25 Nisan 2023 Salı

ECEVİT YAŞASA AKP’YE OY VERİR MİYDİ?

Necmettin Erbakan Atatürk ve laiklik karşıtlığı söz konusu edildiğinde “Atatürk yaşasaydı Milli Görüşçü olurdu” diyerek üste çıkmaya çalışırdı. Bugün de DSP Genel Başkanı Önder Aksakal, “Bülent Ecevit, Deniz Gezmiş yaşasalar, Cumhur İttifakı’na oy verirlerdi” demiş.

Sağcı siyasetçilerin klasik demagojileridir; ne zaman mantıklı bir açıklama getiremeyecekleri duruma düşseler bu gibi absürt çarpıtmalara başvururlar. Sadece Türkiye’de değil Almanya’da da öyle. Almanya’da 2021 seçimleri öncesinde faşist AfD’nin adayları da Türklerin oyunu alabilmek için Atatürk resimli afiş yapıp “Atatürk de AfD’ye oy verirdi” diye yazmışlardı.

Önder Aksakal bir de eski solcuymuş, yani dönek. Öyle çok ki dönekler. İçlerinde Şahin Alpay, Çetin Altan gibi kaliteli olanları var. Önder Aksakal ise ciddiye almaya değmez. Deniz Gezmiş’i dönekliğine malzeme yapması da cevap vermeye değmez. Aşağıdaki yazı, “Bülent Ecevit yaşasa Cumhur İttifakı’na oy verir miydi?” sorusuna yanıt yerine geçsin.

***

KARAOĞLAN’DAN UZUN ADAM’A

Bülent Ecevit, Türkiye’nin soldan aydınlandığı 1960’lı 70’li yıllarda, ezilenlerin, işçilerin ve köylülerin çıkarlarını seslendiren söylemiyle “halkçı lider” imajı edinmiş, Karaoğlan lakabıyla anılır olmuştu. “Ne ezen ne ezilen, insanca hakça bir düzen”, “Toprak işleyenin su kullananın” derken, ezilenlerin susamışlığına tercüman oluyordu. Çelişkilere ve tutarsızlıklara karşın icraatı da “halkçı lider” imajını güçlendiriyordu. Sendikal haklar, Çalışma Bakanı Bülent Ecevit’in çabasıyla işçilerin dünyasına girmişti. On yılların devletçi bürokrat partisi CHP, Ecevit’in liderliğinde sola açılmıştı. Ecevit özel hayatında da sade bir yaşam sürüyor, adı yolsuzluklarla birlikte anılmıyordu.

Recep Tayyip Erdoğan da “fakir fukaranın, garip gurebanın, öksüz yetimin babası, işçilerin emekçilerin abisi” imajıyla biliniyor. Partisi AKP daha çok işçilerden köylülerden, kentlerin dar gelirli varoş sakinlerinden oy alageldi. Yani normalde sol partileri destekleyeceği umulan bir seçmen kitlesi. Araştırmalar AKP seçmenlerinin diğer partilerin seçmen kitlesine göre, özellikle CHP seçmenlerine göre daha düşük gelirli, eğitim düzeyi daha düşük, daha dindar, temel hak ve özgürlüklere daha az duyarlı olduğunu gösteriyor. Bu seçmen profilinin yol açtığı siyaset algısı da belli: CHP burjuva partisi, AKP dar gelirli ve emekçi partisi! Sosyalistler ise uzaydan gelmiş tuhaf kılıklı yaratıklar!

Bu algı içinde Recep Tayyip Erdoğan seçmenlerinin gözünde ezilenlerin lideri! İktidarının ilk yıllarında kendisinden Uzun Adam diye söz ediliyordu.

Uzun Adam, Necmettin Erbakan ile yolunu ayırdıktan sonra partisinin kuruluş toplantısını bir sendikanın genel merkez binasında yapmıştı. Partisini bir sendikanın genel merkezinde kuran liderin iktidara gelir gelmez, işçiler ve sendikalar lehine işler yapması beklenir değil mi? Peki, Başbakan olur olmaz Tayyip Erdoğan’ın TBMM’den geçirdiği ilk yasayı hatırlayan bir işçi veya sendikacı var mıdır? Herhalde yoktur. Naçizane hatırlatayım.

***

ECEVİT “İŞ GÜVENCESİ YASASI” ÇIKARDI, ERDOĞAN KUŞA ÇEVİRDİ

Karaoğlan Ecevit, son başbakanlığı döneminde çok günahlar işledi. Her bir icraatı, Meclis’ten geçirdiği her bir kanun, ‘halkçı’ Ecevit’in tabutuna çakılan birer çivi oldu. Her şeye karşın gider ayak, kendisini Karaoğlan yapanları anımsadı, İş Güvencesi Yasası’nı Meclis’ten geçirdi. Yasa, 10 veya daha fazla işçi çalıştıran işyerlerinde işçinin haklı bir neden olmaksızın işten atılamayacağını öngörüyordu. Mesela patron sendikal faaliyet nedeniyle işten atamayacaktı. Atılan işçi mahkemeye başvurduğunda patron haklı bir nedenle işten attığını kanıtlayamazsa işçiyi yeniden işe almak ve tazminat ödemekle yükümlü olacaktı. 

Taslak olarak 2000 yılında yola çıkan yasanın işçiler için taşıdığı önem apaçıktı. Patronlar tasarıya karşı çok sert direniş göstermişlerdi. TÜSİAD ve MÜSİAD, aralarındaki pasta paylaşım kavgasını bırakmışlar, tasarıyı engellemek için kampanya yürütmüşlerdi. Patron örgütlerine göre tasarı vatana ihanet kabilinden felaket tasarısıydı. Medyada üslenmiş devşirmeler ve dönekler de tasarının piyasa gerçeklerine ne denli aykırı düştüğünü propaganda ediyorlardı. Tasarı 9 Ağustos 2002’nin ilk saatlerinde Meclis’ten geçerek yasalaştı. Patronlar, yasanın altı ay sonra, yani 15 Mart 2003 tarihinde yürürlüğe girmesi şartıyla direnişten vazgeçtiler. Herhalde, o tarihe kadar kim öle kim kala hesabı yapmışlardı. Nitekim öyle oldu. Meclis bir daha toplanamadı; Kasım 2002 seçimlerinde AKP anayasayı değiştirmeye yeter çoğunlukla iktidara geldi. 

Tayyip Erdoğan’ın milletvekili seçilmesi önlendiği için AKP’nin ilk hükümeti Abdullah Gül başkanlığında kurulmuştu. Nihayet, Deniz Baykal’ın himmetiyle Tayyip Erdoğan 9 Mart 2003’te Siirt milletvekili olarak Meclis’e girdi; 14 Mart’ta Başbakanlık koltuğuna oturdu.

O tarihlerde Türkiye’nin başında ABD’nin Irak’ı işgal belası da vardı. Ecevit hem bu işgale razı olmadığı hem de İş Güvencesi Yasası’nda ısrar ettiği için iktidardan düşürülmüştü. 

Bu şartlar altında iktidara gelen Erdoğan’ın savaştan bile öncelik verdiği konu, İş Güvencesi Yasası’nı budamak oldu. Güven oylamasını ve 20 Mart’ta başlayacak işgali bile beklemedi. “İş Güvencesi psikolojik rahatsızlık ve baskı yarattı. Kriz ve savaş ortamında işveren kesimi bundan çok rahatsız. Rahatlatıcı bir karar almamız lazım” diyerek, tek cümlelik bir kanunu 16 Mart’ta Meclis’ten geçirdi. Kanun, İş Güvencesi Yasası’nın yürürlüğünü 30 Haziran 2003 tarihine erteliyordu. Patronlar sevinçliydi. Türkiye Odalar ve Borsalar Birliği (TOBB) Başkanı Rifat Hisarcıklıoğlu, sevincini “AKP bizi çok mutlu etti” sözleriyle dile getirdi. 

Ne ki Çankaya Köşkü’nde farklı bir Cumhurbaşkanı vardı. Ahmet Necdet Sezer, “sosyal hukuk devleti” ilkesiyle bağdaşmadığı, “işsizliği önleyici ve ulusal gelirin adaletli biçimde dağıtımını sağlayıcı önlemler almanın sosyal hukuk devletinin görevleri arasında olduğu” gerekçesiyle erteleme yasasını geri gönderdi. 

Ancak “garip gureba, işçi köylü hamisi” Erdoğan pes etmedi; İş Güvencesi’ni 10 Haziran 2003’te yürürlüğe soktuğu 4857 sayılı İş Kanunu’na dahil ederek içini boşalttı. Ecevit’in bıraktığı yasa 10 ve daha fazla işçinin çalıştığı işyerlerinde geçerliyken, Erdoğan’ın çıkardığı yasa 30 ve daha fazla işçinin çalıştığı işyerlerinde geçerli oldu. Böylece işçilerin yarısından fazlası iş güvencesi kapsamı dışına çıkartıldı. İşe iade durumunda ödenecek tazminat tutarı da azaltıldı. 

***

İşte böyle! Erdoğan’ın iktidarında İş Güvencesi’ni yitirmekle kalmadılar işçiler. AKP’nin 21 yıllık iktidarında özelleştirme adı altında sokağa atıldılar; sendikaları güçsüzleştirildi. TEKEL özelleştirilip işçiler sokağa bırakılırken Uzun Adam, işçileri çalışmadan aydan aya maaş almakla suçluyor, “Tüyü bitmemiş yetimin hakkını kimseye yedirmem!” diyordu. Tarihe geçen direnişlerinde TEKEL işçilerine sosyalist partiler, CHP’li belediyeler ve Sakarya Caddesi emekçileri yardım elini uzatmışlardı. 

Uzun Adam’ın iktidarı döneminde emekçilerin kazanılmış hakları sosyal güvenlik reformu adı altında kuşa çevrildi; ezilenler, emekçiler, AKP hükümetlerinin programlarında ancak sadaka bağlamında yer bulabildiler. Erdoğan, emperyalist patronlarla buluşmalarında “Grev tehdidi olan yere anında müdahale ediyoruz” diyerek, Türkiye’ye yatırım çağrısında bulundu. Buna karşın hâlâ işçilerden oy alabiliyor; “Biz işçinin, emekçinin aleyhine hiçbir adım atmadık” diyebiliyor.

Sözü uzatmayalım. Halkçı Ecevit’in katili Milliyetçi Ecevit oldu. İktidarının son deminde Karaoğlan olduğunu anımsadı; ama kendisini affettiremedi, 2002 seçiminde sadece yüzde 1,5 oy alabildi. Ecevit seçim sandığına gömülürken kimse kalmamıştı yanı başında.

Peki, Karaoğlan’ın ihanetini affetmeyen dar gelirli, yoksul, emekçi, O’nun kadar temiz ve dürüst olmayan, temiz ve dürüst olmak bir yana kendisine dilenci muamelesi yapan Uzun Adam’ı nasıl oluyor da peygambermiş gibi sahiplenebiliyor?

Emekçiler Karaoğlan’ın da Uzun Adam’ın da kendilerini kurtarmadığını, kurtarmayacağını, kendilerini kurtaracak olanın sadece kendileri olduğunu ne zaman fark edecekler?

Karaoğlan yaşasa Uzun Adam’a oy verir miydi? Yanıt okuyucunun takdirine.


18 Nisan 2023 Salı

OTOKRASİ YA DA DEMOKRASİ REFERANDUMU

Cumhurbaşkanı ve milletvekili seçimlerine sayılı günler kaldı. Seçimin sonucuna göre ya mevcut otokratik rejim dizginsiz kalacak (ki, geri dönüşü olmayan yolda son durak siyasal İslam’ın cehennemi teokrasidir) ya da olabilirse parlamenter demokrasiye kapı aralanacak. 

Otokrasi, hükümdarın ya da başkanın, küçük bir kümenin ya da tek bir partinin siyasal erki elinde bulundurduğu yönetim biçimi demek. Türk Dil Kurumu sözlüğüne göre “Hükümdarın bütün siyasal kudreti elinde bulundurduğu yönetim biçimi.”

Otokrasi aslında bir tür mutlak monarşi, yani padişahlık rejimi; mutlak monarşiden farkı, monarşide iktidarın veraset yoluyla edinilmesine karşılık otokraside sözüm ona seçim yoluyla ya da zorla iktidara gelinmesi.

Otokrasinin belirgin özelliklerinden ilki, “seçilmiş” (ya da zorbalıkla işbaşına gelmiş) başkanın devlet erkini kendinde toplaması ve tek adam haline gelmesi. İkincisi, otokrat başkanın kendisini kanunlarla sınırlı saymaması, kimseye hesap vermemesi, yani denetlenememesi. Üçüncüsü insana ve doğaya değer verilmemesi. Dördüncüsü, din ticaretiyle maskelenen hırsızlık, yolsuzluk.

***

Ne yazık ki Türkiye otokrasinin pençesinde kıvranıyor. Devlet erki, yani yasama yürütme ve yargı tek adamda toplanmış. Sadece devlet erki değil, dördüncü kuvvet diye bilinen medya da öyle. Medyanın (kamu kaynaklarıyla beslenen) yüzde 90’ı tek adam iktidarının şakşakçısı. 

Tek adam, anayasadan ve kanunlardan muaf. En basitinden anayasa, bir kimsenin en fazla iki defa cumhurbaşkanı olacağını, TBMM erken seçime karar verirse üçüncü kez aday olabileceğini söylüyor. Anayasanın tartışmasız hükmüne karşın Recep Tayyip Erdoğan (RTE) Yüksek Seçim Kurulu (YSK) kararıyla CB adayı olarak dayatıldı. 

RTE, AKP’nin CB adayı ama yasalara ve siyasi ahlaka aykırı olarak devletin olanaklarıyla propaganda yapıyor. Bakanları da öyle. Yasa, milletvekili adayı olmak isteyen kamu görevlilerinin istifa etmelerini öngörüyor ama kim dinler! Kamu görevlisi bakanlar, istifa etmeden aday gösterildiler, seçim çalışmalarını bakanlık ofislerinde yürütmekte sakınca görmüyorlar.

Sözün özü, neresinden bakılırsa bakılsın, anayasaya ve kanunlara aykırı, gayrimeşru bir seçim. Nedense burjuva muhalefet bu gayrimeşruluğa itiraz etmiyor. Bir kısım sosyalist örgütlerin itirazı seçmenlerde hak ettiği karşılığı bulmuyor.

*** 

Otokrasinin en belirgin üçüncü özelliği insanın ve doğanın değersizliği. 

İktidardaki Cumhur İttifakı’nın kadına yönelik zihniyeti, kadın düşmanı HÜDA-PAR ve Yeniden Refah Partisi’ni bünyesine almasıyla daha da belirginleşti. İnsana hangi gözle baktığı zaten biliniyor, katliama dönüşen felaketlerde fütursuzca dile getiriliyor.

Maden ocaklarında ihmaller yüzünden meydana gelen facialarda onlarca insanın ocağı söner. Reis’in ifadesiyle, “Bunlar bunun fıtratında olağan şeylerdir.” Ya da Çalışma Bakanı’nın demesiyle, “Acı çekmeden güzel öldüler.”

Çarpık yapılaşma ve doğanın betona boğulmasıyla felakete dönüşen selde onlarca insan can verir. Tarım Bakanı’nın ifadesiyle “Toprak suya kavuştu.”

On binlerce insan, dayanıksız çarpık yapılaşma yüzünden felakete dönüşen depremlerde can verir. Reis’in ifadesiyle “Bunlar kader planının içinde olan şeyler. Müslümanız, kader planına inanmış insanlarız.” Ya da AKP Hatay milletvekili adayları tanıtım toplantısında kürsüye çıkartılan din dersi öğretmeninin demesiyle “Felaket değil rahmet!

Otokrasinin olmazsa olmazı din ticaretinin başka bir açıklaması olmasa gerek. Hırsızlık, yolsuzluk, rüşvet “günah işleme özgürlüğü” diye güya meşrulaştırılınca ne söylenebilir ki?

***

Sözün özü, sayılı günler kalan seçim “otokrasiye evet mi hayır mı” referandumudur.

Referandum Cumhur İttifakı lehine sonuçlanırsa, Türkiye gemisi demokrasi limanından çok daha uzaklara savrulacak, kadınlar ve çocuklar daha da korumasız hale gelecekler.

Bu referandumda CB adayı seçenekler açık ve net. Bir yanda Cumhur İttifakı’nın reisi RTE; karşısında Millet İttifakı’nın adayı parlamenter demokrasi vaat eden Kemal Kılıçdaroğlu.

Ne yazık ki, halkta karşılığı olan sosyalist seçenek yok. Bu aşamada sosyalist seçenek yokluğunun kabahatlisi sosyalistler mi halk mı tartışması gereksiz. Sosyalist toplum burjuva seçim düzeniyle değil devrimle kurulur tartışması da gerekmiyor. Sosyalist rejim elbette devrimle kurulur; kabul ama yaklaşan seçimlerde otokrasiyi teşhir etmek dışında ne yapmalı?

Son tümce olarak eklemek uygun olursa:

Otokrasiye hayır! Hiç değilse asgari burjuva demokrasisi, hadi inşallah!

9 Nisan 2023 Pazar

YEŞİL SOL PARTİ’NİN KONUĞU CENGİZ ÇANDAR

Ülkenin üçüncü büyük siyasi gücü Halkların Demokratik Partisi HDP, kapatma davası nedeniyle Yeşiller ve Sol Gelecek Partisi (YSP) listesinden seçime giriyor. Son derece anlaşılır akla uygun bir karar. HDP’yi böyle bir adım atmak zorunda bırakan rejim utansın!

Radikal demokrat parti kimliğiyle HDP’nin var oluş gerekçesi malum; öncelikle Kürtlerin ulusal demokratik haklarının elde edilmesi; yanı sıra ezilenlerin, emeğiyle geçinenlerin sesi soluğu olmak. Bu amaç doğrultusunda kurulduğu günden bugüne sosyalistlerin desteğinden yoksun kalmadı HDP. Hatta, yüzde 10’luk seçim barajının altında kalmasın diye hatırı sayılır bir CHP’li seçmen kitlesi de seçimlerde HDP’ye oy verdi.

Bugün gelinen noktada HDP parlamentoda temsil edilebilmek için artık sosyalistlerin, CHP’lilerin, hatta mütedeyyin Kürt seçmenlerde karşılığı olan siyasi aktörlerin desteğine ihtiyaç duymuyor galiba. Çıkardığı aday listesi bu izlenimi veriyor. 

Aday listelerinde en göze batan isimlerden biri de Osman Cengiz Çandar. Diyarbakır’da seçilebileceği bir sıraya yerleştirilmiş. Kurulduğu günden bugüne seçimlerde HDP’ye oy vermiş bir sosyalist olarak, kendi adıma yazayım, Cengiz Çandar’ın adaylığı sosyalistlere hakarettir.

***

Naçizane, Devşirmeler Dönekler adlı bir kitap yazdım. O kitapta, “EMBEDDED DÖNEK: CENGİZ ÇANDAR” başlığı altında (Hasan Yalçın’ın tanıklığıyla) anlatmıştım. Özetle, gençliğinde “Kahrolsun Amerika” diye bağıran sosyalist, 1971 darbesi üzerine ülkeden firar ve Filistin’de gerilla(!), sonra Humeyni sempatizanı, derken gizli servisle tanışma, Turgut Özal’ın sadık gazetecisi ve kuryesi, 2000'lerde Erdoğan iktidarının şakşakçısı. En önemlisi, ABD çıkarlarının savunucusu.

Döneklik, kendisine ait bir kimliği olmamak, çıkarcılık, ilkesizlik, omurgasızlık ve kendisini dost bilenlere sınırsız ihanettir, aldatmada ve tuzağa düşürmede sınır tanımamaktır. 12 Mart 1971 darbesinden sonra parti kararıyla Filistin’e giderken, ölümüne kader birliği ettiği arkadaşlarıyla arasına sınır çekmiştir. Kamplarda eğitim gördüğünü söylemesine karşılık aynı dönemde Filistin’de bulunan Faik Bulut, Çandar’ın Şam’da apartman dairesinde oturduğunu yazmıştır. Parti üyesi 9 devrimcinin öldürüldüğü operasyona Çandar’ın yardımcı olup olmadığı sorusu Faik Bulut ve o tarihte Filistin’de bulunan devrimcilerin zihnini sürekli meşgul etmiştir.

1987 Temmuz ayında Başbakan Turgut Özal’ın Suriye gezisine katılır. Ekipte Özal’ın MİT’e müsteşar yapmak istediği Hiram Abas da vardır. Dönüşte Çandar’ın gezi izlenimlerini anlattığı yazılarında Hiram Abas göklerdedir. Çandar-Abas yakınlaşmasıyla ilgili olarak ANAP’lı eski bakanlardan Hasan Celal Güzel’in, “Bir gün Hiram Abas bana Cengiz için ‘Bizim teşkilattandır’ demişti” sözleri arşivlerdeki yerinde durmaktadır.

***

1991 yılında Yüzyıl dergisi “Gerillacılıktan MİT’e, MİT’ten Pentagon’a” başlığıyla Cengiz Çandar’ın hayat çizgisindeki kırılmaları kapak konusu olarak işler. O tarihte, Cengiz Çandar, birlikte Okluk Koyu’nda kulaç atacak derecede Turgut Özal’a yakındır. Özal, Kürt lider Celal Talabani ve Abdullah Öcalan’a gizli mesajlarını Cengiz Çandar aracılığıyla iletmektedir. Bu denli koruma altında olmasına karşın derginin haberi üzerine ölüm korkusuna kapılır. Çalıştığı Güneş gazetesindeki köşesinde “Katilimle göz göze geldim” diye yazar; can telaşıyla ABD’ye kaçar, yakın arkadaşı gazeteci Turan Yavuz’un evinde 35 gün gizlenir.

Kimsenin kendisini öldürmeye değer bulmayacağına kanaat getirmiş olmalı ki, Türkiye’ye döner, Sabah gazetesine transfer olur. Bir süre sonra Sabah ile Milliyet arasında şiddetli bir promosyon savaşı patlar. İki gazete, promosyon olarak Larousse ansiklopedisinin değişik versiyonlarını vereceklerdir. Gazetelerin köşe yazarları, kendi ansiklopedilerini parlatmak için birbirlerine girerler. Cengiz Çandar can telaşıyla evine sığındığı arkadaşı Milliyet yazarı Turan Yavuz’a pusu kurar. Telefonla sohbet ederken sözü ansiklopedi savaşına getirir ve arkadaşından Sabah’ın ansiklopedisini övücü cümleler koparır. Teybe kaydettiği sözler ertesi gün Sabah gazetesinin sayfalarındadır.

Milliyet, olayı “Ahlaksız tuzak” başlığıyla duyurur. Haberde Cengiz Çandar’ın resminin altında, “Gazeteci mi, komplocu ajan mı?” yazılıdır. Turan Yavuz uğradığı ihaneti şöyle değerlendirir: “Arkadaşım sandığım, ölüm korkusuyla Türkiye’den ABD’ye kaçtığında 35 gün evimde misafir ettiğim birinin konuşmalarımı banda kaydetmesi bir yana, gazeteciliğimi lekelemeye yönelik bir harekette bulunması beni çok şaşırttı.” (Milliyet, 21 Aralık 1993.)

Çandar ise arkadaşına kurduğu tuzağın gerekçesini şöyle açıklar: “Benim de bir gönül borcum vardı, bana ilk defa bir talepte bulunulmuştu.” (Yeni Yüzyıl, 1 Ocak 1995.) Yani, Sabah’ın patronları “sat” demişler, Çandar da gözünü kırpmadan arkadaşını arkadan vurmuş ve satmıştır.

***

Küçücük bir menfaat karşılığında can dostunu bile satabilen döneğin hayatta gerçek bir dostunun olabileceği düşünülemez. Kendi yazdığına göre, bir tek, “Türkiye Cumhuriyeti’nin Anadolu devşirmesi ilk padişahı” Turgut Özal’a sadakatle bağlanmıştır: “Birbirimize ‘mecbur’ olmadığımız için, aramızda hiçbir ‘çıkar bağı’ bulunmadığı ve oluşmadığı için, enfes bir ilişkimiz vardı, bu ilişki ‘eşit’ti, eşitler arasında idi. (…) Turgut Bey, hayatımda gerekçesini hiçbir zaman sorgulamadığım ve sorgulamayı reddettiğim bir kör sadakatle kendimi bağlı hissettiğim tek ve kuşkusuz son siyasetçi ve en önemlisi ‘insan’dı.” (Sabah, 17 Nisan 1994.)

Turgut Özal’la arasında ‘çıkar bağı’ bulunmadığı savı doğru değildir. Kuryesi ve danışmanı olduğu Özal tarafından Yatırım Finansman A.Ş.’nin yönetim kurulu üyeliğine atanmıştır. Elbette Turgut Özal’a ihanet etmemiştir. Belki de en doğrusu, can dostunu sattığı gibi, 1993’te ölen Özal’ı da satmaya vakit ve fırsat bulamamıştır.

***

Kendi anlatımına göre, Çandar ABD’yi “gerçek kimliğiyle” kavramaya 1980’lerin ortalarında başlar; “anti-Amerikan duyguların zerresi bile kalmaz.” (Sabah, 4 Ağustos 1998.) 1999 yılında ABD Dışişleri Bakanlığı’na bağlı USIP (United States Institute of Peace)’te burslu olarak çalıştırılır. Ardından Pentagon ve CIA’ya yakın Wilson Vakfı’ndan yeni burs verilir. Artık ruhuyla ve bilinciyle Amerika’ya aittir; en yakın arkadaşları Beyaz Saray ve Pentagon bürokratları, CIA’nın mutemetleri, ABD’nin Ankara elçileridir. Türkiye’nin iç ve dış politikasına ilişkin yazılarını, istisnasız, Amerikan bakış açısıyla kaleme alır. Afganistan ve Irak işgallerinin Türkiye’deki en gözü dönmüş savunucuları arasında Ertuğrul Özkök’le birlikte öne çıkar. Savaşlarda milyonlarca kişinin öleceğinden söz edilmesini “demagoji” diye karalar, ABD’nin Irak’ı demokratikleştireceğini öne sürer; işgal ordusuyla birlikte heyecanlanır, sevinir, üzülür. Bağdat işgalcilerce teslim alındıktan sonra talan ve yağma edilirken “Canım Bağdat’ta olmak istiyor” diye yazarak, zafer coşkusunu kayda geçirir.

***

Döneklik, çıkarcılık, ilkesizlik ve omurgasızlıkta sınır tanımamaktır. Gün geldi, Cengiz Çandar da çıkarını Recep Tayyip Erdoğan şakşakçılığında buldu. Erdoğan’ı “Gönül adamı, Atatürk’ten beri Türkiye’nin gördüğü en büyük siyaset ustası” olarak nitelendirdi; “Tüm cumhurbaşkanlarını başbakanları silip geçti. Erdoğan’ın liderlik yetenekleri, kapasitesi, karizması, tarihi önemi tartışma dışı” diye yazdı. Erdoğan’ın sahte anti militarizm ve askeri vesayeti kırma gözbağcılığıyla uyguladığı siyasal İslamcı dönüşüm projelerine destek verdi. Erdoğan yeterince güçlendikten sonra artık ihtiyaç duymadığı liberallerle yollarını ayırdığında ise Çandar bu kez Erdoğan’ı “zalim” olarak nitelendirdi ve sözüm ona özeleştiri yaptı: “Türkiye adım adım faşizme ve iç savaşa gidiyor, bir hayli de yol aldı. Siyasi İslam’ın Erdoğan otokrasisine evrilebilme özelliğini göremedik, görmeliydik.” (Hazal Özvarış, T24, 12 Nisan 2016.)

Özeleştiri değil, dönek “liberal aydın” ihanetinin itirafıdır. Birinci çoğul şahıs öznesiyle “görmeliydik” demesi, diğer liberallerle suç ortaklığının itirafı sayılabilir. Çandar(lar), siyasal İslam’ın değirmenine su taşımakla kalmadılar, şimdi şikâyetçi oldukları rejimin inşaası için harç kardılar, sıva yaptılar; dinci otokrasinin cehennemine giden yolu döşediler. Erdoğan’ın sahte anti militarizmine ve tramvay demokratlığına dikkati çekip uyaranları ise “Değişimi anlamayan angutlar” diye aşağıladılar…

*** 

Dönek, dostlarını tuzağa düşürmeye açık kişilik zafiyetleri, köksüzlük ve aidiyet eksikliğiyle kıvranır durur. Her zaman en güçlü olana yamanma eğilimindedir. Pentagonize dönek Çandar’ın kendisini ait hissettiği tek liman ABD’dir. İster kiralık veya tapulu ister embedded, nasıl bir dönek olursa olsun, döneklerin ortak güdüsü, sol geçmişe öldüresiye kin ve nefrettir. Cengiz Çandar da sol geçmişinden, Kahrolsun Amerika günlerinden öylesine nefret eder. Bir de kibirlidir. Diğer liberaller dinci otokrasiye hizmet günahını “kandırıldık” diye mazur gösterirken Çandar, (gençlikteki mürşidi Perinçek gibi) kandırıldığını kabul etmez; kandırılmamıştır, Erdoğan’ı demokrasiye teşvik etmiştir!

Kibirlidir, dünya onun etrafında dönmektedir; o dönmeyip yürümektedir: “Her istasyonda durduk işte. Sadece durmadık, yemek de yedik. Sonra yine bindik.” (Yeni Yüzyıl, 1 Ocak 1995.)

Cengiz Çandar şimdi de Yeşil Sol Parti sofrasının konuğu. Başta söylediğim gibi, bu konukluk, kurulduğu günden beri HDP’ye destek vermiş sosyalistlere hakarettir.

Çandar(lar) üzerlerine düşeni yapıyorlar. Peki onları YSP sofrasına çağıranlar?

Not: Aşağıdaki adreste kayıtlı yazı ile birlikte okunması dileğiyle.

http://rahmi-yildirim.blogspot.com.tr/2015/05/hdp-alerjisi-mi-kurtlere-antipati-mi.html


2 Nisan 2023 Pazar

DEPREM YARDIMINDA RÜŞVET ENDİŞESİ Mİ?

Resmi tarih ideologları “Türk’ün Türk’ten başka dostu yok” deseler de tarihinin en ağır deprem felaketlerinden birini yaşayan Türkiye, daha önce örneği pek görülmedik düzeyde dayanışma ve destek gördü. Yunanistan, Ermenistan, Kıbrıs Rum Cumhuriyeti, Irak… Yani “bir gece ansızın” ile tehdit edilenler dahil, 99 ülkeden arama kurtarma ekipleri yardıma koştu. Avrupa Birliği tarihinin en büyük insani yardım operasyonunu Türkiye için gerçekleştirdi.

Büyük insanlık dayanışmadan geri durmazken ümmetçi ırkçı faşistler de kötülük etmekten geri durmadılar, bu felaketten bile düşmanlık üretmeyi becerdiler. Kendilerinden saymadıkları muhalefet belediyelerini, sol partilerin ve kitle örgütlerinin yardım ekiplerini engellemekle dışlamakla kalmadılar, yabancı ekiplere bile kötülük ettiler. İspanya, Almanya, İsrail ve Avusturya ekipleri güvenlik nedeniyle ülkelerine erken dönmek zorunda kaldılar.

***

Felaketin ikinci ayı da geride kalmak üzere. Ne acı ki, ümmetçi ırkçı faşizmin dayanışmayı baltalayıcı, kendisinden saymadığı belediyelere örgütlere düşmanca tutumunda değişiklik yok. Düşmanca tutum ve deprem yardımlarında ayrımcılık, uluslararası dayanışmayı da olumsuz etkiliyor. Dış dünyadan gelecek kimi yardım ve desteklerin iktidarın tutumu nedeniyle gecikeceği belirtiliyor.

Örneğin, Dünya Bankası yardım ve iyileştirme amacıyla 1 milyar 780 milyon dolar tutarında acil durum fonu ayırmış. Ancak bu yardım, Hazine’ye değil, temel alt yapı projeleri bazında belediyelere aktarılacakmış. Fon serbest bırakılmadan önce depremin yol açtığı hasarın boyutunu öğrenmek amacıyla hasar tespit çalışması da yapılacakmış.

Ne acı değil mi? Aktaracağı fonun yerli yerince kullanılacağına emin değil, projeye bağlıyor. Neresinden bakılsa, ülkeyi yöneten hükümete güvensizliğin ifadesi. Bu güvensizlik nedensiz değil, ilk kez de olmuyor. Türkiye’nin dünyadaki imajıyla ilgili. Öyle bir güvensizlik ki, geçmişte utanç verici bir skandala bile konu olmuştu. Söz konusu skandal, rüşvetin uluslararası belgeye yazılması ve bunun yadırganmamasıyla ilgiliydi.

***

RÜŞVETİ TESCİL ANLAŞMASI

Rüşvet malum, kamu görevlisinin zaten yapmakla yükümlü olduğu iş için menfaat sağlaması, ya da yasak olan bir şeyi yapmak için taliplisinden menfaat elde etmesi. 

Rüşvet her ülkede var, ama hakkındaki “rüşvetçi” imajını uluslararası bir anlaşmaya yazdıran bizden başkası yok herhalde.

Olay şuydu:

Japon Prensi Tomohito Mikasao, Anadolu’yu dolaşırken yolu Kırşehir’in Kaman İlçesi’ne düştü. Anadolu uygarlığını dünyaya tanıtma hevesine kapılan Japon Prensi, Kırşehir’de Kaman Kalehöyük Arkeoloji Müzesi’nin yapımı için hibe olarak 288 milyon yen, yani yaklaşık 2 milyon Avro katkıda bulunmaya söz verdi. Bu konudaki anlaşma 30 Eylül 2005’te Japonya’nın Ankara Büyükelçisi Tomoyuki Abe ile Dışişleri Bakanlığı Yurtdışı Tanıtım ve Kültür İşleri Genel Müdürü Büyükelçi Şule Soysal tarafından imzalandı. 

Buraya kadar her şey normal, anlaşılmayacak bir şey yok. Rezalet bundan sonrasında. 

Müze inşa edilirken ihale açılacak, yapımcı müteahhit seçilecek, denetim elemanları görevlendirilecek, belediyeden inşaat izni alınacak filan. İşte bütün bu işler için Japon tarafının bir şartı vardı: Japon Prensi’nin vereceği para kuruşu kuruşuna müzenin yapımına harcanacak, kimseye rüşvet verilmeyecek. “Kimseye rüşvet verilmeyecek” şartı anlaşmaya şöyle yazıldı:

Sözleşmelerin yapılması karşılığında, rüşvet olarak yorumlanacak herhangi bir teklif, hediye veya ödeme ve menfaat veya karşılığını önlemek için T.C.’nin gerekli önlemleri alacağını Japon Hükümeti varsaydığını beyan eder.” 

Anlaşma bu şartla imzalandı, onaylanması için Bakanlar Kurulu’na sevk edildi. Ne Dışişleri Bakanı ne Başbakan ne bakanlar ne de Dışişleri Bakanlığı’nın ve Başbakanlığın onca bürokratı bu şartı yadırgamadılar. 

Kaman Müzesi’ne “rüşvetsiz” şartlı Japon yardımına dair anlaşma onay için TBMM’ye sevk edildi. TBMM Başkanlığı da “rüşvet olmayacak” şartına sesini çıkarmadı. Tasarı TBMM Dışişleri Komisyonu’nda görüşülürken CHP İstanbul Milletvekili Şükrü Elekdağ, “Bu ne rezalet!” diye itiraz etti. AKP’liler de anlaşmada böyle bir şarta yer verilmesinin rezalet olduğunu idrak edince, tasarı hükümete iade edildi. Aradan iki yıl geçtikten sonra anlaşma “rüşvet olmayacak” şartı olmadan yenilendi ve Meclis’te kabul edildi. (“Rüşvet alınmayacak maddesi kalktı, TBMM Japon hibesini kabul etti” başlıklı haber. Milliyet, 11 Aralık 2007.) 

***

Neresinden bakılsa rezalet idi. “Kimseye rüşvet verilmeyecek” şartının anlaşmaya yazılması ilk rezalet idi. Anlaşmanın kimse tarafından yadırganmadan Meclis’e gidebilmesi de ayrı bir rezalet.

Öyle ya da böyle, ‘rüşvetçi’ imajımızı kendi elimizle uluslararası bir anlaşmaya yazdırmıştık. Türkiye’de rüşvetsiz iş yapılamayacağının peşin peşin kabulü anlamına geliyordu ki, söz aramızda, aslında yanlış değil, gerçeğin ta kendisiydi.

Peki bu skandaldan sonra imajda değişiklik oldu mu? Ne gezer! Tam tersine, “Çalıyorlar ama çalışıyorlar” sloganıyla hırsızlık, rüşvet, yolsuzluk neredeyse övünülecek bir işbilirlik haline geldi; Türkiye uluslararası yolsuzluk endeksinde geriledikçe geriledi, Avrupa sonuncusu oldu. 

Yolsuzluk endeksinde Avrupa sonunculuğu, dünyada 101’incilik durduk yerde gelmedi. On yıl önceydi. Dolar tepeciği yığılı odalar, tıka basa dolar dolu Ayakkabı Kutuları, Uzun Çelik Kasalar gecesinin sabahında istifa ettirilen bakanlar arasında Erdoğan Bayraktar da vardı. Bayraktar, kendisi hakkındaki iddiaların doğru olduğunu, ancak hırsız olmadığını, ne yaptıysa Başbakan’ın talimatıyla yaptığını söyledi; “Reis, beni hırsız çuvalının içine attı” diye feryat etti. Partili bir arkadaşı, “Allah, insana af dileme hakkıyla günah işleme özgürlüğü vermiştir” diyerek sakinleştirmeye çalıştı. Partinin fetvacısı da “yolsuzluk ayıptır ama hırsızlık değildir” diye hükmetti. Bu skandal ve izleyen skandalların hiçbiri için dava açılmadı. Erdoğan Bayraktar hâlâ feryat ediyor. 

Netice-i kelam, elâlem deprem yardımı için boşuna kuşku duymuyor.

Çünkü, onlar da biliyor ki, “Devletin malı deniz, yemeyen domuzdur.” “Bal tutan parmağını yalar.” 

Alnı secdeye değen bir Cumhurbaşkanı ölüsünün deyişiyle, “Memurumuz işini bilir.” 

Ve dahi İslam kolaylık dinidir. “Allah kullarının tövbesini kabul eder, tövbe kapısını alabildiğine açık tutar.” (Tevbe/104)

Deniz Feneri savcısının kulakları çınlasın, hırsızlar imparatorunun bahçesi bahar görmesin!