7 Eylül 2025 Pazar

ORDUSUNA GÜVENMEYEN BAŞKOMUTAN

30 Ağustos Zafer Bayramı törenlerine katılmak üzere Anıtkabir’e giden general subay astsubay askeri personelin polis tarafından aranarak içeri alınmaları, Türkiye koşullarında normal sayılabilecek bir olay değil. Polis tarafından üzerlerinin aranmasının gerek kışlada gerekse emekli askerler arasında nasıl bir tepkiye ve üzüntüye yol açtığı tahmin edilebilir.

Kışlada nasıl bir tepki öfke vardır, bilemiyorum ama internetteki emekli asker gruplarında öfkenin üzüntünün haddi hesabı yok. En sade tepki ifadesi olarak, “TSK’yi bu duruma düşürenler utansınlar!” gibi cümleler kuruluyor.

Emekli askerlerin üzüntüsünü kırgınlığını anlayabiliyorum. Kolay değil, telafisi olmayan ömürlerini asker olarak yaşadılar. İlk gençliklerinde girdikleri askeri okullarda kendilerine memleketin sahib-i aslisi oldukları telkin edildi. Bu koşullanma ile yaşadıkları öğrencilikleri ve mesleki ömürleri boyunca “Kanla, irfanla kurduk biz bu Cumhuriyeti, Cehennemler kudursa, ölmez nigâhbanıyız” diyegeldiler; sosyal statü hiyerarşisinin tepesinde oldular. Heyhat ki, ömürlerinin sonbaharında, asli sahibi ve nigâhbanı (bekçi gözcü) olduğunu sandıkları cumhuriyetin ellerinden kayıp gittiğine tanık oluyorlar. Sosyal statü hiyerarşisinde ise diyanet personelinin bile gerisine düştüler. “TSK’yi bu duruma düşürenlere yazıklar olsun!” derken içten bir üzüntüyü ve hayal kırıklığını dile getiriyorlar.

***

Benim de ilk gençliğim askeri mekteplerde ve kışlada geçtiyse de, TSK komuta heyeti ve genelkurmay başkanlarıyla yıldızım hiç barışık olmadı. 12 Eylül 1980 darbesinin Genelkurmay Başkanı Kenan Evren, benim de içlerinde olduğum genç askerleri işkenceci polislere teslim ederken, “Onlara vatan haini demeyi bile az bulurum!” demişti. Evren’e gereken yanıtı sıkıyönetim mahkemesinde vermiştim. Beraat kararıyla biten yargılamadaki savunmam “Harbiye’den Cephe’ye” başlığıyla kitaplaştı. 2010 referandumu sonrasında açılan göstermelik darbe davasının duruşmasında, ekran aracılığıyla da olsa Kenan Evren ile yüzleştim ve avukat dostlarım aracılığıyla sorularımı yönelttim.

2005 yılında, adları rüşvet iddialarına konu olan generalleri eleştirdiğim “İş bilenin kılıç kuşananın” başlıklı yazılar yazmıştım. Dönemin Genelkurmay Başkanı Hilmi Özkök ve İkinci Başkan İlker Başbuğ üzerlerine alınıp şikâyet ettiler. Mahkeme beraat kararı verdi. Mahkemedeki savunmam, “Sermayenin Paşaları” adıyla kitaplaştı.

2017 yılında “Genelkurmay Başkanı için çok üzülüyorum” başlıklı yazım üzerine, Hulusi Akar ile mahkemelik oldum. Mahkeme beraat kararı verdi. Mahkemedeki savunmam, “Su Uyur Hulusi Akar” adıyla kitaplaştı. Bu kitapta esas olarak, Hulusi Akar’ın 15/16 Temmuz darbe girişimindeki tutumunu irdeledim.

Sözün özü, sosyalist yurtsever devrimci bir yurttaş olarak, TSK ile ontolojik çelişki içindeysem de, Anıtkabir’e giden general subay astsubay askeri personelin polis tarafından aranarak içeri alınmaları benim de içime sinmedi; acı acı gülümsedim.

***

Yanlış anlaşılmasın, “TSK’yi bu duruma düşürenlere yazıklar olsun!” duygusu içinde değilim. Daha acı bir ifadeyle, (cumhuriyetçi demokrat yurtsever askerleri tenzih ederek) TSK’nin bu görüntüyü hak ettiğini, müstahak olduğunu bile söyleyebilirim. Sonuçta ordu devletin en seçkin en güzide kurumudur; devlet ise mülk sahibi sınıfın sömürü baskı ve zor aparatıdır! “TSK’yi bu duruma düşürenlere yazıklar olsun!” diye hayıflanmak, sosyalist devrimciye düşmez.

Her şeye karşın, “TSK’yi bu duruma düşürenler utansınlar!” ifadesiyle dışa vurulan onulmaz acıyı anlayabiliyorum. Bu acı, TSK’yi hâlâ “cumhuriyeti kuran, Atatürk ilke ve inkılaplarının nigâhbanı ordu” sanmaktan ileri geliyor. Oysa aradan asır geçti, köprülerin altında da çok sular geçti.

Hoş, “kanla irfanla kurulan cumhuriyet” bin yıllardır sömürülen katledilen halkların emekçilerin cumhuriyeti olarak kurulmadı; Osmanlı’nın son asrında filizlenen burjuvazinin cumhuriyeti olarak kuruldu. Ama burjuva cumhuriyetinin kuruluşunda hiç değilse, cılız da olsa emperyalizme karşı duruş, saltanat ve hilafetin kaldırılması, dinci şeriatın kamusal alanda geriletilmesi vs. reformlar vardı. Bu süreçte ordu, yani ebedi başkomutan Atatürk ve TSK, ulusal devletin kuruluşuna öncülük edecek burjuva sınıfı henüz bebeklik çağında olduğu için burjuvaziye vekâleten ulusal devleti kurma misyonu ile yükümlüydü. 

Hiç kuşkusuz, eskiye göre toplumsal ilerleme ve kazanım sayılması gereken bu süreç, İkinci Dünya Savaşı ertesinde tersine döndü. Kendi ayakları üzerinde doğrulan burjuvazi, sınıfsal içgüdüsüyle Batı emperyalizmine eklemlendi, 1950 seçimleriyle birlikte doğrudan iktidar oldu. Sürecin doğal istikametinde Türkiye, NATO’ya katıldı. Öyle ki, devletin en mahrem ve güzide kurumları MİT ve Özel Harp Dairesi’nin maaşları bile bir ara ABD tarafından ödenir oldu. Kimi çevrelerde hâlâ “ilerici” diye alkışlanan 1960 darbesi ertesinde tasfiye edilen 235 general ve 4 bin 171 subayın emeklilik ikramiyeleri ABD Hazinesi’nin bağışıyla karşılandı. Bu süreçte askeri elit, OYAK’ı kurarak, bebekken beşiğini salladığı sermaye sınıfına katıldı. Sermaye düzenini koruma ve tahkim etme amaçlı darbeler peşpeşe geldi. Holding ve NATO Paşaları, Cumhuriyet Paşaları’na galip geldi; darbeci paşalar, sola karşı bariyer olsun diye Yeşil Kuşak politikalarına omuz verdiler. Emekçi sınıfların payına ise “Her Türk asker doğar” sloganı ve “vatan uğruna şehitlik” imtiyazı düştü!.. 

***

ILIMLI İSLAMİ DÜZENDE TSK’NİN YERİ

Emekçilerin payına “vatan uğruna şehitlik” imtiyazı ile “Şehitler ölmez vatan bölünmez!” sloganı düştü ama darbeci paşaların solun başına geçirmek üzere süngü zoruyla ördükleri yeşil çorap da günü geldi kendi başlarına geçti.

Dediğim gibi, Anıtkabir’e giden general subay astsubay askeri personelin polis tarafından aranarak içeri alınmaları benim de içime sinmedi; acı acı gülümsedim. Bu gibi durumlarda her defasında olduğu gibi, Eylül 2007 tarihli, “Genelkurmay Başkanı emriyle” Genelkurmay Harekât Başkanı Korgeneral Nusret Taşdeler tarafından hazırlanan raporu anımsadım. İnternet ortamına düştükten sonra basılı medyada da paylaşılan bu rapordan daha önce de birkaç kere söz etmiştim. 

Kısaca özetleyeyim. Bu raporda, TSK’nin “kanla irfanla kurduğu, ölümüne nigâhbanı olduğu cumhuriyet” gemisinin “laikliğe aykırı faaliyetlerin odağı” AKP yelkeniyle “ılımlı İslam” limanına çekilmesinden duyduğu kaygı ve bu kaygı karşısında TSK’nin izlemesi gereken harekât tarzı irdeleniyor. Bu rapora göre özetle:

- 22 Temmuz 2007 seçimleri ılımlı İslami dönüşüm için milat kabul edilmelidir.

- TSK’yı destekleyebilecek kesimler son derece azalmıştır. Tam tersine basın, iş dünyası, ticaret odaları, sendikalar, üniversite camiasının bir kısmı TSK’nın karşısındadır.

- Esas mesele, ılımlı İslam veya demokratik İslam olarak nitelendirilen yeni devlet düzeni içinde cumhuriyetin temel niteliklerine bağlı TSK’nın, kendisine nasıl bir yer bulabileceği ve burada nasıl barınabileceğidir.

Özetle, yerli-yabancı müteahhitlerce inşa edilen ılımlı İslami düzende kendisine yer bulabilmek için uzlaşma ve teslimiyet arayışında bir TSK... Anımsanmalı ki, bu rapor öncesinde TSK’ye “Türkiye’nin en iyi ihraç malı” rolü verilmişti. 2003’te Irak istila edilirken bu role son bir cumhuriyetçi refleksle itiraz eden askerin başına ABD ordusu tarafından çuval geçirilmişti. Sahi o çuval ne oldu, baştan çıktı mı? Başlarına çuval geçirilen özel kuvvet timinden sorumlu Türk korgeneral, emekli olduktan sonra nasıl olup da çuvalcı Amerikan subaylarıyla birlikte ortak güvenlik şirketi kurabildi?

***

Sözü yazıyı uzatmayayım. Kışla dışında olup biten her şey kışlada karşılığını bulur. Türkiye, söz konusu raporda belirtilen “ılımlı” İslam Cumhuriyeti istikametinde hayli yol kat etti. Ağrılı sancılı gecikmeli olsa da TSK de bu süreçte epey değişti dönüştü. Ne var ki, Büyük Ortadoğu Projesi’nin Eşbaşkanı “Başkomutan” Recep Tayyip Erdoğan TSK’nin bu değişimini dönüşümünü yeterli bulmuyor olmalı ki, emrindeki askere güvenmiyor; Anıtkabir’e çağırdığı askeri üzerini polise arattırdıktan sonra huzuruna kabul ediyor.

Anıtkabir’e çağrılan askerler isim isim belirlenmiş, listede adı olmayanlar kapıdan geri çevrilmiş. Törene katılacak askerlerin listesi muhtemelen MİT tarafından belirlenmiştir. Buna karşın, “Başkomutan” o listeye de güven duymuyor; Anıtkabir girişinde polis, askerin üstünü arıyor. Oysa Anıtkabir TSK’nin yönetimi ve koruması altında ve İç Hizmet Yasası’na göre bu gibi yerlerde güvenliği sağlamak askerin görevi. Hoş, Anayasa ne denli yürürlükteyse, İç Hizmet Yasası da o kadar yürürlükte! 

Netice-i kelam, emrindeki ordusuna güvenmeyen bir Başkomutan. Emrindeki polise ve istihbarat örgütüne ne denli güven duyduğu da tartışılır. Halktan kopmuş tek adam yönetimlerinde paranoyaya sınır yoktur. Bu paranoyaya kapılmış tek adamların akıbetine ilişkin nice hikâyeler kayıtlıdır tarihin tozlu sayfalarında. O akıbetleri ben anımsatmayayım. Ne olur ne olmaz. Hürriyetimi sokakta bulmadım.

Anıtkabir girişinde polisin üst aramasına askerler itiraz etmemişler. Biri bile tepki olarak geri dönüp halkın arasına karışmamış. Ben ne diye acı acı gülümsüyorum ki!

Cumhuriyetçi demokrat yurtsever askerlere selam olsun!