30 Eylül 2017 Cumartesi

NURİYE SEMİH ÖLMEMELİ!!!

Dertleri “devrim olsun, AKP iktidardan düşsün” değil. Mahkemede aynen böyle ifade ettiler. Sadece 20 Temmuz darbesinden sonra KHK ile atıldıkları işlerine geri dönmek istiyorlar. Bunun için de bir insanın göze alabileceği en ağır bedeli ödüyorlar, ömürlerini eksiltiyorlar.
Öğretmenler Nuriye ile Semih’ten söz ediyorum. İşlerine dönebilmek, öğrencileriyle buluşabilmek, evlerine ekmek götürebilmek için yemek yemiyorlar; iktidardaki bir vicdansızın söylediği gibi “ağaç kökü” de yemiyorlar, ömürlerinden yiyorlar!
Açlığa yatarak ömrünü eksiltmenin nasıl bir bedel olduğunu, ömrünü eksiltmeye koyanlar bilir. 12 Eylül faşizminin Metris cezaevinde aralıksız 28 gün süreyle sadece su içmiş biri olarak naçizane ben de biliyorum. O devirde açlık grevlerinde ölüm sınırı 44’üncü günde başlıyordu! O dönemde cezaevlerindeki direnişlerde yaşama veda edenleri sevgiyle anıyorum.
***

Tecrübemle bildiğim bir şey daha var. Zalimlikte her darbe öncekileri çırak çıkartır, yaya bırakır. 20 Temmuz darbecileri de 12 Eylül darbecilerini çırak çıkarttı. Açlık grevleri ölüm oruçları karşısında 12 Eylül faşistleri bile bugünkü evlatları torunları kadar duyarsız değillerdi. En basitinden, cezaevlerinde açlık grevleri başladığında “el alem ne der” kaygısı duyabiliyorlardı. Bugünkü evlatları gibi “ağaç kökü yesinler” demeyi bilmiyorlardı; utangaç bir dille “gizli gizli yiyorlar” diyorlardı.
Açlık grevine başlayanları tutuklamıyorlardı; tutukladıkları devrimcilere avukat sınırlaması koymayı da akıl edememişlerdi. Dediğim gibi cüppeli takkeli evlatları, 12 Eylül faşistlerini çırak çıkarttılar; tek eksikleri tektip elbise. Amerikan emperyalistlerinden aldıkları ilhamla cezaevlerinde tektip elbiseyi mecbur ettiklerinde o eksikliği de tamamlamış olacaklar. Bir de idam cezası tabii. İnançları, o eksiği de tamamlamayı emrediyor!!! Zalimliklerine sınır yok yani!!!
12 Eylül faşistleri de işten atıyorlardı. Aynen otuzlu yaşdaki evlatları gibi mahkeme yolunu kapatıyorlardı, başka işe girme hakkı tanımıyorlardı. Öyle ki ilk başlarda üniversite sınavlarına girme hakkı bile vermiyorlardı. Bugünkü evlatları babalarından dedelerinden geri kalmıyorlar, daha beterini yapıyorlar. 12 Eylül faşistleri sosyal güvenlik hukuku ile ceza hukukunu birbirinden ayrı tutuyorlardı. Bizi askeriyeden attıklarında emekli sandığı primlerimize ikramiyelerimize el koymamışlardı. Bugünküler düşman ceza hukukunu sosyal güvenlik alanına da taşırdılar, primlere ve ikramiyelere de el koyuyorlar...
Bizler işten atıldığımızda tutuklandığımızda ömrümüzü noktalamayı düşünmedik. Hayata sıfırdan yeniden başladık. Türkiye, Harp Okulu mezunu hindi çobanlarıyla, seyyar köftecilerle, ayakkabı ve çorap satıcılarıyla, bohçacılarla, pazarlamacılarla tanıştı. Sonra kimileri yeniden üniversite okuyarak avukat, doktor, mali müşavir, gazeteci, mühendis filan oldular. Bu arada örgütlendiler, kendilerine yapılan haksızlığın telafisini talep ettiler. Uzun soluklu mücadelede nihayet kısmen başarılı oldular. Halen de ADAM-DER çatısı altında mücadele ediyorlar.
***

Nuriye ile Semih, ölüme yatarlarsa, kendilerini açlığa mahkum eden bugünkü iktidarın vicdanında karşılık bulacaklarını, işe iade edileceklerini mi umdular acaba? Semih mahkemedeki beyanında “Biz devrim olsun, AKP gitsin diye açlık grevi yapmıyoruz. İşimizi geri istiyoruz bunun için açlık grevi yapıyoruz” dedi. Hukuk dışı davada siyasi savunma yapmadığını da söyledi Semih. Amaç sadece bu ise bilmeliler ki, ölü gözünden yaş imamevinden aş çıkmaz! AK darbeciler dünya yıkılsa onları işlerine iade etmeyecek. Çünkü çok günah işlediler. 12 Eylül faşizminin işten atıp açlığa mahkum ettiği insan sayısı binlerle ifade ediliyordu, bugün yüz binlerce kişi sokağa atıldı. Bunca zulmü ancak vicdanını sıfırlamış olanlar yapabilir. Vicdanı sıfırlayanlar, ölüme yattılar diye kimseyi işe iade etmezler.
En acısı da bu vicdansızlıkla baş edecek toplumsal dinamiklerin bugünkü zayıflığı. Bu yoksullukta Nuriye ile Semih, ölmeye yatmalarıyla, mahkemedeki savunmalarıyla ülke tarihine direniş kahramanları olarak geçmiş olacaklar. Heyhat ki “ölü kahramanlar”. Ülkemizin direniş tarihinde öyle çoklar ki. Bir süre sonra hem dostları hem de düşmanları tarafından unutulacaklar. Otuz yedi yıl önceki ağır yenilgiden bu yana devrimci mücadele neredeyse ölü kahramanların yasını tutmaktan ibaret kaldı!
Bu satırları Semih ve Nuriye’nin direnişlerini küçümsemek, önemsizleştirmek için yazmadım. Tersine direnişlerine saygı duyuyorum, sempati duyuyorum ama ölmelerini istemiyorum. AK faşizmin teşhiri ölmelerini gerektirmiyor.
Semih mahkemedeki beyanında dedi ki, “köleliğe karşı mücadele eden Spartaküs’üm, firavuna karşı Musa’yım, ‘Dönen dönsün ben dönmezem yolumdan’diyen Pir Sultan Abdal’ım, ‘Yarin yanağındma gayri her şey ortaktır’ diyen Şeyh Bedrettin’im, İsrail zulmüne karşı dövüşen Filistinli’yim!
İşte tam da bu nedenle ömrünü tüketerek faşistleri sevindirmek yerine, yaşayıp mücadeleyi sürdüren, ölmek yerine örgütlenmeye öncülük eden Semih ile Nuriye daha önemli. Nefes alıp vermeyen cansız kahramanlarımız yeterince var.

Not 1:Vakti olanlar, Semih’in mahkemedeki beyanını da okusunlar lütfen.
Not 2: AK faşizmin zulmü karşısında direnmek yerine “Rabbimiz bizi imtihan ediyor. Mükafatımızı ve haklarımızı ahirette alacağız” zihniyetindeki mağdurlar bu yazının hedef kitlesi değildir.




SEMİH’TEN MAHKEMEYE:  Verin kararınızı perde kapansın
 “Burada savunma hakkımıza yeni bir saldırı vardır. Daha önceden tutuklanan avukatlarımız var. İlk duruşmamıza iki gün kala avukatlarımız gözaltına alındı. Burada bizim savunmamız engellenmiştir. Bunun yanında 14 Eylül’de duruşmaya keyfi olarak getirilmedik.
Biz açlık grevindeyiz. 14 gün daha açlık grevinde tecrit hücrelerinde işkence çektik. Şimdi burada bizim savunmamız engellendi. Üç avukat dayatmasını kabul etmiyorum. Burada olmayan Nuriye Gülmen zorla numune hastanesine götürülmüştür. Neden? Çünkü savunması engellenmek istenmişti. 
Ezilen, sömürülen işçiler adına… Hukuk diyerek yutturulmaya çalışılarak bu davayla hukukun katledilmesini bizzat gözlerimle gördüm. Önce yerde inim inim inledi sonra sessizce can verdi. Şimdi ise bir cinayete ancak bu kadar yakından tanıklık ediyorum.
Adliyede kararı beklerken işlendi cinayet. Polis amiri, savcının odasına girerek kendilerine çay söyledi ve bir saat konuştular. Cinayet böyle işlendi.
Bu ülkenin halkına daha hakim karşısına çıkmadan birileri tarafından tutuklanma kararı veriliyor. Bunun adına emir büyük yerden deniyor. Sırtında afili yargıç cübbeleriyle millet adına karar vereceksiniz. Sahi çoktan kırmadınız mı kalemimizi? Cübbelerinizle oyuna dahil edilen sizler, elinizdeki iddianame senaryo. Kimin için bu oyun? Egemenleri memnun etmek olacak yine. Mahkemelerden adalet çıkmayacağının kanıtı şu ana kadar yaşadığımız hukuksuzluk, keyfiliktir.

‘AKP ekmeğimle beni terbiye etmek istedi’

Kimse bu adaletsizlik karşısında aman dilemeyi beklemesin. Ben yine düşündüğümü söyleyeceğim. Hükümsüz olan bu siyasi davaya karşı bir savunma olmayacak benim savunmam.
Emeğimle onurumla ekmeğimi kazanan bir öğretmendim. AKP ekmeğimle beni terbiye etmek istedi. Tarih, ekmek kavgasının tarihidir. Sömürü var olduğu sürece direniş de  sürecek. Savunma yapması gereken, ufak bir açıklama bile yapmadan koltuklarında oturan AKP iktidarıdır. Onuruyla ekmeğini kazanan bir sınıf öğretmeniyken önce işimden atıldım. Bu kabullenebilir bir durum değildi.
Ben işinden atılmış bir sınıf öğretmeniyim, köleliğe karşı mücadele eden Spartaküs’üm, firavuna karşı Musa’yım, ‘Dönen dönsün ben dönmezem yolumdan’diyen Pir Sultan Abdal’ım, ‘Yarin yanağındma gayri her şey ortaktır’ diyen Şeyh Bedrettin’im, İsrail zulmüne karşı dövüşen Filistinli’yim, dünyanın her köşesinde haksızlığa uğrayan ve mücadele eden kim varsa oyum.

‘Sağa sola FETÖ’cü diye saldıranlar önce kendilerine baksın’

Sağa sola FETÖ’cü deyip saldıran iktidar temsilcileri, önce kendilerine baksınlar. Şimdi oturduğunuz o koltuklarda daha önce kendi siyasal düşüncelerine göre kararlar veren, şu an tutuklu olan hakimler vardı. Biz halkın aydınları olarak kamu emekçilerine yönelik bunun gibi komplo davalarına çok rastladık. Devlet kurumlarında uygulanan tek bir kural vardır o da talimatsız hareket etme yanarsın kuralıdır.”
Mahkeme başkanı savunmaya müdahale ederek, iddianamedeki suçlamalara yönelik savunma yapmasını isteyince Özakça, “Ben buraya gelebilmek için çok sabrettim, siz de biraz sabredin” diye yanıt verdi.

‘AKP gibi düşünmüyorsanız terörle iltisaklısınız’

Tutuklu eğitimci sözlerini şöyle sürdürdü:
“AKP iktidarı, çocuklarımızın geleceğini, onların demokratik bilimsel eğitim hakkını çalmaktadır. Eğitim alanında özelleştirmeyle güvencesizleştirmenin önü açılıyor. Ayrıca performans değerlendirme sisteminin önü açılmaya çalışılıyor. Muhalif sendikaların eylemleri ‘suç’ konusu edilerek kamu emekçileri soruşturma ve ihraç tehditleriyle karşı karşıya kalıyor. AKP gibi düşünüp yaşamıyorsanız terörle iltisaklısınız. AKP’liyseniz bile iktidara yakın sendikanın seçtiği okul müdürüyle aranız iyi değilse terörle iltisaklısınız. Öğretmenlik bana ne lüks bir yaşam ne de gözümün arkada kalmayacağı bir yaşam vaadediyordu. Yaşamımızı sürdürmek zorunda olduğumuz yerde her gün tank top sesleri duyuyorduk.

‘Halkın aydını hem halktan öğrenen hem halka öğretendir’

Halkın aydınıçelişkileri görüp kavrayantoplumsal mücadele içinde eyleme geçenen güzel türkünün koro ile söylenen olduğunu bilentek başına kalsa da mücadele eden, hiçbir şeyin kendi kendine olmayacağını bilençelişkileri görüp eyleme geçen ve hem halktan öğrenen hem halka öğreten aydındır. Bu direniş iki kişinin direnişi diye düşünüyorsanız yanılıyorsunuz. Bu direniş ezilen halkların direnişidir. Ben de halkın aydını olan bir öğretmen olarak bu direnişin bedelleri olacağını biliyordum. Kimsenin sokağa çıkmadığı, basın açıklamalarının yasaklandığı bir dönemde halkımın sözünü söylemeyi bir zorunluluk olarak görüyorum. Kamu emekçilerinin mahkum edilmeye çalışıldığı hayata karşı açlığımızla direniyoruz. Mesele açlık grevinin etkili bir eylem olmasının düşünülmesi, halk tarafından sahiplenilip büyüyeceğinden duyulan korku idi. Aç kalmayı biz tercih etmedik, bunun sebebi iktidarın bizi açlığa mahkum etmek istemesidir.

‘İş. Bu kadar!’

İktidar işimizi bize geri verseydi aç kalmazdık. Direnişi başlatan da bastırmaya çalışan da iktidardır. ‘İhraç edilenler ağaç kökü yesin’ diyen bakana sesleniyorum, onu da yemiyoruz. Ömrümüzden yiyoruz. İşimizi geri alıncaya kadar açlık grevi eylemine devam edeceğim. Biz devrim olsun, AKP gitsin diye açlık grevi yapmıyoruz. İşimizi geri istiyoruz bunun için açlık grevi yapıyoruz. İş. Bu kadar! 
Tutuklandık çünkü açlık grevimiz haklılığıyla halk nezdinde karşılık buldu. Tutuklandık çünkü bu tutuklama korku ve gözdağını büyütecekti. Tutuklandık çünkü AKP’nin yeni ülke politikasının önünde engeliz! Gezi ve Tekel direnişinin tekrarı bize değil, iktidarın zulmüne bağlıdır. Zulüm artarsa direniş olacaktır.

‘İlk defa buraya gelirken güneş ışığı gördüm’

Biz  hasta değil eylemciyiz. Ben hastaneye kaldırıldığımdan bu yana ilk defa buraya gelirken güneş ışığı gördüm. Biz zorla müdahale tehditleriyle baş başayız orada, kimsenin müdahalesini istemiyoruz! Pazartesi gecesi zebaniler geldi, gece gelenlere başka ne denir?

‘Verin kararınızı perde kapansın’

Nuriye’yi numuneye götürürken içeriden sloganlar çığlık sesleri geliyordu, yani bilinci açık. Nuriye’yi iki gün önce numuneye, duruşmaya getirmemek için kaldırdılar. Zorla müdahale insanlık suçudur.
(İçişleri Bakanı) Süleyman Soylu bizimle ilgili çok şey söyledi, inandıramadı insanları. Bakanlık eliyle kitapçık yayınladı. Soylu bizi hedef gösterdi zaten, terörist ilan etti. Peki bu mahkeme niye kuruldu? Asıl suç olan budur. Zorla müdahale için götüreceklerini düşünüp annemle vedalaştım. Bu uygulamanın sonuçları belli. Fotoğraf dahi çektirmemize izin vermediler. Amaçları bizi unutturup zorla müdahale edip, bizi yaşayan ölü haline getirmekti. Son olarak şunu söylemek istiyorum: Verin kararınızı perde kapansın.”

Özakça savunmasını Enver Gökçe’den ‘Dost’ şiirini okuyarak bitirdikten sonra salondan alkış sesleri yükseldi.

20 Eylül 2017 Çarşamba

İspanya Büyükelçisi'ne Mektup


Sayın Rafael Mendívil Peydro
İspanya Krallığı’nın Ankara Büyükelçisi,

Sayın Büyükelçi,
Türkiye Cumhuriyeti hükümetinin uluslararası arama kararı ve yakalama istemesinin ardından,
İsveçli-Türkiyeli araştırmacı, Odak Dergisi Başyazarı Hamza Yalçın, geçen Ağustos ayında ülkeniz kentlerinden Barcelona’da tutuklandı.

Medyada yer alan habere göre Hamza Yalçın, Odak Dergisi’ndeki bir yazısında Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ı “diktatör” olarak eleştirdiği gerekçesiyle, terörizm suçlamasıyla tutuklanmıştır. Tutuklama esnasında Hamza Yalçın ülkeniz polisi tarafından darp edilmiş, psikolojik işkenceye maruz bırakılmıştır.
Belirtmeli ki, Büyükelçisi olarak temsil ettiğiniz İspanya Krallığı Avrupa Birliği üyesidir.
Avrupa Birliği’nin kuruluş sözleşmelerinden Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’ne göre,
Bir ülkenin devlet başkanının diktatör olmakla eleştirilmesi ifade özgürlüğü kapsamındadır.
Yine sözleşme, isnat edilen suç ne olursa olsun, yakalanan kişinin işkenceye maruz bırakılamayacağını, adil yargılanma hakkından yararlandırılacağını düzenlemektedir.
Ülkeniz polisinin, TC Cumhurbaşkanı’nı “diktatör” olarak eleştirdiği gerekçesiyle Hamza Yalçın’ı tutuklaması, tutuklamanın ötesinde darp etmesi, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’ne yüzde yüz aykırıdır.
Bu bakımdan, İspanya Krallığı olarak imzaladığınız sözleşme hükümlerine aykırı davranışından dolayı ülkeniz polisini en kuvvetli şekilde protesto ediyorum, kınıyorum.


Sayın Rafael Mendívil Peydro
Şu hususu da bilginize sunmayı gerekli görüyorum.
Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı’nı diktatör olmakla eleştirmek ülkeniz hukukunda tutuklamayı gerektirecek bir suç ise,
Emin olun ki,
Türkiye Cumhuriyeti’nin 80 milyon yurttaşından tahminen 50 milyon kadarı Türkiye’nin diktatörlükle yönetildiği kanaatindedir.
Bu durumda İspanya’yı ziyaret ederlerse, bu insanları da mı tutuklayacaksınız?
Unutmamalısınız, ülkeniz diktatörlüğün acısını en derinden yaşadı.
Nihayet 1975 yılında diktatörünüz öldüğünde ülkeniz demokrasiyle tanıştı.
Aradan 42 yıl geçtikten sonra, ülkesinin iktidarını diktatörlükle eleştirdiği için Türkiyeli bir misafiri tutuklamanız ibret vericidir.

Son olarak şu hususu da dikkatinize sunmak isterim.
Kurucusu olduğum Askeri Darbelerin Asker Muhalifleri Derneği, kısa adıyla ADAM-DER, tüzüğünde belirtildiği üzere,
“Diktatörlüğe, darbelere ve militarizme karşı demokrasiyi ve insan haklarını savunmak, insanlık suçlarının önlenmesi ve faillerinin yargılanması için çaba göstermek; haksız idari kararlarla re’sen emekliye sevk edilen kamu personelinin ve okullarıyla ilişiği kesilen öğrencilerin haklarını elde etmek, korumak, geliştirmek ve bu durumdaki kimseler arasında yardımlaşma ve dayanışmayı sağlamak, demokratik kamusal bilince katkıda bulunmak” amacıyla kurulmuş bir dernektir.
Yani derneğimiz üyeleri, darbelere karşı çıkmış emekli askerlerdir.
Derneğimiz üyesi olmayan Hamza Yalçın, Türk Silahlı Kuvvetleri’nden kendi iradesiyle ayrılmış bir sosyalisttir.
Türkiye’de uzun yıllar hapis yatmıştır.
Sonuçta Türkiye’de yaşamını güvencede görmediğinden İsveç’e yerleşmiştir.
Otuz yılı aşkın süredir İsveç yurttaşıdır.
Odak Dergisinin Başyazarı olarak Türkiye’nin demokratikleşmesi yönünde görüşlerini paylaşmaktadır.
Türkiye Cumhurbaşkanı’nı “diktatör” olmakla eleştirdiği gerekçesiyle ülkenizde tutuklanması kabul edilemez.
İmzacısı olduğunuz Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi hükümlerine aykırı olarak ülkenizde tutuklanan Hamza Yalçın’ın derhal serbest bırakılmasını diliyorum.
Saygılarımla.

Rahmi YILDIRIM

ADAM-DER KURUCU BAŞKANI

NOT: İspanya Büyükelçiliği'nin adresleri:

Abdullah Cevdet Sok. No: 8, 06680 Çankaya, Ankara
Telefon: 438 03 92 - 438 03 94- 440 17 96- 440 21 69
Faks: 439 28 10 - 442 69 91
emb.ankara@maec.es 

17 Eylül 2017 Pazar

TAYYİP ERDOĞAN İÇİN ENDİŞELİYİM: KEŞKE AMERİKA’YA GİTMESE!

Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan Amerika yolcusu. Gündemi hayli yoğun. Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’na katılacak, ardından ABD Başkanı Donald Trump’ın da aralarında olduğu devlet başkanlarını kabul edecek, dünya meselelerine hal çaresi arayacak.
Yolu açık olmasına olsun Allah yar ve yardımcısı olsun da fena halde endişeliyim; bilhassa o domuz suratlı Amerikan Başkanı Trump’ın sevgili Cumhurbaşkanımıza bir oyun etmesinden, bir tuzak kurmuş olması ihtimalinden korkuyorum.
Gerçi Kur’ân-ı Kerîm’de açıkça buyrulduğu üzere “Allah tuzak kuranların en hayırlısıdır” (Âl-i İmrân 54, Ganimet 30), “Allah daha çabuk tuzak kurar” (Yûnus 21) da, yüreğim rahat değil; Reis’in başına bir hal gelecek diye korkuyorum. O yüzden, gerçi beni dinlemez ama keşke Amerika’ya gitmese diyorum kendi kendime.
***

Bu da nerden çıktı, bu endişe niye diye sormayın. Yoktu aslında böyle bir endişem, aklıma bile gelmiyordu da; şu Zarrab davasında saatçi Zafer ve kutucu Süleyman hakkında verilen tutuklama kararları aklımı fena halde karıştırdı.
Zarrab davasıyla, saatçi Zafer ve kutucu Süleyman’la Reis’in ne ilgisi var mı dediniz. Kusura bakmayın ama çok saf ve cahilsiniz, dünyadan haberiniz yok. Uzun hikâye de ezcümle hatırlatayım.
Hani İran’ın nükleer faaliyet programı üzerine Birleşmiş Milletler on yıl önce ambargo kararı almıştı, ABD de ayriyeten yaptırım uygulamaya başlamıştı. Acil ilaç ve gıda maddeleri dışında İran ile ticaret yapılmayacak, ekonomik ilişki kurulmayacaktı. İşte o anda Recep Tayyip Erdoğan kerem eyledi, Müslüman komşu İran’ı kefereye ezdirmedi; BM ambargosuna uyar gibi yaptı, Amerikan ambargosuna ise uymadı. Geçenlerde de ifade ettiği üzere Amerikan yaptırımlarına uymayacağını devrin ABD Başkanı Obama’ya açıkça söyledi. İran ile petrol ve doğalgaz alışverişimiz devam etti, üzeri altın ithalat ve ihracatı ile örtüldü.
Diyeceksiniz ki, madem Amerikan yaptırımlarına uyulmayacağını Obama’ya açık açık söyledi, o halde niye İran’la ticaretin üstü örtüldü? Siz de ne çok soruyorsunuz canım. Nerden bileyim neden üstünün altın ticaretiyle örtüldüğünü. O ki, Düzce Milletvekili Fevai Bey’in ifadesiyle, “Allah’ın bütün vasıflarını üzerinde taşıyan dünya lideri.” Açık açık ticaret yapmak yerine üzerini örttüyse vardır bir bildiği. Zaten devrin Başbakan Yardımcısı Ali Babacan da 23 Aralık 2012 tarihinde TBMM Plan ve Bütçe Komisyonu'nda İran'la ticaretin üzerinin altın ticaretiyle örtüldüğünü açık açık anlatmıştı.

İşte Sarraf Rıza, yani Reza Zarrab bu örtük ticareti organize ederek çok hayırlı işler yaptı. Nitekim Reis, yani Recep Tayyip Erdoğan “hayırsever işadamı” diyerek kendisini taltif etti, protokolde yer verip onurlandırdı. Saatçi Zafer ekonomi bakanı olarak, kutucu Süleyman da banka müdürü olarak örtük ticarette kendilerine düşen vazifeleri yaptılar. Eee bunca netameli riskli işin getirisi de olur değil mi? Olmuş tabii ki, Zafer’in payına münasip miktarda bahşiş ile 400 bin liralık hediye saat, kutucu Süleyman’ın payına ayakkabı kutularında münasip miktar bahşiş düşmüş. Sarraf Rıza’nın vatandaşlık işlerini Dahiliye Vekili Muammer halletmiş, bu hayırlı iş karşılığında onun payına da münasip miktar bahşiş düşmüş. Galiba devrin AB Bakanı ve Bakaracı Makaracı, pardon Başmüzakereci Egemen de bi takım hayırlı şeyler yapmış ki, Sarraf Rıza ona da elbise torbası ve çikolata kutusu içinde bahşişler göndermiş. Bu arada Sarraf Rıza orospu ile memurun bahşişlerini de peşin vermiş ki, orospu ile memurun bu örtük ticarette ne işleri var, ben de bilmiyorum doğrusu.
Müslüman komşu İran kefereye ezdirilmedi, Türkiye olarak biz de petrolsüz ve doğalgazsız kalmadık ama İran ABD ile anlaşmasın mı! Kolla gözet yetimi hesabı satışa geldik alenen. O sümüklü Pensilvanyalı’nın komplosuyla ortalık karıştı. Adamlar yani Zafer, Muammer, Egemen, Süleyman milli bir vazife yapmışlar, onca riskin karşılığını da alacaklar tabii. Hadise bundan ibaret, hukuk dışı bi şey yok yani. Hükümet Sözcüsü Bekir Bozdağ’ın birkaç gün önce söylediği üzere “Zafer Çağlayan Türkiye Cumhuriyeti'nin Ekonomi Bakanı olarak görev yaptığı sürece Türkiye'nin çıkarlarını korudu. Yaptığı hiçbir işlemde hukuka aykırılık yok. Ortada delil yok, uydurma şeyler var.
Ortada delil yok, iftira var ama dinleyen kim? Bu vatanseverler bir anda rüşvetçi hırsız diye damgalanmasın mı? Hatta ve hatta rüşvet çarkının Reis’e kadar uzandığı, evinde dolar biriktirdiği, birikmiş doların komploya karşı tedbiren boşaltılması için araba tutulduğu ama sıfırlanamadığı iftirasını bile attılar. Devrin şehircilik bakanı Erdoğan Bayraktar bile ilk anda “Ne yaptıysam Reis’in talimatıyla yaptım, Reis istifa etsin” gibisinden gaflete düştü. Neyse ki komplo Recep Tayyip Erdoğan’ın dirayetli liderliğiyle savuşturuldu, sümüklü Pensilvanyalı’nın hevesi kursağında bırakıldı. “Milli iradenin tecelligâhı” TBMM ve adliye, bahsi geçenlerin hırsız ve rüşvetçi olmadıklarına hükmettiler. Allah onlardan razı olsun!
***

Recep Tayyip Erdoğan, TBMM ve adliye üzerlerine düşeni yaptılar ama komplo orada durmadı. İran kendi ayağına kurşun sıkarcasına, örtük ticarete aracılık eden kendi hayırsever işadamı Babek Zencani’yi 5 Mart 2016’da idama mahkum etti. O da ne, Recep Tayyip Bey’in onca koruyup kolladığı Sarraf Rıza iki hafta sonra Türkiye’den firar etmesin mi? Rıza 22 Mart 2016’da Miami’de tutuklandı. Tutuklanacağını bile bile neden ABD’ye gitti, hâlâ bir anlam verebilmiş değilim. Fitne ehlinin iddialarına göre kendisini Türkiye’de tehlikede hissetti, can güvenliği endişesiyle ABD’ye kapağı attı! Aynı şekilde Halkbank’ın genel müdür yardımcılarından Hakan Atilla da 28 Mart 2017 tarihinde ABD’de tutuklandı. Fitne ehlinin ağzı torba değil ki büzesin. Kendilerini Türkiye’de tehlikede hissedecek ne vardı ki, firar ettiler? Artlarında yanlarında koskoca Türkiye Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan ve dava arkadaşları vardı oysa. Yazık ettiler kendilerine!
***

Dedim ya, dünya meselelerini çözmek üzere ABD’ye giden Recep Tayyip Erdoğan’ın başına bir hal gelecek diye işkilliyim; bilhassa o sinsi bakışlı Trump’ın sevgili Cumhurbaşkanımıza bir oyun etmesinden, bir tuzak kurmuş olması ihtimalinden korkuyorum.
İşkillenen, korkan sadece ben değilim Allah’tan. Uzaktan dostum Abdülkadir Selvi de “Eski Bakan Zafer Çağlayan’la ilgili tutuklama kararı Ankara’da moralleri bozdu” diye yazmış (Hürriyet, 13 Eylül 2017).
Cesaret gibi korku ve moral bozukluğu da bulaşıcı bi şey galiba. Ben o kanaatte değilim ama Sarraf Rıza davasının Erdoğan’a uzayacağından endişe edenler bile var. Nitekim meslektaşım Ardan Zentürk açık açık “Rıza Sarraf olayı, giderek yükselecek ‘şantaj politikasının’ önemli unsurlarından biri olarak karşımızda duruyor, bugün Zafer Çağlayan, yarın belki de doğrudan Recep Tayyip Erdoğan...” diye yazmaktan kendini alamamış (Star, 11 Eylül 2017).
Başka bir meslektaşım da aynı endişeleri paylaştığı yazısının başlığında alenen “Pis kokular geliyorsa Cumhurbaşkanımız Amerika’ya gitmemeyi düşünmeli” diye akıl vermiş (Selahattin Çakırgil, Star, 10 Eylül 2017).
Dediğim gibi, beni zaten dinlemezdi ama keşke Selahattin’in çağrısına kulak verip Amerika’ya gitmeseydi Reis. Ne olur ne olmaz. Burası Türkiye, orası Amerika!
Gerçi, “Ey Amerika, ey Obama, ey Almanya” diye kükrediğine çokça şahit olduğum Reis saatçi Zafer’le ilgili soru üzerine kükrememiş, alttan almış. Kazakistan’dayken ABD Başkanı Trump, bizim Reis’i aramış; Zarrab davasından duyduğu üzüntüyü iletmiş. Trump konuyu incelediğini söylemiş, “Federal devletin değil, eyalet devletinin güvenlikçilerinin yaptığı bir yanlış. Doğrudan bana bağlı değil ama bu işi yakın takibe alarak araştıracağım” diye söz vermiş.
Bizim Reis de Çağlayan hakkındaki tutuklama kararını “Türkiye Cumhuriyeti Devleti'ne yönelik bir adım” olarak nitelendirmiş; Çağlayan’ın İran’a yönelik yaptırımları delmekle suçlandığını belirtmiş, “Biz Türkiye olarak İran’a bir yaptırım uygulama kararı almadık ki. ABD'nin bunu gözden geçirmesi gerekir. Bu işlerin arkasından çok pis kokular geliyor” demiş.
Trump söz vermiş olsa da içim rahat değil, meslektaşım Selahattin’in çağrısını tekrarlamaktan kendimi alamıyorum. Keşke Erdoğan Amerika’ya gitmese, yola çıktıysa bile yarı yoldan dönse.
Reis Amerika yolundan dönmeyecekse, Allah’a güvenmekten başka çare yok. Gerçi Wikileaks adıyla ortaya saçılan belgelerde “Tayyip Bey Allah’a inanır ama güvenmez” diye bir kaydın olduğu söyleniyor. Barış Pehlivan ve Barış Terkoğlu’nun birlikte yazdıkları “Sızıntı/Wikileaks’te Ünlü Türkler” adlı kitapta da geçiyormuş bu ifade ama ben inanmıyorum böyle bir şeye. Tayyip Bey imanlı adamdır, alnı secdelidir, Allah’a inanıp güvenmezlik etmez; mutlaka güveniyordur. Zaten yeri geldikçe kendisi de hatırlatıyor Allah’ın kelâmını: “Allah tuzak kuranların en hayırlısıdır” (Âl-i İmrân 54, Ganimet 30), “Allah daha çabuk tuzak kurar” (Yûnus 21).

Netice-i kelam, Trump ve Amerikan derin devleti, Reis’i Zarrab davasına dahil etmek üzere bir tuzak kurduysa, Allah’ın da bir tuzağı vardır mutlaka! Tayyip Bey de Allah’ın tuzağına güveniyordur zahir! O halde haydi hayırlı yolculuklar!