yanaşmadı; Gazi Mustafa Kemal diyegeldi. Cihan adlı rahmetli at, çakma liberallerden daha dürüst ve namuslu çıktı; biniciliğe heves eden Erdoğan’ı sırtından attı. Çağdaş Köroğlu efsanesi başlamadan bitti ama Ertuğrul Özkök’ün gazetesi, Erdoğan’ın attan düşmesini binicilik uzmanlarına “Düşüş mükemmel” diye yorumlattırdı!!! Mükemmel düşüş de bir oksimorondu.
Demokrat ve laik, barışçı ve sakin, neo Atatürk Erdoğan” oksimoronun ta kendisiydi; lakin çakma liberaller oksimoron olsun diye yakıştırmamışlardı. Onların derdi bordrosundan zıkkımlandıkları patronlarının ihale işleriydi.
***

Erdoğan da gücü elinde bulundurmanın rahatlığıyla ihale ve rant dağıtmaktan ziyadesiyle memnundu; oksimoron üretimine esin kaynağı olmaktan zerrece şikâyetçi değildi. Öyle ki, AKP iktidarının ilk günlerinde Avrupa Birliği’ne karasevdalıydı! Evet evet, karasevda! Daha iktidara gelişinin ilk haftasında, devrin İtalya Başbakanı Silvio Berlusconi ile hoşbeşten sonra, “Allah’ın emrini peygamberin kavli”ni bile anmadan sebebi ziyaretini şöyle açıklamıştı:
- AB ile nikâh kıymak istiyoruz...
Berlusconi anasının gözü, babasının kulağı. “Hele bir düşünelim” diye nazlanmadan o da Tayyip  Erdoğan’a sormuştu:
- Aşk nikâhı mı, mantık nikâhı mı?
Tayyip Erdoğan o kadar sabırsızdı ki, kestirip atmıştı:
- Katolik nikâhı olsun, bir daha bozulmasın!
AB ile Katolik nikâhına talipli Tayyip Erdoğan da oksimoronun ta kendisiydi ama o günlerde bunun farkında olan kimse sayısı çok ama çok azdı.
***

Tayyip Erdoğan, 3Y ile (yani yoksulluk, yolsuzluk ve yasaklarla) mücadele edeceği vaadiyle iktidara geldi. Atatürk ve laiklik ile aldatanların yolsuzluklarından yaka silkmiş bir yurttaş olarak “Bunlar Müslüman adamlar, yolsuzluk yapmazlar, yapanlarla mücadele ederler, zenginden alıp fakire verirler” diye umdum, inanmak istedim. Lakin Süleyman Soylu (tanıyorsunuz kendisini, şu anda İçişleri Bakanı olarak Tayyip’in en yakın dava ve silah arkadaşlarından) “inanma!” dedi. Niye inanmayacakmışım Süleyman diye sordum. “Paçalarından yolsuzluk akıyor. Türkiye’de ihale ve yandaş belediyeciliği yapılmaktadır” diye karşılık verdi Süleyman (10 Aralık 2008).
Süleyman doğru mu söylüyor diye düşünürken Prof. Dr. Numan Kurtulmuş (şu anda Kültür ve Turizm Bakanı galiba) “Biz Firavunlaşmayacağız. Harun olmaya geldiler ama yoldan çıkıp Karun oldular. Bizim hırsızımız olmayacak…” diye ekledi (Milli Gazete, 12 Temmuz 2010).
Bütün bunların üstüne Erdoğan’ın yakın dostu, ulemadan fıkıh alimi Prof. Dr. Hayrettin Karaman “Yolsuzluk hırsızlık değildir” diye fetva vermesin mi? (Yeni Şafak, 21 Aralık 2014). Bana diyecek söz kalmadı. Birbirlerini en iyi kendileri bilir diyebildim. Anladım ki, yolsuzluklarla mücadelenin mücahidi Tayyip Erdoğan da oksimorondan ibaretmiş!
***

Recep Tayyip Erdoğan’lı oksimoron pratiğinin ve propagandanın zirvesi tahmin edilemez. Her defasında “bundan ötesi olmaz” dense de ondan ötesi de oluyor. Yakıştırmanın zirvesi için “Vizyon sahibi lider” “Dünya lideri” dense de yetmiyor. Peygamber ne kelime! “Allah’ın bütün vasıflarını üzerinde taşıyan lider” diyen bile çıktı. İlginçtir, Allah’a eş koşulmasına kendisi de itiraz etmedi.
Allah’ın bütün vasıflarını üzerinde taşıyor, vizyon sahibi dünya lideri ama nedense bir dediği diğerini tutmuyor, üç beş gün sonrasını bile öngöremiyor. Şam’daki camide şükür namazı kılacağını söylemesinin üzerinden kaç yıl geçti, kendisi bile hatırlamıyordur herhalde.
Varsın hiçbir öngörüsü gerçekleşmesin, ne gam! Kulları “vardır bir bildiği” deyip zerre toz kondurmuyorlar, yücelttikçe yüceltiyorlar. Son yılların revaçta yakıştırması, “İstiklal Harbi Başkomutanı Tayyip Erdoğan”. Durduk yerde yakıştırılmadı. “Ne istediyse verdiği” yol arkadaşının 17/25 Aralık yumruğuna maruz kalınca, kendisi “İkinci İstiklal Harbi” başlattı. İstiklal Harbi(!) dört yıldır sürüyor, hangi tarihte zaferle sonuçlanacağını kimse bilmiyor.
Tabii istiklal harpleri emperyalistlere karşı verilir. Emperyalizme karşı istiklal harbi askeri, siyasi, ekonomik, diplomatik cephelerde verilir; yanı sıra psikolojik harp cephesi açılır. Psikolojik harp cephesinde daha çok propaganda yapılır. İşte Erdoğan’ın dört yıldır sürdürdüğü İkinci İstiklal Harbi’nin paralı psikolojik harp leşkerleri, ABD ve AB ile yaşanan gerilim üzerine son haftalarda “antiemperyalist Tayyip Erdoğan” propagandası yapıyorlar. Öyle benimsendi ki, solcu bilinen kimi entelektüeller bile ABD ile yaşanan vize krizinden bu yana “antiemperyalist Tayyip Erdoğan” masalı anlatıyorlar, emperyalizme karşı Erdoğan’ın arkasında saf tutmaya çağırıyorlar.
Emperyalizme karşı savaş denildiğinde hemen sarılacak silah arayan bir yurttaş olarak ben de inanmak istiyorum Tayyip Erdoğan’ın antiemperyalist mücadele verdiğine; emperyalizme karşı Erdoğan’ın arkasında safa girmek istiyorum ama en yakın arkadaşı Mehmet Metiner engel oluyor. Mehmet dedi ki, “Erdoğan'ın kapasitesi Türkiye'yi yönetmeye yetmez; entelektüel birikimi dar ve geri. Uluslararası bir organizasyonun çabasıyla işbaşına getirildi.
Erdoğan hangi uluslararası organizasyon tarafından işbaşına getirilmiş, doğrusu bilmiyorum! Rastladığımda Mehmet’e soracağım. Belki de Erdoğan’ın en yakın arkadaşlarından Cüneyt Zapsu’nun gidip yalvardığı yerdedir sözü edilen uluslararası organizasyon. Hani 2006 yılında Washington’a giden Cüneyt, basına açık toplantıda Erdoğan için “Bizim ABD’ye ihtiyacımız var. Bu adam dürüst bir adam. Bu adamdan yararlanın. Bence onu devirmeye çalışmak, delikten aşağı koymak yerine onu kullanın... Teklifim budur.” diye yalvarmıştı ya. Belki de oradadır Metiner’in sözünü ettiği uluslararası organizasyon!
Mehmet’in ifşaatı Cüneyt’in yalvarması bir yana, en güçlü emperyalist devlet ABD’nin Büyük Ortadoğu Projesi BOP’un eşbaşkanı Tayyip’in Amerikan ordusuyla birlikte Müslüman komşu Irak’ın üstüne çullanmasını, yine ABD’ye güvenerek Şam’da zafer namazı rüyasına dalmasını, bugün de emperyalist Rusya ile birlikte Suriye’yi girmesini gözümün önüne getiriyorum da...
Ne demiş atalarımız: Ölü gözünden yaş imamevinden aş çıkmaz. Atalarımızın dediklerine eklemek uygun düşerse, Erdoğan’dan da “İkinci İstiklal Harbinin Antiemperyalist Başkomutanı” çıkmaz; çıksa çıksa alt emperyalist ya da daha uygun deyimle taşeron emperyalist çıkar. Antiemperyalist Tayyip Erdoğan oksimorondan ibarettir.

HAMİŞ:
Emperyalizm, günlük siyasi terminolojide, bir devletin veya ulusun başka bir devleti veya ulusu ekonomik siyasi kültürel olarak boyunduruk altına alması ve sömürmesi olarak tanımlanıyor.
Sosyalistlerin emperyalizm tanımını Lenin yapmıştır. Buna göre, emperyalizm kapitalizmin tekelci aşamasıdır. Tekelci kapitalizm evresinde serbest rekabet sona ermiş, banka sermayesi sanayi sermayesi ile bütünleşerek mali oligarşiyi oluşturmuştur. Sermaye ihracı yoluyla sömürü meta ihracı yoluyla sömürüden daha önemli hale gelmiştir. En büyük kapitalist devletler ve güçler arasında dünyanın paylaşımı tamamlanmıştır.
Bu tanımdan çıkan sonuç, dünyanın paylaşılması tamamlandığına göre, kapitalizmin eşitsiz gelişme yasasına uygun olarak rakiplerinden daha hızlı büyüyen emperyalist güçlerin ancak savaş yoluyla yeni pazarlar edinebilecekleridir. Bu da sosyalist devrime elverişli kriz durumu demektir. Ünlü deyişle, ya savaş devrime yol açar ya da devrim savaşı önler...

Sosyalistlerin bir de alt emperyalizm tanımı vardır. Buna göre, ekonomik askeri kültürel gücüyle belirli bir bölgeyi dünyanın efendileriyle işbirliği içinde, onlar adına vekâleten denetleyen devletler alt emperyalist olarak adlandırılır. Bölgesel emperyalistler küresel emperyalizmin bölgesel çıkarlarıyla uyumlu hareket etmelerine karşın konjonktürel isteklerini pazarlık konusu yapabilirler. Alt emperyalizm bölgesel yayılma isteğini de içerir.

7 Ekim 2017 Cumartesi

TAYYİP ERDOĞAN DA METAL YORGUNUDUR!

Metal yorgunluğu, en sade anlatımla, metal malzemenin basınç, titreşim, aşınma, sürekli kullanım, bakımsızlık vs nedenlerle kullanım değerinin azalmasıdır. Yorulan metal malzeme sık sık arızalanır, nihayet çatlar veya kırılır. Metal malzeme kaldırabileceğinden ağır, taşıyabileceğinden fazla yükün altına sokulunca da yorulur ve kırılır.
İki yüz bin kilometredeki otomobilin sıfır kilometredeki otomobilden farklı olmasına da benzetilebilir metal yorgunluğu. Parçaları ne kadar değiştirilse değiştirilsin, bir süre sonra otomobil hurdaya çıkar; askeriyedeki deyimle, HEK’e (hurda eski köhne) ayrılır.
İşleyen demir ışıldar dense de, metaller gibi insanlar da yorulurlar. Zaten yorulmak en çok insana mahsustur. (Yorulmayan sadece ve sadece tanrıdır ki, semavi inanca göre o bile evreni altı günde yaratmış ve yedinci gün arşa kurularak dinlenmiştir.) İnsan da ruhen ve zihnen yorulur; fiziken bir rahatsızlığı olmadığı halde sürmenaj olup işten güçten düşebilir. Başladığı işi ne kadar severse sevsin, bir süre sonra bıkar, şevkini heyecanını yitirir. Düz memur veya işçi ise sorun yok, yorgunluğu en fazla kendisine zarar verir. Yönetici ise, astlarına maiyetine Allah yardım etsin! Her şeyi sadece o bilir, en doğru kararı sadece o verir. O emredecek, maiyeti emre uyacaktır. En ufak eleştiriye bile tahammülü yoktur; dostane uyarıları kendisine karşı tezgâhlanmış komplo, ayağını kaydırmak, kuyusunu kazmak olarak görür. Eskisi gibi sevecen değildir, her vesileyle sinirlenir, bağırır çağırır, terbiye fakiriyse küfreder, kırar geçirir. En mükemmel işlerde bile bit yeniği  arar, normalde anlayışla karşılanacak bir hata nedeniyle çok kolay adam harcar. Böyle olunca da şirkette örgütte kolektif üretim verim düşer; kriz, yöneticinin değiştirilmesiyle aşılır.
Tabii tek tek insanlar yoruldukları gibi örgütler ve devletler de yorulurlar. Yorulan örgütler ve devletler toplumu da yorarlar, bıktırırlar, mutsuz ederler. Örneğin, devleti kuran CHP yirmi yedi yıl süren iktidarında yoruldu, toplumu küstürdü, kendisini yenileyemediği için iktidarı devretmek zorunda kaldı; hâlen de kendisini yenileyebilmiş değil.
Bugün AKP için de metal yorgunluğundan söz ediliyor. Metal yorgunluğu deyimi ne kadar doğru tartışılır elbette. İktidar yorgunluğu çok daha açıklayıcı bir deyim. Yanı sıra iktidar zehirlenmesi veya Erdal Atabek’in ifadesiyle “haramın ağırlığı” da söz konusudur.
AKP’nin metal yorgunu olduğunu bizzat genel başkanı söylüyor. Oysa ki iktidarının 10’uncu yılında Kızılcahamam kampında “Partimizde birilerinin beklediği gibi bir metal yorgunluk asla yok. Tam tersine heyecanımız, dinamizmimiz, üretkenliğimiz en az iktidara geldiğimiz günkü kadar diridir” diye övünüyordu.
Aradan geçen beş yılda “heyecan, dinamizm, üretkenlik” tükenmiş olmalı ki, bir süredir metal yorgunluktan dem vuruyor. Çare olarak örgütün yenilenmesinden, çaptan düşen yöneticilerin değiştirilmesinden söz ediyor. Değişime İstanbul’dan başladı, Belediye Başkanı Kadir Topbaş’ı istifa ettirdi. Seçimle gelen seçimle gitmeli eleştirilerine kulak asmadı. Başbakan Davutzade’yi istifa ettirdiğinde bile eleştirilere kulak asmamıştı. Tuhaftır, Davutzade kuzu kuzu istifa etti. Ülkenin en önemli kentinin belediye başkanı da kuzu kuzu istifa ederken adam yerine konmamaktan yakındı sadece. Bir tek eski TOKİ Bakanı Erdoğan Bayraktar, istifası istendiğinde “Ben ne yaptıysam Başbakan Erdoğan emrettiği için yaptım. Ben niye istifa edeyim ki! İstifa edilecekse Başbakan istifa etsin” diye itiraza yeltenmiş ama sadece bir iki saat sonra bu sözlerini geri almıştı. Bugün istifası istenenlerden Melih Gökçek nesine güvenerek direniyor, rivayetler muhtelif...
***

Belediye başkanlarını, partinin genel merkez ve yerel yöneticilerini değiştirmek iktidar yorgunluğuna ne kadar çare olur, bilemem. Şurası kesin ki, AKP sadece kendisi yorulmadı, devleti ve halkı da çok ama çok yordu, bıktırdı.
Yasakları yolsuzlukları yoksulluğu yenme söyleminin kofluğuyla yordu.
Eş-dost-akraba kayırmacılığıyla, partizanlığıyla yordu bıktırdı.
Cumhuriyet tarihinin en ağır yolsuzluk hırsızlık iddialarını örtbas etmekle yordu.
İç ve dış politikada her tutarsızlığın ve tükürdüğünü yalamanın ardından “yanıldık, kandık, aldandık” mazeretine sığınmasıyla yordu, bıktırdı.
Çok kanallı ama tek sesli ekranlardan her saat evlerimizi işgal etmesiyle yordu bıktırdı.
Mezhepçi ortaçağ kafasıyla halkı yarı yarıya birbirinden nefret eder hale getirmesiyle yordu.
Din ticaretiyle, din istismarıyla, Alevilerin cemevlerinden yasallığı esirgerken her yere cami ve imam hatip mektebi kondurmasıyla yordu bıktırdı.
Nihayet Fetullah cemaatine ne istediyse verip ülkeye 15 Temmuz faciasını yaşatmasıyla yordu bıktırdı, illallah dedirtti.
***

RTE elbette devleti ve halkı yorduklarını kabul etmiyor, partisinin metal yorgunu olduğunu söylemekle yetiniyor. Aslında yorulan bizatihi RTE’dir. On beş yıllık kesintisiz iktidar devleti ve milleti yorduğu gibi RTE’yi de yordu yıprattı. Her kul gibi RTE de çok yoruldu hem de çok metal yoruldu. O yorgunlukla yaptığı hataların işlediği günahların sonu gelmiyor. Her biri diğerinden vahim hatalarının haddi hesabı yok. Soma’da acılı madenciyi “İsrail dölü” diyerek tokatlamasını hatırlıyorum da...
Yorulan her yönetici gibi RTE de özeleştiri yapmak yerine maiyetini suçluyor, astlarını “nöbet” değişimine zorluyor. Oysa değiştirilmesi gereken öncelikle zihniyettir, siyasal İslamcı siyaset anlayışıdır. Ne talihsizlik ki, demokratik laik siyaset, siyasal İslamcı siyaseti geriletip alaşağı edecek kadar güçlü ve örgütlü değil. Öyle olunca da “metal yorgunu” RTE, kendi bekası için arkadaşlarını harcamakta sakınca görmüyor.
Demokratik laik siyasetin konjonktürel güçsüzlüğüne karşın naçizane önerim, iktidar zehirlenmesinin ilacı istifa ise, en başta RTE istifa etmelidir. Gönül rızasıyla çekilmiyorsa istifaya mecbur bırakılmalıdır. Yoksa, “yanıldık, kandık, aldandık, Allah affetsin” mazeretiyle daha çoook oyalanırız. Olan memlekete olur, dinci faşizmin karanlığından aydınlığa çıkış geciktikçe gecikir.