Hiçbir devlet yoktur ki, kendine uygun bulduğu resmi tarih tezi olmasın. Bu tarih tezinin merkezinde mutlaka gurur duyulması gereken şanlı geçmiş ve uyanık olmayı gerektiren beka (varlık/yokluk) meselesi bulunur.
Türkiye Cumhuriyeti’nin resmi tarihine göre Türkler 16 devlet kurdular. (Güneş Dil tezi çok daha fazlasını söylüyor ama fazlası bu yazının konusu değil.)
Övünç ve gurur vesilesi olarak zihinlere nakşedilen bu tarih tezi beceriksizliğin itirafı aslında. Öyle ya, 16 devlet kurmuş ama hiçbiri uzun ömürlü ve kalıcı olmamış. En uzun ömürlüsü Osmanlı’nın ne kadar Türk devleti olduğu bile tartışmalı. Hanedan devleti Osmanlı’nın en çok zulme uğrattığı kıydığı halkların başında Türkler geliyor. Osmanlı, Türk halkını kıymakla kalmamış, “etrak’ı bi idrak” diye aşağılamış. Son iki yüzyılını “hasta adam” olarak geçiren Osmanlı devleti, nihayet tarihe karışmış.
Peki Türk devletleri niye uzun ömürlü olamamışlar? Resmi tarih tezine göre, dış düşmanların saldırılarından çok içerde birlik beraberlik bozulduğu için tarihe karıştılar.
Madem öyle, niye hiç ders alınmamış; birlik beraberliği korumaya niye hiç kafa yorulmamış? Resmi tarihte bu soruya akla uygun bir yanıt yok. Resmi tarih ve ideolojinin yanıtı en revaçta sözcüklerle, milli birlik beraberlik, devletin milletin bekası, iç cephe, ezan bayrak, Kur’an, mevzubahis olan vatan ise gerisi teferruat, dış güçler vs.’den ibaret.
***
Bu sözcüklerle terennüm edilen söylem ilk olarak 1971 yılında girdiğim Kuleli Askeri Lisesi’nde kulaklarıma çalındı. Ergenlik çağımızdı. Türk Silahlı Kuvvetleri’nin dört yıldızlı generalleri, “sosyal uyanış ekonomik gelişmeyi aştı” gerekçesiyle darbe yapmışlardı. Gazetelerde ve tek kanal TRT’de yayımlanan bildirilerde, memleketin komünist işgal tehlikesiyle karşı karşıya olduğu söyleniyor; “milli birlik ve beraberliğe en çok ihtiyaç duyduğumuz şu günlerde” diye korku salınıyordu. Okul komutanı Albay Doğan Günçan, “Bizim Amerikamız var” diyerek komünist işgal korkusunu hafifletmeye çalışıyordu. Sık sık Kuleli’yi teftişe gelen Birinci Ordu ve İstanbul Sıkıyönetim Komutanı Faik Türün, konferans için çağrılan eski askerler aynı klişeyi tekrarlıyorlardı. “Milli birlik ve beraberliğe en çok ihtiyaç duyduğumuz günlerdeyiz!”.
Bu klişeyi ilk duyduğumda çocuk aklımla çok heyecanlanmıştım. “İcabında vatan millet ve vazife uğrunda seve seve can vermeye” hazırlanıyorduk. “İstiklal Harbi günlerindekinden daha mı kötü durumdayız ki, milli birlik ve beraberliğe en çok ihtiyaç duyuyoruz?” diye sormayı henüz akıl edemiyorduk. Yaş ilerledi, Harbiye’nin ilk yılında Anatole France’ın “Vatan uğruna ölündüğü sanılır, sanayiciler uğruna ölünür” tümcesi, milli ezbere bıçak gibi saplandı, hamasetten arınmanın başlangıcı oldu. Çocuksu hamasi heyecanın yerini sol bilinç aldı.
Sözü uzatmayayım. O günlerdeki “milli birlik ve beraberliğe en çok ihtiyaç duyulan günler” söylemi aslında dünya ve ülke çapında esen sosyalizm rüzgârlarına karşı devletin sahibi sermayedar sınıfın şemsiye ve kalkan ihtiyacını ifade ediyordu. Ülkücü milliyetçi hareket, bu gereksinmenin gladyo/kontrgerilla operasyonunda paramiliter örgütlenmeydi. Temel amaç, ülkenin sola komünizme kaptırılmamasıydı. Bu uğurda nice cinayetler ve katliamlar işledi ülkücü milliyetçi hareket. “Milli birlik ve beraberliğe en çok ihtiyaç duyulan günler” palavrası sıkan generaller ise, emekli olduktan hemen sonra soluğu banka ve holding yönetim kurullarında alıp hakk-ı huzur’a talim ettiler!
***
Aradan yarım asır geçti. Siyasi iktidar seküler “laik” beyaz sermayeden mütedeyyin İslamcı yeşil sermayeye el değiştirdi ama resmi ideoloji ve tarih tezi değişmedi. Hâlâ milli birlik beraberlik, devletin bekası, ezan, bayrak, vatan, Kur’an, dış güçler nutukları atılıyor.
2015 genel seçimleri sırasında Kürt halkının özgürlük talebi, iktidar partisi AKP ve müstakbel ortağı MHP tarafından “beka” meselesi olarak propaganda edilmişti.
2019 belediye seçimleri sırasında Devlet Bahçeli sürekli “31 Mart seçimleri uçurumdan önceki son çıkıştır. Yalnızca belediye başkanı seçmeyeceğiz. Ya bela diyeceğiz ya beka diyeceğiz” diye kampanya yürütmüştü.
Recep Tayyip Erdoğan da “31 Mart salt mahalli idare seçimi değildir. Bu seçimler, ülkemiz açısından beka meselesine dönüşmüştür” diyordu. Hatta İstanbul giderse Mekke Medine ve Kudüs bile gidebilirdi!..
***
İstanbul, Mekke Medine Kudüs oldukları yerde duruyorlar ama büyüklere masallar, yani beka hamaseti bitmedi. Bu kez İsrail dolayımıyla “iç cephe” masalı anlatılıyor.“Baş düşman İsrail, iç cepheyi güçlendirelim” masalı henüz çok taze. AKP Genel Başkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın Cumhurbaşkanı sıfatıyla TBMM’yi açarken ciddi ciddi, “İsrail yönetiminin Filistin ve Lübnan’dan sonra gözünü dikeceği yer bizim vatan topraklarımız olacaktır” demesiyle başladı bu masal. (1 Ekim 2024)
Erdoğan böyle buyurmuştu ama meğer İsrail’in Filistin ve Lübnan’dan sonraki hedefi Türkiye değil İran imiş. Erdoğan’ın “İsrail’in bir sonraki hedefi biziz” dediği tarihlerde, İsrail İran’a saldırmak için son hazırlıklarını yapıyormuş.
Yine de iç siyasete yönelik “Baş düşman İsrail, Allah’ını seven defansa gelsin!” masalının kitle manipülasyonu bağlamında isabetsiz olduğu söylenemez. İsrail’in ABD ile birlikte İran'a saldırmasından sonra bu kez “İran’dan sonraki hedef Türkiye” masalı dolaşıma sokuldu. Çok da inananı var. Sadece Erdoğan sevdalısı ümmetçi seçmen kitlesi değil, milliyetçi, liberal, sosyal demokrat, Atatürkçü, Kemalist, ulusalcı devasa bir kitle ve kanaat önderleri. Öyle ki, PKK lideri Abdullah Öcalan bile “ABD İsrail’i Ortadoğu’da hegemon güç yapmak istiyor. Beş aşamalı bir stratejinin üç aşaması bitti, İran ve Türkiye aşaması kaldı” diyerek koroya katılmış. Abdullah Öcalan bile koroya katılmış ama kendisini merkeze yerleştirme sevdasından kendini alamamış. Öcalan’a göre İsrail Kürtleri yanına çekmek istiyor, Kürtleri yanına çekebilmek için de Öcalan’ı ortadan kaldırması gerekiyor. Bu planı ancak kendisi engelleyebilir!
Özetle, İsrail’in nihai hedefinin Türkiye olduğu masalına bir avuç sosyalist dışında inanmayan yok gibi. Böylesine bir milli mutabakata ömrümde rastlamadım.
***
Peki İsrail’in Türkiye’yi hedefe koymasının akla uygun bir nedeni var mı? Türkiye sıradan bir ülkeymiş gibi neden topluma ‘İsrail korkusu’ enjekte ediliyor?
Her şeyden önce İsrail de Türkiye de ABD’nin bölgedeki en sadık müttefikleri, taşeronları. Kürecik ve İncirlik üsleri, ABD’ye olduğu kadar İsrail’e de hizmet ediyor.
İsrail Gazze’de soykırım yaparken bile Türkiye ile ticaretinde kesinti olmadı; ihtiyaç duyduğu petrolü, çimentoyu, çelik vs.yi Türkiye üzerinden sağladı. Nihayet utanma belasına ikili ticaret daraltıldığı halde İsrail’in dış ticaret ortakları listesinde Türkiye hâlâ 5’inci sırada.
Suriye’de İslamcı terörist Şara’yı birlikte iktidara taşıdılar.
Dahası, Türkiye’nin siber güvenliği bile İsrail’e emanet edilmiş. Genelkurmay’dan Türksat’a devletin tüm stratejik kurumları dijital güvenliklerini sağlamak için İsrail ordusuna hizmet veren Tel Aviv merkezli şirketin ürünlerini kullanıyor. (Karar manşet, 10 Ekim 2024)
Yazı uzamasın. İkili ilişkilerin derinliğine ve tarihine aykırı şekilde İsrail’in gözünü Türkiye’ye diktiğine ilişkin sözler, fantastik bir masal olmanın ötesinde bir değer taşımıyor. Ama ne acı ki, çok dinleyeni ve inananı var. Nazım Hikmet, “Akrep gibisin kardeşim” şiirini durduk yerde yazmadı.
“Baş düşman İsrail, Allah’ını seven defansa gelsin!” masalının asıl amacının, emek, barış ve demokrasi güçlerini kendilerine yabancılaştırmak ve sermayedar sınıfın mevzilerine doldurmak olduğu anlaşıldığında, “Akrep gibisin kardeşim” şiiri edebiyat tarihinin tozlu raflarında unutulmaya terk edilebilir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder