Ülkemiz yakın tarihin en
sıkıntılı dönemini yaşıyor. Bir nebze nefeslenme olanağı veren 7 Haziran 2015 seçimlerinden
bu yana bombalı katliamlarla, sokağa çıkma yasaklı operasyonlarla ülkenin dört
bir yanı yangın yeri. Nihayet İslamcı faşist iktidar ortakları arasında
boğazlaşmaya dönüşen darbe süreci, daha açık deyişle F tipi darbenin T tipi
darbeye dönüşmesi, sözcüğün gerçek anlamıyla ülkemizin kimyasını değiştirdi. Darbe
süreci ülkemizin kimyasını değiştirmekle kalmadı, toplumsal belleği, siyasal eleştiri
ve sorgu refleksini de sıfırladı. Toplumsal barış, akıl, ahlak ve utanma
duygusu ise dinci iktidar döneminde zaten sıfırlanmıştı.
Darbe süreci toplumsal siyasal belleği
sıfırladı. Örneğin, darbe girişimi öncesinde hep tartışma gündeminde olan
rüşvet ve yolsuzluk olayları, zekât hırsızlıkları, evde yığılan dolar tepeciği,
rüşvet ve hırsızlıkların Meclis’te sayısal ve siyasal çoğunluk oylarıyla,
yargıda savcı marifetiyle örtbas edilmesi artık hatırlanmıyor. Siyasal güç
dengesi emek barış ve demokrasi güçleri lehine değişmedikçe bir daha da
hatırlanmaz. Keşke unutulmasaydı bu ahlaki yozlaşma ve yoksullaşma.
Toplumsal siyasal bellekte
unutulsa da, - nasıl bir zekâ eseridir, belki de bilinçaltı suçluluk duygusunun
dışavurumudur- Başbakan Binali Yıldırım ikide bir, FETÖ ile mücadelede milat
olarak 17/25 Aralık 2013 tarihini esas alacaklarını söylüyor. Sanki FETÖ, darbeye
kalkışacak güce o tarihten sonra ulaşmış gibi.
Zaten darbe süreci esas olarak
Başbakan’ın hatırlatmadan edemediği tarihte hırsızlık ve yolsuzlukların
kurcalanmasıyla başladı. Yolsuzluklar kurcalanmadan önce İslamcı iktidar
ortakları arasında hasret ve muhabbet nutukları atılıyor, bazen de “Ne istediniz de vermedik” diye sitemler
ediliyordu. 15 Temmuz boğazlaşmasıyla birlikte hasret ve muhabbet nutukları
unutuldu gitti.
Unutulan, anımsanmayan çok şey
var. Hangi birini saymalı? Örneğin, Ergenekon, Balyoz, casusluk filan gibi
isimlerle Türk Silahlı Kuvvetleri’ne kurulan tuzaklar, bir başbakan
yardımcısının “Milli orduya kumpas
kurmuşlar” itirafıyla ancak hatırlanabilmişti. İslamcı suç ortakları,
ülkenin kanlı geçmişiyle yüzleşme fırsatı olması gereken o davaları
elbirliğiyle hukuk cellatlarına teslim ettiler. 15 Temmuz sonrasında bu
kumpaslar ve “Ben Ergenekon’un
savcısıyım” diye itiraf edilen suç ortaklığı da unutuldu. Daha tuhafı, bir
ikisi dışında, bu kumpas ve tuzaklarla hayatı karartılanlar da pek hatırlatma
gereği duymuyorlar. Nasıl bir ittifak içine girdilerse artık...
İstanbul Kabataş İskele
Meydanı’nda acayip kılıklı yetmiş seksen kişilik bir topluluğun başörtülü
bacıyı taciz ettikleri, üzerine işedikleri, bebeğini yere attıkları yalanı da
unutuldu. İyi ki unutuldu bu yalan. İyi ki halkımız bu yalanı, meydanlarda
kürsülerde döne döne yinelenen bu ahlaksız provokasyonu ciddiye almadı, yoksa ülkemizin
tarihine hiç silemeyeceğimiz bir utanç kazınırdı.
Camiye bomba koyacaklardı, camide
içki içtiler yalanları, babanın kızını şehvetle öpebileceğine dair Diyanet
fetvaları, çocuk pornocusu ilahiyatçılar da unutuldu.
Şam’da zafer namazı rüyası, “Ortadoğu’da
bizden habersiz yaprak kımıldamaz” palavrası, savaş bahanesi
için Suriye’den Türkiye’ye füze atma projesi de unutuldu gitti.
Suriye çöllerinden kopup Ege’nin
mavi sularında boğulan insanlık, Kürt illerinde kokmasın diye bebeğinin
cesedini buzdolabında saklayan annelerin dramı da unutulanlar arasında. Ancak
Başbakan Yardımcısı’nın “Başımıza
gelenler Suriye politikasının sonucu” demeciyle veya iğrenç tecavüz haberleriyle
hatırlanabiliyor.
İŞİD ve diğer cihatçı çetelerin Türkiye’deki
din kardeşi iktidar tarafından “Bölgedeki
hoşnutsuzluğa tepki” söylemiyle meşrulaştırılması, el altından
silahlandırılması, şartlar değişince şeytanlaştırılması da unutulanlar
arasında. Sahi, IŞİD’in ülkemiz topraklarında patlattığı bombaları, kasabalarımıza
köylerimize fırlattığı füzeleri kim vermiş olabilir?
Unutulan, artık üzerinde
durulmayan ne çok toplumsal yara var. Katliama dönüşen kadın cinayetleri, “fıtratın icabı” denilerek
olağanlaştırılan iş cinayetleri, çevre ve doğa katliamı, sesi soluğu kesilmiş
üniversiteler, her geçen yıl daha da gericileşen eğitim sistemi, hak arama
kapısı olmaktan çıkan mahkemeler, haber ve yazılarından dolayı cezaevlerine
atılan gazeteciler yazarlar, temsil ettikleri kitleye yabancılaşmış
sendikalar...
Ülkemizin sivil direniş tarihine
altın harflerle yazılan Gezi Parkı’nda kopartılan fidanlar da tartışma
platformlarında unutulanlar arasına girdi, her birini saygıyla sevgiyle
anıyorum.
***
Toplumsal bellek sıfırlandığı
gibi, siyasal eleştiri ve sorgulama refleksi de sıfırlandı. Meclis’in iktidar partisi,
ana muhalefet partisi, yavru muhalefet partisi, milli birlik beraberlik ruhu
içinde aynı dilden konuşuyorlar artık.
Öyle ki, İçişleri Bakanı Efkan
Ala, “Bir dönem 81 validen 74’ü
FETÖ’cüydü” diyor. Başbakan Binali Yıldırım da generallerin yarıdan
fazlasının ve binlerce subayın atılmasından sonra bile subay kadrosunun yüzde
60-70 oranında FETÖ’cü olduğunu söylüyor.
Yani devletin yargısı,
bürokrasisi, askeriyesi, emniyeti alenen Cemaat’e teslim edilmiş. Cumhurbaşkanı
Erdoğan FG Cemaati ile ortaklığını “Allah
dedikleri için destek olduk, Allah affetsin” diyerek tekraren itiraf
ediyor.
Eski Başbakan Yardımcısı eski
Meclis Başkanı Cemil Çiçek, “FETÖ
günahının yüzde 90’ı bize ait” diyerek itirafı sürdürüyor.
Ancak ne bu itiraflar siyasal
eleştiri ve hesap sormaya dönüşüyor; ne de “Cemaat devleti ele geçirdi” iddialarına eski AKP sözcüsü Hüseyin
Çelik’in “Buna kargalar bile güler”
diye karşılık verdiği hatırlanıyor. Şimdilerde FG’ye kaplan kesilen Adalet
Bakanı Bekir Bozdağ’ın “Fetullah Gülen
Türkiye’nin yetiştirdiği bilge bir insandır” sözleri de hatırlanmıyor.
Siyasal yapıdaki sersemlik
ekranlarda gazete sayfalarındaki sersemlikle tamamlanıyor. Toplam tirajın yüzde
2’sini ancak bulan sol sosyalist gazeteler dışında medya ancak darbe dönemlerinde
rastlanabilecek tek seslilikle, F tipi darbenin T tipi darbeye dönüşmesini
alkışlıyor.
***
Özetle siyasal İslamcı suç
ortaklarının yönetiminde Türkiye iflas etti. 15 Temmuz sürecinde dönülen iflas
kavşağında toplumsal bellek, siyasal eleştiri ve sorgu refleksi sıfırlandı.
İflas çukurunda ancak darbe
dönemlerinde görülebilecek bir sersemlik durmadan yeniden üretiliyor. FETÖ,
ikiz kardeşi “Reis” için yıllarca
sarılacağı can simidi oldu. Yaşanan yaşanacak kötülüklerin faturası medyada,
meydanlarda, minberlerde, siyaset kürsülerinde FETÖ’ye çıkarılıyor. Öyle ki,
bir başbakan yardımcısının ifadesiyle yolda arabanın lastiği patlasa FETÖ’den
biliniyor. Akla dayalı siyasal eleştiri ve hesap sorma refleksi öylesine
sıfırlandı yani. Nispi toplumsal iç barış, ahlak ve utanma refleksi zaten
sıfırlanmıştı. Kavga etmedik komşu ve bölge ülkesi bırakmayan AK/Saray
iktidarı, nihayet Suriye bataklığına doğrudan daldı, rezil iç savaşın doğrudan
parçası oldu.
İflas kavşağında Cumhurbaşkanı Erdoğan,
devleti sıfırdan yeniden kurmaktan söz ediyor.
Devleti sıfırdan yeniden
kurmanın zorunluluğu tartışılmaz. Ancak genel iflasın birinci derecede
sorumlusu olarak Erdoğan’ın devleti yeniden kurmaya hakkı yok. Erdoğan’ın
entelektüel donanımının ve beşeri sermayesinin değil devleti yeniden kurmak,
devlet yönetmeye bile yeterli olmadığı yeterince görüldü; on dört yılda ülkeyi
ve devleti getirdiği nokta ortada. Erdoğan’a ve “dava” arkadaşlarına düşen tek görev, hesap vermektir. Bu hesap “Allah affetsin” denilerek
geçiştirilemez.
Kendisinden hesap sorulmayıp
devleti yeniden kurmasına seyirci kalındığı takdirde, Erdoğan’ın kuracağı
devlet FG Cemaati yerine başka cemaatlere yaslanacak demektir. Nitekim öyle
olmakta, Türk Silahlı Kuvvetleri AK Silahlı Kuvvetlere evrilip hassa ordusuna
dönüşüyor, FG Cemaatinden boşalan sivil kadrolara başka cemaatlerden “alnı secdeli” müritler dolduruluyor.
Yinelemeli ki devleti
sıfırlayanın devleti yeniden kurmasına seyirci kalınamaz. Devlet yönetimi
Fetullah Gülen’e bırakılmadığı gibi Recep Tayyip Erdoğan’a da bırakılmamalıdır.
Türkiye Cumhuriyeti, cemaatlerin tarikatların, hayata dair bilgisi bilinci bin
dört yüz yıl önceye ait müritlerin değil, ezilenlerin yoksulların emekçilerin
kadınların çocukların ve gençlerin devleti olmalıdır.
Ah ne yapalım ki
YanıtlaSilAz olmanın esaretinde
Azdan çok olamamanın zulmetindeyiz
Demek ki yerinde keyfimiz
Yokluğun sukunetini
Varlığın hengamesine tercihteyiz
Kaybedeceklerimizin telaşesinde
Kazanacaklarımızın üşengeçliğindeyiz
H.H
Bu yorum bir blog yöneticisi tarafından silindi.
YanıtlaSil